20 Aralık 2020 Pazar

AUSTIN'İN GERÇEK KELİMESİNİN ANALİZİ

 

Gerçek Kelimesinin Analizi

Austin bu kelimenin analizini yapmadan önce şu tespitte bulunur: “Gerçek” dilimizde çok sık kullanılmakla birlikte; pek de doğru kullanılmayan bir kelimedir. “Gerçek”in aydınlatılması bundan türeyen bir ad olan “realite”nin doğasını anlamaya da yardım edecektir.

Austin ve “gerçek” kelimesini Langage de la perception adlı kitabının 7. kısmında analiz eder. Önce bu kelimeyle ilgili bir duruma dikkat çeker: Kelimenin isim, zarf ve sıfat olarak yani “gerçek” “gerçekten” “gerçek biçim” gibi kullanımlarının sık sık kontrolsüz oluşuna işaret eder.

Austin’e göre başlangıçta şu iki şeyi anlamak çok önemlidir:

1. “Gerçek” normal bir kelimedir ve bir neolojizm yani yeni türetilmiş değildir. O, sadece uzmanların kullandıkları teknik ve özel bir kelime de sayılamaz. Bu nedenle gerçek anlamını gündelik dilimizde kazanır; Onun yerine başka kelime koyamadığımız gibi, onu gelişi güzel de kullanamayız. Onun gündelik dilde pek çok durum için doğru olarak kullanırız. Bu demektir ki, “gerçek”in gündelik dilde uylaşımsal ve çok yaygın bir kullanımı vardır. Onun anlamı çok iyi belirlenmiştir.

Metafizikçiler genellikle herhangi bir kelimeye herhangi bir anlamı verebileceklerine inanırlar. Bu “gerçek” kelimesi için de geçerlidir. Bir kelimenin anlamını kendine göre belirleme gücü veya yetkisi

tam anlamıyla bir humpty dumpty dir.*

“Maddi nesne” gibi sadece filozofların kullandıkları bazı ifadeler vardır. Onlar örneğin “bilmek” ve “kesin” gibi kelimeleri bizden farklı anlamaktadırlar. Onlara göre bu tür kelimelerin akla uygun bir anlamı vardır. Fakat dilin analiziyle anlamaktayız ki, onların kullanımları kesinlikle yanlıştır. Biz, filozoflar gibi yapmayız; pek çok kelimeyi uylaşımsal olarak kullanırız. Bu, hiçbir zaman göz ardı edemeyeceğimiz bir durumdur.

Austin şunun altını çizer: Felsefede bir kelimenin doğru mu yoksa yanlış mı kullanıldığı belirlediğimizde görevimiz bitmiş değildir. Her şeyi bulduğumuz gibi bırakmak zorunda değiliz. Olguları bulduğumuz haliyle bırakmak için hiçbir nedenimiz yoktur. Gözlemlediğimiz olguları, olgularla kelimeler arasındaki ilişkileri düzenlemek, tabloyu yeniden gözden geçirmek, kelimeleri kullanım haritasını çizmek, sınırlarını belirlemek, gerekli ayrımları yapmak ve farklarını göstermek de zorundayız. Bütün bunlar gündelik hayatta her zaman yaptığımız eylemlerdir; doğal eylemlerdir ve keyfi değildir.

Yine de üç şeyi hatırımızda tutmalıyız:

a) Gündelik dildeki kelimelerimizde var olan bu ayrımların oldukça uzun bir geçmişi vardır ve oldukça da ayrıntılıdır. Onlar keyfi olarak da yapılmamışlardır.

b) Onlara ilişkin bir düzenleme yapmadan önce hangi tür kelimeleri söz konusu etmemiz gerektiğini görmeliyiz.

c) Kelimelerin anlamlarındaki küçük değişikliklerin betimlerde büyük, önceden görülemez, bozucu etkileri olacaktır. Bu değişikliğin neden olduğu durumu düşünmek kolay değildir, bu nedenle değişikliği onaylamak ve gerekli görmek imkânsızdır. Değişikliği yalnız kelimelerin yanlış kullanıldıklarını gördüğümüzde yapma hakkımız vardır. Öte yandan filozofların kullanımlarına da güvenemeyiz ve bu kullanımların neden oldukları hataları da önemsiz de göremeyiz. Bu ihmal anlamın bozulmasını meşrulaştırır. Örneğin “gerçek”ten söz etmeye çalıştığımızda gündelik dildeki kullanımlarımızı küçümseyemeyiz. Ancak bu “doğru kaymak değildir.” gibi yanlış kullanımlarımızı fark etmemize de engel değildir. Bu tedbir “doğru kaymak” olmayan her şey beyinsel süreçlerimin bir yan ürünüdür.” (sous-produit) diye düşünmeme de engel olur.

2. Austin’in göz önünde tuttuğu bir başka durum da şudur: “Gerçek” kelimesi “normal” bir kelime değildir; “sarı”, “at”, “gezinti” gibi kelimelerin tersine çok istisna kelimedir. Onun tek, basit, özel ve sabit bir anlamı yoktur. Bu kelime farklı anlamlarının bir koleksiyonuna da sahip değildir; fakat kapalı ve belirsiz de görülemez.

Bu tür kelimeler az da olsa bizi şaşırtır. Austin bunu açıklarken içinde kriket kelimesi geçen şu cümleleri düşünmemizi ister: “Kriket topu”, “kriket sopası”, “kriket bayrağı”, “kriket oynamak için uygun zaman”. Şöyle bir kişi olsun: Onun kriket hakkında hiçbir bilgisi olmasın; kriketle ilgili hiçbir olguyu gözlemlemeden önce bütün dikkatini “sarı”nınki gibi bir kelimenin normal kullanımına versin. Bu kişi kriket topunu, sopasını, sahasını ve maç süresini gözlemleyebilir ve bütün bunların ortak noktalarını ortaya çıkarmaya çalışabilir; “kriket” terimini bütün bunlara yükleyebilir. Fakat o, “kriket” kelimesinin “sarı” gibi yani bir renk olduğunu düşünerek bu kelimenin geçtiği terimlerin anlamını kavrayamaz ve şu sonucu çıkarabilir: “Kriket, doğal olmayan, normal yollardan deneyimleyemediğimiz, sadece sezgiyle kavrayabildiğimiz bir niteliktir. Austin bu çıkarımını doğru bulmayacakların olduklarını da düşünerek şöyle der: Bu görüşüm size saçma mı görünüyor? O zaman filozofların “iyi” hakkında söylediklerini hatırlayın. Onların pek çoğu “gerçek ördekler”, “gerçek kaymak” ve “gerçek ilerleme” gibi, nesnelerde ortak ve bildiğimiz bir niteliği belirlemeyi başaramazlar. Onlar “gerçek” yerine realiteden söz ederler ve realitenin de sadece akılla kavranan a priori bir kavram olduğunu iddia ederler.

Austin’e göre gerçeğe ilişkin konuşma biçimimiz ve gerçeğe ilişkin inancımız birbirinden ayrılmaz; filozofun kendini realist diye nitelemesinin anlamı yoktur. Realizm konusundaki tartışmalar skolastik bakış açısının ürünüdür ve düşünce despotluğudur.

Baştan beri şu konuda uyuşmak gerektiğini hep söyledim: Realist olmak yani nesneleri ya da maddi şeyleri algılama tarzımıza ilişkin doktrin kabul etmek zorunda değiliz. Böyle bir doktrin, karşıtı kadar Skolastiktir ve yanlıştır. Maddi nesneleri ya da duyulur nesneleri nasıl algılıyoruz, sorusu kuşkusuz çok basittir; fakat yanıltıcıdır (…) Kavranacak en önemli şeylerden biri şudur: Duyulur veri ve maddi nesneler terimleri birbirinin sırtından geçinir. Yanlış olan bu terimlerden biri değildir; bu bizzat antitezdir.

Austin göre gerçeğe ilişkin algımızın doğasını araştırmak yerine şu soruların cevabını araştırmalıyız: “Şurada gerçek bir saka kuşunun olduğunu nasıl bilebilirim veya nasıl bilirim?” “Nasıl biliyorsun?” sorusu bazı bağlamlarda sadece kuşkuyu gidermek için sorulur

“Fakat gerçek midir?” kuşkusunun ya da sorusunun her zaman özel bir nedeni vardır ya da olmalıdır. Bunun gerçek olmadığını, böyle bir deneyimin yanlış olduğunu telkin eden bir şey olmalıdır. Bu sebepler bu şeyin realitesinden kuşku duymayı gerektiren özel biçimin ya da biçimlerin bulunması demektir. Bu biçim ya da biçimler şu deneyimin ya da bu objenin bozulduğunu telkin eder. Bazen bağlam, hipotezin doğası konusunda hiçbir kuşkuya yer vermez. Saka kuşu içi doldurulmuş ölü bir kuş olabilir; fakat bunun bir mucize olduğunu söyleyemeyiz. Eğer Bağlam kuşkuyu gidermezse o zaman şöyle sorma hakkına sahibim: “Ne demek istiyorsun?” “Bunun sahte olabileceğini mi demek istiyorsun?” Kurnaz metafizikçi söyle sorar: “Bu bir gerçek masa mıdır?” O, bu sorusuyla gerçek masanın ne olduğunu ne betimler ne de açıklar. Filozof “gerçek” kelimesini maddi dünyada ya da maddi objelerde rastlanmayan tümüyle derin ve gizemli bir şeyin özelliği olarak anlar. Oysa gerçeği anlamak için neye karşıt olduğunu bilmeliyiz.

Austin relle ilgili soruları iki kategoride ele alır:

1. Kuşkuyu gideren sorular

2. Ayrıntı merakını gideren sorular.

 

Austin’in “gerçek” kelimesini analiz ettiği bölümde şimdiye kadar söyledikleri, bir giriştir. Bu belki bize uzun gibi görünen; ama onun açısından çok gereklidir. Bu ön açıklamalardan sonra Austin, “gerçek” kelimesini aydınlatırken karşılaştığımız güçlüklere değinir. Bunu yaparken en doğal ve anlamı çok açık bir kelime seçer: “Gerçek renk”. Ondan sonra şöyle sorar: Bir şeyin “gerçek rengi” nedir? Bunu az veya çok güvenli biçimde şöyle cevaplayabiliriz: Bir şeyin gerçek rengi, normal ya da değişmeyen bir aydınlık durumlarında normal bir gözlemcinin gördüğü renktir. Bir şeyin gerçek rengini keşfetmek için, o zaman yalnız belli koşullarda gözlem yapan kişi olmalıyız.

Austin daha sonra şu üç durumu varsaymamızı ister:

a) Üçüncü bir kişinin düşüncesini de dikkate alalım. Bu kişi şöyle desin: “Bu, saçın gerçek rengi değildir.” Ona şöyle diyebilir miyim: Normal aydınlık koşullarında bakarsanız, saç renginin böyle olmadığını anlarsınız? Açıkça bunu demek istemem. Demek istediğim şudur: Saç boyalıdır; burada aydınlığın normal ya da anormal olması söz konusu değildir. Bir kişinin saçının renginin gerçek rengi olmadığını söylediğimde bununla “saç rengi” ve “ortamın aydınlık durumu” arasında bir bağ kurmam; fakat bir iplik dükkânında bir yün yumağına bakıp “Bu, yumağın gerçek rengi değildir.” dersem, şunu söylemiş olurum. “Yumak gün ışığında bu renkte değildir.” Öte yandan bu ifadeyle şunu da demiş olabilirim: “Yumak solmadan önce bu renkte değildi.” Bu farklı anlamların olasılığı göstermektedir ki, siz benim ne demek istediğimi kullandığım kelimelerin bilgisinden den hareketle anlayamazsınız. Tartıştığımız konunun boyalı nesneler sınıfıyla ilgili olup olmadığı bilmek önemlidir.

b) Varsayanız ki, rengi çok parlak ve derin sularda yaşayan bir balık türü vardır. Size şöyle soruyorum: Bu balığın gerçek rengi nedir? Bir balığın derin sudaki rengi mi, ağdan çıkarılıp tezgâhı konduğundaki rengi mi ya da tezgâhta uzun süre kaldığı için solan rengi mi gerçek rengidir? Bunu söylemek kolay değildir.

Şunu da varsayınız: “Sakarinin gerçek tadı nedir?” Çay fincanında bir sakarin tableti eritiyorum ve çayı tatlandırdığını keşfediyorum. Fakat erimemiş bir tableti yalıyorum ve tadını acı buluyorum. Şimdi soruyorum: Sakarin gerçekte tatlı mıdır? Acı mıdır?

c) Gökyüzünün Güneşin, ayın veya bukalemunun gerçek rengi nedir? Şöyle diyebiliriz: Batan güneş bazen kırmızı görünür? Oysa güneşin gerçek rengi nedir? Güneş için normal aydınlık koşulları nelerdir?

d) Noktalarla yapılan bir çayır resmini düşünün; ressam yeşil algısını resmin bütününde uyandırsa da tablo mavi ya da sarı noktalardan oluşabilir. Bu tablonun gerçek rengi nedir?

e) Bir imgemizin gerçek rengi nedir? Bunu söyleme güçlüğümüzün nedeni bir imgenin renginin neye karşıt olduğunu bilemeyişimizdir.

Bütün bu örneklerden hareketle ortaya çıkan sonuç şudur: “Gerçek” kelimesinin rengi nitelemek için kullanımı doğru değildir; çünkü tüm durumlar için değişmez bir gerçek renk yoktur; en fazla şunu diyebiliriz şu ya da bu şey şimdi şu renkte görünüyor.

Austin’in renklere dair bu belirsizliğinden sonra “biçime uygun olup olmadığını sorgular. “Gerçek biçimi nedir?” şeklindeki bir soruyla formüle ettiği problemi yine örneklere dayanarak şöyle ele alır. “… in gerçek biçimi nedir?” de yukarıda ele aldığımız “…in gerçek rengi nedir?” sorusu kadar belirsizdir. Örneğin “Metal paranın şekli nedir?”i alalım. Onun çevresi, ön yüzü arka yüzü farklı farklıdır. Metal para bazı açılardan daire bazı açılardan da elips şeklindedir. Yine de ona sabit değişmez bir biçim verebileceğimiz söylenebilir. Fakat bir metal para daha çok bozuk para türüdür. Önyüzünün şekli ve arka yüzünün şekli farklıdır. Metal paranın kenarları deforme edilmiş, aşınmış, yazıları az veya çok silinmiş vs. olabilir. Buna benzer pek durumdan söz edilebilir. Örneğin “Bulutların şekli nedir?” diye sorabiliriz. Bu soruya şöyle itiraz edebilirisiniz: “Bulutlar maddi nesneler gibi değildir; onların şekli olamaz; ama maddi nesnelerin gerçek şekli vardır.” O zaman ben de bir maddi nesne olan kediye dair şu soruyu sorarım: “Kedinin gerçek şekli nedir? Kedinin şekli hareketlerine göre değişmez mi?” Eğer bunu inkâr ederseniz hem şu soruyu sormam kaçınılmaz olur: “Kedinin hangi durumdaki şekli gerçek şekildir? Kedinin şekli her an değişir; otururken, yatarken, gezerken, koşarken, tırmanırken, yalanırken değişir; bütün bu durumlarda kedinin sabit, hep aynı kalan şekli yoktur. Kediye ait gerçek bir şekil sadece soyutlama yoluyla ve eğlence amacıyla söylenebilir. Kısaca söylersek, kediye ait değişmez, gerçek bir biçim yoktur. Kedinin gerçek şeklinin ne olmadığını yani silindir şeklini andırmadığı söylenebilir mi? Fakat “O, silindire benzemez.” demek de kedinin gerçek biçimini söylemek değil de sadece hangi şekli dışlayabileceğimizi göstermektir.

Şunu da belirtelim ki, “gerçek” hakkında bir şey söylenemez “gerçek” terimi gereksizdir ve gündelik dilde karışıklığa yol açar. Gündelik dilde gerçek dünyadan söz etmek doğru değildir. Sadece Walt Disney’in harikalarla dolu dünyasından söz ederken, bunun gerçek dünya olup olmadığını sorabilirim. Diğer deyişle “gerçek” kelimesi karşıtlıkları belirlemeye yarar ve sadece realiteden yoksun bir şeyi anlatırken kullanıldığında anlamlıdır.

Austin “gerçek”in kullanımına ilişkin yanılsamaları başka empirik nesnelere dair gözlemlerle destekler. Örneğin “Bu elmaslar gerçek midir?; “Bu ördek gerçek midir? diye soralım. Kuyumcu'daki elmas sahte taştan ya da camdan yapılmış olabilir. Bir ördek içi doldurulmuş ördek ya da oyuncak veya ördeğe çok benzeyen bir kaz olabilir veya benim halüsinasyonlar gördüğüm bir ördek olabilir.

Bütün bu durumlar açıkça farklıdır. Ve şunlara özellikle dikkat ediniz: a) Bu durumların çoğunda bir gözlemcinin standart koşullarda bir gözleme başvurması hiç de akla uygun değildir; b) gerçek ördek olmayan bir şey var olmayana ne anlam verirseniz verin var olmayan bir ördek değildir; c) var olan bir şey örneğin bir oyuncak, asla gerçek, örneğin gerçek bir ördek olmayabilir.

Kısaca söylersek “elmas” ve “ördek” kelimelerinin kullanımları bağlamlara göre değişir. Yukarıda ilk madde de söylediğimiz gibi, Austin’in semantik analiz yönteminin ilk etabı çok farklı kullanımlardan oluşan anlam alanını düzenlemektir. Austin “gerçek” kelimesinin renklere ve şekillere uygulandığında deyim yerindeyse fenomenolojik bir dayanaktan yoksun olduğumuzu gösterdi. Şimdi artık lengüistik fenomenoloji yöntemi sayesinde “gerçek”in öne çıkan görünüşünü belirlemeye çalışacaktır. Austin’in araştırmasının bu aşamasındaki problematik şudur: “Gerçek” kelimesinin kullanımı bir tözün kullanımına bağlı mıdır?

Austin “gerçek”i metafizikçi filozofların tersine, bir sözle ilişkilendirir yani ona göre “gerçek” bir tözü niteleyen sıfattır. Örneğin

(1a) Bu elmaslar gerçektir.

(2a) Bunlar gerçek elmaslardır.

Bu sözlerde şu iki sözceyle dikkatten kaçan gramatikal bir benzerlik vardır:

(2a) Bu elmaslar pembedir.

(2b) Bunlar pembe elmaslardır.

Fakat gramatikal açıdan (1a) ve (2a) sözceleri benzer olsa da anlamları aynı değildir. (2a) kullanımı doğru ise de (1a) kullanımı doğru değildir. Bunu şu iki farklı sözceyle gösterebiliriz:

(3a) “Bu sarıdır.”

(3b) Bu, gerçektir.

(3a) sözcesini söylemek anlamlıdır. Bir şeyin ne olduğunu bilmesek de renginin “sarı” olduğunu söyleyebiliriz; çünkü bir olgu durumudur. “Bu, sarı’dır.” demek anlamsız değildir.

Oysa (3b) sözcesini söyleyemeyiz; zira bir olgu durumu değildir. O nedenle “Bu, gerçektir .” anlamlı değildir. Bunun nedenini kolayca anlayabiliriz. Şöyle ki, bir ve aynı nesne hem bir gerçek X olabilir hem de bir gerçek Y olabilir. Örneğin bir ördeğe benzeyen bir nesne hem içi doldurulmuş gerçek bir ördek olabilir hem de gerçek bir ördek olmayabilir.

Bir obje gerçek bir ördek olmadığında; fakat bir halüsinasyon olduğunda gerçek bir halüsinasyon olabilir; gerçek bir halüsinasyon, imgeleme yanlışlığından kaynaklanan geçici bir yanılsamaya karşıttır. “Gerçek midir?” ya da “gerçek değil midir? sorusunun anlamı olması için öncelikle “Hangi tür bir gerçek obje?” sorusuna bir cevap bulmalıyız.

“Doğru”, bir sözcenin olgularla uyumlu olduğunu belirten bir nitelik değildir, gerçekleşmenin bir biçimidir; “yalan” ya da “yanlış”, bir sözcenin başarısızlığının bir örneğidir.

Bu bir görecelilik değildir. “Mutlu/mutsuz kategorisini sözcelere genişletmek demektir. Kimseye emir verme yetkisine sahip olmadığım halde bir emir vermem nasıl başarısız ise başka sözcelerim de başarısız olabilir. Austin bu noktayı Royaumont Kolokyumunda söz alarak oldukça esprili biçimde şöyle açıklar:

Biliyorum ki, şöyle bir izlenim vardır: Bir bildirim ya da saptayıcı bir söze emirden tümüyle farklıdır. Kim? Neyi öne sürebilir? Özgür müyüz yoksa değil miyiz? Yanlış olanı öne sürmek, bir insan hakkıdır ve yine de bu izlenim yanlıştır. Gerçekte, herhangi bir şey hakkında bir şey söyleyecek durumda olmadığımız için ona dair hiçbir şey öne sürülemez, demekten daha genel hiçbir şey yoktur[...]

Bu durumda benim “Öne sürüyorum.”um emretme yetkisine sahip olmadığınız halde, sizin “Emrediyorum.”unuzla aynı düzeydedir. Bir başka örnek: Bana “Canım sıkılıyor.” diyorsunuz. Umursamaz bir tavırla şöyle diyorum: “Sıkma canını!” ve siz canımı sıkmamamı söylemekle ne demek istiyorsunuz? Hangi hakla?[1]

“Bu doğrudur.” veya “Bu yanlıştır.” gibi bir sözcenin rolü birinci basamaktaki bir objeye bir nitelik yüklemek değildir; fakat daha önceki bir bildirimin onaylanmasını belirtmektir. Straw­son, “…doğrudur.” “doğrudur.” ifadesinin performatif olduğunu söyledi.

Kuşkusuz “gerçek” bir adla birlikte olmadan kullanılamaz. “Aynı” ve “bir” “gerçek”den daha belirgin kelimelerdir. Aynı ekip farklı zamanlarda farklı oyunculardan; aynı bölük, farklı taburlardan oluşabilir. Bir adla birlikte olmayan sıfatlar, anlam bakımından boştur. Örneğin “iyi” kelimesi “iyi bir …” ile kullanılır; yoksa “iyi” tek başına yüklem olamaz. Bir kitap “iyi bir kitap” olabilir; ama “iyi bir roman” olmayabilir. Bir âlet gülleri budamak için iyi bir âlet olabilir; ama otomobilleri tamir etmek için iyi bir âlet değildir. Austin “gerçek”i açıkladığı bölümde bir dipnotta aynı güçlüğün Aristoteles’te de bulunduğunu söyler. O demektedir ki, Aristoteles σοφία’yı (sophia) mutlak olarak kullandığında σοφία’nın (sophia) hangi alanla ilgili olduğunu söylemediğinde benzer bir güçlükle karşılaştı.

Austin analizinin ilerleyen bölümlerinde çok önemli bir saptamada bulunur. Saptama da şudur: “Gerçek” olumlu bir niteliği belirtmekten çok, dışlar; çünkü “gerçek” baskıcı bir kelimedir. Dilin ilk ve temel kullanımı olumlu cümlelerin kullanılmasıdır. X’i anlamak için X’in ya da bir X olmanın ne olduğunu bilmeliyiz. Bunu bilme bize “X olmama”nın ne olduğunu öğretir. Buna karşılık “gerçek” söz konusu olduğunda baskıcı bir özelliğe sahip “gerçek” kelimesinin negatif kullanımını söz konusudur. Diğer deyişle herhangi bir şeyin gerçek olduğunu olumlama onun şöyle bir gerçek olduğunu söyleme sadece, onun X olma ya da olmama alternatifi olduğunda mümkündür. “Gerçek bir ördek” ifadesi, onun gerçek olmayan, örneğin “pelüş ördek”, “oyuncak ördek”, ördek imgesi, “doldurma ördek” olmayan durumlar için de kullanıldığı takdirde “bir ördek” ifadesinden farklılaşır. “Bu gerçek ördektir.” bildiriminin doğruluğunu nasıl bilirim? Eğer bunu söyleyenin düş görmediğini biliyorsam soruyu cevaplandırmak biçimini söyleyebilirim. Kısaca söylersek

“gerçek” olan şeylerin tümünde ortak bir özellik bulma girişimi başarısızlığa mahkûmdur. “Gerçek” nitelemesinin fonksiyonu herhangi bir şeyi nitelemeye katkıda bulunmak değil; bir obje için gerçek olmama olasılıklarını dışlamaktır ve gerçek olmama olasılıkları hem çoktur hem de çeşitlidir.

Gerçeğin metafizik kullanımının ayırt edici özelliği, metafizikçinin terimin tek bir anlamı olduğunu var saymasıdır. Örneğin “gerçek dünya”daki “gerçek” ve “gerçek elmas”taki gerçeğin aynı olduklarını var saymasıdır. “Gerçek”in, çok farklı durumlar ve nesneler için kullanıldığında tek bir anlamının olduğunun düşünülmesi bu kelimeyi gizemli yapar. Oysa metafizikçi “gerçek” kelimesinin analizini yaparken, olgusal gerçekliğe dayanmaz; “Bu şey gerçek midir? sorusunu cevaplarken, gözlem ürünü bir sebep araştırmaz.

Burada bir şeyi hatırlayalım: “Gerçek midir?” veya “Gerçek değil midir? Her zaman meşru değildir. Bu soruyu sadece kuşkulandığımız bir durumda sorabiliriz; olup biten şeylerin göründükleri gibi olup olmadıklarını öğrenmek için sorarız. Olguların başka türlü yani görüntülerinden farklı olma olasılıkları varsa o zaman sorabiliriz.

Austin Kuşku konusundaki görüşlerini temellendirirken Wittgenstein’ın Kesinlik Üzerine’de kullandığına benzer bir kanıtlamadan yararlanır. Wittgenstein’ın bu kitabındaki kanıtı şöyledir:

Herhangi bir olgudan emin olmayan kişi, kelimelerin anlamından da emin olamaz.

Wittgenstein bu cümlesiyle şunu kanıtlar: Dil oyunlarımız bize göstermektedir ki, bazı önermelerimiz deneysel açıdan temellendirilmese de onlardan kuşku duymayız. Austin de Wittgenstein gibi düşünür ve şöyle der: Eğer bir filozof bu sandalyenin gerçek olduğundan kuşku duyarsa, gündelik kelimelerinin anlamı ile karşıtlık içinde olur. Sokaktaki insan karşısındaki sandalyeden kuşku duymayı zorlama, yapmacık veya gerçeğe aykırı diye görmez; bunu sadece ve açıkça anlamsız sayar. O, çok haklı olarak şöyle der: “Eğer şu an gördüğüm gerçek bir sandalye değilse, bir sandalye görmenin ne olduğunu bilmiyorum.”

Fakat “Gerçek midir?” kuşkusunun ya da sorusunun her zaman daha özel bir temeli vardır ya da olmalıdır. Bu soru bildiğimiz deneyimin değiştirildiğini ya da objenin belirsizleştirildiğini ima eder. Eğer bağlam kuşkuyu gidermezse o zaman şunu sorarız: “Ne demek istiyorsun? Bizim bildiğimiz gibi olmadığını mı?” Metafizikçinin kurnazlığı şunu sormaktan ibarettir: “Bu, gerçek bir masa mıdır?” Sanki karşımızdaki masadan ayrı ve gerçek bir masa varmış gibi davranmaktır. Metafizikçi üstelik “gerçek” diye nitelediği masanın betimini yapamadığı gibi, böyle bir masayı da kanıtlayamaz.

Kuşkulanmak, belli bir biçimdeki olgulardan ya da referanslardan kuşkulanmaktır. Kuşkuyu gerektiren durumlar anormal ya da hileli durumlardır. Sözceleyen kişi bir uyuşturucunun etkisiyle rüya görüyor ya da sayıklıyor olabilir ya da söz konusu olan obje sahte, yapay, taklit, görünüşü değiştirilmiş, tuhaf veya oyuncak olabilir. Serap, ters çevrilmiş resimler veya etkileri tuhaf bir nesne olabilir.

Bütün bu kuşkular durumlara özgü bilinen prosedürlerle giderilebilir. Düş ve uyanıklığı ayırt eden yöntemimiz vardır.

“Fakat … gerçek midir?” kuşkusunun ya da sorusunun her zaman bir temeli olmalıdır. Bunun gerçek olmadığını düşündüren sebep bulunmalıdır. Kuşkusuz bağlam bazen sözcenin gerçekliği konusundaki kuşkuyu bir ölçüde giderebilir; fakat her zaman tümüyle gidermez. O zaman şunu sorma hakkımız vardır: “Ne demek istiyorsun?” “Onun aldatıcı görünüş olduğunu mu demek istiyorsun? Metafiziğin kurnazlığı, “Bu masa gerçek midir?” diye sormaktan ibarettir. Filozof gerçeği tümüyle gizemli ve derin bir anlamda “gerçek dünya” “maddi objeler” gibi gizemli bir anlamda kullanmaktadır. Filozof bu Gerçeğin neye karşıt olduğunu söyleyemez. Burada yapılması gereken şudur: “Gerçek” kelimesinin yerine daha özel bir kelime bulmak, böylece durumun özelliğini uygun ifadeyle betimlemektir.

Gündelik hayatta bildiğimiz nesnelere ilişkin soru sormayız. Örneğin “Bu hakiki tırmık mıdır? demeyiz; fakat doğrulamak için sorabiliriz. Her kuşku özel durumlarda ortaya çıkar. O zaman bu kuşkuyu gidermek için yöntemler vardır. Bu yöntemler daha önce bildiğim şeylerin ve özel nedenle ortaya çıkan kuşkuların nasıl giderileceğini bildiğim yöntemlerdir.

Oysa gündelik hayat “gerçek”in öğrenilmiş, empirik gözlemi­ne dayanır. Gözlem kuşku duymayı gerektirmiyorsa yani kuşku duymamızı gerektiren sebep yoksa “Bu gerçek midir?” diye sormanın bir anlamı yoktur. Örneğin “Bu gerçek saka kuşu mudur?” diye soruyorsak, duyduğumuz sesin bir taklit olduğunu düşünüyoruz demektir. “Bu gerçek vaha mıdır?” demek onun bir serap olma olasılığını düşünüyor olmamızı gerektirir. “Bu saka kuşu gerçek midir?” diye soran birine cevap için sebeplerim varsa örneğin gösterme imkânına sahipsem, göstererek “Bu bir sahte saka kuşu değildir.” derim. “Orada bir saka kuşu olduğunu neye dayanarak bilebilirim?” ya da “Neye dayanarak biliyorum?” sorusu gündelik hayatta sadece belli bağlamlarda ve kuşkuyu gidermek için sorulabilir.

“Onun gerçek olduğundan emin olmak” doğanın sürprizleri olamayacağına göz ardı etmek değildir. Bunun bir tırmık, gerçek bir tırmık olduğunu söyleyebilirim; sonra hiç beklenmedik durumlar olabilir. Onun üzerinden bir asfalt silindiri geçebilir. Bu durumda yine de önceki sözüm yanlış değildir.

Ancak silindir tırmığın üzerinden geçtikten sonraki durumu anlatmak istersek hangi kelimeyi kullanabiliriz? Bunu anlatmak için önceki betimimi terk etmeliyim. Buradan hareketle Austin şu önemli tezi ortaya koyar:

Öyle görünüyor ki, gerçek şeyler konusunda dilin ya da dilin önemli bölümünün “verimli” olduğunu, bir özelliğin gelecekte de böyle olacağını varsaymak büyük hatadır. Her zaman ortaya çıkabilen şey gerçek şeylere ilişkin fikirlerimizi yeniden gözden geçirmemizdir.

“Gerçek” kelimesi “iyi” gibi etiket bir kelimedir. Bununla şunu anlıyorum. “Gerçek” aynı fonksiyonu yerine getiren terimler grubunda en genel en kuşatıcı kelimedir. Bu grubun diğer üyeleri arasında buna yakın kelimeler şunlardır: “… denmeye layık”, “orijinal”, “canlı”, “hakiki”, “otantik”, “doğal”.

Negatif yönüyle yani “gerçek değil;”e ilişkin kelimeler de şunlardır: “Yapay”, “sahte”, “yapmacık”, “hileli” “derme çatma”, “uyduruk”, “sentetik”, “oyuncak”. Ayrıca “düş”, “yanılsama”, “serap”, “halüsinasyon” adlarını da bu gruba koymak gerekir.[2] Bu olumlu terimlerden en az genel olanları pek çok durumda neyi dışladıklarını az veya çok açık biçimde telkin etmektedirler. Bazıları bu olumlu kelimeleri olumsuz kelimelerle karşıtlar çifti haline getirmek isterler. Bu durum, mümkün yorumlar alanını daraltmaktır. “Üniversitenin tiyatro adına layık bir tiyatroya sahip olmasını arzu ediyorum.” dersem, bu önerim şu anlama gelir: Üniversite şu anda sadece derme çatma bir tiyatroya sahiptir. Resimler, sahte resimlere karşıt olarak, otantiktir. İpek, yapay ipeğe karşıt olarak doğaldır. Silahlar boş şarjöre karşıt olarak doludur.

Pratikte bazen bir adın incelenmesinden bir sonuç çıkarırız; çünkü gerçek olmadığını düşündüğümüz şeye ilişkin bir bilgi elde edebiliriz. Örneğin bana “Bu, doğal ipek midir?” diye sorarsanız, bunun “yapay ipeğe karşıt olarak” diye sorduğunuz sonucunu çıkarırım; çünkü başlangıçta biliyorum ki, ipek yapayı da olan bir nesne türüdür. Fakat bunun ipek oyuncağa karşıt olduğunu düşünmem.

“Gerçek” kelimesiyle yakınlığı olan olumlu kelimeler veya olumsuz kelimeler pek çok sorun çıkarır. Örneğin “et bıçağı” adına layık bir et bıçağı olma niçin gerçek bir et bıçağı olma tarzıdır? Oysa “saf bir kaymak olma”, “gerçek bir kaymak olma” biçimi değildir. Burada şunu sormadan edemeyiz: Gerçek/yapay kaymak ayrımı, saf/ karışık kaymak ayrımından hangi bakımdan farklıdır? Karışık kaymak yine de kaymak mıdır? “Sahte dişler”e niçin “yapay dişler” değil de “sahte dişler” diyoruz? “Protez organlar”a niçin “sahte” değil de “yapay” organlar diyoruz? Bunun nedeni belki yapay bir organın gerçek bir organın fonksiyonunu yerine getirmesi; fakat gerçek bir organ gibi görülmemesidir.

“İyi” felsefede çok kullanılan kelimelerden biridir. Yukarıda onun “gerçek” kelimesine çok benzediğini söylemiştik. Bu, daha çok övgüyü ifade etmeye yarar; bu amaçla kullanılan pek çok kelimenin içinde çok farklı bağlamlarda kullanılır. Bir zamanlar idealist filozoflar “gerçek”i “iyi” yerine kullanılan kelimeler ailesinden sayarlardı. Örneğin “Bu hakiki bir bıçaktır.” demek, “Bu, iyi bir bıçaktır.” demektir. Bazen “Bu, kötü bir şiirdir.” denildiğinde, “Bu, gerçek bir şiir değildir.” denmek istenirdi. Bu örneklerde iddia edilen belirli bir yetkinlik özelliğinin olmadığı ifade edilir.

“İyi” kelimesi felsefede büyük bir otoriteye sahip bir başka genel terimdir. Daha önce onun “gerçek”e çok yakın olduğunu söylemiştik. “İyi” yukarıda “gerçek” kelimesine yakın kelimeler ailesi içinde en genel terimdir. Bu kelime bir övgüyü ifade eder; fakat bağlama göre övgü dışında başka anlamlara da gelir. Örneğin “iyi bir bıçak” kesmek için en doğru bıçak anlamına gelebilir; tersi için de aynı şey geçerlidir. “Kötü bir şiir”den şiir ile ilgisi olmayan sözleri kast ederiz.

Bütün bu anlattıklarından sonra Austin, “gerçek” kelimesinin fonksiyonuna dayanarak bir değerlendirmesini yapar ve şunu söyler:

“Gerçek”, kelimesi düzleştirici bir kelimedir. “Düzleştirici” olarak “gerçek”, “düzleştirici kelimeler” dediğimiz çok geniş ve önemli kelimeler sınıfına aittir. Düzleştirici kelimelerin kullanımları, dilin dünyaya empoze ettiği pek çok ve önceden görülemez zorunluluklara uydurulmuştur.

Tasavvur edebildiğimiz şeyleri çoğunlukla dilimizin kelimeleriyle söyleyebiliriz. Fakat bu kelime haznemiz sınırlıdır; karşı karşıya kaldığımız mümkün durumlar ise çok çeşitlidir. Bu nedenle pratikte kaçınılmaz olarak daha önceden uygun ve kelime haznemizle özenli biçimde ifade edilmemiş durumlar karşımıza çıkar. Örneğin sözlüğümüzdeki “domuz” kelimesini alalım. Bu kelimeyi hayvanlardan hangisine vereceğimizi iyi biliriz; fakat varsayalım ki, bir gün karşımıza türünü bilmediğimiz ve ilk defa gördüğümüz bir hayvan çıksın; bu hayvan domuza çok benzesin; hareketleri aşağı yukarı domuzunkilere yakın olsun. Fakat bu hayvan domuza çok benzese de tümüyle bir domuz olmasın; ondan belli bir biçimde ayrılsın. Bu durumda ona ne ad vereceğimizi bilmediğimiz için, bir an sessiz kalırız. Bunun bir domuz olduğunu ya da olmadığını söylemek istemeyiz ya da söylemek için ona yepyeni bir ad verebiliriz; sözlüğümüzden bir kelimeyi kullanarak ona bir ad verebiliriz; fakat sözlüğümüzde ona dair bir ad olmadığından bunu yapamayız. Bu imkânsızlığı gidermek önce şunu deriz: “Bu hayvan domuz gibidir.” “Gibi” kelimesi en mükemmel “düzleyici”dir ya da diğer deyişle “sözlüğümüzü esnekleştirme”nin en temel aracıdır. “Gibi” sayesinde her zaman sözlüğümüzün sınırlı oluşuna rağmen, ad verme konusunda tümüyle sessiz kalmaktan kurtuluruz. O nedenle bu hayvanın “domuz gibi” olduğunu söyleriz. Fakat bunun yine de “gerçek” ya da “hakiki” bir domuz olmadığını da biliriz. Kelimeler dünyaya doğ­ru atılmış oklar gibidir; bu, düzleştirici kelimeler için de geçerlidir. Düzleştirici kelimeler sayesinde adlandırma kapasitesinin yetersizliğinden kurtuluruz. Eğer bu düzleştirici kelimeler olmasaydı oku kendi ayaklarımıza atardık. “Gibi” düzleştirici kelimesi hem nesneye bir açıklık hem de ifadeye bir esneklik kazandırır. “Bu hayvan gerçek bir domuz değildir; fakat domuz gibidir.” dersem, artık domuz kelimesinin anlamını değiştirmem.

Fakat o zaman şöyle bir sorun ortaya çıkar: Bu amaca ulaşmak için “gibi” kelimesine sahip olmalı mıyız? Cevap şudur: Düzleştirme için başka kelimelerimiz de vardır. Bu yeni tür hayvanlar için “domuzu andıran” kelimesini kullanabilirim; onlara “aşa­ğı yukarı domuz” diyebilirim. Fakat bu nitelemeler her şeye rağmen “gibi” kelimesinin yerini tutamaz; çünkü onlar “domuz” kelimesiyle aynı düzeyde yeni ifadeler sağlar ve onunla aynı şekilde iş görürler ve nesneyi doğrudan anlatmayı sağlamazlar.

“Gibi” kelimesi genel olarak bizi önceden görülmedik durumlara karşı silahlandırır. Yeni icat edilen kelimeler bunu yapmazlar yapamazlar.

Bu durumda şöyle sorulacaktır: Düzleştirici “gibi” kelimesinin yanında niçin “gerçek” kelimesine ihtiyacımız vardır? Hangi nedenle “O bir domuz gibidir?” bazen de “Bu, gerçek bir domuz değildir?” “Hakiki bir domuz mu?” deriz. Bu soruları doğru cevapladığımızda önemli bir engeli aşarız ve Gerçeğin kullanımını ve anlamını aydınlatırız.[3]

Austin bu bölümde anlattıklarının tümünden şu sonucu çıkarır: “Gerçek” ve “gerçek olmayan”ı ayırt etmek için genel ölçütler formüle edemeyiz; çünkü karşı karşıya kaldığımız bu ayırma problemleri çok özeldir. Oysa kelimeleriz bildiğimiz standart durumlar için üretilmişlerdir. Ayrıca nesnelerin özel cinsleri için ayrım yapmanın pek çok biçimi olabilir. Bu, doğanın ve hemcinslerimizin ortaya çıkardıkları sürprizlerin çeşitlerine ve sayılarına bağlıdır. Açıkça sürpriz ya da ikilem yoksa problem de ortaya çıkmaz. Gerçek bir domuz olmasa da bir domuza benzeyen bir şeyi şöyle veya böyle ayırt etmeseydik, o zaman “gerçek domuz” kelimelerinin hiçbir yan anlamı olmazdı.[4]

Ayrıca belirli bir anda kullandığımız ölçütler kesin ve değiş tokuş edilemez gibi görülemezler. Varsayalım ki, kedi cinsine ait bir yaratık konuşmaya başlıyor; varsayalım ki, başlangıçta “Bu konuşabilen bir kedidir.” diyorum. Fakat o zaman varsayınız ki, hepsi değil; onun gibi başka kediler de konuşmaya başlıyor. Bu durumda şunu demek zorundayız: “Bazı kediler konuşur.” Konuşan kedileri konuşmayan kedilerden ayırt etmemiz gerekir. Fakat burada dil yetisi genelleştirilseydi ve konuşan ile konuşmayan ayrımı bize gerçekten önemli gibi görünseydi, gerçek bir kediden konuşabilen bir yaratık olmasını beklerdik. Bu bize kedi için “gerçek bir kedi olmama”nın yeni bir açıklama biçimini verir. Kediye benzeyen; ama yine de bir kedi olmayan varlık olduğunu düşündürür.

Kuşkusuz “konuşan kedi”ye ilişkin sözlerimizin gündelik hayat açısından bir önemi yoktur; fakat bu açıklamalar felsefi bakımdan çok önemlidir; çünkü “gerçek bir X” ile “Gerçek olmayan bir X” arasındaki farkın mantıksal temelini verir. Gerçekte dayandığı olgusal temeli göremediğimiz bir ayrım, hakkında konuşmaya değmeyen bir ayrımdır.

 



*    Humpty Dumpty İngiliz halk çocuk şarkısında anlatılan insan şeklinde yumurta. Bu çocuk aynanın arka tarafını gördüğünü; kelimelerin ve mantığın tanımlarının bildirmediği şeyleri bildiğini söyler. Ona göre sadece bu şeyler vardır. Alice de “Alice Harikalar Ülkesinde”de çocukluğundan tanıdığı bu gizemli kişiyi keşfetmek ister. Alice, onu bir duvarda ete kemiğe bürünmüş görür.

.

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder