VI, IX, [8]
İyi
ya da Bir Üzerine
1 Bütün varlıklar,
kelimenin ilk anlamında varlıklar olan tözler aynı şekilde kadar
denildiği gibi varlıklarda bulunan yüklemler, birden dolayı varoluşa
sahiptirler.[1] Bir olmasaydı hangi varlık var olurdu? Varlıklar
birlikten ayrıldıkları zaman yokturlar. Ordu, koro, topluluk, bir ordu,
bir
koro ve bir topluluk değillerse, var olmayacaklardır. Bizzat ev ve
gemi, birliğe sahip değillerse varlık olmayacaklardır; çünkü ev bir ev
ve gemi bir gemidir ve bu birlikliği kaybetselerdi, artık ne ev, ne de
topluluk olacaktı. Eğer kendilerinin birlikleri olmasaydı, sürekli büyüklükler de
varolmazlardı. Bir büyüklüğü böler misiniz? Bölünen büyüklük, birlik yüklemini
kaybeder etmez varlığını da değiştirir. Bitkiler ve hayvanlar için de durum
aynıdır. Onların her biri tek bir cisimdir; fakat birlikten kaçarsa ve pek çok
bölüme ayrılırsa, sahip olduğu varlığı kaybeder ve artık önceden olduğu şey
değildir; bütün olduğu kadar her biri bir varlık olan başka varlıklara dönüşür.
Bölümlerin eşgüdüm birliği olduğu zaman bedende sağlık; birlik, birleşmiş
bölümler bağlı olduğu zaman güzellik; bölümlerinin birleşmesi birliğe ve uyuma
ulaştığı zaman ruhta erdem vardır. —
Ardından, cismi yapıp üreterek, şekillendirerek, ona biçim ve düzen vererek,
her şeyi birliğe ulaştıran, ruhtur; ruha kadar yükselmek ve Bir’in ruh olduğunu söylemek gerekir mi? Ya ruh, cisimlere başka nitelikler verir;
fakat verdiği şey olmaz (örneğin cisimlere niteliklerinden farklı olan, biçim
ve idea verir);
aynı şekilde, ruh onlara birliği verirse, verdiği bu birliğin kendinden farklı
olduğuna inanmak ve ruhun, tıpkı
ideal insanı temaşa ederek bir insanı meydana getirmesi gibi ve
ideal insanın bu temaşasında kendinde birliğe ait olan şeyi kabul etmesi gibi,
Bir’i temaşa ederek her insanı bir varlık yaptığına inanmak gerekir
mi?. Çünkü, varlıkların, bir varlık olduğunu söylediğimiz her
biri, varlığı, bu birliği içerdiği ölçüde vardır; varlık ne kadar az varlıksa,
birliğe o kadar az sahiptir; ne kadar
çok varlıksa, birliğe o kadar çok sahiptir. Ve kuşkusuz birden farklı olan ruh,
varlıktan daha çoğuna sahip olduğu ölçüde, birlikten daha çoğuna sahiptir;
fakat o, bizzat bir değildir. Ruh birdir; fakat bir, her hangi biçimde ruhun
bir ilineğidir; ruh ve bir, cisim ve birin olduğu gibi iki (ayrı ç.n.) şeydir.—
Bir koro gibi süreksiz büyüklük, bire çok uzaktır; sürekli büyüklük bire, daha
yakındır; ruh birliğe daha çok katılır. Ruhun var olması için, bir olması
gerekir. Buna dayanarak birlik ve ruhu aynı sayabilir miyiz? Fakat bütün
varlıklar önce, sadece birlikle birlikte vardırlar ve bununla birlikte bir,
onlardan farklıdır; cisim birle aynı şey değildir; fakat bire katılır. Ardından,
bu biricik ruh, bölümlerden meydana gelmiş olmasa da, çok(luk ç.n.)tur. Çünkü
onda, birbirine bir bağla bağlanır gibi bağlanan, akıl yürütme, isteme, algılama yetileri
gibi pek çok yeti vardır. Sonuç olarak ruh, yani bir olan varlık, varlıklara
birliği koyar; fakat kendisi birliği, başka bir varlığın fiilinden alır.[2]
2 Her özel varlık
için, özünün, birliğine özdeş olması ve varlık ve özün bütünü için de, bütünün
özünün, bütünün birliğine özdeş olması doğru değil midir? (Doğrudur ç.n.) Bu
özdeşlikler, öyledir ki, varlığı keşfettiğimiz zaman, eşit derecede biri
keşfederiz. Örneğin öz Zekâ ise, Bir, aynı zamanda böylece ilk varlık ve
ilk birlik olan ve diğer nesnelerin varlığa ve aynı
ölçüde birliğe katılmasını sağlayan zekâdır. Birin, gerçekte varlığın kendisi
olduğu değilse, ne olduğu söylenebilir! O, varlığa özdeş değil midir? “İnsan
ve bir insan aynı şeydir.” Veya her şeyin bir sayısı vardır; bir çiftin iki olduğunu
söylediğimiz gibi, bir şeyin tek olduğunu söyleriz. O halde sayı bir varlıksa,
açıkça bir de varlıktır ve onun ne olduğunu araştırmak gerekir. Fakat sayı,
sadece nesneleri, sayarak geçen ruhun bir fiili ise, bir, gerçeklik de olmayacaktır.
Şimdi zekâ bize şunu
diyordu: Eğer bir obje varlığını kaybederse, mutlak olarak yoktur. O halde
birin ve varlığın her varlıkta ve varlığın bütününde özdeş olduklarının doğru
olup olmadığını görmek gerekir. Fakat bir objenin varlığı, sadece bölümlerinin
çokluğundan ibaret ise ve birin çokluk olması imkânsızsa, bir ve varlık farklı şeylerdir.
İnsan canlıdır, düşünür ve daha pek çok şeydir ve çok olan bu bölümler bir
birlik sayesinde bir araya getirilmişlerdir. Sonuç olarak insan, bölünebildiği
ve Bir bölünemediği için, insan birden başka şeydir. Kendinde bütün varlıklara
sahip olan evrensel varlık, haydi haydi, çokluk olan ve
birden farklı bir şeydir ve o, (birliğe ç.n.) katılma yoluyla birdir. Bu
evrensel varlık, ölü bir şey olmadığı için,
gerçekte, hayata ve zekâya sahiptir, sonuçta çoktur. O, sadece zekâ ise, o zaman (düşünen ve düşünülen olduğu için
ç.n.) zorunlu olarak çoktur; eğer ideaları içeren bir zekâ ise daha fazla
çoktur. Çünkü idealar bir değildirler: Onlar daha çok sayıdırlar, ideaların
her biri özel bir idea olduğu kadar toplam ideadır; onlar sadece dünyanın bir
olduğu anlamında birdirler. O halde genel olarak bir, ilk terimdir, zekâ,
idealar ve varlık ilk terimler değillerdir. Her idea pek çok şeyden bileşmiştir
ve o, bu şeylerden sonradır; ideanın kendilerinden oluşturulduğu nesneler,
ondan öncedir.
Zekâ’nın ilk terim olmaması şu nedenlerden dolayı, açıktır:
Zekâ düşünmek fiilinden ibaret olmalıdır ve üst
zekâ, kendindeki haricî objeleri
temaşa etmeyen
zekâ, kendinden önce olanı düşünür; o, bizzat kendine doğru dönmekle, kendinden
önce olana döner. Veya o, bizzat düşünen varlık ve düşünülen objedir ve o zaman
iki (nitelikli ç.n)dir ve basit değildir; sonuçta bir değildir. Zekâ ya
kendinden başka bir objeyi temaşa eder ve o zaman bu obje ondan üstün ve öncedir
veya hem kendini hem de bu üstün objeyi temaşa eder ve bu obje o zaman
sonradır. Oysa Zekâ’yı bir taraftan İyi’ye ve İlk’e yakın, ona doğru bakan bir varlık olarak; öbür
taraftan kendine birleşmiş, kendini düşünen ve kendini bütün nesneler olarak
düşünen bir varlık gibi görmek gerekir. Onun bir olması için daha pek çok şey
gerekir; çünkü çok değişik görünüşleri vardır. Sonuçta Bir, ne varlıkların toplamıdır (çünkü o zaman
artık Bir olmayacaktır); ne Zekâ’dır (çünkü bu durumda, Zekâ toplam olduğundan,
varlıkların toplamı olacaktır), ne de varlıktır; çünkü, varlık her şeydir.
3 O halde Bir nedir ve hangi mahiyete sahiptir? Bunu
söylemenin kolay olmamasında şaşılacak bir şey yoktur, çünkü, bilgimiz idealara
dayandığı halde, yine de varlık veya ideanın ne olduğunu söylemek zordur. Her biçimden yoksun
bir objeye kadar gittiği zaman ruh, onu kavramaktan acizdir;
çünkü artık biçim belirlenmemiştir, artık ruhun kendinde hiç bir şekil, daha
doğrusu hiç bir izlenim belirmez. O zaman ruh, tereddüde düşer ve artık hiç bir
şeye sahip olamamaktan korkar; bunun için, böyle bir durumda yorgun düşer ve
yeniden (dünyaya ç.n.) inme zevkini bulur ve sağlam bir yer olarak durduğu,
duyulur nesnelere ulaşıncaya kadar iner; duyulur nesnelerde ruh, sağlam zeminde
durur gibi durur. Ruhun nesnelerdeki bu duruşundan aldığı haz, çok küçük
objelerden yorulan bakışın, daha büyük şeylere kavuşunca aldığı hazza benzer.
Fakat ruh, sadece objesine birleşerek gördüğü gibi, bu objeyle birleşme
sayesinde bir olduğu gibi, kendi başına görmek istediği zaman, aradığı şeyi
elde ettiğine inanmaz; çünkü, düşüncesinin objesinden farklı değildir. Ve
yine de Bir hakkında felsefî incelemelere, bu şekilde girişmek zorundadır.
Ardından böylece Bir, araştırmamızın objesi olur ve her şeyin ilkesini, İyiyi ve İlki inceleriz, Birincilere (İyiye
ve İlke) yakın olan objelerden (Zekâ ç.n.) uzaklaşmak ve bütün varlıkların en
aşağısına kadar inmek gerekmez. Bütün varlıkların sonuncuları olan duyulur objelerden
ilk objelere kadar yükselmek gerekir. İnsanın, iyiliğe doğru yöneldiği için,
bütün kötülüklerden kurtulmuş olması
gerekir; eğer onun ilkeyi ve Bir’i temaşa etmesi gerekirse, kendi içindeki ilkeye yükselmesi,
birçok olmak yerine tek bir varlık olması gerekir. İnsanın, Zekâ’dan vizyonunun objesini almak amacıyla
uyanması için Zekâ olması, ruhunu Zekâ’ya emanet etmesi ve onu orada güven altına alması
gerekir, ruhun, Zekâ ile, Zekâ’ya hiç bir duyumlama eklemeden, onda duyumdan gelen hiç bir şeyin
varlığını kabûl etmeden, Bir’i temaşa etmesi gerekir, onun objelerin en safını
en saf zekâ ile ve Zekâ’da ilk olan şeyle temaşa etmesi
gerekir. Temaşa için bu objeyle donatılmış olan kişi, Zekâ’da
bir büyüklük, bir biçim veya bir kitle düşündüğü zaman, onun temaşasına Zekâ
kılavuzluk etmez. Çünkü zekâ böyle objeleri temaşa etmek için yaratılmamıştır;
fakat büyüklüğü, biçimi ve kitleyi algılayan, duyumlama veya duyumlamayı izleyen kanının fiilidir. Zekâ’yı insanın
kendi güçlerinin habercisi olarak almak gerekir. Oysa zekâ, hem kendinden önce
olanı, hem kendine ait olanı, hem de kendine bağlı bulunanı görebilir. Zekâ’ya
bağlı olan şey basit ve saftır; ona ait olan şey daha fazla basittir ve ondan
önce olan şey, sonuçta zekâ olmayan; sonuçta Zekâ’dan önce olan şey ise
hepsinden çok basit ve saftır. Zekâ herhangi bir şeydir ve bir varlıktır. Fakat
(Zekâ’dan önce olan ç.n.) bu terim, herhangi bir şey değildir; çünkü, her
şeyden öncedir, artık varlık da değildir; çünkü, varlığın varlık biçimi olan
bir biçimi vardır; fakat bu (ilk ç.n.) terim her, hatta düşünülür biçimden yoksundur.
Çünkü, Bir’in mahiyeti her şeyi türetmek olduğundan, bu mahiyet türettiği şeye
sahip değildir. O, bir şey değildir; ne niteliği ne de niceliği vardır; ne
zekâ, ne de ruhtur; “o, ne hareketli ne de dingindir; ne yerde ne de zamandadır;[3]” o, kendi başına,
diğer özlerden yalıtılmış özdür veya daha doğrusu özsüzdür; çünkü, özden önce,
hareketten önce ve dinginlikten öncedir; çünkü, bu nitelikler varlıkta bulunur
ve varlığı çok(luk ç.n.) yaparlar. —Fakat bu ilk mahiyet hareketli olmasaydı
nasıl dingin olacaktı? —Bu nedenle, hareketli olmak ve dingin olmak gibi
varlığın niteliklerinden her biri veya her ikisi zorunlu olarak bir varlıkta bulunurlar
ve dingin olan, dinginliğe katıldığından dolayı dingindir ve dinginliğe özdeş
değildir; sonuç olarak dinginlik, dingin olana eklenen bir ilinektir ve Bir
hareketli veya dingin olursa artık basitliği içinde kalmaz. Doğrusu Birin bir
neden olduğunu
söylüyoruz; fakat bu ona ait olmayan, bize ait olan ilineği ona yüklemektir;
(onun neden olması demek ç.n.), o, bizzat kendisinde kaldığı halde, biz, ondan
herhangi bir şey alıyoruz demektir. Tam olarak konuşmak gerekirse, onun
hakkında ne şunu, ne de bunu söylememek gerekir; fakat ona dışarıdan yaklaşarak
ve içerdiği güçlükler yüzünden bazen yakınında, bazen da uzağında olacak
şekilde etrafında dolaşarak, onu sözlerle açıklamaya çalışmak zorunluluğu,
kendi duygularımızın gereğidir.
4 Bu güçlüklerin en
büyüğü, diğer düşünülürler gibi, onu bilimle ve zihinsel sezgiyle değil; fakat
bilimden üstün bir bulunmayla (présence) anlamamızdır. Ruh, bir objeyi bilimle kavradığı zaman birlikten
uzaklaşır ve kesinlikle bir değildir; çünkü, bilim bir söylemdir ve söylem çokluktur; sonuçta birliğin ötesine geçer ve
sayıya ve çokluğa maruz kalır. O halde bilimi aşmak ve birlik halimizden asla dışarı çıkmamak gerekir;
bilimden ve onun objelerinden uzaklaşmak gerekir. Başka her temaşadan, hatta Güzel’in temaşasından
uzak durmak gerekir, çünkü, Güzel Bir’den sonradır ve gün ışığının tamamen
güneşten gelmesi gibi, ondan gelir. Bunun için Platon, Bir hakkında şunu demektedir: “O’nun ne olduğunu
ne söyleyebiliriz, ne de yazabiliriz.[4]” Fakat sözlerimiz
ve yazılarımız ona doğru yönelirler, temaşaya uyanmamız için, bizi dilden
dışarı çıkarırlar; temaşa etmek isteyene bir çeşit yol gösterirler.
Çünkü anayolu ve tali yolu öğrendiğimiz zaman ona kadar gideriz; temaşaya
gelince, o, temaşa etmek isteyen kişinin eseridir; temaşaya doğru gitmezsek,
ruh yukarının
ihtişamının bilgisine sahip olmazsa; sevdiğini görünce onda dinginliği bulan bu
sevdalı tutkuya kapılmaz ve onu kendinde hissetmezse; gerçek ışığı algılayan
ve bu ışığa yaklaşarak ruhunu tamamen aydınlatan kişi, yükselmesi sırasında
temaşasına engel olan bir ağırlık tarafından engel olunursa, tek başına yukarı
çıkmazsa; fakat kendisini Bir’den ayıran şeyi kendisiyle birlikte götürürse ve
birlikte yok olmazsa (çünkü, maddîlikten kurtulmuş değildir ve bütüne sahip
değildir; temaşanın objesi, var olmakla birlikte, kendini algılayabilenlerin,
ona eklenecek biçimde ve onunla kendi aralarındaki benzerlik sayesinde ilişkiye
girecek şekilde kendilerini hazırlayanların dışında hiç kimsede bulunmaz.
Onların kendilerinde, temaşanın objesi olan Bir’e benzeyen, ondan gelen bir güç
vardır. Bu güç, onlara Bir’den geldiği zamanki gibi olduğunda, O’nu, temaşa
objesi olabildiği ölçüde görebilirler); sonuç olarak insan, bütün bu nedenlerden
dolayı, kendi düzeyinde olmazsa, kendi dışında kalırsa, ya akıl yürütmeyle yapılan bir sorgulamadan veya Bir hakkında yaptığımız soruşturmada imandan[5] yoksun olduğu için,
sadece kendini suçlasın, kendini her şeyden uzaklaştırarak uzlete çekilsin, şu
düşünceleri izlesin.
5 Varlıkların
rastlantı tarafından veya spontane bir güç tarafından yönetildiğini ve cisimsel
nedenlerin onlara egemen olduğunu düşünen kişi, Tanrı’nın ve Bir kavramının oldukça uzağına gitmiştir. Bizim
söylemimiz ona hitap etmez; fakat cisimlerden ayrı bir
mahiyet olduğunu kabûl eden ve ruha kadar yükselen kişilere seslenir. O halde
ruhun mahiyetini
anlamak, diğer nesnelerden farklı olarak, onun Zekâ’dan geldiğini, aynı
kaynaktan gelen akıla katılarak erdeme sahip olduğunu bilmek gerekir. Ardından,
Zekâ ile akıl yürütme ve sonuç çıkarma yetisinden başka bir şeyi
anlamak gerekir. Akıl yürütmeler daha önce, birbirinden
ayrı ögeleri ve bir hareketi içerir. Bilimler ruhun içindeki söylemlerdir ve
Zekâ kendilerini ruhun içinde meydana getirdiği için, sözlerle ortaya çıkarlar.
Zekâ’nın, aracısız biçimde algılanan duyulur nesne gibi olduğunu görüyoruz; onun, ruha egemen
olduğunu; düşünülür dünya olduğu için, ruhun babası olduğunu görüyoruz
ve Zekânın sükûnet ve hareketsizlik içinde olduğundan,
kendinde her şeyi içerdiğini ve onun, bölünmez olan; ama ögeleri yine de
birbirinden ayrı çokluk olan bütün nesneler olduğunu söylemek gerekir. Zekâ’daki
ayrılık, her biri birer düşünce olan sözlerin ayrılığı değildir ve bununla
birlikte onun bölümleri karışık değildir; her biri diğerlerinden ayrıdır.
Bilimlerde tıpkı bunun gibidir; bildiğimiz her şey bölünmez, bununla birlikte,
her şey her şeyden ayrıdır. İşte her şeyin bütün olduğu çokluk ve bu düşünülür
dünya böyledir. Düşünülür dünya İlk’e yakındır, eğer ruhun var olduğunu kabûl
edersek, akıl bize Zekâ’nın zorunlu olarak var olduğunu söyler. Zekâ ruhun üstündedir;
fakat o, ne bir ne de, basit de olmadığından, İlk değildir; basit ve bütün nesnelerin ilkesi olan, Bir’dir. O, Zekâ’dan önce bir terimin
zorunlu olarak bulunması gerektiği için, varlıkların en değerli olanından
öncedir; Zekâ Bir olmak ister; yine de Bir değildir; fakat Bir’e benzerdir, o,
dağılmaz ve Bir’e yakın olduğu için ve Bir’den geldiği için gerçekten kendiyle
birlikte olur; fakat kendinden uzaklaşma cüreti gösterdi. Zekâ’dan önceki
harika Bir’dir; Biri kendinden başka bir süjenin yüklemi gibi görmekten
kaçınmak için, Bir’in bir olduğunu söylemiyoruz. Gerçekte ona hiç bir ad uygun
değildir; bununla birlikte, bir ad vermek gerektiği için, ona Bir adını vermek
uygundur. Yalnız bunun anlamı, onun, sonradan birin yüklemine sahip olan
herhangi bir şey olması değildir. Hem zaten onu bu şekilde bilmek zordur ve onu
varlık olan ürünüyle daha iyi biliriz; o, Zekâ’yı varlığa eriştirir, o bizzat
kendinde kalsa ve azalmasa da, mahiyeti, en büyük iyiliklerin kaynağı ve
varlıkların türetici gücü olacak biçimdedir; o, kendi ürünlerinde bulunmaz,
çünkü, onlardan öncedir; iyiliklerin kaynağını ve varlıkların türeticini
gücünü belirtmek için ve verdiğimiz adın bizi bölünmez bir kavrama götürmesi ve
ruhumuzu birleştirmesi için, ona Bir diyoruz; fakat onun, nokta ve sayısal
birlik anlamında
bir ve bölünmez olduğunu söylemiyoruz; bu sonuncu anlamda bir, niteliğin
ilkesidir ve önce töz ve tözden önce gelen şey olmasaydı nicelik
var olmazdı. Düşüncemizi noktaya veya sayısal birliğe uygulamak gerekmez; fakat
o, basitlik bakımından ve her çokluktan ve bölünmeden uzak olmaları bakımından,
yüce bire benzer ve onu andırır şeyi kavramak için uygulayabiliriz.
6 O halde bir kelimesinin
anlamı nedir? Onu düşüncemize nasıl uydurabiliriz? (Bir için ç.n.), sayısal birliğin ve noktanın
anlamlarından daha çok anlamlar kabûl ediyoruz. Bu sonuncuların anlamlarında
büyüklük ve çokluğu hesaba katmayan ruh, minimum bire ulaşır; fakat
bölünebilirde, sonuç olarak başka bir şeyde bulunan bölünmez bire dayanır.
Fakat “başka bir şeyde olmayan şey”,[6] bölünebilirde bulunmaz
ve onun bölünmezliği bir en küçüğün bölünmezliğine benzemez ve gerçekte o, her
şeyin boyutları bakımından değil; fakat güç bakımından en büyüğü olan şeydir;
çünkü, uzamsız bir varlık gücü bakımından büyük olabilir (hem zaten ondan
sonraki[7] varlıklar,
kütleleri bakımından değil; fakat güçleri bakımından bölünmezdirler). Şunu da
kabûl etmek zorundayız: Onun sonsuzluğu, büyüklüğünün ve bölümlerinin
sayısının tamamlanmamış olmasından değil; fakat gücünün sınırının olmamasından
ibarettir.[8] Onu bir zekâ olarak
veya bir Tanrı gibi
tasavvur ettiğimiz zaman, o, bunlardan daha fazla bir şeydir. Düşüncede onun
birliğini ortaya koyduğumuz zaman o, kendi hakkında tasavvur edebildiğimiz her
şeyden daima daha fazladır. Çünkü o, kendi hakkında sahip olduğumuz kavramdan
daha fazla birliğe sahiptir, çünkü o, kendi başına varlıktır ve yüklemi yoktur.
Onun birliğini, kendi kendine yeten şeyin kavramıyla anlayabiliriz. O, bu,
yeterlilik, bağımsızlık ve yetkinlik niteliklerine en yüksek derecede sahip
olmalıdır. Eksiklik, Bir’de değil; çok olan her şeydedir, (nesne ç.n.) çokluk
olduğu sürece bir olmamıştır; tözün bir olmak için kendine ihtiyacı vardır; fakat
Bir, bizzat kendine bile muhtaç değildir; çünkü o, sadece bizzat kendidir. Çok
olan bir varlık, bölümleri oldukça, bölümlerinin hepsine muhtaçtır ve
bileşenlerinden her biri kendi başına değil; başka bileşenlerle birlikte var
olduğundan, diğerlerine muhtaçtır. Böyle bir varlığın hem bölümlerinin her
birinde, hem de bütününde kusur vardır. Bütünüyle bağımsız bir şeyin bulunması
gerektiğinden, sadece Bir, ne kendine ne de başka bir şeye muhtaç olmayacak
derecede bulunmalıdır. O, ne var olmak, ne iyi olmak, ne de yerini işgal etmek
için bir yardım arar; diğer şeyler için neden olduğundan, varlığını onlardan almaz ve huzura
gelince, onun dışında hangi iyilik olacaktır? O, bizatihî İyilik olduğu için, iyilik onun ilineği değildir.
Nihayet “o, yer işgal etmez”; o, sanki kendi kendine dengede duramıyormuş
gibi, belli bir yere sabitlenmeye ihtiyacı yoktur; sabitlenmedikçe düşen şey
kütledir. Diğer varlıklar durumlarını onun sayesinde kazanırlar; varoluşlarını
ve yerlerini ona borçludurlar. Bundan başka, bir yere sahip olmak kusurdur.
Oysa ilkenin, kendinden sonra gelen şeylere ihtiyacı yoktur. Her şeyin ilkesinin
hiç birine ihtiyacı yoktur; çünkü, sadece ilke isteği olduğu zaman ihtiyaç vardır. Üstelik
Birin herhangi bir şeye ihtiyacı olduğunu farz edelim. Açıkça o zaman bir olmamaya
çalışır; sonuçta kendinin yıkıcısı bir ögeye ihtiyacı olacaktır; oysa bir
varlıkta ihtiyaç dediğimiz her şey, iyi ve bu varlığın korunmasıyla
ilişkilidir. O halde bir için hiç bir iyilik yoktur; onun iradesi de yoktur; o,
iyinin üstündedir ve o, kendisi için iyi değildir; fakat başka şeyler ondan,
her hangi bir şeyi almaya yetenekli oldukları durumda, onlar için iyiliktir.
Kendinde değişme olmaması için düşünmesi de yoktur; hareketi de yoktur; o,
hareketten ve düşünmeden öncedir: Çünkü, kendini değilse, neyi düşünecektir?
Kendi kendine mutlak olarak yeten O, düşünebilseydi, o zaman düşünmeden önce ,
bilgisiz olacaktır, kendini bilmek için düşünme ihtiyacında olacaktır. O
halde, o, kendini bilmediği ve düşünmediği için, onda bilgisizliğin olduğu
doğru değildir. çünkü bilgisizliğin olması için, bir başka varlık ve bunun bilmediği
diğer bir varlık olması gerekir. Fakat tek olan o, başka şeyi ne bilmek ne de
bilmemek zorundadır ve bizzat kendiyle birlikte olduğu için, kendinin düşünmesine
ihtiyacı yoktur. Fakat onun hakkında şunu demek gerekmez: O, kendisiyle birliktedir.
(Böyle dersek ç.n.) onun birliğini tehlikeye atmış oluruz;[9] onun düşünmek ve
anlamak fiillerinin olduğunu, kendini ve başka şeyleri düşündüğünü inkâr etmek
gerekir, onu düşünen varlıklar kategorisine değil; fakat daha çok düşünce
kategorisine yerleştirmek gerekir, çünkü, düşünce kendini düşünmez; fakat
başka bir varlığın düşünmesinin nedenidir. Oysa neden, etkisine özdeş değildir.
Sonuç olarak her şeyin nedeni olan şey, onların arasından biri değildir; ona
İyi demek
gerekmez; çünkü, iyiliği o meydana getirir; fakat başka bir anlamda;[10] o, bütün başka
iyiliklerin üstünde olan iyiliktir.
7 İyi bu nesnelerden hiçbiri olmadığı için, onun hakkında
sadece belirsiz bir fikriniz olursa, düşüncenizi nesneler üzerine toplayınız ve
onu temaşa etmek için nesnelerden hareket ediniz; fakat
temaşanız sırasında düşüncenizin dışarıya yönelmesine izin vermeyiniz; Çünkü
İyi, diğer şeyleri kendinden yoksun bırakıyormuş gibi, şu ya da bu yere yerleştirilmiş
değildir; o, şurada kendine dokunabilenin karşısında hazırdır, buna gücü
yetmeyen için de orada değildir. Bir objeyi, başka bir şeyi düşünerek ve bu başka
şeyin yanında kalarak, düşünmek imkânsızdır. Düşünülen objeye, eğer bu objeyi
bizzat kendinde düşünmek istersek, ona hiçbir şey eklemek gerekmez; aynı
şekilde, şunu da anlamak iyi gerekir: Ruhta başka bir objenin izi bulundukça ve bu iz
orada aktüel olarak kaldıkça, hele hele başka bir obje tarafından ele geçirilmiş
ve meşgul edilmiş bir ruh, ilk objenin izini kabûl etmedikçe, onu
(birinci objeyi) düşünmek mümkün değildir. Maddenin, bütün niteliklerin
izlerini kabûl etmesi için, hiç bir niteliğinin olmaması gerektiği söylenir.
Aynen bunun gibi ve bundan daha fazla olarak ruh, kendisinin İlk Mahiyet tarafından doldurulmasını ve
aydınlatılmasını önleyen hiç bir engelin kendinde bulunmaması için, biçimlerden
yoksun olmalıdır.[11] Durum böyleyse,
dış dünyadan el ayak çekmeli, bütünüyle içe doğru dönmeli; dış dünyanın
nesneleri üzerine eğilmemeli; önce ruhunu temaşaya hazırlayarak ve temaşa
anında her biçimi kovarak her şeyin bilgisinden vazgeçmeli geçmeli; temaşa etmek üzere olanın kendimiz olduğunu bile
bilmezlikten gelmeli; ardından, eğer gücümüz yeterse, onunla birleştikten ve
onunla yeterli görüşmeyi yaptıktan sonra, yapabilirsek, yukarıda birleşmenin ne
olduğunu başkalarına bildirmeliyiz (kuşkusuz, “bu benzer bir birleşmeden
dolayı, Zeus‘un dostu”na[12] Minos diyoruz.
Minos, (Zeus‘un) kendinde sakladığı bu hatırasından, onun
imgeleri olan kanunları meydana getirdi ve kanunlarını yerleştirmek için,
tanrısalla ilişkiye doyuyordu) veya politik meşguliyetlerin pek de değerli
olmadıklarını düşünürsek, bu üst bölgede kalalım; bu ise çok temaşa edenin var
olma tarzıdır. [Platon] şöyle der: Tanrı, hiçbir
varlığın dışında değildir; O, bütün varlıklardadır; fakat onlar bunu bilmez,
O’ndan, daha doğrusu kendilerinden uzağa kaçarlar.[13] O halde onlar, ne
kaçtıklarına ulaşabilirler, ne de bizzat kendilerini kaybettikten sonra bir
başkasını arayabilirler; çıldıran ve kendinde olmayan bir çocuk babasını
tanıyacak mıdır? Fakat kendinin kim olduğunu bilen, nereden geldiğini de bilecektir.
8 O halde bir ruh, kendini bilirse; hareketinin, durdurulması
durumu hariç, düz bir çizgi halinde olmadığını ve tabiî hareketinin, dış bir
nokta çevresindeki değil; fakat bir merkez çevresindeki çembersel hareket
olduğunu[14] bilirse; merkezin
çemberin asıl nedeni olduğunu bilirse, kendisinden çıktığı merkez etrafında dönecek;
ona tutunacak; bütün ruhların kendisine doğru yönelmeleri gereken; fakat ezelî
olarak sadece tanrıların ruhlarının yöneldiği bu noktaya doğru toplanacaktır.
Ruhlar ona doğru yöneldikleri zaman tanrılar olurlar; çünkü bir tanrı Bir’e bağlanmış bir
varlıktır; Bir’den çok uzaklaşan, sıradan insan ve hayvanlardır.— O halde
aradığımız, ruhun merkezi
değil midir? Bu başka şeyin, görülebilir bir çember merkeziyle benzerliklerinden
dolayı, bütün bu merkezler adını verdiğimiz merkezlerin uyuştuğu nokta olduğuna
inanmak gerekir mi? Çünkü ruh, geometrik biçim anlamında bir çember değildir;
bunun anlamı sadece şudur: Onda (ruhta) ve onun çevresinde antik mahiyet bulunur, ruhlar
onun bir bölümüdür ve üstelik ondan tümüyle ayrılmışlardır. Şimdiki durumumuzda,
kendimizin bir bölümü, (sanki ayaklarımız suyun içinde, geri kalan kısmımız ise
dışarıda gibi), beden tarafından zapt edilmiştir; bir kürenin büyük
çemberlerinin merkezleri, kendilerini ihtiva eden kürenin merkeziyle aynı olduğu
gibi, kendimizin, bedende kalmayan bir bölümüyle bedenin üstüne yükselerek,
kendi merkezimizle evrensel merkeze (Bir’e) bağlanırız ve onda huzur buluruz.
Eğer bu çemberler ruhun çemberleri değil de bedenin çemberleri olsaydı,
merkezle yerel bir ilişkileri olacaktı ve merkez belirli bir noktada
olduğundan, onun etrafında olurlardı. Fakat ruhlar bizzat düşünülür olduklarından
ve o (merkez) Zekâ’nın üstünde
olduğundan şunları düşünmemiz gerekir: Düşünen varlığı düşünülen objeye
bağlayan bağ, farklı güçler tarafından gerçekleştirilir ve daha ziyade düşünen
varlık, bir benzeşme ve özdeşlik ilişkisi sayesinde objesinde hazır olur ve
(bir ç.n) engel olmadığı zaman, mahiyet ortaklığından dolayı, onunla birleşir.
Çünkü, bedenler düşünen varlıkla düşünülen objenin kendi aralarında ilişki
kurmalarına engeldir; fakat maddî olmayan varlıkları beden durduramaz ve
onları birbirinden uzaklaştıran mekân değil; fakat başkalıktır ve farklılıktır;
başkalık kaybolduğu, varlıklar, artık farklı olmadıkları zaman, birbirlerinde
bulunmaktadırlar. O halde, kendinde hiçbir farklılık olmayan, daima (kendinde)
hazır bulunan, odur (Bir); fakat biz, sadece bizde artık başkalık olmadığı
zaman onda bulunmaktayız. O, bize, bizi çevreleyecek şekilde yönelmez; ona doğru
yönelen ve onu kuşatan biziz. Fakat daima onun çevresinde olursak, daima ona
doğru bakmayız: Bir koro, şarkı söylerken, daima korobaşının etrafında halka
olur; fakat bu koro yönünü seyircilere doğru da dönebilir; sadece korobaşına
döndüğü zaman iyi şarkı söyler ve mükemmel bir çember teşkil eder; biz de aynı
şekilde, daima Birin etrafında halka oluruz; halka olmayı bıraktığımız zaman,
bizim için bu toplu bir felaket olacak ve artık var olmayacağız; fakat her
zaman ona doğru dönmeyiz[15] ve ona doğru
baktığımız zaman, bu amacımız ve huzurumuzdur, sesimiz artık falso yapmaz
(perdeyi şaşırmaz) ve biz onun etrafında, gerçekten esinli dansı yaparız.
9 Bu dansta hayatın
kaynağını, Zekâ’nın kaynağını, varlığın ilkesini, iyinin nedenini, ruhun kökünü temaşa ederiz. Bütün bu şeyler, ondan, tözünün azaltması pahasına çıkmaz;
çünkü o, maddî bir kütle değildir; aksi takdirde onun meydana getirdikleri
ölümlü olurdu; oysa ondan çıkanlar, ilkeleri bizzat kedisiyle özdeş olarak
kaldığı için, ezelîdirler; ilke onların arasında paylaşılmaz; fakat bütün
olarak kalır. Bunun için, güneş var oldukça ışık da nasıl varlığını sürdürüyorsa,
onun ürünleri de süreklidir, çünkü onunla bizim aramızda hiçbir kopukluk
yoktur ve maddî dünya içimize girerek bizi kendine çekse de, ondan ayrı
değiliz. Yaşamak ve kendimizi korumak bize, onun tarafından verilmiştir; fakat
o, bu bağışlardan sonra çekip gitmez; gerçek kimliğiyle var oldukça,
ihtiyaçlarımızı karşılamayı sürdürür. Veya daha çok burada (dünyada) bile, biz
ona doğru ve iyiliğimize doğru eğiliyoruz; bizim ondan uzaklaşmamız [bir yerden
ayrılma değildir]; fakat sadece varlığın azalmasıdır. Dünyada bile ruh, kötülükten arınmış bir bölgeye
geri çekilerek, kötülükten (uzak) dinginlik içinde
yaşar; ruh, dünyada bile zekâ ile tanır ve tasasızlığa ulaşır; dünyada bile
gerçek hayat vardır. Tanrısız olduğu zaman şimdiki hayat, orada (yukarıda) ki
hayatın sadece bir izi, ya da imgesidir; bu ideal hayat, Zekâ’nın fiilidir ve
zekâ bu fiille, Bir’le ilişkisi sayesinde, hareketsiz kalarak, tanrıları
meydana getirir; güzelliği, adaleti ve erdemi meydana getirir. Tanrı
tarafından döllenen ruh, bütün bu iyiliklere gebedir ve bu dölleme onun için
başlama ve son bulmadır; bu uzak bölgeden çıktığı için başlamadır; (aynı
zamanda) son bulmadır, çünkü, İyi yukarıda olduğu ve ruh oraya varır varmaz,
ilk haline kavuştuğu için, son bulmadır; Buradaki hayat, düşme, sürgün, kanatların kaybedilmesi’dir[16]; fakat bize İyinin
yukarıda olduğunu gösteren şey, resimlerde ve uzun hikayelerde gördüğümüz,
ruhla aynı tözden, Eros’un ruhla, birleşmesi fablına göre, ruhlarla aynı tözden
olan aşktır.[17] Ruh, Tanrı’dan farklı olduğu;
fakat ondan geldiği için, zorunlu olarak onu sever; ruh yukarıda ise O’nu
semavî bir aşkla, dünyada ise sadece bayağı bir aşkla sever. Yukarıda semavî
Afrodit, burada, bir dalkavuğa benzeyen halkın Afrodit’i
vardır. Ve her ruh bir Afrodit’tir; Bu, Afrodit’in
ve Eros’un eşzamanlı doğumu’nun[18] belirttiği şeydir.
O halde ruh, bir bakirenin, dürüst bir babayı masum bir aşkla sevmesi gibi,
birleşmek istediği Tanrı’yı, tabiatının gereği sever; evlilik vadiyle kandırılmış
bir bakire gibi, doğum yapacak hale gelir; ölümlü bir varlığın aşkına katlanmak
zorunda kaldığı zaman, babasından zorla ayrılır; fakat bu zorlamaya karşı
sadece nefrete sahiptir; bu dünyanın kirliliklerinden arındığı ve babasına
yeniden dönmeye hazırlandığı için sevinçlidir. Bu durumu bilmeyenlere gelince,
onlar, en sevgili varlıkla karşılaşmanın ne olması gerektiğini, bu dünyanın
aşklarına göre düşünsünler; burada sevdiğimiz objeler ölümlü ve dayanıksızdır;
sadece durmadan yer veya durum değiştiren hayaletleri seviyoruz ve onları
gerçekten sevmiyoruz; onlar aradığımız iyilik değillerdir. Aşkımızın gerçek
objesi, yukarıdadır ve bedende dağılıp gitmeyi bırakarak onunla birleşebilir,
ondan payımızı alabilir ve gerçekten ona sahip olabiliriz. Gören, söylediğimi
bilir; gene bu kişi, ruhun, Bir’e yaklaştığı zaman başka bir hayata sahip olduğunu,
O’nun yanında olduğunu ve O’na katıldığını bilir; bu durumda ruh, gerçek hayat
verenin orada olduğunu ve artık başka hiçbir şeye ihtiyacı olmadığını bilir.
Tam tersine ruhun, geri kalan bütün şeylerden vazgeçmesi ve sadece onunla
yetinmesi gerekir; ruhun, bütün gereksiz yüklerden kurtularak, tek başına
olması gerekir; o zaman buradan çıkmaya çabalarız; bizi başka varlıklara
bağlayan bağları zayıflatırız; bizzat kendimize geri çekiliriz ve bizim, (bu
durumda) Tanrı’yla ilişki içinde olmayan hiçbir bölümümüz yoktur. Böyle vizyonlara sahip olmaya izin
verildikçe, dünyada bile O’nu da ve bizzat kendimizi de görebiliriz; kendimizi,
ışığı yansıtan ve düşünülür ışıkla dolu olan (biri sıfatıyla ç.n.) görürüz veya
daha çok, bizzat kendimiz, saf bir ışık, hafif ve ağırlıksız bir varlık oluruz
veya daha çok, ağırlığın altına yeniden düşünceye ve bu çiçek soluncaya kadar,
aşkın kucakladığı bir Tanrı oluruz.
1O O halde insan
niçin yukarıda kalmaz? —Bunun nedeni, dünyadan, henüz tamamıyla
çıkmayışımızdır. Fakat, temaşanın sürekli olacağı ve bedenden gelen engelin
bulunmadığı bir an gelecektir. Bizim gören bölümümüz, bu engel tarafından
kösteklenen bölümümüz değildir ve bu bölümümüz temaşa etmeyi bıraksa bile, göstermelerden, kanıtlardan
ve ruhun kendiyle
bir diyalogundan ibaret olan bilimsel bilgi vasıtasıyla, onun faaliyeti ortaya
çıkar; fakat görme fiili ve yetesi artık akıl değildir; onlar akıldan ve
objelerinden daha iyi, önce ve üstündürler. Eğer gören varlık, bu anda bizzat
kendini görürse, kendini, objesine benzer olarak görecektir; onunla birleştiği
için kendini bu obje gibi ve onun kadar basit hissedecektir. Fakat belki görecektir ifadesini kullanmak
gerekmez. O, gördüğü objeyi (çünkü iki şeyin, bir gören süjenin, bir görülen
objenin olduğunu söylemek gerekir; her ikisinin tek bir bütün olduğunu ileri
sürmek aşırılık olacaktır), kendinden ayrı bir şeyi görmek anlamında, tasavvur
eden bir süjenin ve tasavvur edilen bir objenin bulunduğu görmek anlamında
görmez; o (temaşa eden ç.n.), bir başkası olur; artık kendi değildir; yukarıda,
onun kendinden hiçbir şey temaşaya yardım etmez; her şey objesine aittir, o,
kendi merkezini evrensel merkezle çakıştırmış gibi, objesiyle bir olur. Hatta
bu dünyada birbirleriyle karşılaştıkları zaman, onlar tek bir bütün olurlar ve
sadece ayrıldıkları zaman iki olurlar. Ve bunun için temaşanın ne olduğunu
ifade etmek güçtür. Temaşa ettiğimiz zaman, onu kendimiz (den ç.n.)
farklı değil; fakat kendimizle birleşmiş gördüğümüz halde, objenin bizden
farklı olduğunu nasıl açıklayabiliriz?[19]
11 Misterlerde verilmiş olan emrin
anlamı şudur: Mistiklik yoluna girmeyenlere (non initiés) temaşayı anlatmayın;
Tanrı’yı, bizzat O’nu görme mutluluğuna sahip olmayan kişiye göstermeyi
reddetmelidir; çünkü Tanrı, gerçek mahiyetiyle ona görünemez. Temaşada artık
iki şey olmadığı için, gören süje, görülen şeyle bir olduğu için (veya obje
görülen olmaktan çok birleşilen olduğu için), eğer objeyle bu birleşmeyi daha
sonra hatırlarsak, bu halin kendimizde bir imgesine sahip oluruz. Temaşa eden varlık o zaman (temaşa sırasında ç.n.)
birdi; temaşa edenle edilen, ne mahiyet bakımından farklıydı, ne de iki ayrı
varlığın ilişkisi söz konusuydu; temaşa edende hiçbir heyecan yoktu; yükseldiği
anda artık ne öfke, ne de istek vardı; onda artık ne akıl ne de düşünce vardı
ve onu söylemesi gerektiği için artık kendisi yoktur: Kendini (kendinden) söküp
attığı ve coşkuyla kendinden geçtiği için, sakin ve sessiz bir halde bulunur;
Bir’den ayrılmadığı için, artık kendinden de ayrılmaz; fakat tamamıyla hareketsiz
kalır; o bizzat hareketsizlik olmuştur; güzel şeyler onun bakışlarını
cezbetmez; çünkü o, bizzat Güzelliğin üstünden yukarı bakar. Bir sunağa giren adamın, mabede yerleştirilmiş
heykelleri ardında bırakması gibi, o, erdemler korosunun bile ötesine geçti. Biri içsel olarak
temaşa ettikten
ve ne bir heykelle ne de tanrının bir imgesiyle değil; fakat bizzat tanrıyla
birleştikten sonra, sunaktan çıkarken, yeniden göreceği ilk şeyler erdemlerdir ve erdemlerin görülmesi, sadece ikinci
sıradaki temaşalar olacaktır. Fakat onun sunakta sahip olduğu temaşa gerçek bir
temaşa mıydı? Kuşkusuz hayır; fakat eğer sunakta olan şeyi temaşa ederse bu,
tamamen farklı bir vizyon biçimi,[20] yani kendinden
çıkış, kendini terk etme, bir ilişki (kurma ç.n.) isteği, durma, bir uygunluk
sağlama düşüncesidir. Başka türlü bakmak istediği anda, artık hiçbir şey
yoktur. Bunlar, kâhinlerin en bilginlerinin, muammalı Tanrı vizyonunun gerçeğini açıklamalarına yarayan
imgeler ve tarzlardır.[21] Fakat bilgin bir
rahip, muammayı anlar ve yukarıya geldiği zaman sunağın gerçek bir temaşasına
ulaşır. Yukarıya gelmese bile, sunağın tamamıyla görünmez olduğunu, onun kaynak
ve ilke olduğunu
düşünse bile, kesin bir bilimle bilecektir ki, ilkeyi ancak ilkeyle görürüz,
benzer sadece benzerle birleşir ve bu bilgin rahip ruhun içermeye yetenekli olduğu tanrısal ögelerden
hiçbirini ihmâl etmeyecektir ve temaşadan önce, temaşa ötesini temaşadan isteyecektir. Temaşa ötesi,
her şeyin üstüne yükselen kişi içindir; çünkü bu, her şeyden öncedir. Çünkü özü
gereği ruh, mutlak yokluğa kadar gitmeyi reddeder; indiği
zaman, mutlak yokluk değil; fakat bir yokluk olan kötülüğe (madde ç.n.) kadar
gider; ters yönde (ise, ç.n.) kendinden farklı bir varlığa gitmez; fakat
kendine geri döner ve o zaman kendinden başka hiçbir şeyde değildir; fakat
varlıkta değil de sadece kendinde olduğu anda, böylece Bir’de olur; çünkü
birleştiği ruh için Bir, bir öz değil; fakat özün ötesinde olan bir realitedir. Kendimizin Bir olduğunu
görürsek, kendimizi O’nun bir imgesi gibi görürüz; ondan hareket ederek, bir
imgenin modeline kadar ilerlediği gibi, (O’na kadar ç.n.) ilerleriz. İnsan
temaşadan düşerse, kendinde olan erdemi yeniden canlandırabilir; o zaman
içindeki güzel buyrukları anlar ve ruh hafifliğine yeniden kavuşur; erdem aracılığıyla zekâya ve bilgelik aracılığıyla Bir’e kadar ulaşır. Tanrıların,
tanrısal ve mutlu insanların hayatı böyledir; yani bu dünyanın nesnelerini
aşmak, onlardan hoşlanmamak, sadece ve sadece Bir’e doğru kaçmaktır.[22]
[1]
Öze sahiptirler veya ne iseler odurlar diye de
çevrilebilir. Hem zaten özün nedeni burada, varoluşun nedeninden pek de iyi
ayrılmamıştır. Varlıkların birleşme ilkesi, hem öz hem de varoluştur.
[2]
İlk hipostaz olan Bir, üçüncü hipostaz olan Ruhla
karıştırılabilir. Bu karıştırma, Yüce Tanrı’yla, dünya ruhunu özdeşleştiren
stoacılar tarafından yapılmıştır. Onlara göre nesnelere
kadar yayılan dünya ruhu, varlıkların birliğinin nedenidir. Ruh, ikinci hipostaz olan Zekâ ile de karıştırılmış olabilir. Plotinus III.
Bölümde Aristoteles’in tezi olan bu konuyu inceler.
[3]
Kşz. Parmenides 139 b, 138 b, 141 d.
[4] Yeni Platoncular tarafından ilk ilkeyle ilgili olduğu şeklinde
yorumlanan Parmenides’in
[5]
Sorgulamaya bağlı imanın (pίstis) buraya girdiğine dikkat etmek
gerekir: Bu bölüm, Plotinus’un dinleyen kitle hakkında ve bazen öğrencileri
arasında bulunma ihtimali olan şüpheciler hakkında bizi biraz aydınlatır:
İmanla Plotinus, bir vahye imanı değil; fakat
nedenlere güvenmeyi, mistik visyonu hazırlayabilen; fakat onunla eşdeğer
olmayan güveni anlar. Bununla birlikte, V. Bölümün başlangıcı Epikurosçu
Materyalizm taraftarlarını dinleyicileri arasına koymaz.
[6]
Parmenides’in
[7]
Bir gibi,
uzamı ve kütlesi olmayan düşünülürler.
[8]
Bu, sayılarla ilgili VI. kitapta belirlendiği şekliyle, gerçek sonsuzluktur,
xvıı ve xvııı. kısımlarda sayılar sonsuzluğunun bağımsızlığı fikrine ulaştırır.
[9]
Bu iki satır, Parmenides’in (
[10]
Kendinden türeyen nesnelerin ilkesi anlamında; o, bu başka şeylerin iyiliğidir.
[11]
Burada ruh ve madde
arasında zekâ tarafından yapılan karşılaştırma,
Aristoteles’in zihni maddeye benzettiği bölümleri (Anima, III, 6)
hatırlatır.
[12]
Homeros’un kelimesi, Odysseus, chant XIX, v.178.
[13]
Bu (ve bunu izleyen her bölüm) her şeyden önce, Bir’in içselliği (insan ruhunda
bulunuşu) üzerinde ısrar eder; o, ideal olarak benin bizzat kendini yeniden
bulduğu dönüş hareketinin sonuna yerleştirilmiştir.
[14]
Çembersel hareket fiziksel değil; psişik harekettir; II. Enn., II
[15]
Bu güzel imge, “çember koro” adıyla tanınan dans tipinden ödünç alınmıştır.
Kşz. Daremberg ve Saglio’nun Dictionnaire des Antiquités’sinde Cyclicus
chorus maddesi. “Çember koro, halka şeklinde hareket ediyordu;
korodakiler, Tanrı sunağının
etrafında şarkı söyleyerek ve dans ederek bir halka oluşturuyordu”; fakat
merkezde, lir taşıyan bir korobaşı bulunabilirdi (kşz. şek.2256).
[16]
Platon‘un ifadeleri, Phaidros, 246 c; 248
c.
[17]
Burada Eros ve
psyche’nin fablı söz konusudur:. Eros’
[18]
Lysis, 180 d: “Aşk ve Afrodit‘in birbirinden ayrılmazlığı
herkesin bildiği şeydir”; Dic. Des Antiquitésde (Art. Cupido, p. 1620)
gösterilen gümüş levha, denizden çıkan Afrodit’i Eros‘un karşılarken göstermektedir.
[19]
Bütün bu bölüm, aynı zamanda ve bu arada bir birleşme olan bir vizyonu tasvir
etmektedir.
[20]
Bu, az önce sözü edilen birleştirici vizyondur.
[21]
Plotinus burada,
değişik şekillerde var olan sembolik bir geleneğe başvurmaktadır; mister
kültlerinin sembolik yorumu, örneğin İskenderiyeli Philon‘da bulunur (kşz. Idées
phil. et relig. de Philon adlı eserim, pp. 242-246).
[22]
Numénius d’Apamée’nin formülüyle karşılaştırınız. Omilήsai tv άgaqv mόnw mόnon (Préparation évangélique, liv. XI, ch. XXII de).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder