Wittgenstein’da
Zihnin grameri
Wittgenstein, beynin grameri konusunda bunları düşünmektedir. Şimdi
planımızın ikinci aşamasına geçelim; filozofun zihin felsefesiyle ilgili görüşlerini
açıklayalım.
Wittgenstein’ın eleştirdiği zihin felsefesi bir indirgemeciliktir. Zihinci
filozoflara göre anlam, zihindeki yaşantılarla veya nörofizyolojik süreçlerle
aynı şeydir. Dil felsefesi ve zihin felsefesi bir bütündür; birbirinden
ayrılamaz. Hatta Searle gibi filozoflara göre tek felsefe vardır: Zihin
felsefesi. Zihin felsefesinin objesi olan zihin, modern bir jargondur ve eski
dildeki ruh yerine kullanılır. Zihin filozofları ruhla değil; zihinle daha
doğrusu zihinde olup biten şeylerle, zihinsel durumlar (qualia) denen şeylerle
ilgilenirler. Wittgenstein zihne ve zihinsel süreçlere ilişkin çok önemli değerlendirmeler
yapmıştır. Bu değerlendirmeler, sadece kendi dönemindeki tezleri değil; günümüz
zihin filozoflarının görüşlerini de ilgilendirir.
Sözlerimizin başında Wittgenstein’ın bu konudaki görüşlerine temel
olacak Remarques sur la philosophie de la psychologie’deki sözlerini
verelim:
Köleleştirmek istediğimiz bir kabile olsun; bu kabilenin mensupları
hakkında hiçbir şey bilmeyelim. Yöneticilerimiz ve bilginlerimiz her yerde şunu
yaysınlar: Bu kabile mensupları ruhsuzdur. Yine de hiç tereddütsüz, onları şu
ya da bu hizmetimizde kullanabiliriz. Doğal olarak onların diliyle de ilgileniriz;
çünkü onlara örneğin emirler vermek ve onların düşüncelerini öğrenmek
zorundayız. Onlar birbirine ne söyler? Bunu da anlamak istiyoruz; çünkü onların
davranışlarını anlamanın tek yolu budur. Onların dillerinde bizim psikolojik
ifadelerimize uyan ifadeler var mıdır? Bunu da öğrenmeliyiz. Çünkü onların bize
sürekli hizmet etmelerini istiyoruz. Onlar acılarını, hoşnutsuzluklarını, depresyonlarını,
yaşama sevinçlerini vs. nasıl ifade ederler? Bizim için bunu bilmek de
önemlidir. Daha iyisi şunu keşfettik: Fizyoloji ve psikoloji laboratuvarlarımız
bu insanlara dair, doğru ve bilimsel bilgiler verebilir; çünkü onların dilleri
dâhil, reaksiyonları tümüyle ruhu olan insanların reaksiyonlarıyla aynıdır. Bu
otomatlar, bizim öğretim yöntemimize çok benzeyen bir yöntem sayesinde, kendi
dillerinin yerine bizim dilimizi öğrenebilirler. [1]
Bu insanlara, örneğin yazıyı ve sözü kullanarak, saymayı öğretebiliriz. Onları
öyle eğitiriz ki, kendileri yazmadan ve konuşmadan bir süre sessiz kalırlar; bu
sessizlikte, kafadan bir işlem yaparlar; sonra, bir çarpmanın sonucunu bize
söyleyebilirler. Onların bu zihinden hesaplama biçimini düşünürsek ve bu
hesaplamayı çevreleyen fenomenleri dikkate alırsak, o zaman şu imgeye yakın bir
imge ediniriz: Onların hesaplama süreci, âdeta suyun altına inmiştir. Bundan
böyle suyun altında cereyan etmektedir (Suyun hidrojen ve oksijen atomlarından
ibaret olduğunu düşün.)
Bu otomatlardan birine emirler verebiliriz ve sorular sorabiliriz; örneğin
diyebiliriz ki, “Kafadan hesapla!” “Bunu hesapladın mı?” O da şöyle diyebilir:
“Hesapladım ki, ...” Zihinden hesaplamak için geçerli olan şey düşüncenin diğer
biçimleri için de geçerlidir. Birisi bize şöyle desin: Gene de bu insanlarda, bizde
var olan bir şey bulunmalıdır; bununla da ruha benzeyen bir şeyi anlasın. O
zaman saçma ve batıl inanç gibi olan bu fikre, ruha benzer bir şey fikrine
güleriz. Ve hatta köleler kendilerinde şunun ya da bunun spontane olarak olup
bittiğini söyleyebilir; özellikle bu, bize komik görünür. [2]
Bu uzun alıntıyı yapma nedenimiz, Wittgenstein’ın zihincilik konusundaki
görüşlerinin özeti olmasıdır. Bu satırlardan hareketle diyebiliriz ki, Wittgenstein’a
göre ruh, kültürel bir kavramdır; her toplum bu kavramı bilmeyebilir; ama
insanın zihinsel diyebileceğimiz kapasiteleri vardır. Gramatikal ifadeler bize
şunu gösterir: Anlamak, bilmek vs. gibi pek çok zihinsel terimler, kapasitelerimizin
bir sonucudur. Zihin, büyük ölçüde bir kapasiteler sistemidir. Örneğin
görme, konuşurken kelimeleri hatırlama, bu sistemin bir parçasıdır; alfabeyi
ezberleme ve satranç oynama gibi bazı kapasiteler, egzersiz sonucunda
aktüelleşir; bunların bazıları da otomatik olarak işler.
Dili öğrenme ve gramere uygun kullanma, kafadan hesaplama, sorular sorma,
sorulara cevaplar verebilme, bu kapasitelerin sonucudur. İnsanın bu gibi
kapasiteleri antropolojik bir realitedir. Kültür ve uygarlık durumları ne
olursa olsun, insanlar, bu kapasiteleri kullanarak soyut işlemler yapabilirler;
çeşitli duygulanımlar yaşarlar; bu duygulanımlarını söylemlerle ifade ederler. İster
entelektüel isterse duyusal aktivitelerimiz olsun; bunların vuku buldukları bir
yer gibi anlaşılan zihin yoktur. İnsanın yaşadığı zihinsel durumlar da denen
içsel süreçler, tümüyle öğrenilmiştir. Sadece zihinsel durumlarımızı değil; psikolojik
kavramlarımızı da başkalarıyla iletişim sırasında ve gramerleriyle birlikte
öğreniriz. Daha sonra bu grameri ustalıkla, doğru biçimde kullanırız. Genellikle
önce başkalarının zihinsel kavramlarını biliriz. Bu işlem, çoğunlukla ölçütleri
gerektirir.
Anlamak ve Zihinsel Kapasiteler
Bir sembolizm miti ya da bir zihinsel süreç miti; insan felsefede, herkesin
bildiği ve kabul edebileceği şeyler söylemez; hep bu mitlerden birini üretme
tehlikesiyle yüz yüzedir. [3]
Oysa içsel süreçlerin bağımsız varlıkları yoktur; onlara doğrudan nüfuz
edemeyiz. Onlar, öğrenme ve hesaplama gibi durumlara bağlıdır. Onları, eylemlerle
ve gramerlerine uygun ifadelerle fark ederiz. Gramer evrensel bir araçtır; gramer
sayesinde dilleri, kültürleri hatta dünyaları farklı kişiler birbirini
anlayabilirler; Aşağıdaki satırlarda bu tespitlerin ayrıntılarını vereceğiz. Bu
konuda Grammaire philosophique’te önemli bölümler vardır (I, § 60).
