26 Şubat 2025 Çarşamba

TRACTATUS'U YORUMLAMA GÜÇLÜKLERİNİN NEDENLERİ

 

1.    TRACTATUS’U YORUMLAMA GÜÇLÜKLERİ

  

Bu giriş bilgilerinden sonra şimdi  Birinci Wittgenstein felsefesini anlatmaya geçebiliriz. Konumuzu anlatmaya geçmeden önemli bir noktaya bütün Wittgenstein araştırmacılarının karşılaştıkları bir güçlüğe değinmek istiyoruz. Wittgenstein’ın birinci dönemini anlatmak için temel kaynak Tractatus’tur. Ancak bu kitap çok katmanlı bir metin gibidir. Bu kitaptaki pek çok konu, örneğin dilin mantıksal yapısı, dünyanın doğası ve metafiziksel sınırlarla ilgili bölümleri  kolayca anlaşılmaz.  Wittgenstein’ın kendisi bile daha sonra Tractatus’taki birçok fikri sorgulamış ve Felsefi Araştırmalar adlı eserinde farklı bir felsefi yola yönelmiştir. Bu nedenle kitabın bu bölümleri  hem kendi döneminde hem de günümüzde farklı yorumlara açık kalmaya devam etmektedir.

Kuşkusuz tractatus’taki  bütün bölümler aynı derecede anlama güçlüğü çıkarmazlar. Kimi ikincil diyebileceğimiz aforizmalar kolayca anlaşılır. Ancak kitabın Wittgesntein felsefesini anlamak için referans noktası olan aforizmaların tümünü anlamak oldukça zordur. Bu konularda filozofun görüşleri aforizma hatta kitap dışı bazı verilerden hareketle yorumlanarak açıklanmaya çalışılır. Bu yorumlama yüz yılı aşkın bir zamandan beri yapılmaktadır. Bu yorumlardan bir bölümü üzerinde  önemli ölçüde uylaşım vardır. Yine de azımsanmayacak ölçüde farklı yorumlar vardır ve bunlara yenileri eklenmektedir.

Tractatus’u yorumlama  güçlüklerinin nedenleri şunlardır:  

 

1. Aforizmik Yapı

Tractatus, kısa ve numaralandırılmış aforizmalardan oluşur. Bu aforizmalar (örneğin, "2.1: Dünya nesnelerin değil olguların toplamıdır,.") birbirine sıkı sıkıya bağlıdır, ancak metin sürekli ileriye atladığı için okurun bu bağlantıları kendisinin kurması gerekir. Bu da, metnin okuyucular tarafından yorumlanmasını zorlaştırır.

2. Karmaşık bir arka plan:

Wittgenstein’ın aforizmaları karmaşık ve geniş bir arka planı içerir.  Bu arka planın ögeleri çok çeşitlidir. Farklı filozoflardan hatta edebiyatçılardan oluşur. Bu arka planda Wittgenstein kimi filozoflarla hesaplaşır; kimilerini eleştirir, kimilerinin belli oktrinlerini sürdürür; kimilerini geliştirir veya yeniden  ve farklı bir bağlama taşır; kimi edebiyatçıların varoluşsal problemlerinin etkisi vardır.  Bütün bu arka plan etkileri açıkça söylenmeksizin sadece sonuç cümleleri olan aforizmalar şeklinde görünür. Wittgenstein’ın aforizmalarını anlamak  ne söylediği kadar neden böyle söylediğini de anlamayı gerektirir. Arka plan etkilerini dikkat aldığımızda bunu yapmak kolay değildir.    

3. Wittgenstein’ın her bir önermeyi yoğun bir anlam yüküyle doldurması. Her cümle, başka önermelere dayanır ve bunların bütünsel bir şekilde anlaşılmasını gerektirir.

4. Mantık ve Dil Arasındaki Karmaşık İlişki

Wittgenstein’ın, dilin dünyayı nasıl temsil ettiğine dair geliştirdiği "resim teorisi" (picture theory of language) soyut ve simgesel bir kavramdır. Bu teoriye göre, dil ve dünya izomorfik bir yapıya sahiptir, yani bir cümle dünyadaki bir olguyu "resmetmelidir." Ancak, bu teori hem mantıksal hem de ontolojik düzeyde oldukça soyut bir yapıya sahiptir ve farklı yorumlara açıktır.

 

5. Metafizik ve Anti-Metafizik Yaklaşımlar Arasındaki Gerilim

Tractatus’un en ünlü önermesi belki de 7. önermedir: Üzerine konuşulamayan hakkında sessiz kalınmalıdır.”

Wittgenstein burada dilin sınırlarını vurgularken, metin boyunca yaptığı açıklamaların kendisinin bile dile getirilemez olduğunu ima etmektedir. Bu ifade, Wittgenstein’ın tüm metnin sonunda kendi söylediklerini "bir merdiven gibi bırakıp" aşmamızı önerdiği şeklinde yorumlanır ("Ladder metaphor" – Merdiven metaforu). Ancak bu önerme, hem Wittgenstein’ın felsefesini anlamayı hem de tüm metni yorumlamayı daha da zorlaştırır.

6. Farklı Felsefi Okuma Yöntemleri

Tractatus’u yorumlarken iki temel yaklaşım ortaya çıkmıştır:

Ortodox (Geleneksel) Okuma: Tractatus’u dilin mantıksal yapısını betimleyen bir eser olarak okur. Bu yaklaşıma göre Wittgenstein, dünyayı ve dili anlamak için kapsamlı bir mantık sistemi sunmuştur.

"Sessizlik" veya Mistisizm Okuması: Bazı yorumcular, Wittgenstein’ın metnin sonunda sessizlikten bahsetmesi nedeniyle, eserin aslında metafiziksel veya mistik bir mesaj taşıdığını savunurlar. Bu yaklaşım, metni daha soyut ve sembolik bir düzeyde okur.

Bu iki farklı okuma yöntemi arasındaki gerilim, metnin anlamı üzerinde ortak bir görüşe varılmasını daha da güçleştirir.

 

7. Kendi Kendini Aşma Paradoksu

Wittgenstein, Tractatus boyunca dil ve mantığın sınırları üzerine teoriler geliştirirken, bu sınırların ötesine geçmeye çalıştığı da ima edilir. Bu da metnin kendi içinde bir çelişki yarattığı şeklinde yorumlanabilir: Tractatus, dilin ne yapamayacağını açıklarken kendisi de bu sınırları aşma çabası içine girer. Wittgenstein’ın bu paradoksal yaklaşımı, metnin yoruma açık olmasına ve farklı okuma biçimlerinin doğmasına yol açar.

 

8. Dilin Doğasına Dair Belirsizlik

Tractatus’un temel argümanlarından biri, dilin gerçekliği temsil etme kapasitesidir. Ancak Wittgenstein, dilin bu temsili nasıl gerçekleştirdiği konusunda tam olarak açıklık sunmaz. Örneğin, "mantıksal form" kavramı (dil ile gerçeklik arasındaki ortak yapı) net bir şekilde tanımlanmaz. Bu kavramın soyutluğu, Wittgenstein’ın dil teorisini anlamayı ve yorumlamayı daha da zorlaştırır.

Dünya/gerçeklik ayrımı, ifade etme ve gösterme arasındaki fark, Frege/Russell'in Wittgenstein'la bağlantısı veya varoluşçu felsefenin Wittgenstein üzerindeki etkisi gibi belirli bölümler etrafından dönüp duran yorumlar şu üç okuma ızgarasından yapılır:

A. Tractatus'un realist okuması: Bazı yorumlara göre, Tractatus realizmi savunur. Bunlar realist okumalarını Wittgenstein’ın nesnelerin, olgu durumlarının ve olguların bağımsız varlığını kabul ettiği varsayımına dayandırırlar. Onlara göre bu realizm dilsel bir dönüşümün zorunlu sonucudur. Bütün yorumcular (ya da yorumcuların çoğu ) realist okuma ızgarasını kabul edeler. Realist yorum taraftarları demektedirler ki, Tractatus'un ilk aforizması (“Dünya, olup biten her şeydir”) temel realizmdir. Tractatus ‘taki realizm metin boyunca devam eder. “Nesneler dünyanın tözünü oluşturur.” (TLP 2.021), ifadesiyle de çift kutuplu bir özellik kazanır. Aynı şekilde, resmetme ilişkisinin doğrudan bir okuması, göstergelerin referansta bulundukları nesnelerin varlığını öne sürer. Bu okumalara karşılık, daha dilsel özellikteki yorumlar, sembolizme kavramsal öncelik verir. “Realite önermelerle karşılaştırıldığında” (TLP 4.05), realitenin şeklini belirleyeni önermelerin biçimidir (ve tersi doğru değildir). Her ne olursa olsun, Tractatus'taki realizm meselesi, dilin sınırları ve dilin ötesinde neyin var olduğu (veya olmadığı) sorusuna değinir.

