Teoretik Felsefenin Paradoksu ve
Teknolojik Uygarlığın Krizi
Teoretik felsefe hem genel hem de özel bir disiplindir. O,
felsefî bilginin iç yapısını inceler; bundan dolayı özel disiplindir. Aynı
zamanda o, felsefenin bütünüdür veya bütün felsefeyi özetler. Bundan dolayı
genel disiplindir. Bu paradoksun rastlantı sonucu olmadığını göreceğiz; tersine
paradoks, felsefenin yapısına derinden bağlıdır ve felsefenin hem kaynağını,
hem de kaderini yansıtır. Öyle ki, bu paradoksa düşerek ve onu anlayarak
felsefî bilginin mahiyetini anlarız.Felsefî bilgi Batı’nın tarihsel kaderinin
belirgin olayıdır ve Batı bugün insanın ve varoluşunun çok büyük teknolojik
değişikliğinin geleceğiyle yüzleşmek zorundadır. Teoretik felsefenin paradoksu,
bugün üzerimize abanan problemleri ve tehlikeleri derinliğine ve örnek biçimde
okumamıza izin verir. Söz konusu problemlerle tehlikeler, coşku verici ve
vaatleri bol bir geleceğin; fakat belirsizliklerle dolu ve muammalarla yüklü
bir geleceğin habercileridir.
“ Teoretik felsefe” ifadesinin kaynağı Greklerdir ve
görmeye veya bir vizyon fiiline (théorein) dayalı bir bilgiyi (sophia)
açıkça dile getirir. Ulysses misterlerinin bilgeliği, önceden bir vizyonda ya
da bir vizyon tecrübesinde (épopteïa) doruk noktasına ulaşmıştı.
Ve aynı şekilde Dyonisos Bayramının amacı, Tanrı'nın sanrılı (hallucinée)
temaşası idi. Philo’nun anlattığı gibi, “ Dionysosçu cezbeye kapılanlar,
arzularının objesini görecek derecede vecdi yaşıyorlardı. ” Arzu objesi
olan arrêton’da (ifade
edilemez, sözle anlatılamaz) görünebilir hale gelen Tanrı'dan başka bir şey
değildir. Bilginin vizyona bağlı bu arkaik biçimleriyle, kökleri çok eski
çağlara giden daha eski bilgiler arasında ilgi vardır; bu eski çağlarda insan,
kendi başlangıcıyla ilgili aslî sembolleri, cilâlı taş devrini kültürlerinin
çok berisinde yeniden bulur; söz konusu aslî sembolleri yontma taş devrinin,
karanlığında ve esrarengiz derinliğinde aramak gerekir : Bütün bunlar
felsefî bilginin devraldığı mirastır. Felsefe bu mirası hem korumuş, hem de
onun yönünü (bilginin objesini ç.n.) değiştirmiştir, yani yeniden yorumlanmış
ve biçimi değiştirilmiş mirastır; vizyon ve görme başka bir anlam kazandı; böylece
insanların kültürel tarihinde büyük bir kırılma meydana geldi.
Bu kırılma Platon’da apaçık görünmektedir, Platon’un
yazıları bunu uzun uzadıya açıklar. Felsefe, felsefî bilgi veya épistémè
théoritiké Platon’un Diyalogları’yla doğmuştur. “Felsefe” kelimesi,
olasılıkla Sokrates Öncesi Dönem’de Pythagorasçılar tarafından kullanılmıştır;
Platon bu kelimeyi belki de onlar aracılığıyla tanımıştı; Sokrates Öncesi bilgelik,
felsefe olarak tanımlanmamıştı. Bu dönemdeki bilgi ekolleri birbirinden çok
farklıydı, aralarında büyük bir anlam birliği (gerçekte Aristoteles'in tarih
yazıcılığına ilişkin bir icadı olan birlik) yoktu ve muhtemelen pek az bilgi
onların iddiaları ve karşılıklı etkileşimlerine dair bilgimiz her zaman
filolojik araştırmalara dayalı tahmin ve varsayımın ötesine geçmemektedir. Bu
gün biz pek de yerinde olmayan biçimde, birbirinden farklı bilgi ekollerinin
“Sokrates Öncesi Felsefe” olduklarını söylememizin nedeni, Platon ve
Aristoteles'in, kendi doktrinlerinin doğuşu konusunda yaptıkları yorumun
geriye giden bir etkisidir. Felsefenin gelecekte “mantıksal” ve profan bilgelik
oluşunu hazırlayan şey, arkaik dünyanın kutsallığının tedricî biçimde
giderilmesi veya Bruno Snell’in dediği gibi “büyüsünün bozulması”ydı; bu konuda
Sokrates Öncesi Ekollerin belirleyiciliği hiç de az değildir (her biri bu
süreci kendi tarzında belirlemiştir).
Oysa bu bilgelik, Platon’da, vizyon kavramının derin bir
biçim değiştirmesinden yola çıkarak kesin olarak kendinin bilincine varır.
Devlet adlı diyalogda bu biçim değişikliği, meşhur mağara efsanesiyle
simgesel biçimde açıklanır. Burada Batı’nın bütün felsefî-bilimsel
bilgeliğinin, bir tür kurucu efsanesi söz konusudur. Platon orada bedenin
duyulur olanı görmesi ve ruhun düşünülür olanı görmesi arasında temel bir
ayırımı gerçekleştirir. Platoncu mirasın iki bin beş yüz yılı (çünkü
felsefemizin bütün tarihi Whitehead’in belirttiği gibi, aslında Platon üzerinde
yorumların bir serisinden başka bir şey değildir) Platon’un fiilinin gerçek
içeriği ve derinliği konusunda bizi kör yapmıştır. Şu husus bizim için bu gün
çok açıktır: Onun neden olduğu kırılmanın alt-üst edici yeniliği o kadar
unutulmuştur ki, onun etkilerini, bugün son derece gözü pek teorik bir icat
gibi değerlendirmekten uzağız. Bu durum, gün gibi ortadadır; kesin hakikattir
ve tartışılmaz olgudur. Ve bedenin görmesiyle ile zekânın görmesini birbirinden
ayıran Platon yine de şunu belirtmişti: Beden organlarla duyumlar; organların
fonksiyonu duyumlamaktır (örneğin göz ve göz fizyolojisi görecek şekilde
düzenlenmiştir); ruh idrak eder, ya da tin akıl yürütür; ruh ya da tin, söyleme
yani logos’a ve akıl yürütmeye yani dianoïa’ya yeteneklidir; aynı şekilde kavramsal
sezgiye, diğer deyişle noûs’a sahiptir. Platonda duyu ve akıl birbiriyle
bağlılaşık ve karşıt iki kavramdır. Homeros’un kahramanlarının duyulur
bedeni yoktu veya bunu biz böyle anlamaktayız (onlar tecrübelerini anlatırken
bizim biyolojik ve fizyolojik beden kavramımızı kullanmazlar) ve onların ne
ruhu, ne de mantıksal aklı (esprit logique) vardı. Homeros’un sözlüğünde bizim
bedensel ve ruhsal kavramımızın eşdeğeri olan hiçbir terim yoktu. Bu terimler
gerçekte Platon’da ortaya çıkmıştır ve çok farklı doğrultularda gelişmiştir:
Aristoteles’te biyoloji ve mantık yönünde; Hristiyanlıkta (Grek metafiziğini,
yani Platon’un ve Aristoteles’in temel kavramlarını kendinde asimile eden,
büyük tekâmül ve kavramsal sentez olarak); nihayet modern bilimin Descartes
tarafından temellendirilmesinde kullanılır; Descartes bilimi, yeniden, beden
(Descartes’a göre uzamlı cevher) ve ruh (Descartes’a göre düşünen cevher)
arasında Platoncu ayırımın derinleştirilmesi ve kesin tanımı üzerine dayanır.
Platon’un icadı olan, felsefî anlamda ruh kavramı, biçim (morphe)
ve öz (oûsia) kavramlarının doğmasına neden olmuştur. Felsefeye giren
ve felsefe tarafından biçimlendirilen ruh, gündelik ve değişken tecrübemizde
varlığını sürdüren her şeyin değişmez yapısını veya paradigmasını kavrama
kapasitesini geliştirir.
Bu, bilimsel bilginin (épistmè) mahiyetini oluşturan
evrensellik kriterlerine, sonuçta süjeler arasında varılan ve aklî bir uzlaşma
kriterlerine göre yapılmış, bütün varlıkların mantıksal bir tanımının
temelidir. Oysa biçimi akılla kavrama kapasitesi, ya da yetisi Platon’a göre
bir görme fiilidir ve bu nedenle o, biçimlere “idealar” adını verdi: İdea (eidos, kökü
vid
ve Lâtince video) ortak dilde, nesnelerin görülebilir görünüşü anlamına
gelir. Platon, (Heidegger’in dikkat çektiği gibi), gündelik dilin bu teriminin
anlamını, bu terime daha ağır bir görev, felsefî-bilimsel aklı dünyaya
getirme görevi vermek için zorladı ve değiştirdi. Platon’un imgelediği şekliyle
idealar dünyası, nesnelerin; ilk defa kavramsal olarak düşünülen, yani
biçimleriyle, yapılarıyla ve her zaman sabit nedenleriyle tanımlanan nesneler
olarak nesnelerin, gerçek anlamda hipotetik varlığından başka bir şey
değildir; yalnız, ruhun maddî olmayan gözünün görebildiği ve mantıksal açıdan
kesin söylemin tanımlayabildiği ve dile getirebildiği duyu-üstü dünyadır.
Whitehead şöyle demektedir: Aristoteles’in balıkları teşrih ederek incelemeye
ve hayvanları gözlemlemeye başlamasının nedeni, Platon’a göre idealar
dünyasının, yani nesnelerin özünü ifade eden kavramların mantıksal ve
tanımlanmış topluluğunun insan zihninde bulunmasıdır. Aristoteles böylece,
karşılaştırmalı morfoloji ve anatominin, ilk ve hayran olunacak kavramlarını
oluşturuyordu (ve efsanenin fantastik ve karanlık sembollerinden çıkan
hayvanlar, ilk defa, terimin modern anlamında tabiatın yıldızların egemenliğine
giriyordu ve yıldızlarda aynısı oldu). İdeaya, hakikatine ve duyu-üstü
realitesine özgü bu kavramsal şeması, modern çağların bilimsel devrimini hâlâ
derinden etkilemektedir ve çağdaş fiziğin ve genelde bütün bilimin haklı olarak
(unuttuğumuz için ve çok iyi niyetle geçerli ortak düşünme biçimi olarak
kullandığımız için) değişmez çerçevesini oluşturur.
Terimin felsefî anlamıyla düşünmek, sonuçta, somut
nesnelerin özünü ve idealarını sezgilemektir yani zihinde görmektir ve bu özü
kavramsal olarak kesin tanımlar yardımıyla ifade etmektir. Aristoteles, var
olan şeyin (nicelik, nitelik, hareket, oluşum, bozulma) gibi yalnız bazı
görünüşlerini, varlığın organik bütününden soyutladıktan veya izole ettikten
sonra inceleyen özel bilimlerle birlikte, (varlık) olan her şeyin özsel ve son
mahiyetini tümüyle mantıksal biçimde araştıran, gerçekten evrensel bu bilimi,
bu modelden hareketle açıkça ortaya koydu. Aristoteles, varlığın (sonradan
“metafizik” veya “ontoloji” denen) evrensel bilgisine, ilk felsefe ve hususî
bilimlere de “ikinci felsefe” adını verdi. Bunu yaparken, bilginin bir ilk
ansiklopedisini, genel olarak günümüze kadar taşınan, varlığın evrensel
bilgisini tasarlıyordu. Bu şekilde anlaşılan “felsefe”nin iki fonksiyonu
vardır (bu Platon için, fakat özellikle Aristoteles için doğrudur): O, bir
taraftan bütünün bilimidir, öbür taraftan parçanın özet ve soyut bilimidir.
Descartes’ın ve Newton’ın optik, fizik, kozmoloji araştırmalarına “felsefe”
dediklerini hatırlayalım. Yine de (Galile tarzında yapılan yani, Aristotelesçi
ve Skolastik felsefenin mantıksal tanımlarına değil; matematik akıl yürütmeye
ve tecrübe etmeye dayanan) bu araştırmalarda, terimin geleneksel anlamıyla,
metafizik hiçbir şey yoktur.
Teoretik felsefenin, başlangıçta belirttiğimiz paradoksu, o
zaman aydınlanmaya başlar. —zekânın ya da mantıksal düşüncenin sezgisel
görmesine dayanan— teoretik felsefe, sadece ve sadece, daha çok evrensellik
taşıyan felsefedir. Fakat yine de bu genel bilgi veya genel bilim, özel
bilimlerin ve özel bilgilerin, yani, gerçek bilimlerin ve onların bölümlerinin
temelinde bulunur. Bununla birlikte bu durum, (hareket noktamızın gizli temeli
ve ilk ve daha uzak kaynağı ise de) tam anlamıyla hareket noktamız olan
paradoks değildir. Paradoksumuz daha çok, şunu ilgilendirir: Bugün, bilginin
bütünü içinde özel bir disipline veya (felsefe tarihi, ahlâk felsefesi vs. gibi
pek çok disiplin tarafından oluşturulan felsefî ansiklopedi içinde, teoretik
felsefe sayesinde özel bir disiplinden söz ediyorum. Fakat diğer taraftan
teoretik felsefe, felsefenin özü ve bütünüdür ve birbirinden ayrılmış bütün
mümkün disiplinleri toplar; öyle ki teoretik felsefe bir bütündeki bir
disiplindir ve bu felsefî bilgi veya ansiklopedidir) bütünün kendisidir.
Bu paradoksun özgün kaynağını kavramak için Aristoteles’e
başvurmak yeterli değildir. Daha çok Hegel’e başvurmalıyız. Bununla birlikte
Hegel de, kendi payına, felsefenin, bütünün bilgisi (en somut evrensel bilgi, scientia
scientiarum bilimlerin bilimi, metafizik) şeklindeki Aristotelesçi
tanımı yeniden ele alır. Fakat bütün (tüm gerçek), Hegel’e göre Eskilerin
durağan evreni, daha doğrusu Aristoteles'in, Batlamyus’un ve Dante
Alighieri’nin evreni değildir; Hegel’e göre derin ve özsel anlamıyla realite,
insanın manevî oluşuyla özdeştir. Hegel’in temel kavramı olan Ruh (Geist)
tabiatüstü, duyuüstü ve bu anlamda metafizik nitelikte değildir. Onun sözünü
ettiği ruh sosyal ve tarihseldir. Bu ruhun anlamı ona Montesqieu’nün verdiği
anlama yakındır; fakat ondan çok daha derin ve çok geniştir. Son olarak
realiteyi oluşturan şey, insanî aklın tarihsel ve tedricî oluşudur. Oysa akıl,
ruhun dünyada manevî biçimde bulunuşunu ifade eder; gene akıl ırkların ve
halkların uzun tarihi boyunca ortaya çıkan sosyal kurumlarda, kanunlarda
âdetlerde; aile sivil toplum ve devlet şeklinde ortaya çıkan kurumlarda ve
yapılarda ruhun görünüşünü ve kaydettiği gelişmeleri, değişiklikleri dile
getirir; akıl bütün bunları her zaman sanatta ve dinde anlaşıldıkları şekliyle,
en yüksek evrensel değerler diye dile getirir Böylece reelin bütünün,
tarihsel-manevî ilerleyişi içindeki, bilimsel, somut ve kesin vizyonu olan
felsefe; uygun biçimde anlaşılan bu değerleri kavramlaştırır. Sonuç olarak felsefe
öyle bir yerdir ki, orada her zaman
ilerlemekte olan ruh kendiliğinden açık biçimde görünür, gene felsefe sayesinde
ruh, oluş halindeki kendi realitesini tanır ve felsefe şunu da anlar: Derin
zorunluluğu ve akliliği içinde bu oluş, evrensel realitenin anlamı ve nihaî
amacıdır. Bu nedenle Hegel özellikle tabiat bilimlerini (bunlar kendi
yollarını izlemelerine rağmen) felsefeye dahil etmek ister: —Husserl'in yüz yıl
sonra söyleyeceği gibi— bilimler, (sanatlar, hukuk vs. ile aynı nitelikte) “manevî
gelişmeler” olduğundan, ruhun genel bilimi olarak felsefe, ruhun yalnız
bölümleri olan bütün bilimleri içerir ve bundan dolayı bilimler, kesinlikle
felsefeden türemişlerdir. Nihayet bilimler, anlamlarını ve bütün açısından ifade ettikleri hakikatlerini
felsefede bulabilirler.
Fakat yeniden felsefeye dönmek gerekirse diyebiliriz ki,
Hegel’de felsefenin iki görünüşü vardır: Felsefe bir taraftan Avrupa insanının
tarihsel-sosyal gelişiminin ifadesidir, örneğin Grek, Orta Çağ ve Rönesans
felsefesi vs. olarak, bizzat bu tarihsel fenomendir; diğer taraftan felsefe,
bu felsefî-tarihsel gelişmenin ve hatta tüm realitenin bütününün süreci olarak
tarihin, evrensel ve nihaî anlaşılmasıdır. Hegel’in felsefesi mutlakçılıktır;
bu mutlakçılık felsefe tarihin ve beşerî
tarihin aklî zorunluluğunun sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Kısaca söylemek
gerekire, Hegel’in felsefî mutlakçılığı, bilinçli bir realite olan veya sanki
gerçekleşmiş ve açılıp yayılmış, sonuçta bütün gerçeğiyle gösterilmiş aklî realite
olarak keşfedilen ruhtur. O zaman bu felsefe, tanımlanmış felsefedir
ve tamamlanmış tarihte gerçekleşen felsefedir. Diğer deyişle bu,
tanımının anlaşılmasına ve kendi tarihsel ve etkin realitesinin anlaşılmasına
yöneldiği ölçüde, teoretik felsefedir. Bu anlamadan hareketle felsefe, felsefe
tarihi adı altında, kendi tarihinin hem anlamını, anlama aracıdır; hem de
felsefe tarihinin dönemlerini ve yörüngesini kavramama yoludur; fakat aynı
zamanda felsefenin anlamaya çalıştığı bu yörünge dünyanın, uygarlığın, ırkların
ve halkların manevî tarihinin bütününün de yörüngesidir (“tarih felsefesi”)
ve nihayet bu tarihin ruhunun ürünleri ve kurumlarıdır (“hukuk felsefesi”,
“sanat felsefesi” veya “estetik”, “din felsefesi”, “bilim felsefesi veya tabiat
felsefesi” vs.). (İlk defa Hegel tarafından pratik amaçlarla sistematikleştirilen)
bütün bu özel disiplinlerin, kavramsal ve metodolojik temelleri, genel (veya teoretik) felsefededir, aynı
şekilde genel felsefenin özel uygulamaları ve ifadeleri olan anlamlarını ve
projelerini de genel felsefede bulurlar.
O zaman yalnız kendi kendisiyle, kendini hazırlamakla
(özümlemekle) ve kendini temellendiren şeyle, kendi yetkisiyle ilgilendiği
ölçüde teoretik felsefe, (kendini varlığın, yani realite olarak, diğer deyişle
ruhun evrensel oluşu olarak realitenin genel düşüncesine adayan) özel bir
disiplindir; aynı zamanda tarihsel ve manevî realitenin hususî bütün görünüşleri
teoretik felsefeden ve kavramsal temellerinden hareketle anlaşılabildiği için,
bu felsefe, bir bütündür ve diğer felsefî disiplinlerin hepsi bu bütünün
bölümleridir. Tarih, sanat, din vs. felsefeleri hazırlamaya yarayan ölçüleri
ve felsefe tarihinin mantıksal ve zorunlu gelişmesini ve uygarlığın anlamını;
dünyanın, insanın ve Tanrı'nın anlamını anlamak için felsefe tarihinin
mülti-seküler çabasını kavramaya yarayan ölçüleri sağlamak (terimin gerçek
anlamında filozofun) teoretik filozofun işidir. Hegel’in çok büyük çabası bunun
içindir. İşte teoretik felsefenin paradoksu budur. Bu paradoks hareket
noktamızı şimdi aydınlatır, problemimizi tartışır ve çözer.
Teoretik felsefe, bu Hegelci felsefe anlayışından yola
çıkarak, kendini, üniversitede okutulan bilim dalı olarak kabul ettirebildi. O
hiyerarşik olarak bütün diğer felsefe disiplinlerinin üstünde yer alır. Fakat
teoretik felsefe, en azından günümüzde de kabul edildiği şekliyle, aşağı yukarı
hepsi varlıklarını Hegel’e borçlu olan diğer felsefî disiplinlerin yanında,
sonradan aydınlığa kavuşmak ve uzmanlaşmak için, tümüyle bağımsız bir
disiplindir. XX. yüzyılda İtalyan üniversitelerinde felsefe eğitim-öğretimi bu
modele göre (bir hiyerarşiye uygun olan düzende, teoretik felsefe, ahlâk
felsefesi, felsefe tarihi vs diye) organize oldu. Bu düzen, üniversitelerimizin
statüsünde kesin yerini almıştır; fakat eğitim-öğretimin, felsefenin çeşitli
alanlarında uzmanlaşmış kişiler tarafından yapıldığı diğer Amerikan ve diğer
Avrupa üniversitelerinde bu düzen uygulanmamaktadır. Ve “saf” felsefe teorisi,
(her zaman çok nadir olmakla birlikte) sadece onunla ilgilenirsek saf teoretik
felsefe adını kabul etmez. Hem zaten İtalya’da bile geleneksel terminoloji,
artık hiç de, başlangıçta hazırlandığı düşünceye uymaz. İtalya’da da felsefe
tarihçisi veya bilimler filozofu uzmandır. Onlar, araştırmalarını iyi
düzenlemeye ve yönetmeye izin veren ölçülere ve temellere göre teoretik
felsefeyi izlemeyi düşünmezler. Bu bakış açısından yapılan bu araştırmaya gelince,
felsefenin, geleneksel felsefe metinlerini ve konularını incelemesini isteyen
saf bir uzlaşma ve saf bir ampirizm adına değilse, bu araştırmayı hangi tarzda
“felsefî” diye veya felsefeye ait diye niteleyebileceğimizi söylemek
imkânsızdır. Teoretik filozofa gelince, o, eskiden bütün bilgi alanlarından
kendi “krallık”ını oluşturmuştu bu nedenle metafizik, “bilimlerin kraliçesi”
unvanını bütün meşruluğuyla taşıyordu; bugün teoretik filozof bütün bilgi
alanlarından kovulmuştur, kendi disiplininin neyle somut biçimde ilgilenmesi
gerektiğini, artık gerçekten bilmemektedir. Onun payına düşen şey, olsa olsa,
araştırmasını derinden etkileyen kriz üzerinde, en azından metafiziği
geleneksel anlamda alırsak, bizzat felsefenin krizi üzerinde düşünmektir. Bu
fenomen günümüzde son noktasına ulaşmıştır; fakat onun kökü, hiç olmazsa XVIII.
yüzyıla, yani Kant’a ve tabiat bilimleriyle tarih bilimlerinin felsefî bilgi
karşısında durmadan daha bilinçli biçimde bağımsızlık iddiasında bulundukları
çağa uzanır.
Teoretik felsefenin paradoksu aydınlatılırsa, o zaman,
şimdiki krizin esas bölümü de aydınlatılır Ve teoretik felsefenin yararsız
kabul edilmesi, (son derece uzmanlaşmış disiplin olarak anlaşılan felsefenin,
çaresi bulunmaz bir çelişki ve bir saçmalık kabul edilmesi), felsefenin bütünü
üzerine araştırmanın son derece yararsız olmasına yol açar ve (tümüyle
uzmanlaşmış, bundan dolayı bilimsel bilgiyi ve bilimsel makullük fikrini
tanımlamaya gücü yetmeyen bir bilim, kendi sırasında, teorik ve pratik açıdan
çözülmez çelişki olduğu anda) bilim de yararsız olur; o zaman teoretik
felsefenin krizi, Husserl'in haklı olarak dediği gibi, bilimlerin krizinin ve
Avrupa uygarlığının krizinin etmenlerini ve nedenlerini simgesel biçimde içinde
taşır.
Teoretik felsefenin, yani felsefenin ve oluşturan paradoksunun
krizi, kültürün marjinal veya ihmal edilebilir bir bölümünden başka bir şey
değildir, üniversitedeki incelemelerin bir biçimiyle veya yeniden düzenlenmesiyle
bu dönemin üstesinden geliyoruz. Tersine bu kriz, hayatımızı ve her birimizin
hayatının anlamını ilgilendirir. Kendi disiplininde sürgün hayatı yaşayan,
—kaçınılmaz olduğu kadar saçma sürgünü yaşayan— (pek çok kişiye göre artık
kullanılmayan, aktüalitesi olmayan ve sonuçta yararsız bir bilgi tipinin atık
enkarnasyonu (incarnation résiduelle olan) teoretik filozof, gerçekte, çağdaş
olayların, karakteristik, çelişkilerinin, güçlüklerinin ve paradokslarının en
ileri çizgisine yerleşir. O, nisbî yalnızlığında ve sosyal güçsüzlüğünde,
geçmişin her topluluğundan, kıyaslanmayacak derecede, teknolojik olarak daha
gelişmiş, maddî bakımdan daha zengin, etkileme gücü çok yüksek; fakat manevî
olarak ve ahlâkî olarak git gide yaratıcılıktan uzak, yapılarının ve kültürlerinin
kitleleştirilmesi tarafından fakirleştirilen toplumların eşiğinde belirdiği
şekliyle, geleceğin muammasını herkes için ve kuşkusuz herhangi bir kişiden
daha iyi algılar. Köklü güçsüzlüğünün ve disiplinindeki paradoksun bilincine
derinden varan teoretik filozof, —bu bilgi sayesinde— bilim, kültür ve
politik-dinî ideolojilerin uzmanlarına tümüyle yabancı olan bir uyuşmazlıkla,
şimdiki zamanın çelişkilerine, problemlerine, sorularına meydan okuyabilir.
Böylece o bütün insanların hem en zengini, hem de en fakiridir. Sorgulamasının
ve şimdiki kaderinin ilk anlamına bağlı kalmayı isterse, zorunlu olarak yapması
gerektiği
gibi, işe felsefenin a priori’leriyle başlayarak, her dogmatik a
priori’den
kurtulduğundan, bu gün her zamankinden daha çok sonsuz, karanlık ve esrarengiz
ve bundan dolayı son derece ve tehlikeli biçimde hayatî endişeyle dolu görünen
bir dünyanın sayısız isteklerine, bu dünyayı anlamak görevine ve onu düşünmeyi
başarmanın tutkulu meydan okumasına mümkün olduğu kadar kendini açık bulur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder