WITTGENSTEIN’IN FRAZER
ELEŞTİRİSİ
Açıklamalara Hata ile Başlamak ve
Hatanın Yerine Hakikati Koymak Gerekir.
Bu demektir ki, hatanın kaynağını
keşfetmek gerekir; yoksa hakikatten söz etmek hiçbir şeye yaramaz. Hata,
herhangi bir şey onun yerini aldığında açıklamaya giremez.
Bir kişiyi hakikat hakkında ikna etmek
için hakikati saptamak yeterli değildir; hatadan hakikate giden yol’u da bulmalıdır.
Kuşku suyuna sürekli dalmam gerekir.
Frazer’ın insanların büyüye ve dine
ilişkin düşüncelerini açıklama biçimi tatmin edici değildir: Bunları hatalar
olarak sunmaktadır.
Sonuçta Augustinus İtiraflar’ın
her sayfasında Tanrı’ya yakardığında hata ediyor muydu?
Fakat denebilir ki, hata etmiyor
idiyse, dini tümüyle başka kavramları ifade eden Budist Rahip ya da başka biri
hata etmiyordu. Fakat onlardan hiçbiri bir teori ortaya koyması
dışında hata etmiyordu.
Âdeti -örneğin kral-rahibin
öldürülmesini-açıklamayı isteme fikri bana bir başarısızlık gibi geliyor.
Frazer’ın yaptığı her şey açıklamayı kendi gibi düşünenler için doğru diye
sunmaktan ibarettir. Bütün bu âdetlerin hasılı sanki saçmalıklar gibi sunulmaları
çok dikkat çekicidir.
Fakat bu, sadece insanların bütün
bunları saf saçmalık diye yapmaları koşuluyla doğrudur.
Örneğin Frazer bize açıklamaktadır ki,
kral en olgun döneminde öldürülmelidir; çünkü ilkellerin inancına göre aksi
halde onun ruhu canlılığını sürdüremez.
Eğer böyleyse, o zaman yine de bu âdetin
ve bu inançların sadece nerede birlikte olduklarını; âdetin bir görme biçiminden doğmadığını;
fakat her ikisinin toplumda olduğunu söyleyebiliriz.
Genellikle bugün sık sık şu
olmaktadır: Bir insan bir âdeti, dayandığı hatayı gördükten sonra terk eder.
Fakat bu durum yalnız insanın, uygulamadan vazgeçecek şekilde hatasını farkı
ettiğinde ortaya çıkar. Oysa bir halkın
dini uygulamaları söz konusu olduğunda bu durum yoktur. Bu nedenle
bir hata söz konusu değildir.
Frazer demektedir ki, büyüdeki hatayı
keşfetmek çok zordur; ve bu nedenle uzun süre uygulanmakta devam eder; çünkü
örneğin yağmur yağdırmaya yönelik bir büyünün er veya geç kesinlikle etkili
olacağı anlaşılır. Fakat o zaman insanların saha sonra, er veya geç yağmur
yağmadığını fark etmemelerini kesinlikle hayret vericidir.
İnanıyorum ki, bu açıklama girişimi
bir başarısızlıktır; çünkü bildiğimiz
şeyi sadece doğru olarak aktarmak ve buna hiçbir şey eklememek zorundayız ve
açıklamayla elde etmeye çalıştığımız tatmin doğrudan verilmelidir.
Ve burada kesinlikle tatmin edici
açıklama yoktur.
Frazer bize Nemi Ormanı’nın Kralı’nın
tarihini anlatırken, burada dikkat çekici ve korkunç bir şey olup bittiğini
açıklayan üslubuyla bir şeyler eklemektedir.
Fakat “Bu, niçin olmuştur?” sorusuna
“Çünkü korkutucudur.” Diye cevap verildiğinde gerçekten cevap verilmiştir. Bu
edimde bize görünen, korkutucudur, yücedir, uğursuzdur, trajiktir vs. ama hiç
de yadırganacak ve anlamsız değildir. Bu durum bu edimi doğurur.
Burada sadece betimleyebiliriz ve şöyle diyebiliriz: İnsan hayatı böyledir.
Betimlenen şeyin bizdeki izlenimiyle
karşılaştırılan açıklama çok belirsizdir.
Her açıklama bir hipotezdir.
Oysa hipotetik bir açıklama örneğin
aşkın acı verdiği kişinin acısını pek de dindirmez; onun acısını
yatıştırmayacaktır.
Düşünceler itişip kakıştıklarında
dışarı çıkamazlar; çünkü hepsi İlk önce çıkmayı isterler ve çıkışı bloke
ederler. “Ölümün görkemi” ifadesini Nemi Kral—Rahibiyle ilgili bu hikayeye
bağladığımızda iki şeyin tek bir şey olduğunu görüyoruz.
Kral rahibin hayatı, bu ifadeyle
söylemek istediğimiz şeyi aydınlatır.
Ölümün görkeminin pençesine aldığı
kişi bunu bu tür bir hayatla ifade edebilir. —Bu, doğal olarak bir açıklama da
oluşturmaz; tersine sadece bir sembolü yerine bir başkasının yerine koydurur.
—ya da bir seremoninin yerine bir başkasını.
Dini bir sembol hiçvir kanı’ya
dayanmaz.
Ve sadece hata kanıya uygundur.
Şunu demek istiyoruz: Bu olay ve bu
başka vuku bulmuştur; o halde gülebiliyorsan gül.
Dini pratikler ya da kral—rahibin dini
hayatı günümüzün otantik herhangi bir dini pratiğinden, örneğin günah
çıkarmadan farklı doğada değildir. Günah çıkarma anlaşılabilir; ama
açıklanamaz.
Portresini yakmak. Sevgilinin resmini
okşamak. Bu, doğal olarak, hiç de resmin temsil ettiği şey üzerinde kesin bir
etki yaptığımız inancına dayanmaz. Bunun amacı bir tatmini sağlamaktır ve bunu
gerçekten elde eder: Daha doğrusu hiçbir şey amaçlamaz. Böyle davranalım. O zaman bir tatmin duygusuna sahip oluruz.
Sevgilinin adını da sevebiliriz; o
zaman adın, sevgilinin yerini nasıl aldığı açıkça ortaya çıkar.
Aynı vahşi, görünüşte düşmanını
öldürmek için onun resmini okla deler ve oturduğu gerçek kulübe şeklinde
ağaçtan yapar ve okunu resim kurallarına göre değil; zanaat kurallarına göre
yontar.
Bir cansız nesneye tıpkı bir insana
davrandığımız gibi davranabiliriz; düşüncesi. İlke burada kişileştirme
ilkesidir.
Ve büyü burada her zaman bir sembolizm
ve dil fikrine dayanır.
Bir isteğin sembolü eo ipso gerçekleştirilmesinin sembolüdür.
Oysa büyü bir isteği temsil eder: Bir
isteği ifade eder.
Arınma olarak vaftiz. Bir hata sadece
büyü bilimsel olarak yorumlandığında ortaya çıkar.
Anne bir çocuğu evlatlık edinmek için
elbisesinin içinden geçirdiğinde burada bir hata olduğuna ve çocuğu kendisinin
dünyaya getirdiğini düşündüğünü sanmak doğru değildir.
Nesnelere ve olaylara ilişkin ve
yanlış bir tasavvura dayanan işlemleri büyü işlemlerinden ayırmalıdır. Örneğin
hastalık sanki bir sıvı halde ya da sıcak bir durummuş gibi bedenin bir
bölümünden diğerine geçer ya da hastalığın yönünü değiştirmek elimizdeymiş gibi
konuştuğumuzda. O zaman yanlış yani uygun olmayan bir imge sahibi oluruz.
Frazer’da manevi hayat ne kadar dar!
Sonra: Kendi döneminin İngiliz hayatından başka bir hayatı anlamakta ne kadar
güçsüz! Frazer’a göre aslında bir İngiliz rahibi olmadığı halde aptal ve iğrenç
olmayan hiçbir rahip tasavvur edemez. Bu nedenle onun taşıdığı ad insan için
kutsal olamaz. Yine de bir yandan ona
verilen en önemli araçtır ve diğer yandan doğumu sırasında boynuna asılan bir
gerdanlık gibidir.
Frazer’ın açıklamaları ne derece
aldatıcıdır? Diğer yandan —inanyorum— gerçekte şunu fark ettik: İlkel âdetleri
gerçekten icat edebiliriz ve bu herhangi bir yerde onlara gerçekten
rastlamamışsak, bir rastlantı olabilir. Diğer deyişle bu +adetlerin düzenlenmesi
sağlayan ilke Frazaer’ın açıkladığından çok daha genel, ve tüm olasılıklarını
tasavvur edebileceğimiz şekilde ruhumuzda (zihnimizde) da bulunan bir ilkedir. Örneğin bir kabilenin kralını
kabilenin her insanının görebileceğini düşünebildiğimiz gibi, kimsenin
göremediğini de tasavvur edebiliriz. Herkesin kralı görmesi durumunda az veya
çok ilineksel bir durum vuku bulmaz; kral insanlara görünür. Belki kimse ona
dokunma hakkına sahip değildir. Schubert’in erkek kardeşinin, Schubert’in
partitisyonlarını bölümlere ayırdığını ve bu belli ölçüdeki bölümleri gözde
öğrencilerine verdiğini düşünelim. Dindarlığın işareti olarak bu davranış
biçimi diğeri kadar kamuoyunun bilmediği partitisyonları herkesten korumaktan
ibaret tutum kadar anlaşılabilir. V eğer Scubert’in erkek kardeşi
partitisyonları yakmış olsaydı bu, dindarlık belirtisi olarak anlaşılabilirdi.
Gerçekte Frazer’ın açıklamaları son
tahlilde bizdeki bir eğilime başvurmasaydı hiçbir şekilde açıklama olamazdı.
Yeme ve içe sadece ilkel için değil;
bizim için de tehlikeler içerir. Bunlardan korunmayı istemekten daha doğal hiçbir
şey yoktur ve şimdi bu tür korunma tedbirlerini düşünebiliriz. Fakat bu
tedbirleri hangi ilkeye göre icat ederiz? Açıkça biçim bakımından tüm
tehlikeler insan için doğrudan doğruya görülebilen çok basit tehlikelere indirgenebilir
şeklindeki ilkeye göre. Sonuç olarak
bizden kültürsüz insanlara hastalık baştan göğse geçer vs. dedirten aynı ilkeye
göre. Doğal olarak kişileştirme bu basit imgelerde önemli bir rol oynayacaktır;
çünkü insanlar ruhlar) insan için tehlikeli olabilir.
Bir insan görünüşüne sahip insan
gölgesi ya da yansıması, yağmur, fırtına, ayın evreleri, mevsimlerin birbirini
izlemesi, hayvanların insanların birbirileriyle ve insanla benzerlikleri ve farklılıkları; ölüm, doğum
ve cinsel hayat fenomenleri ; kısaca insanın yıldan yıla çevresinde birbirine çok
şekilde bağlanmış biçimde algıladığı her
şey düşüncesinde (felsefesinde) ve âdetlerinde önemli bir rol oynayacaktır: Bu,
açıktır ya da kesinlikle, gerçekten bildiğimiz şeydir ve ilginç olan şeydir.
Alice Harikalar Ülkesinde’de (III. Kısım)
büyü, en çorak şeyi anlatılınca kuruduğunda.
Bir hastalığın büyüyle tedavisi
sırasında ona hastayı terk etmesi gerektiği işaret edildiğinde.
Bu tür bir büyü tedavisinin betiminden
sonra her zaman şu demek yeğlenir: Eğer hastalık bunu anlamazsa bunu ona nasıl
söylemek gerektiğini bilmiyorum.