 

B. Anlamsızlık kavramı ve bunun Tractatus'u okumadaki rolü: ‘Anlamsızlık’, XX. yüzyılın son on yılında Wittgenstein yorumu tartışmalarının merkezi haline geldi. Wittgenstein’a göre anlam dille ifade edilir. Dilsel ifadelerin sınırlarını aşan bir anlam olamaz. Dilin ötesi saf bir anlamsızlıktır. Hiçbir şeyi betimlemeyen önermeler ve metafizik ifadeler doğrulama ölçütleri olmadığından, anlamsızıdırlar. Ancak kimi ifadeler empirik olarak doğrulanamsalar da anlamsız değillerdir, sadece dil ötesi realitelerdir. Bu, Wittgenstein felsefesinde bir ikilem ortaya çıkarır. Wittgenstein söylenemeyen, ancak gösterilebilen bir alanın varlığını açıkça kabul eder; bu alanı mistik diye niteler.

Burada problem şudur: Söylenemeyenin, kelimelere dökülemeyenin, empirik olarak doğrulanamayanın Wittgenstein felsefesindeki statüsü nedir? Geleneksel Wittenstein yorumları söylenemeyen alanın varlığını çözemeseler de problemli kabul etmişlerdir. Daha yeni okumalara göre, Tractatus, metafizik, etik, estetik vb. söylenemez hakikatlere dikkatli olmaya, bu alanlarda bir şey söylememeye dikkat çeker. Ancak bunu kabul ettiğimizde, söylenemeyen alana ait oldukları kabul edilen şeylerin söylenemez olduklarını nasıl biliriz? “Söylenemez”in anlamı nedir? Bu kullanmamız gerekirse, nasıl kullanmalıyız? Problemleri ortaya çıkar.  Bunlar da çözülmesi gereken sorunlardır.

 

C. Tractatus’un etik bir metin olarak okunması.

Bu tür bir okuma, öncelikle Tractatus’un büyük bir bölümünü oluşturan dünya-dil sistemi inşası ile kitabın Önsöz’ü, kapanış notları ve Wittgenstein’ın yayımlanmadan önce yayıncısı Ludwig von Ficker’e yazdığı mektuptaki bazı yorumlar arasındaki varsayılan tutarsızlığa dayanır. Bu bölümler, Tractatus’un içeriğinin dışında görülebilir ve Wittgenstein, önemli olan her şey hakkında susmayı öğütler. Bu yaklaşım, onun kendi sözleriyle “felsefe problemlerinin nihai çözümünü” içeren kitabın içsel kısımlarını da kapsar.

Söylenemez olana verilen bu önem, etik bir duruş olarak da yorumlanabilir. Wittgenstein şöyle der:

"Çalışmam iki kısımdan oluşuyor: burada sunulan kısım ve yazmadığım her şey. Ve asıl önemli olan tam da bu ikinci kısımdır. Çünkü etik, kitabım tarafından içeriden bir sınır çizilerek belirlenmiştir; … kitabımda her şeyi sessiz kalarak sağlam bir şekilde yerine oturttum… Şimdilik size yalnızca Önsöz’ü ve sonucu okumanızı tavsiye ederim, çünkü noktanın en doğrudan ifadesi bunlardadır." (Proto-Tractatus, s. 16).

Bir metnin içinde ve çevresinde—üstelik bizzat yazar tarafından yaratılmış—bu tür görünen çelişkili gerilimler,

Bu açıklama, Wittgenstein’ın kitabın asıl mesajının yalnızca yazılı olanlarda değil, aynı zamanda yazılmamış, yani söylenmeden bırakılmış olanlarda da bulunduğunu düşündüğünü gösterir. Söylenemeyenlerin kitapta nasıl bir rol oynadığı ise filozofun tüm felsefi yaklaşımını anlamak açısından kritik bir noktadır. Tractatus’un temel amacı, dile ve dünyanın yapısına dair kesin sınırlar çizmek ve dilin ötesinde kalan alanları belirlemektir. Ancak bu süreçte, filozofun bizzat kendi metninin de bu sınırları aşma riski taşıdığı görülmektedir. Bu durum, kitabın içinde ve çevresinde sürekli bir gerilim yaratır ve Wittgenstein yorumcuları için büyük bir zorluk oluşturur.

Özetle, Tractatus sadece sunduğu mantıksal sistem ve dilin sınırlarını belirleyen yapısıyla değil, aynı zamanda metnin içeriği ile felsefi çerçevesi arasındaki örtük gerilimlerle de dikkat çeker. Wittgenstein’ın eserinin hem açıkça ifade edilen hem de sessizlikle belirlenen yönleri, felsefesinin temel anlaşılma biçimlerini şekillendiren başlıca unsurlardan biri olmaya devam etmektedir. Bu nedenle, Tractatus yalnızca yazılanlar üzerinden değil, yazılmayanlar ve söylenmeyenler üzerinden de yorumlanmaya açık bir metin olarak varlığını sürdürmektedir.

25 Şubat 2025 Salı

ANALİTİK FELSEFEYE GİRİŞ YAZARININ TÜRK OKUYUCUYA GİRİŞ YAZISI

 

TÜRKÇE ÇEVİRİYE YAZARIN ÖNSÖZÜ

La Dispute’ün (elinizdeki kitap) Türkçe olarak yayınlanmasından büyük bir mutluluk duyuyorum. Bir “analitikçi” ve bir “kıta” filozofu arasındaki tartışmayı anlatan ve anlaşmazlıklarını çözmeye çalışan bu kitap, 1997 yılında bugünkünden farklı bir bağlamda yazılmıştı. Çünkü analitik felsefe geçen yüzyılın sonunda ve özellikle güçlü bir geleneğinin ülkede yerleşmesine engel olduğu Fransa’da azınlıkta iken şimdi bütün Avrupa ülkelerinde tanınmaktadır.[1] Analitik felsefe karşıtlığının temelinde şu düşünce vardır: Analitik felsefe” ile “Kıta felsefesi” doktrinler, yöntemler hatta yazım biçimleri bakımından birbiriyle taban tabana zıttır. Bu düşünce sadece Fransa’ya özgü değildi; Amerika Birleşik Devletleri, Almanya, İngiltere’de veya İtalya gibi ülkelerde de vardı. “Russell, Frege, Carnap, Quine, Davidson veya Kripke’yi okuyan birçok kişi Hegel, Nietzsche, Husserl, Heidegger, Derrida veya Foucault’yu okumuyordu veya okumayı reddediyordu ve bunun tersi de geçerliydi. Bugün bu karşıtlıklar kısmen ortadan kalktı. Bunun nedeni, öncelikle felsefe tarihçilerinin çalışmaları sayesinde analitik ve kıta geleneklerinin Avrupa felsefesinde, özellikle Avusturya felsefesinde ortak kökenleri olduğunu anlamamızdır. Örneğin, Husserl’ın fenomenolojisinin başlangıçtaki birçok problemi, Frege, Russell, Moore ve Wittgenstein’ın ilgilendiği problemlerle aynıydı. Tüm Avrupa ülkelerinde ikinci olarak, her iki geleneğin filozofları birbirlerini daha iyi tanıdılar: Birçok analitikçi filozof Kant, Brentano ve Husserl’ı okumakta, tezlerini tartışmaktadır ve Kantçı ve hermenötik gelenekte yetişen birçok filozof da Frege, Quine ve Wittgenstein’ı okumakta ve tartışmaktadır. Son olarak, akademik kurumların ve internetin uluslararasılaşması, dünya çapında bilgiyi ve bilgi alışverişini geliştirdi. Bu yönlerin tümü göz önüne alındığında, La Dispute’te iki tartışmacının birbirlerine karşı gösterdiği zaman zaman agresif tutum abartılı görünebilir, ancak bu kitabın yazarı da analitik felsefeye bağlı olduğunu söylediğinde “kıta” meslektaşlarının düşmanlığını sık sık deneyimlemiştir. Bu diyaloğu okuyan kişi, Analyphron ve Philoconte’un genellikle hemfikir olduğunu ve kendi geleneklerinin eksikliklerini kabul edebildiklerini de görecektir.

Yine de, felsefede sonsuz bir barışa ve evrensel bir uyuma ulaştığımızı düşünmek yanlış olur: Felsefe, anlaşmazlıklarla yaşayan bir disiplin olmaya devam ediyor ve bu anlaşmazlıklar onun canlılığının bir göstergesidir. Bence Descartes ve Leibniz zamanında Avrupa felsefesinde de var olan bu, sorular, itirazlar ve cevaplar tarzındaki tutum analitik felsefenin en büyük özelliklerinden biridir. Ayrıca, herkesin felsefe yapma yöntemleri konusunda hemfikir olduğu tarafsız bir uluslararası felsefe sahnesi de yok ve ulusal gelenekler hâlâ devam etmektedir. Bu nedenle, analitik felsefe ile kıta felsefesi arasında hâlâ önemli bir fark vardır. La Dispute’te bu farklılıkları açıklamaya çalıştım. Bana göre bu farklılıkların nedeni, analitikçi filozofların şu üç büyük yönelimidir.

İlki, Analitikçi filozofların realizmidir. Bu realizm nedeniyle Frege, Russell ve Moore'dan (ve şüphesiz Brentano'dan) bu yana, Analitikçi filozoflar Kantçılık ve Hegelcilik karşıtı bir tutumu benimsemişlerdir. Kuşkusuz o zamandan beri idealist veya anti-realist birçok analitikçi filozof olmuştur, ancak realizm her zaman varsayılan, tercih edilen felsefi tutumdur. Örneğin Dümmett ve Putnam gibi yazarlar realizmi reddetmişlerdir, ancak kendilerini realizme göre tanımlamışlardır. Buna karşılık, kıta filozoflarının neredeyse tümü Kant'tan yola çıkmış ve idealizmi öncelikli veya temel bir tutum yapmıştır.

İkincisi şu düşüncedir: Düşüncenin ve entelektüel hayatın öyle normları ve değerleri vardır ki, ciddi bir felsefi soruşturma ve sorgulamadan vazgeçtiğimiz anda bunlardan da uzaklaşırız. Frege’nin, Russell’ın ve Moore'un temel tezlerinden biri şudur: Hem mantık ve epistemolojide hem de etikte nesnel bir normatif düzen vardır. Sonraki analitikçi filozoflar da bu tezi kabul ederler. Son analitikçilere göre felsefe gibi bir disiplinde bile, nesnel bir değerlendirmeye tabi tutulan ve doğru veya yanlış olabilen teoriler, sorular, argümanlar ortaya konabilir. Bu, felsefeyi bir bilim yapmaz, ancak onu genellikle kıta felsefesinde görülen şiirsel, edebi veya politik söylemden ayırır. Kognitif veya epistemik normların olduğu fikri sadece analitik felsefeye özgü değildir. Kant, Husserl ve ilk fenomenologlarda da vardır. Ancak daha sonra, Nietzsche, Heidegger, Foucault ve Derrida gibi düşünürlerle birlikte kıta felsefesi “hiper-kritik” ve radikal bir hal alırken bu fikir kayboldu ve bu da rölativizmin ve postmo-dernizmin aşırılıklarına yol açtı.

Analitik felsefenin üçüncü önemli özelliği şudur: Bu felsefede tezler, öncelikle teorik ve tarihsel değildir; eleştiriye açıktır veya kanıtlar ortaya konması koşuluyla reddedilebilir. Tezlerin bu tarzda ortaya konurken kuşkusuz bilimsel tezler model yapılır; yine de bu, Viyana Çevresi üyelerinin inandığı gibi felsefi önermelerin empirik yolla doğrulanabileceği ya da yanlışlanabileceği anlamına gelmez. Buna karşılık kıta felsefesi öncelikle tarihseldir ve doktrinleri yorumlamayı ve düşünümlü tarzda anlamayı amaçlar. Bu yaklaşım, felsefe tarihine çok önem verir, Felsefi etkinliği büyük filozofları yeniden okumaktan ve onların metinlerini hermenötik yaklaşımla yorumlamaktan ibaret görür.

Bu iki geleneğin temel özellikleri, otuz yıl önce çok belirgindi. Bugün artık böyle değildir ve bunu La dispute'te zaten gözlemliyordum. Kıta Avrupası ve Analitik felsefe artık birbirlerini dışlamıyorlar: Felsefede açık teoriler aramak, analitikçi filozoflara tezleri, karşıt örnekleri ve reddiyeleri sayesinde tarihsel boyutu ihmal etme ve skolastik bir üslup benimseme hakkı vermez. Amerikalı filozof Gilbert Harman bir zamanlar, felsefede bir makale on yıldan daha eskiyse okunmaya değmez demişti. Bu yanlış düşünce, analitik felsefeyi kendi karikatürüne yapan karikatürcüye dönüştürmüştür. “Kıtacılar”a gelince tarihselci onların tutumları şu noktaya gelmiştir: Filozof büyük sorunlarla ilgilenmek yerine sadece felsefe tarihinin çok küçük bölümlerini yorumlamalıdır ve açıklamalıdır.

La Dispute'ü yazarken, analitik felsefenin belirgin ve arzu edilir iki özelliği olduğunu düşünüyordum: Bu felsefenin akademik karakterin vardır ve uluslararası bir felsefedir. Felsefeyi üniversiteler içinde gelişen bir disiplin olarak görüyordum ve analitik felsefe sayesinde şarlatanların veya ideolojilerin “filozof” olarak sunulduğu, Fransa'da yaygın olan “kitle felsefesi”ne veya “popüler felsefe” kültürüne karşı koymak istiyordum. Ayrıca, genellikle diğer ülkelerin felsefelerine ilgi göstermeyen milliyetçi felsefe anlayışına da karşı çıkmak istiyordum. Fransız meslektaşlarımın İngiliz ve Amerikan felsefe gelenekleri hakkındaki cehaletleri, bana büyük bir dar görüşlülüğün göstergesi gibi geliyordu.

Bugün, felsefi gazeteciliğin aşırılıklarını kınamaya devam etsem de akademik ve üniversite felsefesinin nitelikleri konusunda daha az eminim. Çünkü dünya genelinde üniversiteler, bilgiyi ve özellikle de felsefeyi sosyal sorunlara bağlayan ekonomik ve politik kısıtlamalar altında yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Gerçek akademik özgürlük olan serbest araştırma, projelerin mutlaka finanse edilmesi, kimi zaman tehdit altındadır. Ayrıca, anglo-amerikan felsefesi her yere yayıldığından ve sık sık ânın modasına kapılıp irrasyonalizmin cazibesine yenik düştüğünden, bu felsefenin nitelikleri konusunda da eskisi kadar emin değilim. Uluslararasılaşmanın erdemleri konusunda da daha şüpheciyim. Uluslararasılaşma felsefecileri birbirleriyle iletişim kurmaya teşvik ederse iyi bir şeydir, ancak büyük bir fikir süper marketine- Türklerin ifadesiyle büyük bir pazara- dönüşürse kötüdür. Bu anlamda, belirli bir ölçüde milliyetçilik yani ulusal geleneklere saygı duymak iyi bir şeydir. Antik Yunan felsefesi, küçük dostluk toplulukları içinde, okullar oluşturarak gelişti. Bu, çok da kötü bir model değildi ve ister analitikçi olsun, isterse Kıtacı, günümüz filozoflarının maruz kaldıkları yayın yapma ve “proje” peşinde koşma yarışından daha iyi bir modeldir. Sadece hâkim olan İngilizceye boyun eğmek için kendi dilinde yazmaktan vazgeçmek de büyük bir hatadır.*

Çeşitli sempozyumlar vesilesiyle, analitik felsefeyle uğraşan Türk meslektaşlarımla sık sık iletişim kurma fırsatı buldum. Bunlar arasında en parlak olanı, dil felsefesi ve metafizik alanında İngilizce olarak önemli eserler veren ve ne yazık ki erken yaşta hayata gözlerini yuman Arda Denkel’di. Daha sonra Türkiye’deki diğer meslektaşlarımla da çok iyi ilişkilerim oldu ve her defasında çağdaş felsefeye olan olağanüstü bilgileri ve açık fikirlilikleri beni çok etkiledi. Bu kitabın Türkçeye çevrilmesi benim için büyük bir onurdur ve bu çeviriyi gerçekleştiren Prof. Dr. Zeki Ozcan’a çok teşekkür ederim. Hans Reichenbach’ın İkinci Dünya Savaşı öncesinde birkaç yıl İstanbul’da yaşayıp ilk nesil öğrencileri yetiştirmesinden bu yana Türkiye, analitik felsefeye en açık ülkelerden biri olmuştur. Umarım bu kitap da bu alana küçük bir katkı sunabilir.

 

 

 Pascal Engel, 2024


[1] Bunun nedenlerini şu yazılarımda açıklamıştım: “Continental insularity: contemporary French Analytical Philosophy” (Çağdaş Fransız Analitik Felsefesinde Kıta Adacılığı), Contemporary French Philosophy, ed. A.P. Griffiths, Cambridge University Press, 1988, 1-19; “La philosophie analytique en France: un bilan institutionnel” (Fransa'da Analitik Felsefe: Kurumsal Bir Değerlendirme), Cahiers de philosophie de l’université de Caen, La normativité, PUC 2002. Ayrıca yakında çıkaca “'The analytic-Continental divide” (Analitik-Kıta Ayrımı) başlıklı denememe bakınız, in M. Rossberg, ed. The Cambridge Companion to Analytic Philosophy, Cambridge University Press.

 

* Vurgu bize aittir.