Wittgenstein’ın zihincilik konusundaki düşüncelerinin çerçevesi aşağı
yukarı böyledir. Şimdi onun zihinciliğe yönelttiği eleştirileri görelim. Bu
eleştirilerin anlaşılabilmesi, bu kavram hakkında kısa bir açıklamayı
gerektirir; çünkü zihincilik çok anlamlı bir kelimedir. Wittgenstein bunların
hepsiyle ilgilenmez; sadece biri hakkında görüşler ileri sürer.
Zihincilik (mentalizm) 1874 yılında “Yeni Düşünce Okulu* tarafından icat edildi ve şu anlama
geliyordu: Kişilerin duyusal, duyuüstü ve kognitif kapasitelerini geliştirme
çabası. Terim daha sonra çok farklı anlamlarda kullanıldı. Bu yüzden
zihinciliğin içeriği üzerinde uylaşım yoktur. Kimileri bu kavramdan bir bilinç
durumunu anlar. Kimilerine göre zihincilik, zihinsel bir mekanizmanın hipotetik
durumudur (mentalist bir terim, bilimde kullandığımız herhangi bir şeyle aynı
anda düşünülmesi gereken bir terimdir). Bazıları ise terimi zihin denen gizemli
bir entiteye ilişkin düşünceler diye anlamaktadır. Bu anlamdaki zihinciliğe
göre zihne dair açıklamalar, fiziksel kategorilerle yapılamaz. Zihin, kendine
özgü ve sadece kendisiyle açıklanabilen bir yapıdır; çünkü ne kendisi ne de
etkileri hiçbir şeye benzemez; bu, zihin hakkında bildiğimiz en temel bilgidir.
[4]
Bizim bu satırlarda söz konusu edeceğimiz zihincilik, sonuncu yani yaygın ve felsefî
anlamda zihinciliktir. Wittgenstein asıl bir entite gibi anlaşılan bu
zihincilikle ilgilenir. Wittgenstein’a göre bu, dogmatik zihinciliktir; aynı
zamanda kibirlidir, o yüzden de en tehlikeli zihinciliktir; çünkü dogmatik
zihincilik, bütün soruların cevabının önünde sonunda bulunacağına inanır. [5]
Wittgenstein’a göre dogmatik zihincilik, dil ve anlam konusundaki pek
çok mitolojiden biridir. Onun birbiriyle ilintili üç biçimi vardır:
1. Töz olan zihin mitolojisi: Bu, Platoncu zihinciliktir. Bu mitolojiye
göre zihin aktif bir tözdür; zihinsel etkinlikleri gerçekleştirir.
2. Anlamı nesneleştiren zihincilik. Buna semantik zihincilik de
denir. Semantik zihincilik, anlamı özlere indirger; bir terimin anlamını terime
bağlı zihinsel bir entite gibi görür; diğer deyişle kelimelerin anlamlarını
varlıklar diye kabul eder. [6]
Semantik zihinciliğe göre anlamın ve anlamanın her ikisi de ne tözdür ne
de entitedir; onlar gerçekte zihinsel süreçlerden, daha doğrusu zihinde ortaya
çıkan ve yaşanan süreçlerden ibarettir. Bu nedenle anlamı açıklamak, anlama
süreçlerini betimlemektir. [7]
Anlam ve anlama, yaşanan bir deneyimle ilişkilidir. Zihinsel süreçlerde anlam
ortaya çıkar ve anlama gerçekleşir. Zihinsel süreçler, konuşanın ve dinleyenin
sinir sistemlerinin durumlarında görünür; gerçekte zihninde gerçekleşen
hipotetik durumlardır. Bir anlamı ifade etmek ve bir referansta bulunmak, zihinsel
süreçlerden söz etmektir; sinir sistemlerinde ya da zihinde gerçekleşen
davranışları önceden belirleyebiliriz ya da açıklayabiliriz.
3. Düşüncenin yeri mitolojisi: Buna psikolojik zihincilik de diyebiliriz.
Bu zihincilik, yukarıda söylediğimiz nörofelsefeye karşıt olarak, düşünceyi
beyne değil; zihne yerleştirir; zihin-anlam ilişkisini ele alan semantik
zihinciliğin tersine, zihinde ortaya çıkan zihinsel fenomenlerle ilgilenir. Düşüncenin
yeri mitolojisine göre zihin, zihinsel etkinliklerin cereyan ettiği yerdir; bir
iç mekândır. Düşünceler ya da zihinsel olgular ve süreçler, zihin denen bu iç
mekânda gerçekleşir; istemek, ummak, ... niyetini taşımak gibi naiv psikoloji
terimleriyle ifade edilen zihinsel durumlar ya da süreçler, zihinde olup biter.
Zihinsel durumları göremeyiz ve onlara dokunamayız. Bu nedenle deneysel bilimin
terimleri, düşünceyi ifade edemez. Düşünme kapasitemiz, kafatasımızda olup
biten bir şeyle ilintilidir; bunun aksi söylenemez. Zihinsel süreçler, özel
algıların bir türüdür. Zihinsel olgular ve süreçler, fiziksel olgulardan ve
süreçlerden farklı doğadadır; dış gözlemle betimlenemez. Zihinsel kavramlarımız,
nesneler veya olgular değildir; fakat kişilere yüklediğimiz özelliklerdir. Zihinsel
kavramlarımızın sınırları belirsizdir; yapıları elastikidir ve fonksiyonları
çok çeşitlidir.
Zihincilik türlerine ilişkin bu açıklamalardan sonra Wittgenstein’ın
eleştirilerini görelim. Wittgenstein eleştirilerine, bilinç denen mitolojik bir kavram’ın
sözüm ona fonksiyonunu sorgulamakla başlar. Ona göre bilinç, düşünce ve beyin
arasında asla bir bağ kuramaz. “Düşüncenin yeri zihindir.” mitolojisi, “duyguların
yeri kalptir.” mitolojisinden hiç de farklı değildir. [8]
Öbür yandan Wittgenstein, “düşüncenin yeri mitolojisi”ni, yukarıda gördüğümüz, “anlamın
bedeni” mitolojisiyle de karşılaştırır.
Anlamın bedeni olduğunu düşünme eğilimi, bize düşüncenin yeri olduğunu
düşündüren eğilime benzemez mi? —Her insan zorunlu olarak kafasında düşündüğü
şeyi düşünme eğiliminde değil midir? “Kafadan hesaplamak” ifadesi, insana
çocukluğunda öğretilmiştir. Fakat ne olursa olsun, ifade bu eğilimden hareketle
gelişir veya ondan doğar. [9]
Wittgenstein’ın psikolojik zihinciliğe karşı çıkarken kullandığı
kanıtlar oldukça önemlidir. Bu kanıtlar şunu göstermeyi amaçlıyordu: Psikolojik
terimler, zihinsel durumların dildeki adları gibi değildir; dili anlama, psişik
bir süreç diye görülemez. Kuşkusuz yaşanan deneyler ve bilinçli psişik
fenomenler, karakteristik biçimde anlamaya eşlik eder; fakat deneyler ve psişik
fenomenler, yine de anlama değildir. Wittgenstein, anlama sırasında zihinsel ya
da beyinsel mekanizmalara başvurabildiğimizi inkâr etmez; ancak bu tür
başvuruların etkili olduğundan kuşku duyduğunu da ekler. Ona göre, “anlamak”
gibi kelimeleri kullanma, bu tür hipotetik mekanizmalarla açıklanamaz; anlamada
hipotetik bir şey yoktur. Zihnin mekanizmasını keşfettiğimizde, anlamı aydınlatamayız;
bir kişinin bir şeyi şöyle ya da böyle anladığını açıklayamayız.
Öte yandan anlam, semantik zihinciliğin iddia ettiği gibi bir entite
değildir; bir süreç sonunda gerçekleşen bir durumdur. O nedenle entite olan
anlam yerine anlama süreci konmalıdır.
Wittgenstein bunu söylerken, zihinsel imge hakkında çok iyi bilinen
düşüncelerinden hareket eder. Wittgenstein’a göre zihinsel imge, özel ve nüfuz
edilemez bir entite değildir; doğru kullanımın temeli olan bir entite gibi de görülemez.
Wittgenstein bunu Felsefî Soruşturmalar’da şöyle açıklar:
Fakat örneğin anıda bir iç süreç olduğunu yine de inkâr edemezsin. ―“Burada
gerçekten bir iç süreç vardır.” dediğimizde, bu, niçin herhangi bir şeyi inkâr
etmek istediğimiz izlenimi versin? —Sözü şöyle sürdürmek istiyoruz: “Hem zaten
onu iyice görüyorsun.” Ve “hatırlamak” ifadesiyle bu iç süreci kast ediyoruz. —Herhangi
bir şeyi inkâr etmek istiyoruz, izlenimi verme nedenimiz, “iç süreç” imgesine
karşı çıkmamızdır. Şunu açıkça söylüyoruz: “İç süreç” imgesi, “hatırlamak”
ifadesinin bize doğru kullanımı fikrini vermez. Kabul ediyoruz ki, bu imge ve
türevleri, kelimenin gerçek kullanımını görmemize engel olur. [10]
Bu satırların sonucunu Chauviré şöyle bildirir:
Wittgenstein’a göre anlamın bir öz olarak bulunduğu veya anlamamızın ve
eylemlerimizin nedeni olan, gizemli süreçlerin cereyan ettikleri bir zihin-obje
yoktur. [11]
Chauviré’nin çıkardığı sonuç doğrudur. Bunu Wittgenstein’ın şu cümlesine
dayanarak söyleyebiliriz:
Bana göre “zihinsel”, metafizik değil; mantıksal bir sıfattır. [12]
Andrieu’nün tespiti ise bir önceki kadar önemlidir:
Wittgenstein, bizi entite gibi
anlaşılan; başka bir yerlerde vuku bulmayan pek çok şeyin (zihinsel süreçlerin)
vuku buldukları bir ortam gibi anlaşılan zihin kavramından kurtarır. [13]
Wittgenstein, Zettel’de demektedir ki,
Ruhun bedeni terk ettiği söylenir, sonra da bedenle her türlü benzerliği
gazsı bir şeyin kastedildiği yolundaki her türlü fikri dışarıda bırakmak için, ruhun
cismani olmadığı, uzaysal olmadığı söylenir. Oysa “terk etme” sözcüğü ile
bunların hepsi söylenmiştir zaten. “Tinsel” kelimesini nasıl kullandığınızı
bana gösterirseniz, ruhun cismani olup olmadığını ve “tinden” ne anladığınızı
görürüm. [14]
Wittgenstein zihinsel kavramlar konusunda şuna dikkat çekmektedir: Bazı
imgeleri çocukken öğreniriz. Acaba onları doğru kullanıyor muyuz ya da kullanmıyor
muyuz? Bunu hiç aklımıza getirmeden söz konusu imgeleri kullanırız.
Burada şöyle sorabiliriz: Zihinsel yatkınlıklarımız olduğu için mi
zihinsel ifadelerimiz vardır ya da zihinsel kavramlarımız olduğu için mi
zihinsel yatkınlıklarımızdan söz ederiz? Bunu belirlemek zordur. Kaldı ki, bu, pek
de önemli değildir. Sadece şunu kabul etmemiz yeterlidir: Eğilimde ya da
yatkınlıkta doğal hiçbir şey yoktur. O, bir duygu değildir. Eğilime ilişkin
yaşantı da olamaz. “Bir şeyi söyleme eğiliminde olmak”, çok tuhaf bir
deneyimdir.
Zihincilik, metaforik tarzda konuşursak şunu savunur: “Düşünceler
zihinde akan ırmaklar gibidir.” Wittgenstein bu tezi şöyle eleştirir:
Kendi açımdan inanıyorum ki, anlama, hiç de kendi başına var olan, özel
psikolojik bir süreç değildir. Kuşkusuz cümleyi anladığımda ya da okuduğumda
bende cereyan eden süreçler vardır. Burada bir imge ortaya çıkar; şurada
çağrışımlar belirir; fakat bütün bu süreçlerle hiç ilgilenmesem de cümleyi anlayabilirim
ve duyabilirim. Cümleyi, anlama etkinliğini ona uyguladığımda anlarım. Cümle
onunla etkin olabilmemiz için oradadır. Bir kelimenin ya da bir cümlenin
anlaşılması, bir hesaplamadır. Gerçekte kelimelerimizi kullanma biçimimiz, bir
hesaplamaya asla benzemez; fakat kelimenin kullanılma biçimine ilişkin
hesaplamayı oluşturabilirim. [15]
Wittgenstein’a göre zihin, bu nedenle psikolojik değil; felsefî düzeyde
ele alınmalıdır; bir felsefe kavramından hareketle analiz edilmelidir. Zihne
yaklaşım, betimsel olmalıdır. Zihnin analizi, zihinsel fenomenleri açıklama
değildir.
Wittgenstein’ın zihinciliğe karşı oluşunun şimdi daha analitik
açıklamasını yapalım. Bunu yaparken, “Dışarıda yağmur yağıyor.” diyenin ve muhatabının
zihinsel durumlarını dikkate alalım. Zihinciliğe göre,
I. Konuşan “Dışarıda yağmur yağıyor.” dediğinde ve dinleyen de bunu
anladığında, onların her ikisinin zihninde aynı şey olabilir; aynı nöro
fizyolojik süreçler ortaya çıkabilir; fakat bu cümleyi dinleyen, konuşandan
farklı biçimde anlayabilir veya yorumlayabilir. Wittgenstein bu görüşe katılmaz;
bunu da farklı bir örnekle açıklar. Onun örneği bir kelimeyi gösterme yoluyla
tanımlayan kişidir: A, B’ye “daire”nin anlamını açıklamak istiyor ve ona daire
şeklinde bir nesneyi göstererek “Buna bir daire denir.” diyor. Wittgenstein’a
göre göstererek tanımlama, her durumda farklı yorumlanabilir. [16]
Fakat zihinciler şuna dikkat çeker: A, B’ye gösterme yoluyla bir tanım
yaptığında B’nin, “daire” kelimesinin kullanımını anlaması ve bu kelimeyi
kullanması için iki şeyden biri gerekir. B, ya A ile aynı deneyime sahip
olmalıdır ya da A’nın zihninden geçenleri keşfetmelidir.
B’nin yorumları A’nın yorumlarından farklıysa, bunun nedeni, A’nın
“demek istediği” şeyi B’nin doğru olarak keşfedememesidir; fakat kabul edelim
ki, A, daireyi göstererek tanımlarken dikkatini daire şeklinde bir nesneye
yoğunlaştırıyor ve bakışlarıyla onun çevresini dolanıyor. [17]
Bu durumda şunu da düşünebiliriz: A’yı gözlemleyen B de aynı deneyimi yapabilir
ya da zihninde A ile aynı şeyi yaşayabilir. O zaman anlamak, ifade etmek veya
yorumlamak neden ibarettir? Bu soruyla ilgili olarak Wittgenstein
demektedir ki, tanımı A’nın şu veya bu şekilde anladığını; B’nin de şu veya bu
şekilde yorumladığını kabul edelim; yine de, tanımı söyleme ve duyma onların
zihinlerinde aynı sürece yol açmaz. [18]
Anlama ya da yorumlama böyle bir süreç değilse, neden ibarettir? Anlama, tanımlanan
kelimenin B tarafından kullanılma biçiminden, örneğin bir daireyi göstermesi
istendiğinde, gösterebilmesinden ibarettir. [19]
“Dışarıda yağmur yağıyor.” ve “Buna bir daire denir.” sözcelerini
dinleyen B’nin bunları doğru anladığının ya da A ile aynı şekilde
yorumladığının veya A ile B arasında bir iletişim olduğunun ölçütleri var
mıdır? Wittgenstein’a göre bunların ölçütleri vardır. Bu ölçütler konuşanın ve
dinleyenin zihinlerindeki süreçler değildir; kullanılan kelimelerdir; bir
şemsiye aramaya çalışmaktan ya da bir daireyi göstermekten, kısacası
kelimelerle dil oyunları oynama biçiminden ibarettir.
II. Anlamak için, konuşan A’nın ve dinleyen B’nin zihinlerinde herhangi
bir sürecin yaşanması zorunlu değildir. B, A’nın anlatmak istediği şeyi, zihinsel
bir süreç yaşamadan anlayabilir. Bu durum A’ya ve B’ye yağmur yağdığı
düşüncesini yüklemeye engel değildir. B’nin bu düşünceye sahip olduğunu ya da
A’nın sözcesini anladığını söylemenin ölçütü, zihinsel yaşantı değil; dil
oyunun durumlarıdır; örneğin B’nin içinden “Ah! Yağmur yağıyor!” demesidir.
III. A’nın kelimelerle herhangi bir şeyi ifade etmesi veya B’nin bunu
anlaması için A’nın ve B’nin bir iç durum ya da süreç anlamında bir düşünceye
sahip olmaları yeterli değildir. Zihinci buna şöyle cevap verebilir: Bu bazen
zorunludur. Oysa Wittgenstein’a göre bunu söylemek yetmez. Zihinciye göre
“görülebilir” zihinsel fenomenleri açıklayabilmek ya da “durağan” göstergelere
hayat verebilmek, sadece “gizli” zihinsel fenomenler sayesinde mümkündür.
Wittgenstein Mavi Kitap’ta bunun doğru olmadığını söyler. O, zihinsel
fenomenlerin sözde gizemli özelliklerini elemek için şu yöntemi önerir: Gizli
zihinsel fenomenlerin yerine herkesin nüfuz edebildiği dış süreçleri koymak. [20]
Bir an için zihinci gibi düşünelim ve şunu kabul edelim: “Kırmızı” kelimesini
duyduğumuzda, kelimenin ne anlama geldiğini bilmek için bazı durumlarda kırmızı
rengin zihinsel bir imgesine sahip olmalıdır. O zaman zihincinin yöntemi şudur:
Kırmızı rengin örneğini içeren bir objeyi gözlemleme eyleminin yerine bir
imgeleme sürecini koymak. Zihinci, bir objeye bakmadan, onun resmini
yapmadan ya da bir model ortaya koymadan ibaret sürecin yerine imgeleme
sürecini koyar. Bu süreç, kendi kendine konuşmaktan ya da yazmaktan ibarettir. Wittgenstein’a
göre, aşağıda göreceğimiz gibi, yazılı bir gösterge, kullanılmadığında ölü
gibidir; kullanım, yazılı göstergeyi canlandırır. Filozof anlam-zihinsel imge
ilişkisini analiz ederken bu durumu dikkate alır ve şunları söyler: “Kırmızı”
kelimesine “kırmızı imgesi”ni eklediğimizde “kırmızı kelimesi” canlılık yani
bir anlam kazanmaz. İmge, kelimeye ne kadar bitişik olursa olsun, kelimeyi
anlamlı yapmaya yetmez. “Kırmızı rengi imgelemek”, “kırmızı” kelimesinin
anlamını anlamak değildir. Zihinsel imgeler, Wittgenstein açısından
imgelemedeki imgelerdir. Kelimenin anlamını anlamada kelimeye bitişik imge
yetersiz ise, imgelemedeki imge yani zihinsel durum haydi haydi yetersizdir. Wittgenstein
bu görüşünü Felsefî Soruşturmalar’da daha açık hale getirir. Varsayalım ki,
A, B’ye küp biçiminde bir nesne aramasını emretmek istiyor; bu amaçla “küp”
kelimesini telaffuz ediyor ve B’nin zihnine bir küp imgesi geliyor (zihinciye
göre B, emri sadece zihnine imgenin gelmesi şartıyla anlar). Wittgenstein şöyle
sorar: İmge hangi anlamda “küp” kelimesinin kullanımıyla uyumludur ya da
uyumsuzdur?[21]
Öyle görünüyor ki, B, küp yerine bir üçgen prizma aramaya çalışırsa, imge küp
kelimesiyle uyumsuzdur. Oysa bir projeksiyon yöntemi düşünmek kolaydır. Projeksiyon
yöntemi, önermenin anlamını düşünme yöntemidir. Bu yönteme göre imge, “bir
üçgen prizma” aramaya çalışmanın kullanımıyla da uyuşur. Kuşkusuz imge, belli
bir kullanımı, “bir küp aramaya çalışmak” kullanımını, normal diye
nitelediğimiz bir kullanımı telkin eder; fakat projeksiyon yöntemini
çeşitlendirseydik, bir başka imgeyi de, üçgen prizma araştırma imgesini de
düşünebilirdik. İmgeye “bir şema” (projeksiyon çizgileriyle birleştirilmiş iki
küpü temsil eden bir imge) ekleseydik, şöyle diyebilirdik: Artık bu durumda
şemayı uygulamanın sadece bir biçimi olurdu. Wittgenstein’a göre bu şema bizi
daha ileriye götürmez; çünkü bu şemanın farklı uygulamalarını da düşünebiliriz.
[22]
İmgeyi, ona şu ya da bu projeksiyon yöntemini uygulayarak
yorumlayabilirsek, bu yöntemin farklı yorumları (şemayı uygulamanın farklı
biçimleri) olabilir. Bu, herhangi bir uygulamanın imgeyle uyumlu olmasına ve
Wittgenstein’ın dediği gibi imge ve uygulaması arasında asla bir çarpışma
olmamasına yol açar mı? Kuşkusuz şunu söyleyebiliriz: Tersine Wittgenstein’ın
dikkat çektiği gibi, imge bizi başka bir kullanıma yönelttiğinde [bir üçgen
prizma değil de bir küp araştırdığımızda] bir çarpışma olabilir; çünkü insanlar
üçgen prizma dendiğinde, buna uyan imgeyi düşünürler. Zihinci şöyle cevap
verebilir: Kullanım, anlamayı oluşturmak şöyle dursun, kelimeleri, anlamanın
sadece bir uygulaması ya da bir tezahürü yapar. Wittgenstein’dan hareketle
zihinciye şöyle denebilir: Kullanım, anlamanın bir uygulamasıdır. Anlama, doğru
kullanımın kaynağı olan bir durumdur. Wittgenstein buna şu örneği verir: A, sayılar
dizisini nasıl sürdüreceğini B’ye öğretiyor. B, sayılar dizisini sürdürebilirse,
öğretilmek istenen şeyi anlamıştır (B’nin anlayıp anlamadığının tek ölçütü
budur). Zihinci şöyle diyebilir: Diziyi sürdürmek, B’de sadece anlama durumunun
bir tezahürüdür. Wittgenstein’a göre o, bir diziyi bir matematik formülünden
hareketle düşünür. [23]
Bir cebirsel ifadenin pek çok uygulaması olabilir ve her uygulama kendi
tarzında formüle edilebilir; fakat bu bizi daha ileriye götürmez. Uygulama, anlamanın
ölçütüdür.
Bu görüşlerde iki nokta öne çıkar:
1. Anlama kullanımdan ayrıdır ve kullanımın kaynağıdır. Anlamanın ve
sonuçta kullanımın kaynağı, kelimeyi öğrenen insanın zihnindeki süreçler
değildir; uygulamadır.
2. Bir küp resmi çok çeşitli şekillerde çizilebilir; bir nesneye ilişkin
birçok imge düşünülebilir; bir cebir formülünün pek çok uygulaması olabilir.
Wittgenstein’ın bu görüşleri onun bir davranışçı olup olmadığı
düşüncesini uyandırabilir. Bilindiği gibi davranışçılığa göre anlam ve anlama, sonunda
“davranışlar”a indirgenebilir. Wittgenstein’ı davranışçı gibi göremeyiz; çünkü
Wittgenstein’a göre anlama, objektiftir ve kurallar tarafından yönetilir; bu
kurallar aracılığıyla ve dili kullanarak, belli amaçlar için gerçekleştirilir. Bir
dil oyununda sözceleri anlamak için bir yorumcu, konuşanın hangi dil oyunuyla
hangi niyeti taşıdığını ortaya çıkarmalıdır.
Zihinciliğe göre zihinsel durumlar, gerçek varlıklardır yani çok iyi
belirlenmiş nedensel güçler’le ve özdeşlik şartları’yla donatılmışlardır.
Zihincilik bu tezi bir iddia olarak bırakamaz; onun doğruluğunu kanıtlamalıdır.
Oysa zihinciliğin buna gücü yetmez. Şimdi kısaca bunları açıklayalım. Önce
zihinsel fenomenlerin nedenselliğine değinelim.
Hipotez, realiteyi tasavvur etmenin bir türüdür; çünkü yeni bir deneyim,
hipotez ile uyumlu olabilir veya olmayabilir ve duruma göre hipotezde bir
değişiklik gerekebilir. Anlam, kelimeleri duyduğumuzda akla gelen bir şey
gibidir.
Gösterge, onun sadece şurada olduğunu düşünürsek, diğer göstergeleri de
anlatabilir. Gösterge bir ilaç gibidir. Nasıl ilaç başkaları üzerinde etkiliyse
gösterge de diğer göstergeler üzerinde öyle etkindir[24]
Söz, sadece dil yardımıyla açıklanabilir. Dil kendisi için konuşmaz. Niyet
önermenin dışındadır, diyebiliriz; çünkü bir önermenin demek istediği şey bir
önermeyi söyleyen şeydir.
Wittgenstein Felsefî Soruşturmalar’da zihinsel durumlara ve süreçlere
ilişkin felsefî problemin dikkatimizi nasıl çektiğini açıklamaya çalışır.
Zihinsel süreçler ve durumlarla ve davranışlarla ilgili felsefî sorun
nasıl doğar? Bu yönde ilk adım tümüyle dikkatten kaçar. — Süreçlerden ve
durumlardan söz ediyoruz. Onların kesin olmayan doğalarını bir yana bırakalım. Belki
bir gün onlarla ilgili daha çok şey bilebileceğimizi düşünürüz. Fakat konuyu
kesin biçimde aydınlatmak için böyle yapmalıyız. Çünkü bir süreci daha iyi
anlamayı öğrenmenin ne demek olduğunu bildiren şeyin belirli bir kavramına
sahibiz; demek istediğimiz şeyin belli bir kavramına sahibiz. (Hokkabazlıkta
kesin adım atılmıştır ve bize tümüyle masum gibi görünen şey). Ve o zaman, düşüncelerimizi
anlamlı kılması gereken karşılaştırma, çöküyor. Ve bu şekilde, entelektüel
süreçleri inkâr etmiş gibiyiz. Yine de doğal olarak, inkâr etmek istemiyoruz![25]
Bu bölüm kuşkusuz eksiltili cümlelerden oluşur; fakat Bouveresse
buradaki düşünceleri çok iyi formüle eder.
1. İlke olarak kabul etmeliyiz ki, zihinsel süreçler vardır; fakat onlar
hakkında şimdilik çok az şey biliyoruz ve onların gerçek doğalarını belirtmek
gerekir.
2. Bunu yaparken belirli durumlara problemsiz uygulanabilen; fakat kesin
olarak hiçbir şeye uymayan, bildiğimiz bir kavramı kullanırız.
3. Bizi aydınlattığını düşündüğümüz bir karşılaştırmanın başarısızlığı, bizi
süreci açık ve kesin biçimde inkâr etmeye götürür.
Üçüncü maddedeki düşünce bize zihinsel süreçler denen şeyin doğasını çok
iyi anlatmaktadır. Zihinsel süreçlerin bugün olmasa bile günün birinde
bilinebilir olgular olduklarını söylemek, sadece düş kırıcı olabilir; çünkü
onların fiziksel olgular gibi olduklarını iddia etme hatasına düşmektedir. Oysa
zihinsel süreçler ve fiziksel süreçler arasında benzerlik yoktur. Bu ikisi
kökten farklıdır. Bu fark, mantıksal olanla gramatikal olanı ayırmanın sonucudur.
Bu iki süreç birbirine gerçekten benzeseydi, bir düşünce sürecinin ortaya
çıkışını içe bakış yardımıyla kavramayı düşünebilirdik. Fakat bu, imkânsızdır. Söz
konusu imkânsızlığı açıklayan şey, iç algının bir miyopi olması değildir; fakat
mantıksal sebeplerdir. Gerçekte dille dış bir ilişki içinde olmayan bir sürecin
tasavvuru yanıltıcıdır. Böyle bir sürecin işaretini ortaya koymak imkânsızdır. Kısaca
söylersek zihinsel süreçleri fiziksel süreçlere benzetmek,
1. Karışıklığın kaynağıdır;
2. Düşünce bir süreç gibi görülürse, o zaman bu süreç dilin
akışıyla birlikte bulunur. O takdirde düşünce süreci bir iç süreç değildir ve
günün birinde keşfedilecek olaylar gibi görülemez.
Zihinsel süreçlerle fiziksel süreçler arasında bir analoji kurmak meşru
değildir. Kuşkusuz bilimsel açıklamalar bazı analojilerden yararlanır. Bunlara aydınlatıcı
analojiler diyebiliriz Örneğin elektronların bir iletkendeki
hareketleri, bir borudaki su moleküllerinin hareketlerine benzetilebilir. Ama
zihinsel süreçleri ne elektronların teldeki ne de su moleküllerinin borudaki
hareketlerine benzetebiliriz. Çünkü elektron akışının veya moleküler hareketin
nerede olduğunu söyleyebiliriz; ama zihinsel süreçleri lokalize edemeyiz. Bu
yüzden “zihinsel süreçler”, metafizik kullanımdır.
Zihinsel durumlar göstergelerin kullanılmasına sıkı sıkıya bağlıdır. Tıpkı
bunun gibi, düşünce ister akıl yürütme isterse çıkarım tarzında olsun; göstergeler
aracılığıyla gerçekleştirilir; göstergelerden bağımsız, kendi başına var olan
bir düşünce olamaz. Bu yüzden düşünmek, göstergeleri gramer kurallarına uygun
biçimde kullanarak, bir dil oyunu oynamaktır.
Anlamanın zihinsel süreci, hiç de bizi ilgilendirmez. Anlama, göstergeleri
yöneten kurallar sistemine bağlıdır. Anlam, göstergeleri belli bir biçimde
görme değildir.
Önermedeki terimlerin gramatikal kuralları, mümkün durumları içermelidir.
Kurallarda bulunmayan şey önceden görülemez.
Bütün zihinsel durumları yaşamak için beyinde süreçlerin var olması
gerekmez. Örneğin bir konferansı dinlemeye niyet edebilirim. Bu niyetim, hiçbir
zihinsel duruma ihtiyaç duymaz. Bir şeye niyet edebilirim; o zaman bir niyetim
olur. Bunun için niyetimle özdeş, zihinsel olaylara ihtiyacım yoktur.
Bir durum, zihinsel olaylar olmadan var olabilir. Zihinsel durumlar
psikolojik, fizik veya fizyolojik olaylar tarafından belirlenemez; çünkü bu
olaylar nedenselci modele göre anlaşılır. Oysa zihinsel durumlar nedenselci
modele göre açıklanamaz; çünkü nedenselci model, ortak duyu olgularının
özelliğini bilimsel olayların özelliğiyle karıştırır. Bilimsel olaylar, nomolojik
karakterde bir açıklamayı kabul eder.
“Zihinsel” kavramının gramerini vermek; bu, iki şeyi içerir: “Zihinsel”i
ona uygun ölçütlere bağlamak ve ait olduğu kavramlarla ilişkilendirmek. Zihinsel
durumları yanlış entiteler sınıfına yerleştirmek, kategori hatası yapmaktır. Örneğin
“görmek” bir zihinsel edim değildir; bir durumdur. Kıskanmak, korkmak ya da
öfkelenmek, aşamalar ya da olaylar değildir; fakat durumlardır. Buna karşılık
bilmek, anlamak ya da hesaplamak, durumlar değil; kapasitelerdir.
Wittgenstein’a göre zihinsel durumlar, doğal olaylardaki anlamda
nedenler olamaz. Zihinsel olgular, fiziksel olgular gibi determinist tarzda
ele alınamaz; çünkü determinizm ilkesi zihinsel fenomenlere uygulanamaz; nedenselliği
zihinsel fenomenlere uyguladığımızda, ortak duyunun açıklama kategorileri olan
sâiki (motif) ve sebebi (raison) göz ardı ederiz ve deneysel bilimlerin dilini
yani neden kavramını kullanırız; fiziksel olaylar ve zihinsel durumlar arasında
nomolojik bir ilişki kurarız; zihinsel durumları dışarıdan gözlemlenen olgular
gibi görürüz; determinist bir tutum takınırız. Zihinsel fenomenler niye doğa
bilimlerindeki anlamda neden olamaz? Bunu “amaç” kavramıyla gösterebiliriz. Amaçla
ilgili şu soruyu soralım: Amaç, bir eylemin nedeni midir? Buna “evet” denemez; çünkü
amaç, zihinsel bir durumdur; daha doğrusu zihinsel durum tipinin adıdır. Bundan
dolayı Wittgenstein’la birlikte diyebiliriz ki, “amaç” kelimesinin anlamı, bütün
diğer kelimeler gibi, zihinsel bir entite olmasıdır. Bu nedenle “amaç”ın bir
neden olduğunu söyleyemeyiz.
Zihinsel fenomenlerin neden olmamasını Wittgenstein, Leçons et conversations sur l’esthétique, la
psychologie et la croyance religieuse’da (Estetik,
Psikoloji ve Dini İnanç Üzerine Dersler ve Konuşmalar) çok iyi açıklar:
Varsayınız ki, duygular oyunu konusunda nedensellikten söz etmek
istiyorsunuz ve şöyle diyorsunuz: “Determinizm, fiziksel fenomenlere nasıl
açıkça uygulanıyorsa, zihne de aynı açıklıkla uygulanır.” Bu düşünce
karanlıktır; çünkü fiziğin nesneleri için nedensel yasaları düşündüğümüzde
deneyimleri düşünürüz. Duygulara ya da motivasyona bağlı olan durumlarda bu tür
hiçbir şeye sahip değiliz. Yine de psikologlar şöyle demekte ısrar ederler:
Şimdiye kadar hiçbiri bulunmamış olsa da “Bir yasa olmalıdır.” (Freud. Baylar
niyetiniz bana şunu demek midir: “Zihinsel fenomenlerde değişmeleri yöneten
rastlantı mıdır?”[26]
Zihinsel fenomenlerin nedenleri bulunduğunu; bu nedenlerin de organizma
dışında olduğunu söylemek, neden kavramını kısır ve kapalı hale getirmektir; sonuçta
hiçbir şeyi açıklamamaktır. Oysa Wittgenstein’a göre zihinsel fenomenlerde
fizyolojik hiçbir şey yoktur. [27]
Bir kişiyi yıllarca görmesek bile, karşılaştığımızda yine de tanırız. Bu
tanımanın sinir sistemlerimde bir nedeni var mıdır? Ne ve hangi biçimde olursa
olsun, herhangi bir şeyin niçin sinir sistemimde saklanması gerekir? Yıllarca
görmediğim kişi, sinir sistemimde niye bir iz bırakmalıdır? Psikolojik olan, neden
fizyolojik olandan başka yasalara itaat etmesin?[28]
Zihinsel durumların fizyolojik açıdan açıklaması, ilk bakışta bize
yardım ediyor gibidir. Ama bu açıklamanın gerçekte sadece düşüncelerin
katalizörü olduğunu hemen fark ederiz. Fizyolojik açıklamayı sadece, ondan
kurtulmak için işin içine koyarız.
Zihinsel olguları fizyolojik süreçlerin etkileri diye düşünmek, zihinsel
kavramların anlaşılmasına engeldir hatta tehlikelidir. Fizyolojik hipotezlerin
terimleriyle düşünmek ya hipotezler olmayan güçlüklerin bir serabını yok
etmektir ya da hiçbir şey çözmeyen çözümleri çözmektir. Bu durumu
iyileştirmenin en iyi yolu şudur: Tanıdığım kişilerin sinir sistemleri var
mıdır? Yok mudur? Bunu bilemeyeceğimi kabul etmek.
Zihinsel fenomenin sadece felsefî açıklaması olabilir; bu açıklama, lengüistik-kavramsal
analizlerle aydınlatmadır; bu aydınlatma, nedensellik ilkesini dışlar. Zihinsel
önermelerin gramatikal incelemesi şunu düşünmeyi gerektirir: Pek çok zihinsel
terim, anlamak ve bilmek gibi kapasiteleri işin içine katar. Zihin,
en azından bir ölçüde bir kapasiteler sistemidir. Zihinsel
kavramlarımız yaşantılarla ilgilidir; nesneler veya olgular değildir; fakat
bireylere ve kişilere yüklediğimiz özelliklerdir. Onların üçüncü şahıs olarak
kullanılmaları gözleme dayanır. Oysa Birinci şahıs zamirler gözleme dayanmaz. Birinci
şahıs psikolojik cümleler, üçüncü şahıs cümlelere karşıt olarak, betim değildir;
dışavurumdur. Üçüncü şahıs cümleleri ise betimdir ve bilgidir. Zihin alanına
giren şeyi nasıl betimleyebiliriz? Wittgenstein’a göre bu soruya cevap vermenin
en iyi yolu, psikolojik kavramlarımızın gramerini dikkate almaktır. Bu
kavramlarımızın grameri, yukarıda gördüğümüz gibi, birinci ve üçüncü şahıs fiillerin
asimetrisinde ortaya çıkar. Verdiğimiz örneklerden hatırlanacağı üzere
“Duyuyorum.” un ve “Bekliyorum.” un doğru grameri, “O duyuyor.” un ve “O
bekliyor.” un grameriyle aynı değildir.
Zihinsel olanı betimlemeye yarayan asimetri, gramatikal değil; epistemik
asimetridir. “Zihinsel” olan doğrudan, aracısız ve kesin olarak nüfuz
edebildiğimiz şeydir; şeffaf; fakat başkası için karanlık, nüfuz edilemez bir
iç dünyadır. “Hissettiğim/duyduğum bir şeyi kesinlikle biliyorum.” veya “Bende
olup biteni kesinlikle sadece ben bilirim.” , “Başkasının hissettiği/düşündüğü
şeyi asla kesin biçimde bilemem.” gibi önermeler, Wittgenstein’a göre metafizik
ifadelerdir. Filozofların ve psikologların temel tezleri bu önermelerdir. İçebakışçı
psikolog da davranışçı psikolog da metafizikçiden farksızdır. İçebakışçı, zihinsel
yaşantıların sadece yaşayan süje tarafından, davranışçı ise dışarıdan bilimsel
tarzda açıklanabileceğini söyler; davranışçıya göre zihin, kara kutudur; bilinebilecek
şey, gözlemlenen uyaranlardır ve tepkilerdir. Davranışçılık, diş ağrısı çekmeyi
ve diş ağrısı çekiyormuş gibi yapmayı ayırmaz.
Wittgenstein’a göre bu iç/dış karşıtlığı, metafizik ve psikolojik
mitolojidir. Bu mitolojinin yanlışlığını fark edebilmek için “iç”e ve “dış”a
ilişkin deneylerimizin özelliklerini incelemeliyiz. Başkasının, benim nüfuz
edemediğim bir iç dünyası olduğunu söylemek bir açıklama değildir.
“Onda olup biteni bilmem.” yargısı, her şeyden önce, bir indirgemedir; bir
kişinin inandığı kanının imgesidir. Bu, kanının sebeplerini belirtmez. Sebepler,
doğrudan göremediğimiz şeylerdir. [29]
İç dünya /dış dünya karşıtlığını söylemek, açıklama iddiasında bulunduğu
şeyi hiç de açıklamaz; Wittgenstein’ın imgelerinden biriyle söylersek boşa
dönen dişli’dir. Bu karşıtlığı, başka birinin yaşadıklarına ilişkin
kesin bilgilerimiz olmayışını analiz ederek açıklamalıyız. Wittgenstein bunu L'intérieur
et l'extérieur (İç ve Dış) şöyle açıklar:
Açıklığın olmamasını temellendiren, iç/dış ilişkisi değildir; fakat daha
çok karşıtıdır. Bu ilişki, sadece bu kesintisizliğe ilişkin imgelenmiş bir
tasavvurdur. [30]
Zihinsel olanın ya da “iç” dediğimiz şeyin özelliği, gramere bağlı
olmasıdır. “Zihinsel, bir mantıksal sıfattır.” demek, “iç” şeye ilişkin dil
oyunlarının “dış” dediğimiz şeye ilişkin dil oyunlarıyla aynı olmadıklarını
söylemektir.
Sonuçlarımızdan bazılarının kesin olmadığını onaylamak için, “zihinsel”
kavramına ihtiyacımız yoktur. Tersine “zihinsel” teriminin kullanımını bize
açıklayan, bu belirsizliktir. [31]
Bu anlamda Wittgenstein, bir zihin bilimcisi gibi değil; bir zihin
fenomenologu gibi görülmelidir; zihin bilimcisi, psişik süreçlerin betiminin
yerine bilimsel açıklamayı koyar. Oysa zihin fenomenologu, zihinsel analizin
ayrıcalıklı bir yöntemini uygular. Aşağıdaki satırlar bunun kanıtıdır:
“Dış”ı görüyorum ve ona uygun olması için bir “iç” imgeliyorum.
Yüz hatları, jestler ve durumlar tek anlamlı olduklarında, o zaman “iç”,
tıpkı “dış” gibi görünür. “İç”i sadece “dış”ın ardına gizleniyor gibi
göründüğünde okuyabiliriz. İç kavramlar ve dış kavramlar vardır; insanların iç
yaşantıları ve dış davranışları vardır.
“İç”, dışa sadece empirik olarak değil; fakat mantıksal olarak da
bağlıdır. [32]
Zihinsel durumların özdeşliğine gelince; bu konuda şunları
söyleyebiliriz: Zihinciler, zihinsel durumların özdeşliği için gerekli zihinsel
şartları yeterince tartışmış değillerdir. Onlar zihinsel durumları, dilden
hareketle belirlemeye çalıştılar; fakat çok çabuk bir güçlükle karşılaştılar. Bu
güçlük şu sorularla ifade edilir: Zihinsel durumların, dilin yapısı kadar
karmaşık ve çok incelenmiş yapıları olduğunu gösterecek araçlarımız var mıdır?
Varsa bunlar bir sözlük müdür? Kompozisyon kuralları mıdır? Zihinsel durumların
bölümleri var mıdır? Hiçbir ciddî empirik inceleme, bu soruları cevaplayamaz. Empirik
araştırma, düşünceyle bilgisayar arasında bir benzerlik kurar. Buna göre
“düşüncenin dili” ve “bilgisayarın dili” aynı mekanizmaya göre çalışır. Düşünce
de bilgisayar da verileri ya da girdileri değerlendirerek söze ya da ekrana
ifade veya çıktı olarak yansıtır. Empirik araştırma, bu benzerliği postulat
olarak kabul eder. Bilgisayarla bu analojinin bir temeli olsa bile, zihinciyi güç duruma
düşmekten kurtaramaz; çünkü söz konusu analoji zihinciliği, başlangıçtaki
hedefinin tersi bir yola sürükler; davranışçılığın bir türüne dönüştürür.
Bir zihne inanç ve istek yüklemek, son derece normatif bir hipotezi, betimlenen
davranışın karmaşıklığını kabul etmeyi gerektirir. Buna rağmen inançlar ve
istekler, gerçekten zihinsel durumlar değildir.
Bir süjenin zihinsel durumlarının özdeşliğini savunanlar, bu konuda bir
radikal yorum teorisine dayanır. Radikal yorum kavramını esinleyen, Quine’ın
radikal çeviri kavramıdır. Radikal yoruma göre lengüistik davranışın yorumu, rasyonalitenin
a
priori ve oluşturucu ilkelerine dayanır. Bu ilke, yorumlanan süjenin
davranışından, tutarlılığa ve hakikate ilişkin ilkeyi çıkarmamızı gerektirir. Bu
ilkeye göre yanlışlığın ve irrasyonelliğin sadece hakikat ve rasyonalite
temelinde anlamı vardır. Bir inanca sahip olmak, başkasında bu inancı kabul
etme yatkınlığına sahip olmaktır. İnançları olan her insan, inanç kavramına
sahiptir. Karşılıklı etkileşim hâlindeki iki süjeyi, üçüncü bir objeye bağlayan
bu yorum süreci, zihinsel durumların var oluşu için gerekli asgari şarttır.
Zihinsel fonksiyonların nörolojik korelatları problemi, dil üzerine
incelemelerle birlikte çokça ele alındı. Günümüzde bu çalışmalar, tüm zihinsel
aktiviteleri içerecek şekilde genişledi. Ancak beyinsel koordinatlar bulma
çabası, ciddi eleştirilerle karşılaştı. Bu eleştiriyi yapanlara göre
metodolojik bir hata yapılmaktadır. Bu hata bir zihinsel fonksiyonun yerini
belirlemeye çalışmaktan ibarettir. Bu konuda zihinciler şöyle bir mantık
geliştirmektedirler: Nasıl ki, beyinde bir lezyonun yerini belirleyebiliyorsak,
zihinsel durumların yerlerini de belirleyebiliriz. Oysa bu düşünce yanlıştır. Beyindeki
lezyonlarla zihinsel durumlar arasında ortak bir nokta yoktur. Bu nedenle
lezyonlara uygulanması doğru olan yöntemin zihinsel durumlara uygulanması
imkânsızdır.
Yukarıda söylediğimiz gibi Wittgenstein, organik ve psikolojik
faktörlerin indirgenemezliğini savunan anlamında düalisttir. O, zihin konusunda
deneyciliği olduğu gibi Descartes’ı da eleştirir; zihinle ilgili kavramların
betimlenemezliğini kabul eder:
İlk bakışta bana öyle geliyor ki, Descartesçılıkta iki farklı dünya; zihinsel
dünya ve fiziksel dünya vardır. Zihinsel dünya, gazlardan oluşan daha doğrusu
eterleşmiş dünya gibidir. Bir adı bildiğimiz bir nesne için kullanmazsak, bu ad,
bize bir tür eterleşmiş bir şeyden söz eder. Kuşkusuz bazı kelimelerin grameri
bizi güçlüğe düşürür; bazen de şunu fark ederiz: Bazı şeylerin bir adı olsa
bile, bu şeylere dair bilgimiz, maddi objelere dair bildiklerimize benzemez. Bu
durumlarda, bildiğimiz nesnelere benzemeyen şeylerin varlığından söz etmek, eterleşmiş
objelerden söz etmek, kurnazca bir oyundur. [33]
Wittgenstein’a göre anlam ve anlama kavramları, bilimsel psikolojinin ya
da beyin bilimlerinin kavramlarından farklıdır; anlam, konuşanın ve dinleyenin
davranışlarıyla ilgilidir. Anlamın sinir sistemlerindeki süreçlerle ya da
onların psişik mekanizmalarıyla ilgisi yoktur. [34]
Bu nedenle Wittgenstein davranışçılığa yakın
bir tutumu benimser. Ona göre başkasının belli zihinsel durumlarını, eylemlerini
gözlemleyerek biliriz. Zihinsel durumların gerçek doğalarını yalnız eylemler
açıklar. Zihinsel durumlar, özel zihinsel olaylar değildir; zihinsel olaylar da
özel zihinsel tasavvurlar gibi görülemez.
Zihinsel süreçlerin beyinsel süreçlere bağlı olduğu tezi, empirik
gözlemlerle değil; bazı metaforlarla açıklamadır. Bu metaforlardan bazıları
şunlardır: Kayıt, zihinsel metin, deşifre etme. Bu metaforlar zihin-beyin
ilişkisi problemini aydınlatmaz; tersine daha da anlaşılmaz hale getirir. Düşünce
süreçlerine bir dayanak bulma kaygısı, olguların ötesine geçerek, bir teori
bulma ihtiyacı ortaya çıkarır. Bu teori de paralelizmdir. Wittgenstein
paralelizm tezini hem Zettel’de hem de Remarques
sur la philosophie de la psychologie’de eleştirir.
Öyleyse, bazı psikolojik fenomenler fizyolojik açıdan araştırılamaz; çünkü
bunlara fizyolojik olarak hiçbir şey karşılık olarak gelmez. [35]
Zihinciliğin psiko-fizik paralelizme ilişkin ön yargısı, ilkel bir
gramer kavramının ürünüdür; çünkü fizyolojinin aracılık etmediği psikolojik
fenomenleri neden kabul edersek, o zaman bedenin yanında bir ruhun varlığına; tinsel
canlı bir varlığa inanırız. [36]
Bir insanın psikolojik bir hayatı vardır; o, düşünür, ister, korkar, inanır,
kuşku duyar; tasavvur eder; üzgündür, neşelidir vs. dersek bu, şuna benzemez
mi: O, yer, içer, konuşur, yazar, koşar veya şuna da benzemez mi: O, bazen
hızlı, bazen yavaş ilerler, bazen amaçlı bazen de amaçsız gider; bazen dosdoğru
gider bazen de gerisin geriye döner?[37]
Bir A nesnesini bir B nesnesinin varyasyonu olarak görmenin fizyolojik
bir açıklamasını düşünelim. A’yı B olarak gördüğümüzde birtakım süreçler ortaya
çıkar. Ve bunlar davranışımızda pek çok şeyi açıklayabilir. Örneğin A’yı
gördüğümde sanki B’yi görüyormuşum gibi davranmanın sebebini gösterebilir. Oysa
gerçekte davranışı retinadaki ya da beyindeki süreçler kadar doğrudan algılarım.
[38]
İnsanın ve bilincin doğallaştırılması, çağdaş “kognitif
fonksiyonalizm”de çok sık ve daha ince ayrımlarla yapılır. Doğallaştırmanın
“temel mekanizma”sına ilişkin pek çok teori vardır. Bu teoriler tasavvurları ve
anlamları, dış dünyadan doğan enformasyonel bir akışın sonucu gibi ele alır. Fonksiyonel
şema, inandırıcı ve daha gerçekçi gibi görünüyor. Çünkü insan zihni dışarıdan
gelen enformasyonları özümseme gücüne sahiptir. Bununla birlikte tasavvur ve
kognisyon sistemlerini doğal realitelerdeki göstergelere bağlamak bir şeydir, zihni
doğallaştırmak başka şeydir. Zihin, maddileştirmeye her zaman az veya çok
direnir. Zihni maddileştirme, onun özel bir içeriği olduğunu kabul etmeyi
gerektirir.
[2] Ibid. , § 97.
[3] Wittgenstein, Zettel, § 211.
* Bu Okul, dini-felsefi tezleri olan bir
akımdır; XIX. yüzyılın ikinci yarısında Amerika Birleşik Devletleri’nde ortaya
çıkmıştır ve yaygınlaşmıştır; mensupları gümümüzde de vardır. Bu akımı Yeni
Çağ’la (New Âge) karıştırmamalıdır. Yeni Düşünce Okulu bir dizi metafizik inançları
paylaşan filozofların ve ilahiyatçıların oluşturdukları organizasyonlar
bütünüdür.
[4] Bouveresse, Jacques, Le mythe de l’intériorité, p. 398.
[5] Weissmann, Wittgenstein et le
Cercle de Vienne, T. E. R. Paris, 1991, p. 59.
[6] Wittgenstein, Les Cahiers bleu et brun , pp. 70-71.
[7] Chauviré, Christian, La seconde philosophie de Wittgenstein,
p. 5.
[8] Wittgenstein, Remarques sur la philosophie de la psychologie I, § 438-439.
[9] Ibid. , § 349.
[10] Wittgenstein, Recherches… § 305.
[11] Chauviré, Christian, La seconde philosophie de Wittgenstein,
p. 7.
[12] Wittgenstein, L’intérieur et l’extérieur, p. 83.
[13] Andrieu, Bernard, “La philosophie du corps dans la
cognition”, Methodos, 2004, vo.
4, p. 83.
[14] Wittgenstein, Zettel, § 127.
[15] Wittgenstein, Remarques sur la philosophie de la psychologie I, § 363.
[16] Ibid. , § 28.
[17] Wittgenstein, Recherches philosophiques, § 34.
[18] Loc. cit.
[19] Loc. cit.
[20] Wittgenstein, Cahier bleu,
p. 13.
[21] Wittgenstein, Recherches
philosophiques, § 139.
[22] Ibid. , § 141.
[23] Ibid. , § 146.
[24] Wittgenstein, Grammaire philosophique, p. 60.
[25] Wittgenstein, Recherches philosophiques, § 308.
[26] Wittgenstein, Leçons et
conversations sur l’esthétique, la psychologie et la croyance religieuse par J. Fauve, Gallimard,
Paris, 1971, p. 89.
[27] Wittgenstein, Remarques sur la
philosophie de la psychologie I, § 904.
[28] Ibid. § 905.
[29] Wittgenstein, Remarques sur la philosophie de la psychologie II, § 569.
[30] Wittgenstein, L'intérieur et l'extérieur, T. E. R. , Paris, 2000, p. 89.
[31] Loc. cit.
[32] Wittgenstein, Les Cours de Cambridge 1932-1935, trad. Élisabeth Rigal,
Mauvezin, T. E. R. , Paris, 1998, p. 63.
[33] Wittgenstein, Cahier bleu,
p. 97.
[34] Wittgenstein, Recherches
philosophiques, § 149
[35] Wittgenstein, Zettel, § 609.
[36] Wittgenstein, Remarques sur la philosophie de la
psychologie I, § 906.
[37] Ibid. , § 283.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder