30 Ağustos 2020 Pazar

ANALİTİKÇİ VE KITA AVRUPA'SI FİLOZOFLARININ YÜZ YÜZE TARTIŞMALARI

 


 1994 YILINDA HON KONG'DA  YAPILAN TARTIŞMALARDAN BİR KESİT

Günümüzde filozoflar iki gruptur. Analitik filozoflar ve Kıta Avrupa’sı Filozofları. Kendilerine analitik diyenler Kıta Avrupa’sı filozofları dedikleri kişilere karşı çıkarlar. Bilindiği gibi Britanya Adaları’nda bulunmayan her şeye kıtasal denir. (Bir İngiliz gazetesinin başlığını aktaralım: Kanal’daki** Sis: İzole Kıta). Bilindiği gibi analitik filozoflar Manş-Ötesi’nde felsefe yapanlardır. İnanıyorum ki, kıta filozofları nitelemesi Manş-Ötesi’nden Avrupa’ya bakarak yapılmıştır. Fakat anlam genişlemesiyle Amerikalılar, Avustralyalılar ve hatta Yeni Zelandalılar, Britanyalı sayılmış gibidir. Öyle ki, bu coğrafî ölçüte göre Kıta Filozofları, İngiltere ve kolonileri dışında tüm Avrupa Kıtası’ndaki filozoflardır. Kanal’ın (Manş) her iki kıyısındaki filozoflar neden farklıdır? Bunu anlamadığımı itiraf etmeliyim. Voltaire Felsefe Mektupları’nda şuna dikkat çekiyordu: İngiltere’den gelen her şey  (Fransa’da ç.n.)  Kraliyet Polisi için kuşkuludur. Fakat biz, artık Voltaire’in döneminde yaşamıyoruz. Çok önceleri Fransızlar ve Almanlar, Locke ve Hume felsefelerini, aynı şekilde İngilizler de Descartes felsefesini kendi felsefelerine eklemlemişlerdi. Sonuç olarak felsefe, coğrafyaya göre pek değişemez! Şunları sormadan edemiyorum: Bir ülkenin iklimi ya da “kahvaltı biçimi” kıtasal olabilir; fakat bunların felsefeyle ne ilgisi vardır? Ve (Manş Ötesi’ndeki ç.n.) bu insanların “analitik” diye niteledikleri terim ne anlama gelir? Her felsefe analiz değil midir? Ve aynı zamanda sentez değil midir? Bu ünlü analitik felsefe, sadece filozoflar tarikatının meraklı üyeleri tarafından çeşitli zamanlarda yaratılan ve kuşaktan kuşağa taşınan yeni bir mezhep gibi midir? Bu filozoflar, bilim adamlarınınkine benzer güvenilir objeleri ve yöntemleri olmadığından, aktif mesleklerini sürdürmek ve felsefeyi değiştirmek için sadece hayali tartışmalar mı yaparlar? Bütün bunları araştırmalıyız. “Analitik” felsefe, hangi üstün özelliklere sahiptir ki, onu kıta felsefesinden ayırabiliyoruz. Bunu araştırmayı da düşünüyorum. Geçenlerde bu mezhebin (analitik felsefenin ç.n.) üyesi ve kıta felsefesine bağlı bir filozof arasındaki diyaloga tanık oldum. Bu, benim şansımdı.

Bu konuşmada tartışan iki kişiden biri Analyphron’du. Analyphron, analitik filozof olmak istiyordu. Paris’te klasik felsefe çalışmaları yaptıktan sonra, Amerika Birleşik Devletleri’ne gitmişti. Oradan Amerikan filozoflarının yöntemlerini ve düşünme biçimlerini kabul etmiş olarak geri döndü. O, uzaktan ya da yakından, “kıtasal” olan her şeyi kıyasıya eleştiriyordu (hatta diyebilirim ki bundan zevk alıyordu). Diğeri Philoconte, Paris’te aynı eğitimi almıştı; fakat Manş-Ötesi’nde veya Atlantik-Ötesi’nde olup bitenden hiç etkilenmemişti. Philoconte, Amerikan kültürünün ürünlerinden, örneğin Eurodisney’den ve Silvester Stollane filmlerinden tiksinirdi. O, tıpkı bunlar gibi analitik felsefeden de tiksinti duyuyordu. Ona göre gerçek felsefe Fransız ve Alman felsefeleriydi. Analyphron’un ve Phyloconte’un karakterleri de felsefî seçimleri de dikkat çekecek kadar karşıttı. Bu karşıtlık, ayrıca güzel bir tartışma nedeniydi ve iletişim için fırsattı. Bu kitap, bütün konuşmaların yazıya geçirilmiş halidir. Her şey tıpkı Tanrı’nın Yaratması gibi yedi günde olup bitti. Her gün tarihsel bir sıraya göre aşağı yukarı tek bir konu ele alındı. İlk günkü konuşma oldukça canlı bir giriştir. İkinci gün analitik felsefenin ilk dönemi ele alındı (diyalog 1). Üçüncü günün konusu, pozitivizmdeki gelişmelerdi (diyalog 2); dördüncü gün, gündelik dil felsefesi tartışıldı (diyalog 3);  beşinci günde çağdaş Amerikan felsefesi söz konusuydu (diyalog 4); altıncı günde felsefenin şimdiki durumuna değinildi (diyalog 5); yedinci günde kahramanlarımız dinlenmediler ve mektuplaştılar. Bu mektupları dördüncü ve beşinci diyalog arasına koydum.

Son olarak konuşmanın geçtiği yer hakkında bilgi vereyim. Bu konuşmalar Hong Kong Üniversitesi’nin kampusunda yapılmıştır. Ben ve konuşan bu iki kişi 1994 yılında söz konusu kampustaydık; üçümüz de yakın dilleri konuşuyorduk; bu görüşme Senyor Common Room’da yapılmıştı. Her gün Victoria Limanı’nın harika manzarasına baka baka, söyleşiyorduk. Kültürü, Asya’nın ve üçüncü bin yılın kültürünü derinden etkileyen Batı’nın felsefesinin kaderini düşünmek için buradan daha harika yer neresi olabilir? Eğer ilgili üniversitenin felsefe bölümünün sıcak konukseverliği olmasaydı, özellikle konuşmalara katılmamakla birlikte, konuşmacılara coşku veren Laurence Goldestein ve Tim Moor’un yakın ilgileri olmasaydı, bütün bunlar gerçekleşmezdi. Kendilerine teşekkür ediyorum.

                                                 Hong Kong Aralık, 1994


 

giriş

ANALYPHRON— Sınırlarımız dışındaki felsefeyi pek az yurttaşımız bilmeye çalışır; bu, bana göre büyük bir skandaldır. Daha geçenlerde bir gazeteci, “Amerikan felsefesi bir hamburger kadar kötüdür” demiyor muydu? Ona göre, bu felsefe entelektüel Mc Danold’dır. Bu gazeteci şunu ekliyordu: Bereket versin ki, büyük düşünürlerimiz Birleşik Devletler’de özellikle edebî çevrelerde sevildi. Amerika’da filozoflar, bir rodeo kovboyundan daha çok değer taşımaz. Mickey ve Coca Cola ülkesinde felsefe var mıdır? Çoğun bundan kuşku duymuşuzdur. Biz Fransızlar, İngilizlere (Amerikalılardan ç.n.) daha hoşgörüyle bakarız. Çünkü ilkin, İngilizler daha uygardır, diye düşünürüz (İngiliz ayakkabıları ve tweetleri giyeriz; gençlerimiz İngiltere’ye dil kursuna giderler) ve ikinci  olarak  bizim için Locke, Berkeley, Hume hatta Stuart Mill, felsefe tarihinin bir parçasıdır (özellikle Mill, feminizmi savunduğundan);  çünkü burada onun yararcılığı pek dikkate alınmamıştır). Bu zavallı deneycilerin değerini her zaman takdir ederiz; yine de felsefelerine pek ilgi duymayız. Russell niye Leibniz kadar önemli bir filozoftur? Anlamakta zorlanıyorum. Moore Brentano’yla, Carnap’la Husserl’le, Ryle Heidegger’le karşılaştırılabilir mi? Doğrusu bunu hiç kimse düşünemez. Fransızların tanımada zorlandıkları Quine, Davidson, Strawson, Dennet ya da Sellars’ı hiç konuşmayalım. Fransızların gözünde sadece Wittgenstein değerlidir; çünkü Almanca yazmıştır ve Kıta okuyucularını etkileyen, Wittgenstein’ın bilmece gibi üslubudur ve Heidegger’inkine  benzer düşünceleridir.  Biz sadece Fransız filozofları filozof sayarız; Almanlara göre ise ancak Alman filozofları filozoftur; hatta denebilir ki, felsefe, sadece Almanca veya Fransızca yapılmışsa felsefedir.

PHILOCONTE: Abartmayın! Sözünü ettiğiniz analitikçi filozofların çoğu, başka dillere çevrilmiştir ve biz, artık 1950’lerde değiliz. Bu yıllarda Fransızlar analitik felsefeden söz edildiğini asla duymamışlardı. Fransız filozoflar Manş-Ötesi’ndeki meslektaşlarıyla karşılaştıklarında kendilerini bir kriket seyircisi gibi görüyorlardı; böyle bir oyunu seyrederken duyduklarına benzer bir şaşkınlık duyuyorlardı.   Fakat sizin ifadenizle biz “kıtacılar”, (ara sıra balık ve cips yesek de) bunları okuyoruz. Fakat şunu ifade etmek gerekir: Manş-Ötesi filozoflarda Kant, Fichte, Schelling, Hegel, Marx, Husserl, Heidegger  gibi büyük Alman filozofların derinliği, sistematikliği ve kuşatıcılığı yoktur. Descartes’tan beri, Bergson’u hariç tutarsak, Fransa’da bu Alman filozoflar kadar büyük filozof çıkmadığını kabul ediyorum. Fakat Merleau-Ponty ya da Sartre gibi XX. yüzyıl büyük Fransız düşünürlerini alınız. Kabul edin ya da etmeyin; onlar belli felsefe anlayışını savundular. Onlara göre felsefe, nesnelerin ve olayların bütününü kavramadır; toplu bir görüşe, bir sisteme sahip olma girişimidir.  Peki, Anglo-Sakson filozoflarda ne vardır? Onlar (sadece ç.n.) önemsiz mantık sorunlarıyla ilgilenmişlerdir ya da klasik filozofların hep söyleye geldikleri şeyi üstelik kötü biçimde yeniden ele almışlardır. Onların bir başarısı yoktur. Geçenlerde Moore’un bir makalesini okudum. Bu sevimli Cambridge’li kendini ortak duyunun savunucusu görüyordu ve iki elini gösterip dış dünyanın varlığını kanıtlayabileceğini iddia ediyordu. Fakat ondan sonra Austin’in bir kitabını okudum. (Bilindiği gibi ç.n.) Austin, edimsözel sözceleri; sadece söylemek için değil, bir şey yapmak için kullandığımız sözceleri   “icat eden” kişidir. Bu kitapta oldukça zekice yapılmış lengüistik bir analizden başka bir şey bulamadım. Bu analizde şu araştırılıyordu: “Özür diliyorum” ve “özür diliyor” arasındaki, “tuzluğu ver” ve “tuzluk masadadır” arasındaki fark nedir? Fakat Austin’de hiçbir felsefe yoktur. Öyle görünüyor ki, “analitikçiler”iniz sadece dille ilgileniyorlar. Realite sadece kelimelerden mi yapılmıştır? Analitikçilerin dergilerini açtım.  Gördüm ki, onlar zamanlarını şunları tartışmakla geçiriyorlar: “Günümüzdeki Fransa kralı keldir” önermesi, Jacques Chirac’ı mı yoksa Paris Kontunu mu belirtir? Ya da “bu kibrit çöpü, kibrit kutusunun yan tarafına sürtülürse yanar” cümlesi nedensel bir olguyu mu ifade eder? Bir an onların çok sıradan sözler söylemelerine rağmen bilgiçlik taslamadıklarını kabul edelim. Yine de onların her birinin, gizemli bir mantığı olan dille soğuk şakalar yaptıklarını göz ardı edemeyiz; üstelik analitikçilerin dilleri, iyi niyetin cesaretini de kırar.

Kiminle alay ediliyor? (Belli değil ç.n.). Onların sözleri hep bilmece, bulmacadır ya da çözme sanatıdır (contrepet). Ben Queneau’yu veya Prévert’yi okumayı yeğlerim. Sizin analitikçileriniz bana skolâstikleri; daha doğrusu onların ontolojik değil teolojik derinliğini hatırlatıyor. Analitikçiler incir çekirdeğini doldurmayan şeylerle ilgilenen alciphronlar’dır (affedersin analyphron). Önemli ve gerçek sorunları ele almak; insanların felsefeden beklentisi budur. Onların, analitik felsefeyi kabul etmelerini nasıl istersiniz? Quine gibi bir Amerikalının yazdıklarını alalım. Onun Voltaire’in Felsefe Sözlüğü’nü kopya eden Quiddite’sini okuduğumda, tümevarımı onaylayamıyorum ve güneşin yarın doğup doğmayacağını bilemiyorum. Quine’ın Hume’dan daha fazla bir şey söylediğini görmüyorum. Analitikçiler, gerçek deneycilerdir. Kant’tan beri iyi biliyoruz ki, empirizm, bizi dogmatik uykumuzdan uyandırmada yararlı olmuşsa da, onda pek de iyi başka bir şey yoktur. Bir çalar saatimiz olması yetmez. Bütün günümüzü  de doldurmalıdır.

ANALYPHRON: İşte, analitik felsefe geleneğine ilişkin sürdürülen en saçma önyargılar. Bize, analitik filozofların dil takıntısından söz ediyorsunuz. Fakat ben, kıta filozoflarının gerçekte dilden başka bir şeyle ilgilenmediklerini düşünüyorum. Bana öyle geliyor ki, yapısalcılar ve onları izleyen Lacan, Foucault, Deleuze, Derrida tipik söz cambazlarıdır. Onlar şuna inanırlar: Realitenin yapısı, bir dilin yapısına benzer. Onlar da (tıpkı analitik filozoflar gibi ç.n.) hep anlamdan ve kelimelerden söz ederler. Analitik filozofların kılı kırk yaran analizler yaptıkları ve artık felsefî sistemler üretmedikleri iddiasına gelince; bu iddia gülünçtür. Viyana Çevresi’nin Mantıkçı Pozitivistleri, gerçekte sistemli bilgiye ilişkin bir teori ortaya koymaya çalıştılar. Kuşkusuz onlar, empirizmi kabul ettiler. Fakat onlar, empirizmi, geçmişteki güçlüklerinden kurtarmaya çalıştılar. Ve bugün analitik gelenekte büyük metafizikçiler vardır. Michael Dummet, David Lewis, Donald Davidson, David Armstrong bunlardandır. Bunlardan başka Strawson gibi Kantçılar da vardır. Ve kim söyleyebilir ki, çağımızın en büyük politik filozofu olan Rawls, her birimizi tümüyle ilgilendiren sorunlarla ilgilenmez? Goodman’ın Les langages de l’art  (Sanatın Dilleri) adlı kitabında bir estetik ortaya koyduğunu kim inkâr edebilir? Bu örnekler yetmez mi?

PHILOCONTE: Bunları kabul edelim. Fakat bu filozoflarınızın görmedikleri şey, Batı metafiziğinin kendini yenilediğidir. Bunu Heidegger ve hatta okunmasını öğütlediğiniz Wittgenstein daha önce ortaya koymuştur. (Analitikçi ç.n.) düşünürleriniz Kant öncesi bir aşamada kalmışlardır. Onlar hâlâ Leibniz ve Wolff döneminde olduğu gibi düşünebileceğimize inanırlar. Onlar bize, Chomsky gibi doğuştancılığın ya da Quine gibi deneyciliğin bilmem kaçıncı versiyonlarını önerirler; ama yinede dogmatik metafiziğin evrimleştiğini görmezler. Ve onlar metafiziği reddettiklerinde, bunu en sıradan pozitivizm adına yaparlar.  Carnap,  “metafizikçi başarısız bir sanatçıdır” der; peki, onun bu gülünç iddiasına kim inanır? Tersine Heidegger bize şunu gösterdi: Düşünür ve şair arasında o kadar derin ilişkiler vardır ki, tıpkı Platon gibi hakikati araştıran filozofları ve görünüşü üreten şairleri ayıran çizgiyi artık düşünemeyiz. Sizin bütün mantıkçı deneycileriniz üç yüz yıl geriden geliyorlar. Onlar önce derslerini yapsınlar, sonra okunacaklardır.

ANALYPHRON: Ne önemsiz bir şey! Bana Heidegger’den söz ediyorsunuz. O, hiç kimsenin klasik metafiziğe artık haklı olarak inanmamasını gerektiren örnektir.  Heidegger’in yok edici yokluk kavramını alalım. Bu, ne anlama gelir? Pozitivistler bunun saf bir anlamsızlık olduğunu söylemekte çok haklıdır. Evet, benzer saçmalıkları duyduğumda kendimi adamakıllı pozitivist hissederim. Fakat analitik filozofların tümü pozitivisttir, diye düşünürseniz yanılırsınız. Artık onlar, Viyana Çevresi’nin dogmalarından çoğunu terk ettiler. Analitik filozoflar, böylece (“bekârlar hiç evlenmemişlerdir” gibi) analitik önermeleri, (“su, 100oC’de kaynar” gibi) sentetik önermelerden ve anlamı anlamsızlıktan ayırabilmeyi artık düşünmüyorlar. Fakat onlar yine de rasyonalisttirler. Kıta felsefesi sadece sofistiğin ve irrasyonalizmin çağdaş versiyonudur.

PHILOCONTE: (Sinirlenmeye başlar)— Siz, haklı olarak derin düşünürler olan sofistlere biraz daha çok dikkat çekiyorsunuz. Bana mantık kurallarınızı gösteriyorsunuz. Hangi hakla? Söylem mantık yasalarına itaat eder mi? Etmeli midir? Evet; çünkü mantık, aklın polisidir. Sizin rasyonaliteniz ne kadar despot! Artık iyice cılkı çıkmış bir Akıl kavramına çatıyorsunuz. Hakikat, uygunluk, rasyonalite ideaları; bunlar artık bizim için Antik Çağ’daki veya Aydınlanma Dönemi’ndeki anlamlarını taşımazlar. Sizin Amerikalı yazarlarınızdan biri Feyereband,  kitaplarından birinin başlığında, Akla Elveda diyor.

ANALYPHRON: O, Avusturya kökenlidir.

PHILOCONTE (Şimdi daha çok sinirlenir): —İyi düşünceler Avrupa’dan gelir. Amerikalılar naif bir İncil’den başka bir şeye inanamaz: Onlar, eskiden Kutsal Kitap’a ve tüfeğe inanıyorlardı; şimdi de inandıkları, Akıl’dır ve Deney’edir. Amerikalılar, Püriten vaizler halkıdır. Ya Amerikan pragmatizmi? Onların pragmatizmi sıradan bir şeydir. Amerikalılar şöyle düşünürler: Hakikat, ekonomik karşılığı olan şeydir, kasaya para olarak girer. Bir Amerikalının konferansını dinlemiştim. O, şöyle soruyordu: “Bu kanıt ücretli midir?” Amerikalılara göre hakikat, finansman kaynağıdır. İşte, bütün ihtişamıyla teknik düşüncenin egemenliği. Kuşkusuz hakikatin pratikle özsel bir bağlantısı vardır. Çünkü kültür bir geleneğin parçasıdır. Sizin Wittgenstein’ınız demektedir ki, “Amerikalılara ne verebiliriz? Kültürümüz yarı yarıya çürümüş değil midir? Fakat Amerikalıların kültürü yoktur.” Kültür olmadan nasıl felsefe yapmayı isteyebilirsiniz? Bizim kültürümüz yarı yarıya çürümüştür; fakat yine de bir kültürümüz var.

ANALYPHRON (Kendini zor tutar).—İşte avantajınız. Kültürümüzün çöküşünü düşünebilecek durumdasınız ya da (öyle inanıyorsunuz). Fakat yaptığınız şey sadece dekonstrüksiyondur, “post-modernizm”i ve ezeli çöküşlerimizi düşünmektir. Felsefenin rolü tümüyle olumsuz mudur? Felsefenin artık ancak değersiz şeyler biriktirebilmesine sevinmeli midir?

PHILOCONTE (Kızgın biçimde sandalyesinden kalkar).—Ve sizin analitikçileriniz? Onlar başka ne yapıyorlar? Onlar dili yanlış kullanımlarından arıtmak istiyorlar ve dilin söylemimize soktuğu çerçöpü biriktirmek de istiyorlar. Neyi yerine koymak için? Gücünü yitirmiş eski bir metafiziği, tarihin bir tekrarını. Çünkü bu insanlar felsefe tarihini hiç de bilmiyorlar ve bundan da gurur duyuyorlar. Onlar hep mantık öğreniyorlar; hepsi bundan ibaret. Onlar Descartes’ı, Spinoza’yı, Kant’ı asla okumadılar  Platon’u ve Aristoteles’i ise azıcık okudular. Ve onlar, düşünce yasaları koymak istiyorlar. Onlar önce felsefe tarihini öğrensinler! Felsefe tarihi olmadan, felsefe tarihinin düşünümlü bilinci olmadan, felsefe yapılamaz. Tarihi iyi bilirsek, tekrarla zaman kaybetmeyiz. Analitikçiler bize mantıksal-matematiksel etiketli sözüm ona yeni “teoriler”  sunarlar. Oysa bu teoriler, gerçekte eski aylardan kesilerek elde edilmiş yeni yıldızlardır; Avrupalı filozoflar tarafından çok zaman önce ortaya konmuş sözcelerdir.

ANALYPHRON (Ayağa kalkar):  Bunu bekliyordum. Kuşkusuz kıta felsefesine dair pek çok çalışma vardır;  Manş-Ötesi ve Atlantik ötesi felsefe tarihine ilişkin çalışmalar daha az değildir. Fakat bilmiyor gibisiniz. Eğer “büyük filozoflar”ın daha önce söylediklerini açıklamakla vakit geçiriyorsanız felsefede ne yapabilirsiniz? Sizin Kıta Felsefenizin yaptığı tek şey, bir tapınak bekçiliğidir. Siz yalnız Vestia rahiplerisiniz. En azından sizden farklı olan biz analitikçiler, felsefeyi üretiyoruz. Teoriler öneriyoruz; onları karşılıklı olarak ve akla uygun tarzda tartışıyoruz.

. PHILOCONTE: (Sabrı taşarak): —Hangi rasyonalite? Hangi görüş alışverişi? Siz, “söylemimizi mümkün kılan şartlar nelerdir?” diye sormuyorsunuz. Bugün sadece XVIII. yüzyılda olduğu gibi düşünebilir misiniz? Sizin tümüyle zaman üstü bir vizyonunuz var. Fakat felsefe bir bilim değildir. Önceki filozofların söyledikleri şey, bilimlerdeki şimdiyle aynı ilişki içinde değildir. Kimyada eski teoriler reddedilebilir ve yeni teoriler kabul edilebilir. Siz tıpkı felsefede de böyle doğru veya yanlış teorilerden, tezlerden söz ediyorsunuz. Felsefenin özgünlüğünü bilim olmamasına borçlu olduğunu anlamadınız. Siz, bilimcisiniz; hepsi bu. Sizin sözüm ona teorinizin eski fıçılarda saklanan, biraz taze Avrupa şarabıyla karıştırılmış Kaliforniya şarabından ne farkı var?

ANALYPHRON: Kaliforniya şarabını pek severim. Az da olsa zinfandel tadınız. Felsefe edebiyat mıdır? Ya da şarapçılık bilgisi midir?

PHILOCONTE: Edebiyatla ve şiirle sandığınızdan daha çok benzerliği olsa bile felsefe özgündür. Her filozof kendi projesinin, kavramlarının ve kavramsal şemaların taşıyıcısıdır. Filozofun, özel bir yaratım ürünü olan evreni vardır; bu evren, tıpkı bir yazarın, bir sanatçının eseriyle aynı niteliktedir. Filozof kuşkusuz belli bir hakikati amaçlar; fakat hakikat onun sisteminin içindedir; “bilimsel”,  objektif bir bakış açısıyla  dışarıdan kavranamaz. Bu nedenle bir anlamda bütün filozoflar, filozoflar olduklarına göre haklıdırlar. Bir felsefeyi reddedemeyiz. Ve aynı zamanda filozofların hepsi benzer bir şeyler söyler.

ANALYPHRON (Öfkeden kızarır):—İşte bir kıta inancı. Fakat yanlış felsefî tezler vardır. Örneğin Berkeley’in idealizmine inanıyor musunuz? Empirizmin yanlış olduğunu söylüyorsunuz. Filozoflar, bütün ölümlü insanlar gibi yanılamazlar mı? Bu disiplinde ilerleme olamaz mı? Analitik filozoflar olabileceğine inanıyorlar. Onlar kolektif bir çaba harcıyorlar; kendi topluluklarının yargılarına boyun eğiyorlar. Onlar sizin betimlediğiniz içekapanık sanatçılar değildir. Sizin vizyonunuz tümüyle romantiktir. Loş Orman’ın ahşap küçük evlerinde varlık çobanları rolünü sonsuza dek oynayabileceğinize inanıyor musunuz?

PHILOCONTE (Kendini kaybeder):—Ve siz, Pentagon’un sübvanse ettiği ve Üniversite denen süper marketlerde çalışan, mantıksal düşüncenin küçük memurları?

  MÉSOTHÈTE: (Araya Girerek): Baylar, Baylar! Rica ederim, sakin olun! Tüm görüş ayrılıklarınızın ayırtındayım. Fakat bilgelik tutkunu hakiki filozoflar gibi tezlerinizi daha sakin biçimde ortaya koyamaz mısınız? Bu kulübün huzurlu ortamı kavgaya izin vermez.  Ve her ikiniz de kamuoyunu kendi felsefe yapma biçiminizin doğruluğuna inandırmaya çalışıyorsunuz; ama tartışmalarınız çok ateşli ve o  kadar da gülünç; bu tür tartışmanın  kamuoyunda yapacağı etkiyi düşünün.   Kendinize gelin ve birer Tsing Tao için. Siz mantıkçı olan Analyphron,  biliyorsunuz ki, ad hominem  kanıt, sahtedir. Siz tarihçi Philoconte, sistemlerin çok çeşitli olmasına alışmalısınız ve bu duruma saygı göstermelisiniz. Kendinize gelemez misiniz ve sakince tartışamaz mısınız? Bazı cevaplarınızdan anlıyorum ki, gerçekte aranızdaki fark, sanılandan daha azdır. Söze başlarken önce savunduğunuz bu “analitik” felsefenin gerçekte ne olduğunu  belirleyelim; yoksa, korkuyorum ki, tartışmanız gizemli bir görünüm alabilir. Azizim Analyphron, bunu bize sinirlenmeden açıklar mısınız?

ANALYPHRON: Peki, fakat bir şartla.  Philoconte, zırvalamak için lafımı sürekli kesmemesin.  Unutmayın ki, benim tartışma üslubum her şeyden önce bu ülkede bir azınlığın bir parçası olmamdan kaynaklanıyor; çünkü analitik felsefe yurttaşlık hakkını henüz kazanamadı.

PHILOCONTE:  Bu doğru değil; çünkü her yerde sadece analitik felsefe var! Kitapçı vitrinlerine bakın! Hep analitik felsefe görürsünüz. Wittgenstein'ın Tractatus’unun rock bir versiyonu var. Carnap’ın rap versiyonu acaba ne zaman çıkacak?

ANALYPHRON: Bunun pek de önemi yok. Çünkü gerek profesörler gerekse öğrenciler hep Descartes’ın Méditations’unu (Metafizik Üzerine Düşünceler ç.n.) veya Kant’ın Prolégomènes’ini (Gelecekteki Her Türlü Metafiziğe Giriş ç.n.) okuyorlar; Tractatus’u ve Frege’nin yazılarını okumuyorlar; ama bu sonuncular, en az birinciler kadar önemlidir. Öte yandan tarih yazarları “Foucault bir düşünce devidir” diye inanıyorlar. Oysa gerçekte hiç de öyle değildir.  

MÉSOTHÈTE: Rica ederim! Ulusumuzun ünlü kişilerine hakaret etmeyin. Analyphron, korkmayın! Bir gün sizin düşünce kahramanlarınız da moda olacak. Analitik felsefeyi bize açıklamanız için daha çok neden var.

PHILOCONTE:  Evet. Bu bölümde çok yeni ve çok ilginç bir şey olup olmadığını göreceğiz.


birinci diyalog: Başlangıçlar

PHILOCONTE:  Sizi dinliyoruz Analyphron. Bu ünlü analitik felsefeniz nedir?

ANALYPHRON:  (Ben bunu cevaplamadan önce ç.n.) sizlerin neyi anladığını görelim; bu amaçla küçük bir test yapalım ve Mésothète’ten analitik felsefe hakkındaki düşüncelerini açıklamasını isteyelim. Çünkü o, bu tartışmada bizim Candide’imizdir.

MÉSOTHÈTE:  Eğer isterseniz. Diyeceğim ki, analitik felsefe ana hatlarıyla mantıkçı pozitivist felsefedir. Aslında bu, bir İngiliz-Amerikan felsefesidir; “pozitivist”tir. Çünkü bilimcidir ve deneycidir; anlamsız gördüğü metafiziğe karşıttır. Analitik felsefe aynı zamanda “mantıkçı”dır; çünkü mantığı felsefenin başı ve sonu yapar. O, aslında kendini dilin analizine adamıştır. Bu felsefe, hem de “analitik”tir; çünkü analitikçiler büyük teorik sentezler yapmayı düşünmezler; ayrıntılı analizlerle ilgilenirler. Örneğin analitik filozoflar, kendilerine şunu sorarlar: “Şimdiki Fransa kralı keldir” dendiğinde söz konusu olan  acaba şu anki Cumhurbaşkanı mıdır? Ya da Fransa’nın hâlâ bir monarşi olduğuna mı inanılmaktadır? Söylemeliyim ki, bu problem çok önemsizdir.  İnsan hayatının anlamı nedir? Gerçekte yokluk mu yoksa varlık mı vardır? Bunu nasıl bilebiliriz? Sorunlar önemlidir. Eğer analitikçiler gibi boş sözlerle uğraşırsak bunları nasıl çözmeyi umabiliriz? Analitik filozoflar ortak duyudan ya da gündelik hayatın basit durumlarından ödünç alınmış örnekleri çok severler. Örneğin bir kişi bir lokantaya gittiğinde ve bir hamburger ısmarladığında ne olup bitmektedir? Ya da Marcel bir bardak su içmek istediğinde ve mutfakta bir bardak su olduğuna inandığında, onu su içmek için mutfağa götüren şey nedir? Analitikçiler bunları uzun uzun analiz ederler. Aron, Sartre’a bir bardak suyla felsefe yapmayı öğütlemişti; fakat bu, analitikçilerin anladığından daha derin bir anlama sahipti; Aron, Sartre’a fenomenoloji yapmasını öğütlemişti.

ANALYPHRON: Size teşekkür ediyorum Mésothète. Portreniz pek çok insanın analitik felsefe hakkındaki bakışına oldukça uygundur. 

MÉSOTHÈTE:  Mademki betimim doğru değildir. O halde siz betimleyin.

ANALYPHRON: Betiminiz daha doğrusu imgeniz, kesinlikle dolambaçlı yollara başvurmaktadır; yine de onlar tümüyle yanlıştır diyemem. Her ne olursa olsun, analitik filozofların doktrinlerinden çok yaptıklarını vurgulamakta haklısınız. Bu filozoflardan çoğu, Wittgenstein'ın, “felsefe bir doktrin değildir; fakat bir aktivitedir” şeklindeki düşüncesini ciddiye aldılar.

Bu açıdan analitik filozofların ve Kıta Avrupa’sı filozoflarının uygulamaları arasında çok önemli karşıtlıklar vardır. İşte bunların bir listesi! Liste azıcık karikatürü andırabilir; ama başlangıçta bize yararlıdır. “Analitikçiler” felsefî problemlerle ilgilenirler ve onları çözmeye çalışırlar. Kuşkusuz “kıtacılar”, da problemlerle ilgilenirler; ama onların ilgilenme biçimleri farklıdır. Onlar, önceki filozoflar tarafından formüle edilmiş, incelenmiş ve cevaplanmış problemleri ele alırlar. Onlar özellikle felsefe tarihiyle ilgilenirler; önceden çözülmüş ya da kadük olmuş problemleri yeniden ele almak yerine, metinleri yorumlarlar. Bir tez ya da bir teori nasıl hazırlanmıştır? Onların amacı çoğunlukla bunu izlemek değildir; tersine yorumlamak, uygun gerekçeler bulmak ve tefsir etmektir. Bu nedenle kıta Avrupası filozofları, problemlerden çok filozoflarla, felsefenin kendisinden çok tarihiyle ilgilenirler. Analitik filozofların felsefe yapma biçimi kanıtlamadır, itirazları cevaplamadır; ayırımlar yapmadır, betimlemedir, örnekler ve karşı-örnekler bulmadır. Bu, eleştiriye izin vermek için, sonuçların açık ve iletilebilir olmasını isteyen, alçak gönüllü bir tarzdır. Analitik filozoflar şunun zorunlu olduğunu düşünürler: Karmaşık ve karıştırılmış durumlardan değil de basit ve yalın durumlardan hareket edersek, bir problemi doğrudan doğruya anlayabiliriz.  Kıta Avrupa’sı filozoflarının üslubu tersine, genellikle karanlıktır, edebidir, melo-dramatiktir, “derin”dir. Bunların, makalelerinden çok kitapları vardır; kitapları ayrıntılı betimler değildir; senkretiktir. Bu nedenle Kıtacılara göre, analitik filozofların yazıları gelgeç, yavan ve yapaydır. Kuşkusuz bu farkların nedeni, analitik filozoflardaki konuların farklı olmasıdır. Kıta filozofları insan hayatının, kültürün ve politikanın “önemli problemleri”yle ilgilenirler. Oysa analitikçiler tümüyle teknik ve özel sorunlara ilgi duyarlar. Tipolojik olarak bir kıta filozofu, bir entelektüeldir; ondan demokrasinin doğası, ırkçılık ve savaş gibi “önemli konular”da tutum takınması beklenir. Oysa analitikçi filozof tipolojik olarak bir teknisyendir. O, sadece akademik filozofların ilgilendikleri sorunlarla, özellikle mantık sorunlarıyla ya da oldukça Skolastik sorunlarla ilgilenir. Kıta felsefesini canlı kılan, edebî yazılardaki kelime oyunları, formüller ve geniş sentezlerdir. Oysa analitik felsefe canlılığını, mantıksal, matematiksel dilleri; bilimsel kavramları kullanmasına borçludur. Kıtacı filozof kamuoyunu ilgilendiren konulara müdahale etmekten hoşlanır ve analitikçi filozof, uzmanların toplantılarında ve profesyonel kolokyumlarda sadece meslektaşlarıyla buluşmayı tercih eder.

PHILOCONTE:  Betiminize genelde katılıyorum. Fakat analitik felsefe portreniz, bende ona katılma isteği uyandırmadı. Analyphron, sanıyor musunuz ki, belirttiğiniz bu farklar “analitik” düşünürlerin ve “Kıta Avrupa’sı” filozoflarının özgün yanlarını gösterebilir? Doğrusu hayır. Çünkü bu iki felsefe biçimi analiz ve sentez kavramlarına dayanır; söz konusu kavramlar,  felsefe tarihinde uzun bir geçmişe sahiptir. Hatta bu farklar felsefenin başlangıcından beri vardır. Söyledikleriniz, sadece bu iki kavramın derin farklarını gösterir. Buna neden inanmıyorsunuz? Açıklamalarınız,  Kant’ın, “skolastik” ve “kozmik” felsefeler  farkı diye nitelediği şeye ilişkin değil midir? Birinci kavrama göre felsefe, ekoller, doktrinler, kanıtlama teknikleri (mantık, retorik, diyalektik gibi Ortaçağın üçlü disiplinleri) çerçevesinde yapılır. İkinci kavrama göre felsefeyi, ekollere bağlı olanlar değil; fakat olmayanlar yapabilir;  felsefenin konusu mantıksal ya da diyalektik kanıtlamalar değil; fakat sokaktaki insanın kendine sorduğu “neyi bilebilirim?”, “neyi yapabilirim?”, “neyi umabilirim?” “nasıl yaşayabilirim?” gibi sorulardır. Bu, bir anlamda Sokrates’in sofistlere; Epikuros’un diyalektik okullara, Rönesans filozoflarının skolastiklere, Marks’ın ve Schopenhauer’in Hegelciler’e, Nietzsche’nin profesörlere, Sartre’ın Sorbonlulara, Clement Rosset’nin yapısalcılara vs. yönelttikleri eleştirilerdeki sorunlardır. Analyphron, hayret ediyorum ki, siz, gerçekte sadece “kavramsal” belirsizlikler üreten mantıksal ayrıntı kaygısına “açıklık” diyorsunuz; oysa gerçekte herkese konuşan felsefe; küçük ve büyük erdemlerin felsefeleri açıktır ve saydamdır.

MÉSOTHÈTE:  Analitik felsefe bilgiçlik taslayanların felsefesidir; Pantagruel’in alay ettiği Sorbonne escoliers’nin felsefesidir.

ANALYPHRON: Bu sözü bekliyordum. Bu iki felsefe yapma biçimi nasıldır? Ben bunun sadece bir taslağını yaptım. Onlar karşıtlığı çok eskilere gider; inkâr etmiyorum. Fakat inanıyorum ki, bu karşıtlık, şimdi eskisinden farklı biçimde ortaya çıkmıştır. Yeni durumu genel hatlarıyla Alman Üniversitesi’ne ve XIX. yüzyıla kadar götürebiliriz. Yeni durum, filozofun profesyonel yani ücretli filozof olmasıyla başladı. Ücretli filozof, meslektaşlarıyla ve öğrencileriyle çevrili ekolojik yuvasını,  üniversite bölümlerinde kurdu. Yine de analitik felsefeyi sadece ve sadece üniversite felsefesi diye nitelemek haksızlıktır. Çünkü portrelerini yaptığım kıta Avrupası filozofları da analitikçi meslektaşları kadar üniversitelidir. Hiçbir kuruma bağlı olmayan özgür “düşünürler ve düşüncenin gözlüklü bilginleri, sıradan profesörler arasındaki bir karşıtlığı nitelemek istemedim; fakat amacım profesyonel felsefenin iki biçimi arasındaki karşıtlığı sergilemekti.  Sözlerimden artık anlaşılmıştır ki, Kıta filozofları  kendilerinin, ikincilerden (profesörlerden ç.n.) çok birincilere (özgür filozoflara) daha yakın olduklarını söylemeye çalışırlar.

Bir noktada haklısınız:  Üniversite dışındaki felsefe ile üniversitelerdeki felsefe arasında ne fark vardır? Bugün bu farkları anlamakta zorlanıyoruz. Farklar önemlidir. Ancak bunları şimdilik bir kenara bırakın, diyorum. Amacımız söz konusu  farkların nedenlerini araştırmak değildir; daha çok felsefe yapılan kurumlarda ve uygulamalarda ne olup bittiğini görmektir. Biraz ileri gideyim ve analitik felsefe nasıl doğdu? İzin verirseniz bunun tarihsel betimini yapayım.

PHILOCONTE:  Peki! Öyle olsun! Sizi dinliyoruz.

ANALYPHRON: (Profesör üslubu takınır) Analitik felsefenin pek çok tanımı yapılabilir; bu tanımları belirleyen şey, yerleştiğimiz tarihsel, coğrafi ve sosyo-kültürel bakış açısı; kabul ettiğimiz doktrin; izlediğimiz filozofların tezleri, üslupları ve yöntemleri vs. dir. Bunlardan hangisini temel alırsanız, öyle bir tanım yaparsınız. Fakat analitik felsefe hakkında az veya çok tam bir fikir vermek istersek, gerçekte bütün bu faktörlerin iç içe olduklarını görürüz; bu yüzden onların hepsini dikkate almalıyız. Analitik felsefenin tek bir tanımı olduğunu da iddia etmiyorum. Günümüzde belki de bu filozofların hepsinde, yaptıkları ya da yapmak istedikleri şey hakkında ortak bir anlama vardır. Analitik filozoflar arasında sadece bir aile benzerliği bulunur; söz konusu benzerlik, tek bir analitik felsefeden söz etmemizi yasaklar. Yine de inanıyorum ki, ortak bir çizgi vardır.

Tarihsel açıdan genellikle şunda uzlaşılır: Analitik felsefe, XIX. yüzyılın sonunda, İngiltere’de, Avusturya’da ve Almanya’da doğdu. Bu felsefenin ortaya çıkışı Alman Gottlob Frege ve İngiliz Bertrand Russell tarafından icat edilen yeni mantığın doğuşuyla aşağı yukarı eşzamanlıdır.   Frege ve Russell, matematiği bu yeni mantığa dayandırmak istiyordu. Onlar,  mantıkta ulaştıkları sonuçları bilgi felsefesine ve dil felsefesine de uyguladılar; metafizik ve epistemolojik görüşler ortaya koydular. Onların bu görüşleri açıkça realistti ve Platon’cuydu; özellikle Almanya’da egemen Yeni Kantçılığa ve İngiltere’de egemen Yeni Hegelciliğe karşıttı. Yeni mantık ve “analitik” biçim, Russell ve G.E. Moore aracılığıyla, 1920’li yıllarda uygun bir ortam olan Cambridge’te gelişti. Frege’nin ve Russell’ın (örneğin 1911 yılında İngiltere’ye gelen, Frege’nin tavsiyesi üzerine Russell’la birlikte araştırmalar yapan)  Wittgenstein  ve İngiliz Frank Ramsey gibi ilk öğrencileri, Camridge’te bu yeni mantık üzerinde araştırmalar yaptılar. Aynı dönemde Einstein fiziğinin derin etkisinde kalan bilim adamlarından ve filozoflardan oluşan bir grup, Alman filozof Moritz Scklick’in yönetiminde, Viyana’da Viyana Çevresi diye bilinen bir topluluk oluşturdu. Bu filozoflar, tıpkı Russell gibi, yeni mantığın tekniklerini bilgi teorisine uygulamaya çalıştılar. Onlar sadece mantıkla ilgilenmekle kalmadılar; felsefî görüşlerinde Mach’ın empirizminden ve pozitivizmden doğrudan etkilendiler. Bundan dolayı onlara “mantıkçı pozitivistler” denir. Mantıkçı pozitivistler, Wittgenstein'ın Birinci Dünya Savaşı sırasında yazdığı ve 1922 yılında basılan Tractatus adlı kitabındaki doktrinlere ve Russell’ın doktrinlerine dayanıyorlardı. Onların felsefe yapma biçimi, kesinlikle metafizik karşıtıydı. Onlara göre felsefe, “bilimin mantığı” olmalıdır ve metafizik bir tür anlamsızlıktır. Sadece deneysel ve bilimsel olarak doğrulanabilen sözceler anlamlıdır. Onlar hem Yeni Kantçılığa hem de ister Husserlci isterse Heideggerci tarzda yapılsın, fenomenolojiye karşı çıktılar; felsefeye bilim teorisi yapma görevi verdiler; onlara göre fizikteki, mantıktaki ve matematikteki gelişmeler böyle bir görevi ortaya çıkarmıştır.  Spengler’in irrasyonalizmine karşılık mantıkçı pozitivistler, Aufklärer olmak istediler ve onlar politikada sosyalistti. Fakat mantıkçı pozitivizm yalnız Almanya’dan ve Avusturya’dan gelmedi. Avusturyalı filozof Brentano’nun Polonyalı bir öğrencisi, Brentano fenomenolojisinin gelişmesine çok katkıda bulunan Kasimir Twardovski, Lwow’da bir okul kurdu. Bu okul, Lukasiewicz, Tarski ve Lesnievski gibi mantıkçılarla güç kazandı ve “Lwow-Varşova Okulu” diye bilindi. Bu okula bağlı filozofların, Carnap, Reichenbach, Gödel, Hahn, Neurath gibi Viyanalı filozoflarla pek çok tartışması vardır. Bu dönemde çok etkili bir akım doğdu. Akımın kendi tartışma grupları, ortak düşünceleri ve iç çatışmaları vardı. Bu akım 1935’te Paris’te bilim felsefesi kongresinde etkisinin doruğuna çıktı (azizim Philoconte, bunu söylemeliyim; çünkü bütün bu dönem boyunca 1914’te cephede öldürülen Russell’ın bir öğrencisi olan Louis Couturat’yla birlikte yeni mantığa geçici olarak katkıda bulunan Fransızlar, büyük ölçüde analitik felsefe akımlarının dışında kaldılar; fakat Cavaillès, Nicod  gibi genç filozoflar ya da Herbrand gibi mantıkçılar, Almanya’daki ve İngiltere’deki felsefî gelişmelerle ilgilendiler; fakat onlar diğer Fransız filozoflarınca tümüyle dışlandılar ve bir etki yapamadan, erken yaşta öldüler. Ayrıca söylemeliyim ki, Fransa’da analitik felsefenin yayılmamasında Poincaré’nin de bir etkisi vardır. O, Russell mantığını verimsiz olduğu gerekçesiyle bir çırpıda reddetti).

PHILOCONTE:  Sevgili Analyphron, bütün sözlerinizden anlıyoruz ki,  analitik felsefeye Amerikalıların pek az katkıları vardır. Bunu gizlemeyin. Analitik felsefe tümüyle Avrupalı bir harekettir. Oysa siz az önce bu felsefeyi bir Amerikan felsefesiyle özdeşleştiriyor gibi göründünüz. Bunun sebebini anlamıyorum. Yankeelerin burada ne işi var?

ANALYPHRON: Sözlerimin devamı bekleyin. Fakat haklısınız. Analitik felsefe başlangıçta Avrupalı bir akımdı.[1] Ayrıca belirtiyorsunuz ki, Husserl’i ve Heidegger’i ilk eleştirenler, Almanlar ve Avusturyalılardı. Amerika’da XIX. yüzyılın sonunda ve XX. yüzyılın başında etkili olan bir felsefe  akımı vardı; bu akım, Peirce’in, James’in ve Dewey’in pragmatizmiydi. Her şeye rağmen mantıkçı pozitivizmin, bu akımla belli bir yakınlığı oldu. Pragmatik filozoflar, özellikle James, Fransa’da (örneğin Bergson tarafından) 1920’li yıllara kadar tartışıldı ve onlar İngiltere’de de etkili oldu. Kuşkusuz, pragmatizm mantıkçı pozitivizmin gelişeceği alanı elverişli hale getirmiştir; bunu inkar edemeyiz. Fakat yine de pragmatizm, “analitik evrim”in gerçek bir parçasıdır, diyemeyiz.

Almanya’da yükselen Nazicilik, Viyana Çevresi’ne ve henüz yeni doğmakta olan analitik geleneğe bağlı pek çok filozofu Amerika Birleşik Devletleri’ne sürgüne gönderdi. Bu filozofların Amerika’ya gelmesinden sonra, dediğiniz gibi Yankeeler analitik felsefeyle ilgilendiler. Einstein gibi pek çok bilim adamıyla birlikte bu filozofların önemli bir bölümü, 1935-1940 yılları arasında Amerika’ya göç etti. Carnap, Tarski, Gödel, Hempel, Feigl, Reichenbach, Von Neumann Amerikan Üniversitelerinde görev aldılar. Viyanalı bir “âsi” olan Popper, Yeni Zelanda’ya göç etti; sonra İkinci Dünya savaşı bitince İngiltere’ye yerleşti. Wittgenstein 1930’lu yıllardan itibaren Cambridge’e yerleşmişti. Savaş sırasında Polonya’da kalan Varşova Okulu’nun pek çok üyesi, Naziler tarafından katledildi. Bu nedenle İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda analitik akım, coğrafi olarak konuşursak, çok Anglo-Sakson bir dönemece girdi. Robert Blanché’nin yazdığı gibi Fransa’da Alman askerler Paris’i terk eder etmez, Alman metafiziği bu ülkeye yerleşti. Öyle ki, Fransa’da yeni kuşak filozoflar, Anglo-Sakson dünyasına egemen olmaya başlayan akımdan uzak durdular (siz, kendilerini korudular diyebilirsiniz). 1950’li yıllarda Pozitivizm, önce üniversitelerde dersler veren Almanya’dan göç etmiş filozofların etkisiyle; sonra doğrudan doğruya Alman filozoflarının mantıkta ve lengüistik analizde yetiştirdikleri Quine, Goodman, Sellars gibi Amerikalı filozofların etkisiyle, Birleşik Devletler’de sahneye hakim oldu. Amerikan versiyonuyla analitik felsefe sadece bu etkinin bir sonucu değildir. Analitik felsefenin Amerika’da gelişmesinin başka iki nedeni daha vardır: Bilimsel ve teknik kültürün hâkimiyeti, büyük Amerikan Üniversiteleri’nin bilim için çok açık yapısı ve araştırma yapma biçimi (çünkü kuşkusuz Amerikan Üniversiteleri Avrupa’daki gücünü yitirmiş üniversitelerden daha zengindi). Amerika’daki bu analitik eğilimler, Savaş öncesi hareketin bütünleyici bir parçasıydı; fakat analitik filozoflar özellikle Savaş’tan sonra, bilim adamları gibi kolektif olarak çalışan, tartışan ve  büyük ölçüde eleştiriye açık profesyoneller gibi görüldüler. Savaş öncesinin Alman profesörleri kendi ülkelerindeki üniversite hayatında kaybettikleri şeyi, çok daha demokratik ve çok daha farklı bir ortamda buldular. Doğrusu bu, onların kendi ülkelerindeki üniversite hayatında kaybettikleri şeydi. Fakat pozitivizmin Birleşik Devletler’de her yere egemen olduğunu söyleyemeyiz. Orada pragmatist, spritüalist, fenomenolojik eğilimler de yaygındı. Doktrinleri herkes tarafından kabul edilmese de mantıkçı pozitivizm, Amerikan geleneğinin büyük bir bölümüne dilini, yöntemlerini, kavramlarını yaygınlaştırdı.

Yine de “savaş sonrası analitik felsefe, mantıkçı pozitivizmin Amerikan versiyonuyla özdeşleştir” demek doğru değildir.  İngiltere’de mantıkçı pozitivizmin bir etkisi oldu. Bu etkide Ayer’in 1936 yılında basılan ve 1940’lı yıllarda pozitivist hareketin âdeta kutsal kitabı gibi olan ünlü kitabı Dil, Hakikat ve Mantık’nın büyük payı vardır. Fakat bu etki çok kısa süreli oldu.  Daha önceden İngilizler, Russell ve Moore’la kendilerine özgü analitik felsefe tarzını geliştirmişlerdi. İkinci Dünya Savaşı’dan sonra entelektüel kutup, giderek Wittgenstein'ın 1949 yılına kadar hocalık yaptığı Camridge’ten Oxford’a geçti. Doğrusu önemli entelektüel bir hareket bu geçiş sırasında ortaya çıktı. Wittgenstein 1930’lu yıllarda Tractatus’taki doktrinlerinden çoğunu terk etmişti; “ikinci felsefe”si” denen, birinciden daha az reformcu ve daha çok betimsel görünen felsefeyi geliştirmişti. Özellikle anlıyoruz ki, İkinci Wittgenstein'a göre felsefî problemler, gündelik dilin kelimelerini kullanırken ortaya çıkar; felsefenin yapması gereken de bu problemlerin nasıl analiz edileceğini belirlemektir. Analitik felsefenin Viyanacı versiyonu bu konuyu daha önceden ele almıştı. Fakat Carnap gibi, pozitivistlerden ve dilin mantıksal analizini savunanlardan farklı olarak Wittgenstein, gündelik dili yeniden biçimlendirmeyi düşünmüyordu. O, gerçekte şunu öneriyordu: Dili daha iyi anlayalım ve Wittgenstein diyordu ki, gündelik dil, mükemmel biçimde doğrudur; felsefe bu dili analiz ederek “nesneleri ve olayları oldukları gibi” bırakmalıdır. Locke’tan beri ortak duyunun erdemlerine çok değer veren İngilizlerin bu, hoşlarına gitti. Wittgenstein'dan sonra; fakat aynı zamanda 1950’li yıllarda J.L. Austin ve G. Ryle gibi iki büyük filozofun etkisiyle filozofların parolası “gündelik dil”in analizi oldu.  Gösterildi ki, kelimeler doğru olarak kullanılmazsa, sahte felsefî problemler doğar ve dil doğru kullanıldığında, pek çok felsefî sorun çözülür ya da ortaya çıkmaz. Bu, “tedavi edici analiz” denen dönemdir. Filozof, biraz, felsefe yapan aklın dilin tuzaklarına nasıl düştüğünü göstererek aklın hastalıklarını tedavi eden bir uzmana benzer. Fakat burada -pozitivizmin metafizik yanılgıyı ortadan kaldırmak şeklindeki- konusuna yakın bir konuyu kabul edebilsek bile analitik felsefenin 1950’lerdeki Oxford versiyonu kesinlikle bilimcilik karşıtıydı; pozitivizm karşıtıydı. O, felsefenin eleştirel özelliği üzerinde ısrar ediyordu. Fakat Carnap’ın ve Quine’ın etkisiyle Amerikalıların yapmaya çalıştıkları gibi felsefeyi bir bilim ya da bilimin bir bölümü gibi görmüyorlardı. Yine de şunu söylemek gereksizdir: Bütün İngiliz filozoflar uzlaşmış değillerdir. Cambridge’te C.D. Broad’ın R. Braitwaith’in ve Russell’ın analiz programları, Londra’da School of Economics’te öğretim üyeliği yapan Popper’In programından çok daha bilimseldi.

Sonuç olarak İngilizler, Amerikan analitik akımının son temsilcileriyle aralarına mesafe koymuşlardı. Fakat 1960’lı yıllarda Carnap’ın ve Carnapçıların pozitivizmi Birleşik Devletler’de eleştirilerin odağı oldu. Carnap’ın önemli öğrencilerinden biri Quine’dı. Quine 1930’lu yıllarda Carnap’ı Prag’ta ziyaret etmişti ve Birleşik Devletler’de Harvard Üniversitesindeki öğretimiyle matematiksel mantığın gelişmesinde önemli bir rol oynamıştı. Quine Carnap’ı en çok eleştirendi. O, 1940’lı yıllardan beri Viyana Çevresi’nin doktrinlerini eleştirdi; “empirizmin iki dogması” adını verdiği şeyi reddetti. (“Bütün bekarlar evlenmemiştir”) gibi analitik sözceler ve (“su, 100o C’ta kaynar”) gibi sentetik sözceler ve bütün bilimsel sözcelerin gözlem sözcelerine indirgenmesini isteyen indirgemecilik arasındaki ayırımı reddetti. O, empirizmin özel bir biçimini geliştirdi. Onun empirizm biçimi yine de mantığın yöntemlerinin ve kavramlarının etkisinde kaldı. Aynı çağda bilim filozofları Carnap’ın uyguladığı tümüyle mantıksal yöntemlerden uzak duruyorlardı; çünkü onlar  tarihsel durumlara ya da bilimsel realizm biçimlerine daha uygun davranmayı düşünüyorlardı. 1960’tan önce analitikçi bir filozof olmak, az veya çok bilim felsefesinde empirizm, uzlaşmacılık* gibi doktrinleri kabul etmek, metafiziğe karşı çıkmak anlamlarına geliyordu. Oysa analitikçi filozoflar bu tarihten sonra –ya da aşağı yukarı bu tarihte- çok farklı bakış açılarını savunmaya başladılar. Onlar pozitivizmin mirası olan mantık yöntemlerini kullanmayı sürdürüyorlardı. Fakat dil felsefesinde, epistemolojide ve metafizikte çok farklı bakış açılarını kabul ettiler. Sonunda onlar, kendilerini sadece bu sorunlarla ilgilenmekle sınırlamadılar; pozitivistlerin az veya çok uzak durdukları çeşitli alanları öncekinden çok daha açık biçimde ele aldılar. Bu alanlar şunlardı: Estetik, ahlak felsefesi, politik felsefe, din felsefesi, özellikle  zihin felsefesi ve psikoloji felsefesi. –Gerçekte asla varolmayan- doktrinin birliği kayboldu. Fakat geriye pek çok yöntem, bir çalışma stili, kısaca söylersek bir çalışma tarzı kaldı. Yine de diyebiliriz ki, günümüzde analitik filozofların ayırt edici özellikleri analiz stilinin önemidir. Gündelik dilin analizinin yerini daha çeşitli programlara bıraktığı İngiltere’de benzer bir evrim gerçekleşti. İskandinavya, Avustralya  ve İsrail bir anlamda pozitivistlerin diyaporasıdır. Bütün bu ülkelerde analitik felsefe etkilidir; fakat başka yerlerde olduğu gibi, çok plüralist bir biçim kazanmıştır; çok farklı ulusal stiller doğmuştur. İngilizce, çoğu zaman analitik felsefeyi taşıyan dil olmasına rağmen, analitik filozoflar artık sadece İngilizce konuşmadı. Çoğu zaman “analitik felsefe” ve “Anglo-Sakson Felsefe” aynı şeydir denir; ama yine de yanlıştır.

XX. yüzyılda analitik felsefenin tarihinde üç önemli dönem vardır. Bunlar: 1) Kurucu Dönem: Frege’yle başlar ve İngiltere’de Cambridge’deki uygulamasıyla biter; 2) Viyanacı ve Pozitivist dönem: 1950’li yıllara kadar Birleşik Devletler’de uygulanan analitik felsefedir; 3) Şimdiki dönem: İngiltere’de ve ardından Amerika’da pozitivist ideallerin terk edilmesiyle başlamıştır. Şimdiki döneme doktrinal çoğulculuk egemendir.

PHILOCONTE:  Bu akım hakkında bize çok canlı bir tablo sundunuz. Fakat size itiraf etmeliyim ki, az önce belirttiğiniz bütün son dönem bana daha çok analitik felsefenin sonu’nunu ilan ediyor gibi gelmektedir. Bu son dönem dışta tutulursa, söylediklerinizden şunu çıkarıyorum:  Tartışmamızın başında analitik felsefeye ilişkin, biraz da kızgın biçimde ifade ettiğim izlenimler hiç de yanlış değilmiş. Her şeyden önce bu akımın hangi dikkat çekici özelliği vardır ki, felsefede gerçekten orijinal bir şey yapmış olsun? Size açıkça söylüyorum ki, panoramanızda yalnız empirizmin hatta bilimciliğin az veya çok dogmatik az veya çok liberal varyantlarını görüyorum. İkinci olarak başlangıçtaki izlenimimin yani “bu tip felsefe ancak lengüistik analizle ilgilenir” düşüncemin yanlışlığını gösteren ne vardır? Sözünü ettiğiniz bu “yeni mantık”a sahip olmak ve “dil analizleri” yapmak felsefe için neden özseldir? Ve onlar, her ne olursa olsun özsel ise, onları (mantığı ve dil analizlerini ç.n.’) niye Aristoteles'ten, Occam’dan  ya da Berkeley’den değil de Frege’den öğreniyoruz? Bunu bana açıklayın, rica ederim!

ANALYPHRON: Bu geleneğin yaptığı bazı mantık ve dil analizleri, felsefî açıdan niçin önemlidir? Bunu size açıklayacağım. Bu analizler niye sadece mantıksal ya da dilsel analiz değildir? Size bunun nedenini de söyleyeceğim. Böylece iki sorunuza aynı anda cevap vereceğim. Bu amaçla size genel çizgileriyle ifade ettiğim tarihin biraz ayrıntısına gireceğim.

Analitik felsefenin başlangıcına, Frege’ye geri dönelim. Bugün “analitik felsefe” dediğimiz şey, gerçekte Frege’yle başlamıştır. Buna hiç kimse itiraz edemez. Onun eserlerini ve ilgi alanlarını dikkate aldığımızda, şunu tespit ediyoruz. Bunlar, mantığın, matematiğin, çok sınırlı ve bu “teknik” alanına aittir ve disiplinler hakkında felsefî düşüncelerden ibarettir. Frege bütün meslek hayatı boyunca, Jéna’da matematik okuttu; çağdaşı olan Alman matematikçilerle ve filozoflarla pek  teması olmadan, tüm hayatını mantığa adadı. Onun doktrinleri, Russell 1900’le doğru onları İngiliz Kamuoyuna, sonra Carnap Alman ve Amerikan kamuoyuna tanıtana kadar aşağı yukarı fark edilmedi. Fakat bu doktrinler, ancak 1950’li yıllardan itibaren bağımsız olarak incelendiler.



* Mezotet Grekçe arasında, aracı anlamına gelen meso ve statüsü aşağı anlamına gelen thête’ten oluşturulan bir neolojizmdir. Burada yazar Mezotet’i   analitik felsefeyi ve Kıta felsefesini tartışanların dışında kalan ve orta yolu bulmaya çalışan kişi anlamında kullanmaktadır (ç.n.).

** İngilizler Manş Denizi’ne The English Channel (İngiliz Kanalı) demektedir (ç.n.).

 

[1] Coğrafî açıdan bazılarına göre merkezi Avusturya olan bir “kıta” akımı vardır. Bu nedenle bazı filozoflar, “analitik” felsefeyi ve “kıta” felsefesini karşıt yaptıklarında “Kıta” kelimesini büyük harfle yazmayı tercih ederler; çünkü onlara göre hem Avupa Kıtası’nda hem Anlo-Sakson Ülkeler’de analitik filozoflar gibi Kıta filozofları da vardır. Fakat ben konuyu biraz basitleştirmek için bu nüansı dikkate almadım (Analyphron’un notu).

* Tüm ilkeleri uzlaşmalar gibi gören doktrin (ç.n.).

1 yorum:

  1. Hem bilgilendirici hem de eğlenceli bir tartışma olmuş çok güzel

    YanıtlaSil