Günümüzde filozoflar iki gruptur. Analitik filozoflar ve Kıta Avrupa’sı Filozofları. Kendilerine
analitik diyenler Kıta Avrupa’sı filozofları
dedikleri kişilere karşı çıkarlar. Bilindiği gibi Britanya Adaları’nda
bulunmayan her şeye kıtasal denir.
(Bir İngiliz gazetesinin başlığını aktaralım: Kanal’daki**
Sis: İzole Kıta). Bilindiği gibi analitik filozoflar Manş-Ötesi’nde
felsefe yapanlardır. İnanıyorum ki, kıta
filozofları nitelemesi Manş-Ötesi’nden Avrupa’ya bakarak yapılmıştır.
Fakat anlam genişlemesiyle Amerikalılar, Avustralyalılar ve hatta Yeni
Zelandalılar, Britanyalı sayılmış gibidir. Öyle ki, bu coğrafî ölçüte göre Kıta
Filozofları, İngiltere ve kolonileri dışında tüm Avrupa Kıtası’ndaki
filozoflardır. Kanal’ın (Manş) her iki kıyısındaki filozoflar neden farklıdır? Bunu
anlamadığımı itiraf etmeliyim. Voltaire Felsefe
Mektupları’nda şuna dikkat çekiyordu: İngiltere’den gelen her şey (Fransa’da ç.n.) Kraliyet Polisi için kuşkuludur. Fakat biz,
artık Voltaire’in döneminde yaşamıyoruz. Çok önceleri Fransızlar ve Almanlar,
Locke ve Hume felsefelerini, aynı şekilde İngilizler de Descartes felsefesini
kendi felsefelerine eklemlemişlerdi. Sonuç olarak felsefe, coğrafyaya göre pek
değişemez! Şunları sormadan edemiyorum: Bir ülkenin iklimi ya da “kahvaltı
biçimi” kıtasal olabilir;
fakat bunların felsefeyle ne ilgisi vardır? Ve (Manş Ötesi’ndeki ç.n.) bu
insanların “analitik” diye niteledikleri terim ne anlama gelir? Her felsefe
analiz değil midir? Ve aynı zamanda sentez değil midir? Bu ünlü analitik felsefe, sadece filozoflar
tarikatının meraklı üyeleri tarafından çeşitli zamanlarda yaratılan ve kuşaktan
kuşağa taşınan yeni bir mezhep gibi midir? Bu filozoflar, bilim adamlarınınkine
benzer güvenilir objeleri ve yöntemleri olmadığından, aktif mesleklerini
sürdürmek ve felsefeyi değiştirmek için sadece hayali tartışmalar mı yaparlar? Bütün
bunları araştırmalıyız. “Analitik” felsefe, hangi üstün özelliklere sahiptir
ki, onu kıta felsefesinden ayırabiliyoruz. Bunu araştırmayı da düşünüyorum. Geçenlerde
bu mezhebin (analitik felsefenin ç.n.) üyesi ve kıta felsefesine bağlı bir
filozof arasındaki diyaloga tanık oldum. Bu, benim şansımdı.
Bu konuşmada tartışan iki kişiden biri Analyphron’du.
Analyphron, analitik filozof olmak istiyordu. Paris’te klasik felsefe
çalışmaları yaptıktan sonra, Amerika Birleşik Devletleri’ne gitmişti. Oradan
Amerikan filozoflarının yöntemlerini ve düşünme biçimlerini kabul etmiş olarak
geri döndü. O, uzaktan ya da yakından, “kıtasal” olan her şeyi kıyasıya
eleştiriyordu (hatta diyebilirim ki bundan zevk alıyordu). Diğeri Philoconte,
Paris’te aynı eğitimi almıştı; fakat Manş-Ötesi’nde veya Atlantik-Ötesi’nde
olup bitenden hiç etkilenmemişti. Philoconte, Amerikan kültürünün ürünlerinden,
örneğin Eurodisney’den ve Silvester Stollane filmlerinden tiksinirdi. O, tıpkı
bunlar gibi analitik felsefeden de tiksinti duyuyordu. Ona göre gerçek felsefe
Fransız ve Alman felsefeleriydi. Analyphron’un ve Phyloconte’un karakterleri de
felsefî seçimleri de dikkat çekecek kadar karşıttı. Bu karşıtlık, ayrıca güzel
bir tartışma nedeniydi ve iletişim için fırsattı. Bu kitap, bütün konuşmaların
yazıya geçirilmiş halidir. Her şey tıpkı Tanrı’nın Yaratması gibi yedi günde
olup bitti. Her gün tarihsel bir sıraya göre aşağı yukarı tek bir konu ele alındı.
İlk günkü konuşma oldukça canlı bir giriştir. İkinci gün analitik felsefenin
ilk dönemi ele alındı (diyalog 1). Üçüncü günün konusu, pozitivizmdeki gelişmelerdi
(diyalog 2); dördüncü gün, gündelik dil felsefesi tartışıldı (diyalog 3); beşinci günde çağdaş Amerikan felsefesi söz
konusuydu (diyalog 4); altıncı günde felsefenin şimdiki durumuna değinildi
(diyalog 5); yedinci günde kahramanlarımız dinlenmediler ve mektuplaştılar. Bu
mektupları dördüncü ve beşinci diyalog arasına koydum.
Son olarak konuşmanın geçtiği yer hakkında bilgi vereyim. Bu
konuşmalar Hong Kong Üniversitesi’nin kampusunda yapılmıştır. Ben ve konuşan bu
iki kişi 1994 yılında söz konusu kampustaydık; üçümüz de yakın dilleri
konuşuyorduk; bu görüşme Senyor Common
Room’da yapılmıştı. Her gün Victoria Limanı’nın harika manzarasına baka
baka, söyleşiyorduk. Kültürü, Asya’nın ve üçüncü bin yılın kültürünü derinden
etkileyen Batı’nın felsefesinin kaderini düşünmek için buradan daha harika yer
neresi olabilir? Eğer ilgili üniversitenin felsefe bölümünün sıcak
konukseverliği olmasaydı, özellikle konuşmalara katılmamakla birlikte,
konuşmacılara coşku veren Laurence Goldestein ve Tim Moor’un yakın ilgileri
olmasaydı, bütün bunlar gerçekleşmezdi. Kendilerine teşekkür ediyorum.
Hong Kong Aralık, 1994
giriş
ANALYPHRON— Sınırlarımız dışındaki felsefeyi pek az yurttaşımız
bilmeye çalışır; bu, bana göre büyük bir skandaldır. Daha geçenlerde bir
gazeteci, “Amerikan felsefesi bir hamburger kadar kötüdür” demiyor muydu? Ona
göre, bu felsefe entelektüel Mc Danold’dır. Bu gazeteci şunu ekliyordu: Bereket
versin ki, büyük düşünürlerimiz Birleşik Devletler’de özellikle edebî
çevrelerde sevildi. Amerika’da filozoflar, bir rodeo kovboyundan daha çok değer
taşımaz. Mickey ve Coca Cola ülkesinde felsefe var mıdır? Çoğun bundan kuşku duymuşuzdur.
Biz Fransızlar, İngilizlere (Amerikalılardan ç.n.) daha hoşgörüyle bakarız.
Çünkü ilkin, İngilizler daha uygardır, diye düşünürüz (İngiliz ayakkabıları ve
tweetleri giyeriz; gençlerimiz İngiltere’ye dil kursuna giderler) ve
ikinci olarak bizim için Locke, Berkeley, Hume hatta Stuart
Mill, felsefe tarihinin bir parçasıdır (özellikle Mill, feminizmi
savunduğundan); çünkü burada onun
yararcılığı pek dikkate alınmamıştır). Bu zavallı deneycilerin değerini her
zaman takdir ederiz; yine de felsefelerine pek ilgi duymayız. Russell niye
Leibniz kadar önemli bir filozoftur? Anlamakta zorlanıyorum. Moore
Brentano’yla, Carnap’la Husserl’le, Ryle Heidegger’le karşılaştırılabilir mi?
Doğrusu bunu hiç kimse düşünemez. Fransızların tanımada zorlandıkları Quine,
Davidson, Strawson, Dennet ya da Sellars’ı hiç konuşmayalım. Fransızların
gözünde sadece Wittgenstein değerlidir; çünkü Almanca yazmıştır ve Kıta okuyucularını
etkileyen, Wittgenstein’ın bilmece gibi üslubudur ve Heidegger’inkine benzer düşünceleridir. Biz sadece Fransız filozofları filozof
sayarız; Almanlara göre ise ancak Alman filozofları filozoftur; hatta denebilir
ki, felsefe, sadece Almanca veya Fransızca yapılmışsa felsefedir.
PHILOCONTE: Abartmayın! Sözünü ettiğiniz analitikçi filozofların
çoğu, başka dillere çevrilmiştir ve biz, artık 1950’lerde değiliz. Bu yıllarda Fransızlar
analitik felsefeden söz edildiğini asla duymamışlardı. Fransız filozoflar
Manş-Ötesi’ndeki meslektaşlarıyla karşılaştıklarında kendilerini bir kriket seyircisi
gibi görüyorlardı; böyle bir oyunu seyrederken duyduklarına benzer bir
şaşkınlık duyuyorlardı. Fakat sizin
ifadenizle biz “kıtacılar”, (ara sıra balık ve cips yesek de) bunları okuyoruz.
Fakat şunu ifade etmek gerekir: Manş-Ötesi filozoflarda Kant, Fichte,
Schelling, Hegel, Marx, Husserl, Heidegger
gibi büyük Alman filozofların derinliği, sistematikliği ve kuşatıcılığı
yoktur. Descartes’tan beri, Bergson’u hariç tutarsak, Fransa’da bu Alman
filozoflar kadar büyük filozof çıkmadığını kabul ediyorum. Fakat Merleau-Ponty
ya da Sartre gibi XX. yüzyıl büyük Fransız düşünürlerini alınız. Kabul edin ya
da etmeyin; onlar belli felsefe anlayışını savundular. Onlara göre felsefe,
nesnelerin ve olayların bütününü kavramadır; toplu bir görüşe, bir sisteme
sahip olma girişimidir. Peki,
Anglo-Sakson filozoflarda ne vardır? Onlar (sadece ç.n.) önemsiz mantık
sorunlarıyla ilgilenmişlerdir ya da klasik filozofların hep söyleye geldikleri şeyi
üstelik kötü biçimde yeniden ele almışlardır. Onların bir başarısı yoktur. Geçenlerde
Moore’un bir makalesini okudum. Bu sevimli Cambridge’li kendini ortak duyunun savunucusu
görüyordu ve iki elini gösterip dış dünyanın varlığını kanıtlayabileceğini
iddia ediyordu. Fakat ondan sonra Austin’in bir kitabını okudum. (Bilindiği
gibi ç.n.) Austin, edimsözel sözceleri; sadece söylemek için değil, bir şey
yapmak için kullandığımız sözceleri “icat eden” kişidir. Bu kitapta oldukça zekice
yapılmış lengüistik bir analizden başka bir şey bulamadım. Bu analizde şu
araştırılıyordu: “Özür diliyorum” ve “özür diliyor” arasındaki, “tuzluğu ver”
ve “tuzluk masadadır” arasındaki fark nedir? Fakat Austin’de hiçbir felsefe yoktur.
Öyle görünüyor ki, “analitikçiler”iniz sadece dille ilgileniyorlar. Realite
sadece kelimelerden mi yapılmıştır? Analitikçilerin dergilerini açtım. Gördüm ki, onlar zamanlarını şunları
tartışmakla geçiriyorlar: “Günümüzdeki Fransa kralı keldir” önermesi, Jacques
Chirac’ı mı yoksa Paris Kontunu mu belirtir? Ya da “bu kibrit çöpü, kibrit
kutusunun yan tarafına sürtülürse yanar” cümlesi nedensel bir olguyu mu ifade
eder? Bir an onların çok sıradan sözler söylemelerine rağmen bilgiçlik
taslamadıklarını kabul edelim. Yine de onların her birinin, gizemli bir mantığı
olan dille soğuk şakalar yaptıklarını göz ardı edemeyiz; üstelik
analitikçilerin dilleri, iyi niyetin cesaretini de kırar.
Kiminle alay ediliyor? (Belli değil ç.n.). Onların sözleri
hep bilmece, bulmacadır ya da çözme sanatıdır (contrepet). Ben Queneau’yu veya Prévert’yi
okumayı yeğlerim. Sizin analitikçileriniz bana skolâstikleri; daha doğrusu onların
ontolojik değil teolojik derinliğini hatırlatıyor. Analitikçiler incir
çekirdeğini doldurmayan şeylerle ilgilenen alciphronlar’dır (affedersin analyphron). Önemli ve gerçek
sorunları ele almak; insanların felsefeden beklentisi budur. Onların, analitik
felsefeyi kabul etmelerini nasıl istersiniz? Quine gibi bir Amerikalının yazdıklarını
alalım. Onun Voltaire’in Felsefe
Sözlüğü’nü kopya eden Quiddite’sini okuduğumda, tümevarımı
onaylayamıyorum ve güneşin yarın doğup doğmayacağını bilemiyorum. Quine’ın
Hume’dan daha fazla bir şey söylediğini görmüyorum. Analitikçiler, gerçek
deneycilerdir. Kant’tan beri iyi biliyoruz ki, empirizm, bizi dogmatik
uykumuzdan uyandırmada yararlı olmuşsa da, onda pek de iyi başka bir şey
yoktur. Bir çalar saatimiz olması yetmez. Bütün günümüzü de doldurmalıdır.
ANALYPHRON: İşte, analitik felsefe geleneğine ilişkin
sürdürülen en saçma önyargılar. Bize, analitik filozofların dil takıntısından
söz ediyorsunuz. Fakat ben, kıta filozoflarının gerçekte dilden başka bir şeyle
ilgilenmediklerini düşünüyorum. Bana öyle geliyor ki, yapısalcılar ve onları
izleyen Lacan, Foucault, Deleuze, Derrida tipik söz cambazlarıdır. Onlar şuna
inanırlar: Realitenin yapısı, bir dilin yapısına benzer. Onlar da (tıpkı
analitik filozoflar gibi ç.n.) hep anlamdan ve kelimelerden söz ederler. Analitik
filozofların kılı kırk yaran analizler yaptıkları ve artık felsefî sistemler
üretmedikleri iddiasına gelince; bu iddia gülünçtür. Viyana Çevresi’nin
Mantıkçı Pozitivistleri, gerçekte sistemli bilgiye ilişkin bir teori ortaya
koymaya çalıştılar. Kuşkusuz onlar, empirizmi kabul ettiler. Fakat onlar,
empirizmi, geçmişteki güçlüklerinden kurtarmaya çalıştılar. Ve bugün analitik
gelenekte büyük metafizikçiler vardır. Michael Dummet, David Lewis, Donald
Davidson, David Armstrong bunlardandır. Bunlardan başka Strawson gibi Kantçılar
da vardır. Ve kim söyleyebilir ki, çağımızın en büyük politik filozofu olan
Rawls, her birimizi tümüyle ilgilendiren sorunlarla ilgilenmez? Goodman’ın Les langages de l’art (Sanatın Dilleri) adlı kitabında bir estetik
ortaya koyduğunu kim inkâr edebilir? Bu örnekler yetmez mi?
PHILOCONTE: Bunları kabul edelim. Fakat bu filozoflarınızın
görmedikleri şey, Batı metafiziğinin kendini yenilediğidir. Bunu Heidegger ve hatta
okunmasını öğütlediğiniz Wittgenstein daha önce ortaya koymuştur. (Analitikçi
ç.n.) düşünürleriniz Kant öncesi bir aşamada kalmışlardır. Onlar hâlâ Leibniz
ve Wolff döneminde olduğu gibi düşünebileceğimize inanırlar. Onlar bize,
Chomsky gibi doğuştancılığın ya da Quine gibi deneyciliğin bilmem kaçıncı
versiyonlarını önerirler; ama yinede dogmatik metafiziğin evrimleştiğini görmezler.
Ve onlar metafiziği reddettiklerinde, bunu en sıradan pozitivizm adına
yaparlar. Carnap, “metafizikçi başarısız bir sanatçıdır” der;
peki, onun bu gülünç iddiasına kim inanır? Tersine Heidegger bize şunu gösterdi:
Düşünür ve şair arasında o kadar derin ilişkiler vardır ki, tıpkı Platon gibi
hakikati araştıran filozofları ve görünüşü üreten şairleri ayıran çizgiyi artık
düşünemeyiz. Sizin bütün mantıkçı deneycileriniz üç yüz yıl geriden geliyorlar.
Onlar önce derslerini yapsınlar, sonra okunacaklardır.
ANALYPHRON: Ne önemsiz bir şey! Bana Heidegger’den söz
ediyorsunuz. O, hiç kimsenin klasik metafiziğe artık haklı olarak inanmamasını
gerektiren örnektir. Heidegger’in yok edici yokluk kavramını alalım.
Bu, ne anlama gelir? Pozitivistler bunun saf bir anlamsızlık olduğunu
söylemekte çok haklıdır. Evet, benzer saçmalıkları duyduğumda kendimi
adamakıllı pozitivist hissederim. Fakat analitik filozofların tümü
pozitivisttir, diye düşünürseniz yanılırsınız. Artık onlar, Viyana Çevresi’nin
dogmalarından çoğunu terk ettiler. Analitik filozoflar, böylece (“bekârlar hiç
evlenmemişlerdir” gibi) analitik önermeleri, (“su, 100oC’de kaynar”
gibi) sentetik önermelerden ve anlamı anlamsızlıktan ayırabilmeyi artık
düşünmüyorlar. Fakat onlar yine de rasyonalisttirler. Kıta felsefesi sadece
sofistiğin ve irrasyonalizmin çağdaş versiyonudur.
PHILOCONTE: (Sinirlenmeye başlar)— Siz, haklı olarak derin
düşünürler olan sofistlere biraz daha çok dikkat çekiyorsunuz. Bana mantık kurallarınızı
gösteriyorsunuz. Hangi hakla? Söylem mantık yasalarına itaat eder mi? Etmeli
midir? Evet; çünkü mantık, aklın polisidir. Sizin rasyonaliteniz ne kadar
despot! Artık iyice cılkı çıkmış bir Akıl kavramına çatıyorsunuz. Hakikat,
uygunluk, rasyonalite ideaları; bunlar artık bizim için Antik Çağ’daki veya
Aydınlanma Dönemi’ndeki anlamlarını taşımazlar. Sizin Amerikalı yazarlarınızdan
biri Feyereband, kitaplarından birinin
başlığında, Akla Elveda diyor.
ANALYPHRON: O, Avusturya kökenlidir.
PHILOCONTE (Şimdi daha çok sinirlenir): —İyi düşünceler
Avrupa’dan gelir. Amerikalılar naif bir İncil’den başka bir şeye inanamaz:
Onlar, eskiden Kutsal Kitap’a ve tüfeğe inanıyorlardı; şimdi de inandıkları, Akıl’dır
ve Deney’edir. Amerikalılar, Püriten vaizler halkıdır. Ya Amerikan pragmatizmi?
Onların pragmatizmi sıradan bir şeydir. Amerikalılar şöyle düşünürler: Hakikat,
ekonomik karşılığı olan şeydir, kasaya para olarak girer. Bir Amerikalının konferansını
dinlemiştim. O, şöyle soruyordu: “Bu kanıt ücretli midir?” Amerikalılara göre hakikat,
finansman kaynağıdır. İşte, bütün ihtişamıyla teknik düşüncenin egemenliği. Kuşkusuz
hakikatin pratikle özsel bir bağlantısı vardır. Çünkü kültür bir geleneğin
parçasıdır. Sizin Wittgenstein’ınız demektedir ki, “Amerikalılara ne
verebiliriz? Kültürümüz yarı yarıya çürümüş değil midir? Fakat Amerikalıların
kültürü yoktur.” Kültür olmadan nasıl felsefe yapmayı isteyebilirsiniz? Bizim
kültürümüz yarı yarıya çürümüştür; fakat yine de bir kültürümüz var.
ANALYPHRON (Kendini
zor tutar).—İşte avantajınız. Kültürümüzün çöküşünü düşünebilecek
durumdasınız ya da (öyle inanıyorsunuz). Fakat yaptığınız şey sadece dekonstrüksiyondur,
“post-modernizm”i ve ezeli çöküşlerimizi düşünmektir. Felsefenin rolü tümüyle
olumsuz mudur? Felsefenin artık ancak değersiz şeyler biriktirebilmesine
sevinmeli midir?
PHILOCONTE (Kızgın biçimde sandalyesinden kalkar).—Ve sizin analitikçileriniz?
Onlar başka ne yapıyorlar? Onlar dili yanlış kullanımlarından arıtmak
istiyorlar ve dilin söylemimize soktuğu çerçöpü biriktirmek de istiyorlar. Neyi
yerine koymak için? Gücünü yitirmiş eski bir metafiziği, tarihin bir tekrarını.
Çünkü bu insanlar felsefe tarihini hiç de bilmiyorlar ve bundan da gurur
duyuyorlar. Onlar hep mantık öğreniyorlar; hepsi bundan ibaret. Onlar Descartes’ı,
Spinoza’yı, Kant’ı asla okumadılar Platon’u
ve Aristoteles’i ise azıcık okudular. Ve onlar, düşünce yasaları koymak
istiyorlar. Onlar önce felsefe tarihini öğrensinler! Felsefe tarihi olmadan,
felsefe tarihinin düşünümlü bilinci olmadan, felsefe yapılamaz. Tarihi iyi bilirsek,
tekrarla zaman kaybetmeyiz. Analitikçiler bize mantıksal-matematiksel etiketli sözüm
ona yeni “teoriler” sunarlar. Oysa bu
teoriler, gerçekte eski aylardan kesilerek elde edilmiş yeni yıldızlardır;
Avrupalı filozoflar tarafından çok zaman önce ortaya konmuş sözcelerdir.
ANALYPHRON (Ayağa kalkar): Bunu bekliyordum. Kuşkusuz kıta felsefesine
dair pek çok çalışma vardır; Manş-Ötesi
ve Atlantik ötesi felsefe tarihine ilişkin çalışmalar daha az değildir. Fakat bilmiyor
gibisiniz. Eğer “büyük filozoflar”ın daha önce söylediklerini açıklamakla vakit
geçiriyorsanız felsefede ne yapabilirsiniz? Sizin Kıta Felsefenizin yaptığı tek
şey, bir tapınak bekçiliğidir. Siz yalnız Vestia rahiplerisiniz. En azından
sizden farklı olan biz analitikçiler, felsefeyi üretiyoruz. Teoriler
öneriyoruz; onları karşılıklı olarak ve akla uygun tarzda tartışıyoruz.
. PHILOCONTE: (Sabrı
taşarak): —Hangi rasyonalite? Hangi görüş alışverişi? Siz, “söylemimizi
mümkün kılan şartlar nelerdir?”
diye sormuyorsunuz. Bugün sadece XVIII. yüzyılda olduğu gibi düşünebilir
misiniz? Sizin tümüyle zaman üstü bir vizyonunuz var. Fakat felsefe bir bilim
değildir. Önceki filozofların söyledikleri şey, bilimlerdeki şimdiyle aynı
ilişki içinde değildir. Kimyada eski teoriler reddedilebilir ve yeni teoriler
kabul edilebilir. Siz tıpkı felsefede de böyle doğru veya yanlış teorilerden,
tezlerden söz ediyorsunuz. Felsefenin özgünlüğünü bilim olmamasına borçlu
olduğunu anlamadınız. Siz, bilimcisiniz; hepsi bu. Sizin sözüm ona teorinizin eski
fıçılarda saklanan, biraz taze Avrupa şarabıyla karıştırılmış Kaliforniya
şarabından ne farkı var?
ANALYPHRON: Kaliforniya şarabını pek severim. Az da olsa zinfandel
tadınız. Felsefe edebiyat mıdır? Ya da şarapçılık bilgisi midir?
PHILOCONTE: Edebiyatla ve şiirle sandığınızdan daha çok
benzerliği olsa bile felsefe özgündür. Her filozof kendi projesinin,
kavramlarının ve kavramsal şemaların taşıyıcısıdır. Filozofun, özel bir yaratım
ürünü olan evreni vardır; bu evren, tıpkı bir yazarın, bir sanatçının eseriyle
aynı niteliktedir. Filozof kuşkusuz belli bir hakikati amaçlar; fakat hakikat
onun sisteminin içindedir; “bilimsel”,
objektif bir bakış açısıyla dışarıdan
kavranamaz. Bu nedenle bir anlamda bütün filozoflar, filozoflar olduklarına
göre haklıdırlar. Bir felsefeyi reddedemeyiz. Ve aynı zamanda filozofların
hepsi benzer bir şeyler söyler.
ANALYPHRON (Öfkeden
kızarır):—İşte bir kıta inancı. Fakat yanlış felsefî tezler vardır. Örneğin
Berkeley’in idealizmine inanıyor musunuz? Empirizmin yanlış olduğunu söylüyorsunuz.
Filozoflar, bütün ölümlü insanlar gibi yanılamazlar mı? Bu disiplinde ilerleme
olamaz mı? Analitik filozoflar olabileceğine inanıyorlar. Onlar kolektif bir
çaba harcıyorlar; kendi topluluklarının yargılarına boyun eğiyorlar. Onlar
sizin betimlediğiniz içekapanık sanatçılar değildir. Sizin vizyonunuz tümüyle
romantiktir. Loş Orman’ın ahşap küçük evlerinde varlık çobanları rolünü sonsuza
dek oynayabileceğinize inanıyor musunuz?
PHILOCONTE (Kendini
kaybeder):—Ve siz, Pentagon’un sübvanse ettiği ve Üniversite denen
süper marketlerde çalışan, mantıksal düşüncenin küçük memurları?
MÉSOTHÈTE:
(Araya Girerek):
Baylar, Baylar! Rica ederim, sakin olun! Tüm görüş ayrılıklarınızın ayırtındayım.
Fakat bilgelik tutkunu hakiki filozoflar gibi tezlerinizi daha sakin biçimde
ortaya koyamaz mısınız? Bu kulübün huzurlu ortamı kavgaya izin vermez. Ve her ikiniz de kamuoyunu kendi felsefe yapma
biçiminizin doğruluğuna inandırmaya çalışıyorsunuz; ama tartışmalarınız çok
ateşli ve o kadar da gülünç; bu tür tartışmanın
kamuoyunda yapacağı etkiyi düşünün. Kendinize
gelin ve birer Tsing Tao için. Siz mantıkçı olan Analyphron, biliyorsunuz ki, ad hominem kanıt, sahtedir.
Siz tarihçi Philoconte, sistemlerin çok çeşitli olmasına alışmalısınız ve bu duruma
saygı göstermelisiniz. Kendinize gelemez misiniz ve sakince tartışamaz mısınız?
Bazı cevaplarınızdan anlıyorum ki, gerçekte aranızdaki fark, sanılandan daha azdır.
Söze başlarken önce savunduğunuz bu “analitik” felsefenin gerçekte ne olduğunu belirleyelim; yoksa, korkuyorum ki, tartışmanız
gizemli bir görünüm alabilir. Azizim Analyphron, bunu bize sinirlenmeden açıklar
mısınız?
ANALYPHRON: Peki, fakat bir şartla. Philoconte, zırvalamak için lafımı sürekli
kesmemesin. Unutmayın ki, benim tartışma
üslubum her şeyden önce bu ülkede bir azınlığın bir parçası olmamdan
kaynaklanıyor; çünkü analitik felsefe yurttaşlık hakkını henüz kazanamadı.
PHILOCONTE: Bu doğru
değil; çünkü her yerde sadece analitik felsefe var! Kitapçı vitrinlerine bakın!
Hep analitik felsefe görürsünüz. Wittgenstein'ın Tractatus’unun rock bir versiyonu var. Carnap’ın rap versiyonu
acaba ne zaman çıkacak?
ANALYPHRON: Bunun pek de önemi yok. Çünkü gerek profesörler gerekse
öğrenciler hep Descartes’ın Méditations’unu
(Metafizik Üzerine Düşünceler ç.n.) veya Kant’ın Prolégomènes’ini (Gelecekteki Her Türlü Metafiziğe Giriş ç.n.) okuyorlar;
Tractatus’u ve Frege’nin
yazılarını okumuyorlar; ama bu sonuncular, en az birinciler kadar önemlidir. Öte
yandan tarih yazarları “Foucault bir düşünce devidir” diye inanıyorlar. Oysa
gerçekte hiç de öyle değildir.
MÉSOTHÈTE: Rica ederim!
Ulusumuzun ünlü kişilerine hakaret etmeyin. Analyphron, korkmayın! Bir gün sizin düşünce
kahramanlarınız da moda olacak. Analitik felsefeyi bize açıklamanız için daha
çok neden var.
PHILOCONTE: Evet. Bu
bölümde çok yeni ve çok ilginç bir şey olup olmadığını göreceğiz.
birinci diyalog: Başlangıçlar
PHILOCONTE: Sizi
dinliyoruz Analyphron. Bu ünlü analitik felsefeniz nedir?
ANALYPHRON: (Ben bunu
cevaplamadan önce ç.n.) sizlerin neyi anladığını görelim; bu amaçla küçük bir
test yapalım ve Mésothète’ten analitik felsefe hakkındaki düşüncelerini açıklamasını
isteyelim. Çünkü o, bu tartışmada bizim Candide’imizdir.
MÉSOTHÈTE: Eğer
isterseniz. Diyeceğim ki, analitik felsefe ana hatlarıyla mantıkçı pozitivist felsefedir.
Aslında bu, bir İngiliz-Amerikan felsefesidir; “pozitivist”tir. Çünkü bilimcidir
ve deneycidir; anlamsız gördüğü metafiziğe karşıttır. Analitik felsefe aynı
zamanda “mantıkçı”dır; çünkü mantığı felsefenin başı ve sonu yapar. O, aslında
kendini dilin analizine adamıştır. Bu felsefe, hem de “analitik”tir; çünkü analitikçiler
büyük teorik sentezler yapmayı düşünmezler; ayrıntılı analizlerle ilgilenirler.
Örneğin analitik filozoflar, kendilerine şunu sorarlar: “Şimdiki Fransa kralı
keldir” dendiğinde söz konusu olan acaba
şu anki Cumhurbaşkanı mıdır? Ya da Fransa’nın hâlâ bir monarşi olduğuna mı
inanılmaktadır? Söylemeliyim ki, bu problem çok önemsizdir. İnsan hayatının anlamı nedir? Gerçekte yokluk mu
yoksa varlık mı vardır? Bunu nasıl bilebiliriz? Sorunlar önemlidir. Eğer
analitikçiler gibi boş sözlerle uğraşırsak bunları nasıl çözmeyi umabiliriz? Analitik
filozoflar ortak duyudan ya da gündelik hayatın basit durumlarından ödünç
alınmış örnekleri çok severler. Örneğin bir kişi bir lokantaya gittiğinde ve bir
hamburger ısmarladığında ne olup bitmektedir? Ya da Marcel bir bardak su içmek
istediğinde ve mutfakta bir bardak su olduğuna inandığında, onu su içmek için
mutfağa götüren şey nedir? Analitikçiler bunları uzun uzun analiz ederler. Aron,
Sartre’a bir bardak suyla felsefe yapmayı öğütlemişti; fakat bu,
analitikçilerin anladığından daha derin bir anlama sahipti; Aron, Sartre’a
fenomenoloji yapmasını öğütlemişti.
ANALYPHRON: Size teşekkür ediyorum Mésothète. Portreniz pek
çok insanın analitik felsefe hakkındaki bakışına oldukça uygundur.
MÉSOTHÈTE: Mademki
betimim doğru değildir. O halde siz betimleyin.
ANALYPHRON: Betiminiz daha doğrusu imgeniz, kesinlikle
dolambaçlı yollara başvurmaktadır; yine de onlar tümüyle yanlıştır diyemem. Her
ne olursa olsun, analitik filozofların doktrinlerinden çok yaptıklarını vurgulamakta
haklısınız. Bu filozoflardan çoğu, Wittgenstein'ın, “felsefe bir doktrin
değildir; fakat bir aktivitedir” şeklindeki düşüncesini ciddiye aldılar.
Bu açıdan analitik filozofların ve Kıta Avrupa’sı filozoflarının
uygulamaları arasında çok önemli karşıtlıklar vardır. İşte bunların bir
listesi! Liste azıcık karikatürü andırabilir; ama başlangıçta bize yararlıdır. “Analitikçiler”
felsefî problemlerle ilgilenirler ve onları çözmeye çalışırlar. Kuşkusuz “kıtacılar”,
da problemlerle ilgilenirler; ama onların ilgilenme biçimleri farklıdır. Onlar,
önceki filozoflar tarafından formüle edilmiş, incelenmiş ve cevaplanmış problemleri
ele alırlar. Onlar özellikle felsefe tarihiyle ilgilenirler; önceden çözülmüş ya
da kadük olmuş problemleri yeniden ele almak yerine, metinleri yorumlarlar. Bir
tez ya da bir teori nasıl hazırlanmıştır? Onların amacı çoğunlukla bunu izlemek
değildir; tersine yorumlamak, uygun gerekçeler bulmak ve tefsir etmektir. Bu
nedenle kıta Avrupası filozofları, problemlerden çok filozoflarla, felsefenin
kendisinden çok tarihiyle ilgilenirler. Analitik filozofların felsefe yapma
biçimi kanıtlamadır, itirazları cevaplamadır; ayırımlar yapmadır, betimlemedir,
örnekler ve karşı-örnekler bulmadır. Bu, eleştiriye izin vermek için,
sonuçların açık ve iletilebilir olmasını isteyen, alçak gönüllü bir tarzdır. Analitik
filozoflar şunun zorunlu olduğunu düşünürler: Karmaşık ve karıştırılmış
durumlardan değil de basit ve yalın durumlardan hareket edersek, bir problemi
doğrudan doğruya anlayabiliriz. Kıta
Avrupa’sı filozoflarının üslubu tersine, genellikle karanlıktır, edebidir, melo-dramatiktir,
“derin”dir. Bunların, makalelerinden çok kitapları vardır; kitapları ayrıntılı
betimler değildir; senkretiktir. Bu nedenle Kıtacılara göre, analitik
filozofların yazıları gelgeç, yavan ve yapaydır. Kuşkusuz bu farkların nedeni, analitik
filozoflardaki konuların farklı olmasıdır. Kıta filozofları insan hayatının,
kültürün ve politikanın “önemli problemleri”yle ilgilenirler. Oysa
analitikçiler tümüyle teknik ve özel sorunlara ilgi duyarlar. Tipolojik olarak
bir kıta filozofu, bir entelektüeldir; ondan demokrasinin doğası, ırkçılık ve
savaş gibi “önemli konular”da tutum takınması beklenir. Oysa analitikçi filozof
tipolojik olarak bir teknisyendir. O, sadece akademik filozofların
ilgilendikleri sorunlarla, özellikle mantık sorunlarıyla ya da oldukça
Skolastik sorunlarla ilgilenir. Kıta felsefesini canlı kılan, edebî yazılardaki
kelime oyunları, formüller ve geniş sentezlerdir. Oysa analitik felsefe
canlılığını, mantıksal, matematiksel dilleri; bilimsel kavramları kullanmasına
borçludur. Kıtacı filozof kamuoyunu ilgilendiren konulara müdahale etmekten hoşlanır
ve analitikçi filozof, uzmanların toplantılarında ve profesyonel kolokyumlarda
sadece meslektaşlarıyla buluşmayı tercih eder.
PHILOCONTE:
Betiminize genelde katılıyorum. Fakat analitik felsefe portreniz, bende ona
katılma isteği uyandırmadı. Analyphron, sanıyor musunuz ki, belirttiğiniz bu farklar
“analitik” düşünürlerin ve “Kıta Avrupa’sı” filozoflarının özgün yanlarını gösterebilir?
Doğrusu hayır. Çünkü bu iki felsefe biçimi analiz ve sentez kavramlarına
dayanır; söz konusu kavramlar, felsefe
tarihinde uzun bir geçmişe sahiptir. Hatta bu farklar felsefenin başlangıcından
beri vardır. Söyledikleriniz, sadece bu iki kavramın derin farklarını gösterir.
Buna neden inanmıyorsunuz? Açıklamalarınız, Kant’ın, “skolastik” ve “kozmik” felsefeler farkı diye nitelediği şeye ilişkin değil
midir? Birinci kavrama göre felsefe, ekoller, doktrinler, kanıtlama teknikleri (mantık,
retorik, diyalektik gibi Ortaçağın üçlü disiplinleri) çerçevesinde yapılır. İkinci
kavrama göre felsefeyi, ekollere bağlı olanlar değil; fakat olmayanlar
yapabilir; felsefenin konusu mantıksal ya
da diyalektik kanıtlamalar değil; fakat sokaktaki insanın kendine sorduğu “neyi
bilebilirim?”, “neyi yapabilirim?”, “neyi umabilirim?” “nasıl yaşayabilirim?”
gibi sorulardır. Bu, bir anlamda Sokrates’in sofistlere; Epikuros’un diyalektik
okullara, Rönesans filozoflarının skolastiklere, Marks’ın ve Schopenhauer’in Hegelciler’e,
Nietzsche’nin profesörlere, Sartre’ın Sorbonlulara, Clement Rosset’nin
yapısalcılara vs. yönelttikleri eleştirilerdeki sorunlardır. Analyphron, hayret
ediyorum ki, siz, gerçekte sadece “kavramsal” belirsizlikler üreten mantıksal
ayrıntı kaygısına “açıklık” diyorsunuz; oysa gerçekte herkese konuşan felsefe; küçük
ve büyük erdemlerin felsefeleri açıktır ve saydamdır.
MÉSOTHÈTE: Analitik
felsefe bilgiçlik taslayanların felsefesidir; Pantagruel’in alay ettiği
Sorbonne escoliers’nin felsefesidir.
ANALYPHRON: Bu sözü bekliyordum. Bu iki felsefe yapma biçimi
nasıldır? Ben bunun sadece bir taslağını yaptım. Onlar karşıtlığı çok eskilere
gider; inkâr etmiyorum. Fakat inanıyorum ki, bu karşıtlık, şimdi eskisinden
farklı biçimde ortaya çıkmıştır. Yeni durumu genel hatlarıyla Alman
Üniversitesi’ne ve XIX. yüzyıla kadar götürebiliriz. Yeni durum, filozofun
profesyonel yani ücretli filozof olmasıyla başladı. Ücretli filozof, meslektaşlarıyla
ve öğrencileriyle çevrili ekolojik yuvasını, üniversite bölümlerinde kurdu. Yine de
analitik felsefeyi sadece ve sadece üniversite felsefesi diye nitelemek
haksızlıktır. Çünkü portrelerini yaptığım kıta Avrupası filozofları da
analitikçi meslektaşları kadar üniversitelidir. Hiçbir kuruma bağlı olmayan özgür
“düşünürler ve düşüncenin gözlüklü bilginleri, sıradan profesörler arasındaki
bir karşıtlığı nitelemek istemedim; fakat amacım profesyonel felsefenin iki biçimi
arasındaki karşıtlığı sergilemekti. Sözlerimden
artık anlaşılmıştır ki, Kıta filozofları kendilerinin, ikincilerden (profesörlerden
ç.n.) çok birincilere (özgür filozoflara) daha yakın olduklarını söylemeye
çalışırlar.
Bir noktada haklısınız: Üniversite dışındaki felsefe ile
üniversitelerdeki felsefe arasında ne fark vardır? Bugün bu farkları anlamakta
zorlanıyoruz. Farklar önemlidir. Ancak bunları şimdilik bir kenara bırakın,
diyorum. Amacımız söz konusu farkların
nedenlerini araştırmak değildir; daha çok felsefe yapılan kurumlarda ve
uygulamalarda ne olup bittiğini görmektir. Biraz ileri gideyim ve analitik
felsefe nasıl doğdu? İzin verirseniz bunun tarihsel betimini yapayım.
PHILOCONTE: Peki!
Öyle olsun! Sizi dinliyoruz.
ANALYPHRON: (Profesör üslubu takınır) Analitik felsefenin
pek çok tanımı yapılabilir; bu tanımları belirleyen şey, yerleştiğimiz
tarihsel, coğrafi ve sosyo-kültürel bakış açısı; kabul ettiğimiz doktrin; izlediğimiz
filozofların tezleri, üslupları ve yöntemleri vs. dir. Bunlardan hangisini
temel alırsanız, öyle bir tanım yaparsınız. Fakat analitik felsefe hakkında az
veya çok tam bir fikir vermek istersek, gerçekte bütün bu faktörlerin iç içe
olduklarını görürüz; bu yüzden onların hepsini dikkate almalıyız. Analitik
felsefenin tek bir tanımı olduğunu da iddia etmiyorum. Günümüzde belki de bu
filozofların hepsinde, yaptıkları ya da yapmak istedikleri şey hakkında ortak
bir anlama vardır. Analitik filozoflar arasında sadece bir aile benzerliği bulunur;
söz konusu benzerlik, tek bir analitik
felsefeden söz etmemizi yasaklar. Yine de inanıyorum ki, ortak bir çizgi
vardır.
Tarihsel açıdan genellikle şunda uzlaşılır: Analitik
felsefe, XIX. yüzyılın sonunda, İngiltere’de, Avusturya’da ve Almanya’da doğdu.
Bu felsefenin ortaya çıkışı Alman Gottlob Frege ve İngiliz Bertrand Russell
tarafından icat edilen yeni mantığın doğuşuyla aşağı yukarı eşzamanlıdır. Frege
ve Russell, matematiği bu yeni mantığa dayandırmak istiyordu. Onlar, mantıkta ulaştıkları sonuçları bilgi
felsefesine ve dil felsefesine de uyguladılar; metafizik ve epistemolojik
görüşler ortaya koydular. Onların bu görüşleri açıkça realistti ve Platon’cuydu;
özellikle Almanya’da egemen Yeni Kantçılığa ve İngiltere’de egemen Yeni
Hegelciliğe karşıttı. Yeni mantık ve “analitik” biçim, Russell ve G.E. Moore
aracılığıyla, 1920’li yıllarda uygun bir ortam olan Cambridge’te gelişti. Frege’nin
ve Russell’ın (örneğin 1911 yılında İngiltere’ye gelen, Frege’nin tavsiyesi
üzerine Russell’la birlikte araştırmalar yapan) Wittgenstein ve İngiliz Frank Ramsey gibi ilk öğrencileri,
Camridge’te bu yeni mantık üzerinde araştırmalar yaptılar. Aynı dönemde
Einstein fiziğinin derin etkisinde kalan bilim adamlarından ve filozoflardan
oluşan bir grup, Alman filozof Moritz Scklick’in yönetiminde, Viyana’da Viyana
Çevresi diye bilinen bir topluluk oluşturdu. Bu filozoflar, tıpkı Russell gibi,
yeni mantığın tekniklerini bilgi teorisine uygulamaya çalıştılar. Onlar sadece
mantıkla ilgilenmekle kalmadılar; felsefî görüşlerinde Mach’ın empirizminden ve
pozitivizmden doğrudan etkilendiler. Bundan dolayı onlara “mantıkçı
pozitivistler” denir. Mantıkçı pozitivistler, Wittgenstein'ın Birinci Dünya
Savaşı sırasında yazdığı ve 1922 yılında basılan Tractatus adlı kitabındaki doktrinlere ve Russell’ın
doktrinlerine dayanıyorlardı. Onların felsefe yapma biçimi, kesinlikle metafizik
karşıtıydı. Onlara göre felsefe, “bilimin mantığı” olmalıdır ve metafizik bir
tür anlamsızlıktır. Sadece deneysel ve bilimsel olarak doğrulanabilen sözceler anlamlıdır.
Onlar hem Yeni Kantçılığa hem de ister Husserlci isterse Heideggerci tarzda yapılsın,
fenomenolojiye karşı çıktılar; felsefeye bilim teorisi yapma görevi verdiler;
onlara göre fizikteki, mantıktaki ve matematikteki gelişmeler böyle bir görevi
ortaya çıkarmıştır. Spengler’in
irrasyonalizmine karşılık mantıkçı pozitivistler, Aufklärer olmak istediler ve onlar politikada sosyalistti. Fakat
mantıkçı pozitivizm yalnız Almanya’dan ve Avusturya’dan gelmedi. Avusturyalı
filozof Brentano’nun Polonyalı bir öğrencisi, Brentano fenomenolojisinin
gelişmesine çok katkıda bulunan Kasimir Twardovski, Lwow’da bir okul kurdu. Bu okul,
Lukasiewicz, Tarski ve Lesnievski gibi mantıkçılarla güç kazandı ve
“Lwow-Varşova Okulu” diye bilindi. Bu okula bağlı filozofların, Carnap, Reichenbach,
Gödel, Hahn, Neurath gibi Viyanalı filozoflarla pek çok tartışması vardır. Bu
dönemde çok etkili bir akım doğdu. Akımın kendi tartışma grupları, ortak
düşünceleri ve iç çatışmaları vardı. Bu akım 1935’te Paris’te bilim felsefesi
kongresinde etkisinin doruğuna çıktı (azizim Philoconte, bunu söylemeliyim;
çünkü bütün bu dönem boyunca 1914’te cephede öldürülen Russell’ın bir öğrencisi
olan Louis Couturat’yla birlikte yeni mantığa geçici olarak katkıda bulunan Fransızlar,
büyük ölçüde analitik felsefe akımlarının dışında kaldılar; fakat Cavaillès,
Nicod gibi genç filozoflar ya da
Herbrand gibi mantıkçılar, Almanya’daki ve İngiltere’deki felsefî gelişmelerle ilgilendiler;
fakat onlar diğer Fransız filozoflarınca tümüyle dışlandılar ve bir etki yapamadan,
erken yaşta öldüler. Ayrıca söylemeliyim ki, Fransa’da analitik felsefenin
yayılmamasında Poincaré’nin de bir etkisi vardır. O, Russell mantığını verimsiz
olduğu gerekçesiyle bir çırpıda reddetti).
PHILOCONTE: Sevgili
Analyphron, bütün sözlerinizden anlıyoruz ki, analitik felsefeye Amerikalıların pek az
katkıları vardır. Bunu gizlemeyin. Analitik felsefe tümüyle Avrupalı bir
harekettir. Oysa siz az önce bu felsefeyi bir Amerikan felsefesiyle
özdeşleştiriyor gibi göründünüz. Bunun sebebini anlamıyorum. Yankeelerin burada
ne işi var?
ANALYPHRON: Sözlerimin devamı bekleyin. Fakat haklısınız. Analitik
felsefe başlangıçta Avrupalı bir akımdı.[1]
Ayrıca belirtiyorsunuz ki, Husserl’i ve Heidegger’i ilk eleştirenler, Almanlar
ve Avusturyalılardı. Amerika’da XIX. yüzyılın sonunda ve XX. yüzyılın başında
etkili olan bir felsefe akımı vardı; bu
akım, Peirce’in, James’in ve Dewey’in pragmatizmiydi. Her şeye rağmen mantıkçı pozitivizmin,
bu akımla belli bir yakınlığı oldu. Pragmatik filozoflar, özellikle James, Fransa’da
(örneğin Bergson tarafından) 1920’li yıllara kadar tartışıldı ve onlar
İngiltere’de de etkili oldu. Kuşkusuz, pragmatizm mantıkçı pozitivizmin
gelişeceği alanı elverişli hale getirmiştir; bunu inkar edemeyiz. Fakat yine de
pragmatizm, “analitik evrim”in gerçek bir parçasıdır, diyemeyiz.
Almanya’da yükselen Nazicilik, Viyana Çevresi’ne ve henüz
yeni doğmakta olan analitik geleneğe bağlı pek çok filozofu Amerika Birleşik Devletleri’ne
sürgüne gönderdi. Bu filozofların Amerika’ya gelmesinden sonra, dediğiniz gibi
Yankeeler analitik felsefeyle ilgilendiler. Einstein gibi pek çok bilim
adamıyla birlikte bu filozofların önemli bir bölümü, 1935-1940 yılları arasında
Amerika’ya göç etti. Carnap, Tarski, Gödel, Hempel, Feigl, Reichenbach, Von
Neumann Amerikan Üniversitelerinde görev aldılar. Viyanalı bir “âsi” olan
Popper, Yeni Zelanda’ya göç etti; sonra İkinci Dünya savaşı bitince
İngiltere’ye yerleşti. Wittgenstein 1930’lu yıllardan itibaren Cambridge’e
yerleşmişti. Savaş sırasında Polonya’da kalan Varşova Okulu’nun pek çok üyesi,
Naziler tarafından katledildi. Bu nedenle İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda
analitik akım, coğrafi olarak konuşursak, çok Anglo-Sakson bir dönemece girdi. Robert
Blanché’nin yazdığı gibi Fransa’da Alman askerler Paris’i terk eder etmez,
Alman metafiziği bu ülkeye yerleşti. Öyle ki, Fransa’da yeni kuşak filozoflar, Anglo-Sakson
dünyasına egemen olmaya başlayan akımdan uzak durdular (siz, kendilerini
korudular diyebilirsiniz). 1950’li yıllarda Pozitivizm, önce üniversitelerde
dersler veren Almanya’dan göç etmiş filozofların etkisiyle; sonra doğrudan
doğruya Alman filozoflarının mantıkta ve lengüistik analizde yetiştirdikleri Quine,
Goodman, Sellars gibi Amerikalı filozofların etkisiyle, Birleşik Devletler’de
sahneye hakim oldu. Amerikan versiyonuyla analitik felsefe sadece bu etkinin bir
sonucu değildir. Analitik felsefenin Amerika’da gelişmesinin başka iki nedeni
daha vardır: Bilimsel ve teknik kültürün hâkimiyeti, büyük Amerikan
Üniversiteleri’nin bilim için çok açık yapısı ve araştırma yapma biçimi (çünkü
kuşkusuz Amerikan Üniversiteleri Avrupa’daki gücünü yitirmiş üniversitelerden
daha zengindi). Amerika’daki bu analitik eğilimler, Savaş öncesi hareketin
bütünleyici bir parçasıydı; fakat analitik filozoflar özellikle Savaş’tan
sonra, bilim adamları gibi kolektif olarak çalışan, tartışan ve büyük ölçüde eleştiriye açık profesyoneller
gibi görüldüler. Savaş öncesinin Alman profesörleri kendi ülkelerindeki
üniversite hayatında kaybettikleri şeyi, çok daha demokratik ve çok daha farklı
bir ortamda buldular. Doğrusu bu, onların kendi ülkelerindeki üniversite
hayatında kaybettikleri şeydi. Fakat pozitivizmin Birleşik Devletler’de her
yere egemen olduğunu söyleyemeyiz. Orada pragmatist, spritüalist, fenomenolojik
eğilimler de yaygındı. Doktrinleri herkes tarafından kabul edilmese de mantıkçı
pozitivizm, Amerikan geleneğinin büyük bir bölümüne dilini, yöntemlerini,
kavramlarını yaygınlaştırdı.
Yine de “savaş sonrası analitik felsefe, mantıkçı
pozitivizmin Amerikan versiyonuyla özdeşleştir” demek doğru değildir. İngiltere’de mantıkçı pozitivizmin bir etkisi
oldu. Bu etkide Ayer’in 1936 yılında basılan ve 1940’lı yıllarda pozitivist
hareketin âdeta kutsal kitabı gibi olan ünlü kitabı Dil, Hakikat ve Mantık’nın büyük payı vardır. Fakat bu etki çok
kısa süreli oldu. Daha önceden
İngilizler, Russell ve Moore’la kendilerine özgü analitik felsefe tarzını
geliştirmişlerdi. İkinci Dünya Savaşı’dan sonra entelektüel kutup, giderek
Wittgenstein'ın 1949 yılına kadar hocalık yaptığı Camridge’ten Oxford’a geçti. Doğrusu
önemli entelektüel bir hareket bu geçiş sırasında ortaya çıktı. Wittgenstein
1930’lu yıllarda Tractatus’taki
doktrinlerinden çoğunu terk etmişti; “ikinci felsefe”si” denen, birinciden daha
az reformcu ve daha çok betimsel görünen felsefeyi geliştirmişti. Özellikle
anlıyoruz ki, İkinci Wittgenstein'a göre felsefî problemler, gündelik dilin
kelimelerini kullanırken ortaya çıkar; felsefenin yapması gereken de bu
problemlerin nasıl analiz edileceğini belirlemektir. Analitik felsefenin
Viyanacı versiyonu bu konuyu daha önceden ele almıştı. Fakat Carnap gibi,
pozitivistlerden ve dilin mantıksal analizini savunanlardan farklı olarak
Wittgenstein, gündelik dili yeniden biçimlendirmeyi düşünmüyordu. O, gerçekte
şunu öneriyordu: Dili daha iyi anlayalım ve Wittgenstein diyordu ki, gündelik
dil, mükemmel biçimde doğrudur; felsefe bu dili analiz ederek “nesneleri ve
olayları oldukları gibi” bırakmalıdır. Locke’tan beri ortak duyunun erdemlerine
çok değer veren İngilizlerin bu, hoşlarına gitti. Wittgenstein'dan sonra; fakat
aynı zamanda 1950’li yıllarda J.L. Austin ve G. Ryle gibi iki büyük filozofun
etkisiyle filozofların parolası “gündelik dil”in analizi oldu. Gösterildi ki, kelimeler doğru olarak
kullanılmazsa, sahte felsefî problemler doğar ve dil doğru kullanıldığında, pek
çok felsefî sorun çözülür ya da ortaya çıkmaz. Bu, “tedavi edici analiz” denen
dönemdir. Filozof, biraz, felsefe yapan aklın dilin tuzaklarına nasıl düştüğünü
göstererek aklın hastalıklarını tedavi eden bir uzmana benzer. Fakat burada -pozitivizmin
metafizik yanılgıyı ortadan kaldırmak şeklindeki- konusuna yakın bir konuyu
kabul edebilsek bile analitik felsefenin 1950’lerdeki Oxford versiyonu
kesinlikle bilimcilik karşıtıydı; pozitivizm karşıtıydı. O, felsefenin
eleştirel özelliği üzerinde ısrar ediyordu. Fakat Carnap’ın ve Quine’ın
etkisiyle Amerikalıların yapmaya çalıştıkları gibi felsefeyi bir bilim ya da
bilimin bir bölümü gibi görmüyorlardı. Yine de şunu söylemek gereksizdir: Bütün
İngiliz filozoflar uzlaşmış değillerdir. Cambridge’te C.D. Broad’ın R.
Braitwaith’in ve Russell’ın analiz programları, Londra’da School of Economics’te
öğretim üyeliği yapan Popper’In programından çok daha bilimseldi.
Sonuç olarak İngilizler, Amerikan analitik akımının son
temsilcileriyle aralarına mesafe koymuşlardı. Fakat 1960’lı yıllarda Carnap’ın
ve Carnapçıların pozitivizmi Birleşik Devletler’de eleştirilerin odağı oldu. Carnap’ın
önemli öğrencilerinden biri Quine’dı. Quine 1930’lu yıllarda Carnap’ı Prag’ta ziyaret
etmişti ve Birleşik Devletler’de Harvard Üniversitesindeki öğretimiyle
matematiksel mantığın gelişmesinde önemli bir rol oynamıştı. Quine Carnap’ı en çok
eleştirendi. O, 1940’lı yıllardan beri Viyana Çevresi’nin doktrinlerini
eleştirdi; “empirizmin iki dogması” adını verdiği şeyi reddetti. (“Bütün
bekarlar evlenmemiştir”) gibi analitik sözceler ve (“su, 100o C’ta
kaynar”) gibi sentetik sözceler ve bütün bilimsel sözcelerin gözlem sözcelerine
indirgenmesini isteyen indirgemecilik arasındaki ayırımı reddetti. O,
empirizmin özel bir biçimini geliştirdi. Onun empirizm biçimi yine de mantığın
yöntemlerinin ve kavramlarının etkisinde kaldı. Aynı çağda bilim filozofları Carnap’ın
uyguladığı tümüyle mantıksal yöntemlerden uzak duruyorlardı; çünkü onlar tarihsel durumlara ya da bilimsel realizm
biçimlerine daha uygun davranmayı düşünüyorlardı. 1960’tan önce analitikçi bir
filozof olmak, az veya çok bilim felsefesinde empirizm, uzlaşmacılık* gibi doktrinleri kabul etmek,
metafiziğe karşı çıkmak anlamlarına geliyordu. Oysa analitikçi filozoflar bu
tarihten sonra –ya da aşağı yukarı bu tarihte- çok farklı bakış açılarını
savunmaya başladılar. Onlar pozitivizmin mirası olan mantık yöntemlerini
kullanmayı sürdürüyorlardı. Fakat dil felsefesinde, epistemolojide ve
metafizikte çok farklı bakış açılarını kabul ettiler. Sonunda onlar, kendilerini
sadece bu sorunlarla ilgilenmekle sınırlamadılar; pozitivistlerin az veya çok
uzak durdukları çeşitli alanları öncekinden çok daha açık biçimde ele aldılar.
Bu alanlar şunlardı: Estetik, ahlak felsefesi, politik felsefe, din felsefesi,
özellikle zihin felsefesi ve psikoloji
felsefesi. –Gerçekte asla varolmayan- doktrinin birliği kayboldu. Fakat geriye
pek çok yöntem, bir çalışma stili, kısaca söylersek bir çalışma tarzı kaldı.
Yine de diyebiliriz ki, günümüzde analitik filozofların ayırt edici özellikleri
analiz stilinin önemidir. Gündelik dilin analizinin yerini daha çeşitli
programlara bıraktığı İngiltere’de benzer bir evrim gerçekleşti. İskandinavya,
Avustralya ve İsrail bir anlamda
pozitivistlerin diyaporasıdır. Bütün bu ülkelerde analitik felsefe etkilidir; fakat
başka yerlerde olduğu gibi, çok plüralist bir biçim kazanmıştır; çok farklı
ulusal stiller doğmuştur. İngilizce, çoğu zaman analitik felsefeyi taşıyan dil
olmasına rağmen, analitik filozoflar artık sadece İngilizce konuşmadı. Çoğu
zaman “analitik felsefe” ve “Anglo-Sakson Felsefe” aynı şeydir denir; ama yine
de yanlıştır.
XX. yüzyılda analitik felsefenin tarihinde üç önemli dönem
vardır. Bunlar: 1) Kurucu Dönem: Frege’yle başlar ve İngiltere’de Cambridge’deki
uygulamasıyla biter; 2) Viyanacı ve Pozitivist dönem: 1950’li yıllara kadar Birleşik
Devletler’de uygulanan analitik felsefedir; 3) Şimdiki dönem: İngiltere’de ve
ardından Amerika’da pozitivist ideallerin terk edilmesiyle başlamıştır. Şimdiki
döneme doktrinal çoğulculuk egemendir.
PHILOCONTE: Bu akım
hakkında bize çok canlı bir tablo sundunuz. Fakat size itiraf etmeliyim ki, az
önce belirttiğiniz bütün son dönem bana daha çok analitik felsefenin sonu’nunu ilan ediyor gibi
gelmektedir. Bu son dönem dışta tutulursa, söylediklerinizden şunu çıkarıyorum:
Tartışmamızın başında analitik felsefeye
ilişkin, biraz da kızgın biçimde ifade ettiğim izlenimler hiç de yanlış
değilmiş. Her şeyden önce bu akımın hangi dikkat çekici özelliği vardır ki,
felsefede gerçekten orijinal bir şey yapmış olsun? Size açıkça söylüyorum ki, panoramanızda
yalnız empirizmin hatta bilimciliğin az veya çok dogmatik az veya çok liberal
varyantlarını görüyorum. İkinci olarak başlangıçtaki izlenimimin yani “bu tip
felsefe ancak lengüistik analizle ilgilenir” düşüncemin yanlışlığını gösteren
ne vardır? Sözünü ettiğiniz bu “yeni mantık”a sahip olmak ve “dil analizleri” yapmak
felsefe için neden özseldir? Ve onlar, her ne olursa olsun özsel ise, onları (mantığı
ve dil analizlerini ç.n.’) niye Aristoteles'ten, Occam’dan ya da Berkeley’den değil de Frege’den
öğreniyoruz? Bunu bana açıklayın, rica ederim!
ANALYPHRON: Bu geleneğin yaptığı bazı mantık ve dil
analizleri, felsefî açıdan niçin önemlidir? Bunu size açıklayacağım. Bu
analizler niye sadece mantıksal ya da dilsel analiz değildir? Size bunun
nedenini de söyleyeceğim. Böylece iki sorunuza aynı anda cevap vereceğim. Bu
amaçla size genel çizgileriyle ifade ettiğim tarihin biraz ayrıntısına
gireceğim.
Analitik felsefenin başlangıcına, Frege’ye geri dönelim.
Bugün “analitik felsefe” dediğimiz şey, gerçekte Frege’yle başlamıştır. Buna
hiç kimse itiraz edemez. Onun eserlerini ve ilgi alanlarını dikkate
aldığımızda, şunu tespit ediyoruz. Bunlar, mantığın, matematiğin, çok sınırlı
ve bu “teknik” alanına aittir ve disiplinler hakkında felsefî düşüncelerden
ibarettir. Frege bütün meslek hayatı boyunca, Jéna’da matematik okuttu; çağdaşı
olan Alman matematikçilerle ve filozoflarla pek
teması olmadan, tüm hayatını mantığa adadı. Onun doktrinleri, Russell
1900’le doğru onları İngiliz Kamuoyuna, sonra Carnap Alman ve Amerikan
kamuoyuna tanıtana kadar aşağı yukarı fark edilmedi. Fakat bu doktrinler, ancak
1950’li yıllardan itibaren bağımsız olarak incelendiler.
* Mezotet Grekçe arasında, aracı anlamına gelen meso
ve statüsü aşağı anlamına gelen thête’ten oluşturulan bir neolojizmdir. Burada
yazar Mezotet’i analitik felsefeyi ve
Kıta felsefesini tartışanların dışında kalan ve orta yolu bulmaya çalışan kişi
anlamında kullanmaktadır (ç.n.).
** İngilizler Manş Denizi’ne The English Channel (İngiliz Kanalı) demektedir
(ç.n.).
[1] Coğrafî açıdan bazılarına göre
merkezi Avusturya olan bir “kıta” akımı vardır. Bu nedenle bazı filozoflar,
“analitik” felsefeyi ve “kıta” felsefesini karşıt yaptıklarında “Kıta”
kelimesini büyük harfle yazmayı tercih ederler; çünkü onlara göre hem Avupa Kıtası’nda
hem Anlo-Sakson Ülkeler’de analitik filozoflar gibi Kıta filozofları da vardır.
Fakat ben konuyu biraz basitleştirmek için bu nüansı dikkate almadım (Analyphron’un notu).
* Tüm ilkeleri uzlaşmalar gibi gören doktrin (ç.n.).
Hem bilgilendirici hem de eğlenceli bir tartışma olmuş çok güzel
YanıtlaSil