Kesinlikle, ateşin herkesi etkilemesi
gerektiğini söylemek istemiyorum. Ateş başka herhangi bir fenomenden; bu insan
fenomeninden veya şu insan fenomeninden başka bir fenomen değildir. Gerçekte gizemli
fenomen özel bir fenomen değildir; sıradan herhangi bir fenomen gizemli
olabilir. İnsan zihnini uyanıkken niteleyen şey bir fenomenin onun için önemli olmasıdır.
Hemen hemen diyebiliriz ki, insan tören yapan hayvandır. Bu, kısmen yanlış kısmen saçmadır; fakat bunda
bir doğru bir şey de vardır.
Yani böylece antropolojiye dair bir
kitapla başlayabiliriz: Yeryüzünde hayatı ve insanların hayatını düşündüğümüzde
şunu fark ederiz: İnsanlar besin sindirme vs. gibi hayvani diyebildiğimiz
edimlerin dışında ritüel diyebildiğimiz özgün bir nitelik kılığında edimler gerçekleştirirler.
Fakat böyle olduğu halde bu edimlerin
ayırt edici özellikleri nesnelerin doğası konusunda insanların yanlış
düşünceleridir diyerek devam etmek bir saçmadır. (Frazer büyü esasen sahte
fiziktir, sahte tıptır, sahte tekniktir vs. dediğinde bu şekilde davranır).
Tersine, ritüel edimin ayırt edici
özelliği ister gerçek isterse sahte olsun hiç de bir kavram, bir kanı bir,
ritüelin parçası olduğu için ritüel de olabilen — inanç— değildir.
İnsanın imgelemesinden haz çıkardığını
açık kabul edersek, bu imgelemenin bir resim imgesi ya da estetik bir model
olmadığına dikkat etmelidir. Bu, karmaşık, heterojen ögelerden oluşan bileşik
bir yapıdır. O zaman sesli ya da yazılı göstergeleri kullanan işlemi olayların
“tasavvura dayalı imgeler”ini kullanan işleme karşıt yapamayız.
O zaman tüm dil alanına izler
bırakmalıyız.
Frazer: “Bu âdetlerin, kurbanların
hayali varlıklardan korkular nedeniyle kabul edildikleri kesin gibi görünüyor…”
Fakat o zaman Frazer niçin hayali varlığı kullanıyor?” O, bu batıl inancı çok
iyi anlar; çünkü bunu kendisi için doğru kullanımı olan bir batıl inanç
kelimesiyle açıklar.
Yada daha çok: O bununla şunu fark etmişti:
Vahşilerin uygulamalarının lehine bizde bir şey konuşur.Bir yerlerde insanüstü
insani varlıkların olduğuna inanmayan ben “Tanrıların öcünden korkuyorum.”
Dediğimde bu şunu gösterir: Bununla bir şey demek veya bu inanca zorunlu olarak
bağlı olmayan bir duygulanımı ifade etmek isteyebilirim.
Frazer bir insanın hataen
öldürülebileceğine inanabilir. İlk okul okuma kitaplarında şunu buluruz: Attila
şimşek tanrısının kılıcına sahip olduğuna inandığından büyük savaşlara girişti;
çünkü vahşiler tinsel işlerin
anlaşılmasından yirminci yüzyılda yaşayan bir İngilizden çok da uzak
değillerdir. Onun açıklamaları bu
vahşilerin adetlerinin anlamından çok daha değersizdir.
Tarihsel açıklama, bir evrim hipotezi
biçimini alan açıklama sadece verileri toplamanın – onları snoptik bir
tablosunu vermenin bir biçimidir. Bu verileri karşılıklı ilişkilerine dayanarak
düşünmek ve onların zamandaki evrimlerine ilişkin bir hipotez ortaya
koymaksızın onları genel bir tabloda gruplandırmak mümkündür.
Kendi tanrılarını diğer halkların
tanrılarıyla özdeşleştirmek. Tanrıların adlarının aynı anlama sahip olduklarını
sanırız. “Ve böylece tapınaktaki koronun yeri bir gizli yasayı belirtir”
Bununla Frazer’ın olguları guruplama biçimi hakkında konuşmak istenir. Bu yasa,
bu düşünce; şimdi onu bir tasavvurda “sinoptik”
bir hipotezle veya bir bitki şemasına benzer biçimde dini bir seremoni
şemasıyla; fakat aynı zamanda tek bir olgusal gerecin gruplanmasıyla tasavvur
edebilirim.
Sinoptik tasavvur kavramı bizim için
çok temeldir. O tasavvur biçimimizi nesneleri görme biçimimizi temsil eder (Weltanschauung’u görünüşte çağımızın ayırt edici özelliği
olan bir tür dünya görüşü Spengler).
Bu sinoptik tasavvur karşılıklı
ilişkileri anlamamıza yani kesinlikle görmemize izin verir. Aracı terimlerin
keşfinin önemi buradan gelir.
Fakat hipotetik, aracı bir terim böyle
bir durumda sadece dikkatimizi sadece benzerliklere, olguların
bağlantılarına doğru yöneltmelidir. Aynı şekilde bir elipsi bir daire haline
doğru tedrici olarak ilerleterek daire biçimi ve elips arasındaki bir iç
ilişkiyi aydınlatırız; bununla amacımız olgularda belli bir elipsin tarihsel
olarak bir daireden geldiğini öner sürmek
(evrim hipotezi) değildir; fakat sadece bakışımızla biçimsel bir
korelasyonu kavramayı arıtmaktır.
Fakat aynı evrim hipotezini şöyle
düşünebilirim: O biçimsel bir korelasyon görünüşünden başka bir şey değildir.
(Bu açıklamalar önceden daktiloyla
yazılmış düşüncelere ekli değildir.)
[Şunu demek isterim: Bu insanların
anlayışlarını betimlemek amacıyla”ghost)
Frazer’ın elinin altında kendisinin ve bizim çok iyi bildiğimiz “a
ghost” (hayalet) ya da “shade” (gölge)
kelimeleri vardır. By vahşilerle bizim yakınlığımızı bundan daha iyi
gösteren hiçbir şey yoktur.]
(Örneğin, Frazer şöyle betim yapsaydı:
Vahşiler bir düşmanı öldürdüklerinde başlarının düştüğünü imgelerler; bu
gerçekte başka bir şeydir. Burada bizim
betimimiz hiçbir batıl inanç ya da büyü içermez.)
Doğrusu bu özellik sadece “ghost” ve
“shade” ifadelerine özgü değildir ve ayrıca
kendi kültürümüzdeki “ruh” ve “zihin” (Spirit) dikkate almamızın pek
fazla önemi yoktur.
Bunun yakınında ruhumuzun yediğine ve
içtiğine inanmamız değersiz bir şeydir.
Tüm bir mitoloji dilimize kök
salmıştır.
Ölümü dualarla uzaklaştırmak ya da
ölümü öldürmek; fakat diğer yandan ölüm bir iskelet gibi bir anlamda ölü gibi
“ölüm kadar ölü” diye tasavvur edilir. “Hiçbir şey ölüm kadar ölü değildir.”
Burada realiteyi tasavvur etmemizi sağlayan imge şunu düşünmekten ibarettir:
Güzellik, ölüm vs. saf (konsantre) tözlerdir; oysa onlar güzel bir objenin
içeriği gibi sunulmuşlardır. Ve burada
“obje” ve “karmaşık” hakkındaki bizzat benim düşüncelerimi kabul etmiyor muyum?
Eski ritlerde son derece gelişmiş bir
jest dilinin kullanımına sahibiz.
“Buğday kurdu.” Kuzey Almancasına (Mecklembourg) ifadedir ve buğday tarlalarındaki bir tür mitolojik
varlığı, verimlilik ruhunu belirtir;
hasat sırasında kovulduğu için son ekin demetine sığınır (Kşz. The golden Bough , the corn-spirit as an animal
chapitr, XLVIII çevirenin notu).
Ve Frazer’ı okuduğumda
her an şunu söylemeyi arzu ederim: Bütün bu süreci, bütün bu anlam
değişikliklerini sözel dilimizde de buluruz.
Son ekin demetine gizlenen şeye ve aynı şekilde onu derleyen kişiye “buğday
kurdu” denildiğinde[1]
burada çok iyi bildiğimiz lengüistik bir fenomeni buluruz.
Kendimi şöyle
düşünebilirim: Ruhumun barınağı gibi olan dünyevi bir varlığı seçme imkanına
sahip oldum ve ruhum pek de iyi göremediğim bu varlığı mekan olarak ve bakış
açısı olarak seçti. Örneğin ruhum kendini bu güzel mekanla göstermekten
tiksinebilirdi. Kuşkusuz ruh bununun için kendinden çok emin olmalıdır.
Diyebiliriz ki, “Her
bakış açısının büyüsü vardır.”; fakat bu yanlıştır. Şöyle demek doğrudur: Her bakış açısı onu önemli gören kişi için
önemlidir (fakat bu, kişinin onun başka türlü görmediğini söylemek değildir.) Evet bu
anlamda her bakış açısı eşit önemdedir.
Evet, başka birinin beni
yerim göz önüne alındığında dünyanın özsel ve önemli bir parçası olarak küçümsemesine aldırmamam önemlidir.
Bir insanın bir
ormandaki bir ağaçta dünyaya gelmesi elinde olsaydı, en güzel veya en yüksek
ağacı araştıran insanların; en küçüğü seçen
başkalarının, orta boyda ya da ona yakın bir ağacı seçen insanlar da olurdu; fakat diyorum ki seçimin
nedeni felsefi düşünce değildir; fakat diğerine daha yükseğini seçtiren
nedendir ya da nedenin bu türüdür. Hayatımıza
karşı hissettiğimiz duygu, inanıyorum ki, bedenimizi doğmadan önce seçtiğimize
ilişkin mitolojinin ya da inancın kaynağında bulunan dünyadaki bakış açısını seçebilen böyle bir kişinin duygusuyla karşılaştırılsın.
İnanıyorum ki, ilkel
insanı niteleyen şey,(Frazere’ın söylediğinin tersine) kanılarına göre
davranmak değildir.
Pek çok örnekler
arasında yağmur mevsimi geldiğinde insanların yağmur yağdırmasını istedikleri
bir yağmur kralı betimini okuyorum. Oysa bu demektir ki, onlar onun yağmur
yağdırabileceğini gerçekten düşünmüyorlar; aksi halde bunu, ülkenin “çorak ve
(susuzluktan ç.n.) yanmış bir çöl” olduğu kurak mevsim boyunca istemeleri
gerekirdi. Çünkü insanların bir gün
aptallıklarından dolayı yağmur kralına bu fonksiyonunu kabul edersek, onlar
önceden yağmurun martta başladığı deneyimine sahiplerdi ve gelecek yıl için yağmur
kralını görevlendirirlerdi. Ya da
insanlar şafak ritüllerini gece değil;
güneş doğduğunda sabahleyin yaparlardı: o zaman fenerlerini yaktırırlardı.
Bir şey kızdığımda bazen
yere ya da ağaca vs. sopamla vururum. Fakat gene de yerin sorumlu olduğuna ya
da vurmanın bir şeyi uzaklaştıracağına inanmam. “Öfkemi akışına bırakırım.” Ve
bu tür eylemlerin hepsi ritüellerdir. Bu tür edimlere içgüdüsel edimler
diyebiliriz – ve ben bir zamanlar inandım ki ya da atalarım inandı ki, yere vurma bir şeyi uzaklaştırıyordu
şeklindeki tarihsel bir açıklama hiçbir şey açıklamayan batıl bir hipotezdir. Önemli
olan, bu edimin bir cezalandırma edimiyle benzerliğidir; fakat bu benzerliği
saptayacak bir şey de yoktur.
Bu tür fenomenin sahip
olduğum bir içgüdüyle ilişkisi bir defa belirlenince bu kesinlikle istenen
açıklamayı yani bu özel güçlüğü gideren açıklamayı oluşturur. Ve içgüdü
tarihimin daha derin bir incelemesi o zaman başka yollar arar. Bu, bazı insan
ırklarını meşe ağacını kutsamalarına götüren bir neden olmadı; fakat bunun
sebebi meşe ağacıyla birlikte
yaşamalarıdır; bu onların tercihleri değildir; insanlar köpek ve pire gibi
birlikte doğmuşlardır (Eğer pireler bir ritüel belirleseydi köpeğe taparlardı.)
Diyebiliriz ki, bu
ritüelleri ortaya çıkaran meşenin ve insanın birliği değildir; fakat tersine
bir anlamda onların ayrılmasıdır.
Gerçekte entelektüel uyanış
hayatın ilk zemininden, asli temelinden uzaklaşmakla gerçekleşir (seçimin
doğuşu) (uyanan ruhun biçimi tapınmadır)
II
Numaralar
Altın Dal’ın tek ciltlik baskısının sayfalarına gönderir.
Sayfa 168
(Arkaik toplumun belli bir aşamasında kral ya da rahip doğa üstü güçlerle
donatılmış görünür ya da tanrısallığın bir tecessümü gibi kabul edilir ve doğanın
işleyişini az veya çok bu inancın etkisi altında düşünüldü…)
Bu demek
değildir ki, halk bu güçlerle donatılmış efendiye inanıyor ve efendi çok iyi
biliyor ki bu güçlere sahip değildir veya bir çılgınsa veya aptalsa bilmez.
Tersine onun gücüne ilişkin düşünce doğal olarak deneyimle - halkın ve kendinin
deneyimiyle uyuşabilecek şekilde oluşturulmuştur. Doğrusu bu konuda genellikle
belli bir münafıklığın rolü vardır ve insanların yaptıkları her şeyde
münafıklığı görmek kolaydır.
Sayfa
169. (Eski zamanlarda imparatorluk tacı başta, ayaklarını, ellerini ya da vücudunun herhangi bir bölümünü oynatmadan
her sabahleyin saatlerce tahtta oturmuş olarak kalmak zorunluydu; şöyle
düşünüyordu: O, bu yolla barışı ve rahat yönetimi koruyabilir…)
Toplumumuzda
en azından benim toplumumda bir insan çok güldüğünde dudaklarımı gayr-ı
ihtiyari kilitlerim, sanki böyle yapmakla onun da dudaklarını kapalı
tutabileceğine inanırım.
Sayfa
170. (Ona yağmuru yağdırma ve durdurma gücü yüklenir…)
Burada Frazer’ın sunduğu şöyle bir saçmalık
vardır: Bu halklar sadece fenomenlerin tuhaf bir yorumuna sahip oldukları halde
doğanın işleyişi konusunda tümüyle yanlış (hatta akla aykırı) bir tasavvura
sahiplermiş gibidir. Bu demektir ki, onların dğa bilgisi, bunu yazsalardı
temelde bizimkinden ayrı olmazdı. Sadece onların büyüsü bizimkinden başkadır.
Sayfa
171: (…kralın saygınlığına katkıda bulunmayı amaçlamayan bir yasaklar ve dini
hükümler ağı…) Bu, doğru ve yanlıştır. Kişiyi korumanın saygınlığı değildir;
fakat ondaki tanrılığın âdeta kutsallığıdır.
Bu, çok
basit görünebilir: Büyü ve bilim arasındaki fark bilimin ilerlemeci oluşu ve
büyünün olmamasıyla açıklanabilir. Büyü kendindeki bir evrimin yönlendirmesine
sahip olmamasıdır.
Sayfa
179. (Malezyalılar insan ruhunu kişinin
içindeki küçük bir insan gibi düşünürler; insandakiyle aynıdır…)
Ruha
çokluk yüklemede yetersiz modern bir teorinin beden çokluk yüklemesindekinden
daha çok gerçeklik vardır.
Frazer bu
konuda Platon’un ve Schopenhauer’ın doktrinlerine sahip olmadığımıza dikkat
etmiyor.
Bugün
felsefede çocukça (çocuksu) pek çok teori vardır; fakat çocuksu ögeleri daha az
dikkat çeker.
Sayfa
614. (Avrupa’da Ateş Bayramları) [2]
Bana göre
en dikkat çekici şey tüm bu ritüellerdeki benzerliği dışındaki çeşitliliktir.
Şurada veya burada sürekli yeniden görünen, ortak yüz çizgilerine rağmen bir
çehreler çokluğudur. Ve yapmak istediğimiz şey, ortak bileşenleri bağlayan
çizgileri çizmektir. O zaman nesnelere ilişkin vizyonumuzun bir bölümü yoktur
ve bu eksik bölüm bu tabloyu kendi duygularımızla ve düşüncelerimizle
ilişkilendirir. Nesnelere derinliğini veren, bu bölümdür. Bütün bu
uygulamalarda gerçekte fikirlerin çağrışımlarına benzer ve eksik olan bölüme
yakın bir şey görüyoruz.
618.
(Güçlü bir sürtünme kıvılcımlar saçar saçmaz yaşlı kayın ağacında biten ve
çabucak tutuşan bir tür kayın ağacı mantarı atıyorlardı; ateş gökten gelmişe
benziyordu ve ona pek çok erdemler yüklüyorlardı.…)
Ateşin
böyle bir ayla (nimbe) ile çevrilmiş olması gerektiğini hiçbir şey onaylamaz.
Ve ateşin “gökten gelmiş gibi göründüğünü” söylemek ne kadar tuhaf! Hangi gökten?
Hayır! Ateşin bu şekilde görüldüğü asla kesin değildir- fakat tam olarak bu,
düşündüğümüz şey olarak.
Burada
sadece hipotez duruma derinlik veriyor gibidir. Ve Nibelungen destanının* Siegfried
ve Brunehilde arasındaki tuhaf ilişkileri nasıl açıkladığını hatırlayabiliriz.
Yani Siegfried, Brunehilde’i daha önce görmüş gibidir. Oysa açıktır ki, bu
âdete derinlik veren şey bir insanı yakma edimiyle ilişkisidir. Varsayalım ki, at
oyununda olduğu gibi insanları ata biner gibi birbiri üzerine bindikleri bir bayram
sırasında bir âdet olsun; burada bir atı ve binicisini düşündüren bir insanı
taşıma biçiminden başka hiçbir şey göremeyiz. Fakat âdetin daha önce pek çok
halkta köleleri binek olarak kullanma ve böylece bineme bayramının ortaya
çıktığını bilseydik o zaman çağımızın masum âdetin daha derin ve daha az masum
bir şeyi görürdük. Sorun şudur: Bu özellik, diyelim, cenaze töreni yüz yıl önce
uygulandığı şekliyle Beltan ateşi uygulamasına bağlı mıdır? Ya da sadece bu
uygulamanın ortaya çıkışına ilişkin hipotezin doğrulandığı durumda mıdır?
İnanıyorum ki, bunun cenaze töreniyle ilgili olduğu
izlenimini veren şey, açıkça modern uygulamanın iç doğasıdır ve insan kurban etme hakkında bildiğimiz gerçekler bize sadece uygulamayı
göz önünde bulundurmamız gereken yönü belirtiyor.
[1] “Buğday kurdu” Kuzey Almanya’da
(Mecklembourg) kullanılan bir ifaddedir; buğday tarlalarında var olan bir tür
mitolojik varlık, verimlilik ruhu anlamına gelir. Hasat sırasına kovulan bu ruh
son demete sığınır (voir Frazer, Le Rameau d’Or, « L’esprit du blé comme
animal », chapitre XLVIII).
[2] Beltan Bayram
XVIII. Yüzyıla kadar İskoçyanın yüksek bölgelerinden kutlanıyordu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder