WITTGENSTEIN: SAVAŞTA FELSEFE YAPAN TEK FİLOZOF
Wittgenstein’ın birinci dönem düşüncelerinin izini sürmek
için Birinci Dünya Savaşı başlangıç noktasıdır. Burada anlatacaklarımız,
Wittgenstein’ın savaş yıllarındaki “entelektüel ve ruhsal yolculuğunu” daha
derinden anlamamızı sağlar. Çünkü savaş, onun için yalnızca bir cephe deneyimi
değil, aynı zamanda “felsefi bir devrim” süreciydi.
Wittgenstein'ın savaş sırasında tuttuğu Günlükler
1914-1916 ve yazdığı mektuplar, onun hem kişisel hem de felsefi
evrimini anlamak açısından paha biçilmez kaynaklardır. Bu notlardan bazıları
herkese açıktır, bazıları da gizlidir. Gizli Günlükler
Wittgenstein'ın felsefesinde mantıktan etiğe geçişin izlerini taşır ve onun
düşüncesinde hayatla felsefenin nasıl iç içe geçtiğini gösteren paha biçilmez
bir belgedir.
Bu dönemde yaşadığı deneyimler, onun temel fikirlerinin
oluşumunda belirleyici olmuş, aynı zamanda etik, din, mantık ve dil felsefesine
dair radikal görüşlerini şekillendirmiştir.
Tractatus’taki pek çok düşüncesinin ilk
şekilleri bu savaş sırasında ortaya çıkmıştır. Buna bir örnek vermek gerekirse,
6 Temmuz 1916'da Wittgenstein şunu yazar:
Son bir aydır korkunç sıkıntılar çektim. Her şey hakkında uzun
uzun düşündüm, ama tuhaf bir şekilde, bu düşüncelerimle matematiksel akıl
yürütmelerim arasında bir bağ kuramıyorum.
Ertesi gün ekler:
Ama bu bağ kurulacak! Söylenemeyen,
söylenemez.
Bu son cümlenin Tractatus'un ünlü 7. aforizmasıyla
(«Üzerine konuşulamayan konusunda susmalı») benzerliği çok açıktır.
Wittgenstein, 28 Temmuz 1914’te Avusturya-Macaristan’ın
Sırbistan’a savaş ilan etmesinin ardından, 7 Ağustos 1914’te gönüllü olarak
orduya yazıldı. Bu kararını, “ahlaki bir
zorunluluk” olarak görüyordu. Günlüklerinde şöyle yazmıştır:
Kendime karşı dürüst olmalıyım. Eğer bu savaştan kaçarsam,
hayatım boyunca kendimden nefret ederim. (29.7.1914)
Paul Engelmann’a yazdığı bir mektupta (1915), ise bu
kararını şöyle açıklar:
Savaşa gitmemin nedeni, kendimi öldürmekten başka çarem
kalmamasıydı. Bu benim için bir tür intihardı – ama ahlaki bir intihar.
Latini ise Ludwig Wittgenstein e la Grande Guerra
adlı kitabında demektedir ki,
Wittgenstein'ın savaşa gönüllü katılma motivasyonu
uzun süredir tartışılıyor. Kesin olan, bunun yalnızca vatan savunması değil,
aynı zamanda salt entelektüel hayatın ötesinde bir alanda kendini sınama arzusu
olduğudur. Belki de Wittgenstein, tam da entelektüel dünyadan uzaklaşarak etik
ve kişisel karakter sorunlarını netleştirebileceğine ve böylece teorik
derinleşmeye katkıda bulunabileceğine inanıyordu. [1]
Katılma nedeni ne olursa olsun Savaş Wittgenstein için
varoluşsal sonuçları ve felsefi ilhamlarıyla dönüm noktasıdır. Filozof savaşı “kişisel
bir arınma süreci” olarak değerlendiriyordu. Günlüklerinde sık sık kendini
sorguladığı notlar bulunur:
Bugün
ölmeye hazır mıyım? Eğer şu an bir mermi bana isabet etse, son anlarımda ne
hissederdim? Korku mu, yoksa huzur mu?[2]
Ağır topçu ateşini küçümseyerek, havan mermilerinin
patlamalarını stoik bir şekilde gözlemleyen Wittgenstein, sürekli olarak 417.
bataryanın gözlem noktasında sipere girmeyi reddederek ateş altında kalmayı
göze aldı. Bunu, coşkulu bir maceraperest gibi değil, tam tersine bir
mantıkçının soğukkanlılığıyla yaptı. Onun bu olimpik sakinliği, yoldaşlarını da
yatıştırıyordu.
Cesareti, sakinliği, soğukkanlılığı ve kahramanlığıyla,
birlikteki askerlerin hayranlığını kazanıyordu.
O, bir filozof asker olarak görevini yapıyor ve bu
transgresif seçimiyle, ailesindeki intihar eğiliminin bulaşıcılığından
kurtuluyordu.
Avusturya-Macaristan ordusunda I. Dünya Savaşı'na önce er,
daha sonra topçu subayı olarak dahil oldu. Trento yakınlarında İtalyan ordusu
tarafından esir alındı ve Cassino'daki Caira bölgesinde kurulan esir kampına
götürüldü. Ailesinin çabalarına ve dini otoritelerin araya girmesine rağmen,
filozof diğer esirlerden önce serbest bırakılma ayrıcalığını kabul etmedi ve 21
Ağustos 1919'a kadar Caira'da kaldı.
Wittgenstein’ın da bulunduğu esir kampında Avusturyalılar arasında Kant ve Dostoyevski
gibi yazarların eserlerinin okunduğu ortak tartışmalar yapılıyordu;
Wittgenstein da bu tartışmalara katılıyordu. Filozof ayrıca dinle, özellikle de
Tolstoy'un Hristiyanlık yorumuyla ilgileniyor ve savaştan sonra rahip olmayı
bile düşünüyordu.
Wittgenstein, esaret altındayken Tractatus üzerinde çalıştı
ve fikirlerini diğer esirlerle, özellikle Parak'la tartıştı. 13 Mart 1919'da
Kızıl Haç'ın yardımıyla iki daktilo edilmiş Tractatus kopyası, biri Gottlob
Frege'ye, diğeri (barışçı bir makale yayınladığı için İngiltere'de tutuklu
olan) Bertrand Russell'a gönderildi.
Monte Cassino Esir Kampı’ndaTractatus’un son halini
tamamladı. Ailesine yazdığı mektupta şöyle
diyordu:
Artık felsefeyi
bitirdim. Kitabımda, tüm sorunları çözdüm.
Wittgenstein, cephedeyken bile “mantık ve dilin yapısı”
üzerine notlar almayı sürdürdü.
29 Eylül 1914 tarihli notunda, önermelerin dünyayı nasıl
resmettiğine dair ilk fikirlerini yazdı:
Bir önerme, bir olgu durumunu resmeder. Doğru olması, bu resmin
gerçekliğe uymasıdır.
Bu düşünce,
Tractatus’un “Önerme, gerçekliğin bir resmidir.” şeklindeki 4.01 numaralı aforizmasına
dönüştü.
Wittgenstein 1916 yılında, etik ile mantık arasındaki ayrımı
netleştirdi:
Etik, dünyanın dışındadır. İyi ve kötü, olgular dünyasının bir
parçası değildir.[3]
Bu görüş, Tractatus’ta şu şekilde ifade edilir:
İyi ve kötü, dünyayı değiştirmez. İyi ve kötü, dünyanın
dışındadır.[4]
1916-1917 yıllarında, savaşın yıkıcılığı onu derinden
etkiledi. Günlüklerinde şöyle yazar:
Kendimi tamamen değersiz hissediyorum. Belki de ölmek en iyisi.[5]
İki kardeşi savaşın arifesinde, üçüncü kardeşi Kurt ise
savaşın bitiminde (1918) intihar etti. Bu, Wittgenstein’ı daha
da derin bir bunalıma sürükledi.
Ludwig'in kendisi de Cambridge'deki arkadaşlarına benzer bir
şekilde intihar düşüncesinden uzun uzun bahseder. Paradoksal bir şekilde, ona
yeniden yaşama arzusunu veren şey savaş olacaktır.
Brusilov saldırısının ardından, Wittgenstein'ın birliğindeki
16.000 askerden yalnızca 3.500'i hayatta kalmıştı. Bu savaş sırasında Wittgenstein'ın felsefi düşüncesi dönüşüm
geçirmiştir. Bu dönüşümün temelini
oluşturan bu düşüncelerini Wittgenstein Savaş Notlarına kaydetmiştir.
Wittgenstein, Okna Savaşı’ndaki cesareti nedeniyle madalya
alsa da “büyük ortak davaların insanı mutlaka yüceltmediği" sonucuna
vardı. Çevresindeki askerlerin "aptallığını",
"küstahlığını" ve "sınırsız kötülüğünü" acı bir şekilde
deneyimledi; bu deneyim ona ağır geldi; bunu şöyle ifade eder:
Askerler bir serseriler
grubu! Hiç coşku yok, inanılmaz bir kabalık, aptallık ve kötülük! […]
Diğerleriyle iletişim kurmak muhtemelen imkansız […] Alçakgönüllülükle çalış ve
Tanrı aşkına, kendini kaybetme!!![6]
Askerlerin kabalığı ve ona yaşattığı ıstırap,
Wittgenstein'ı onlara karşı takınacağı “etik tavır” üzerine düşünmeye itti. Bu
tavır şuydu:
Dış dünyanın zorluklarına kayıtsız kalmak.[7]
Cephedeki yaşamın güçlükleri, onu dünyanın insan iradesine
daima direndiği fikrine götürdü. Bunu
Tractatus’ta şöyle ifade eder:
Dünya, benim irademden bağımsızdır.[8]
Öyleyse, eğer insan dünyada olup biteni değiştiremiyorsa –
çünkü dünya ile irade arasında bir bağ yoktur – geriye tek çözüm kalır:
İyi bir hayat sürmek[9]
Wittgenstein bunu şu
sözlerle özetler:
Kendini kaybetme!!! Toparla kendini! Ve zaman geçsin diye değil,
sevinçle çalış […] yaşamak için.[10]
Ona göre “iyi yaşamak”, dünyanın çirkinliğine kapılmadan, “kendiyle
uyum içinde var olmak” demektir. Yani, “hayatın dışında bir amaca ihtiyaç
duymadan yaşamak… Yani, tatmin olmuş biri gibi.”
Hiçbir şeyin sana bağlı olmadığını bilerek ve hissederek
yaşamayı sürdürmek.”[11]
Günlüklerde sıkça geçen “çalışma” vurgusu – ki bu,
Wittgenstein için felsefi çalışmayı işaret eder – şeylerin anlamını arayışa
açılır.
Wittgenstein savaşta ölümle hayat arasında gider gelir.
Mart 1916'dan 1918'in başına kadar, keşif subayı olarak
görev yaptığı topçu birliğinde defalarca
ölümle burun buruna gelir.
Bugün piyade ateşi altında uyuyacağım ve
muhtemelen öleceğim. Tanrı benimle olsun! Sonsuza dek. Amin[12]
Bir mermi yanımda patladığında, birden her şeyin ne kadar boş
olduğunu hissettim. Ama aynı anda, bir tür huzur da vardı. Sanki ölüm, aslında
hiçbir şeydi.[13]
Doğu Cephesi’nde (Galiçya) yaşadığı çatışmalar, onu ölüm ve
anlam üzerine derin düşüncelere sevk etti:
Ölümün nefesinin her an duyulduğu bir ortamda yaşama
isteğini yine de yitirmez.
Cehennemin işkencelerini yaşadım. Ve
hayatın görüntüsü o kadar çekiciydi ki yeniden yaşamak istedim.[14]
Bazen hayattan umudunu kestiği de olur. 1916 yılında, 24
Temmuz'da şöyle yazar:
Bize ateş ediliyor. Ve her ateş edildiğinde kalbim sıkışıyor.
Keşke hâlâ yaşayabilseydim!
Wittgenstein'ın mistik çıkışları, Rus cephesinde gönüllü
olarak ön saflarda topçu olarak görev yapıp varlığının bütünlüğünü sınadığı
sırada, defterlerinde belirmeye başlar.
1916’da yazdığı bir notta, mistik deneyimi şöyle
tanımlar:
Tanrı, dünyanın dışında
değil, dünyanın nasıl olduğundadır. Mistik olan, dünyanın var olmasıdır.[15]
Bu deneyimler, “Tractatus’ta” ifade ettiği “Söylenemez olan
üzerine susmalıyız.” düşüncesinin temelini oluşturdu.
Günlüklerinde, Tolstoy’un etkisi açıkça görülür:
Tolstoy, İsa’nın
öğretilerini anlamamı sağladı. Gerçek din, kilisenin öğrettiği şey değil,
kişinin içindeki sessiz sestir.[16]
Askerlik deneyimi, onun Schopenhauer’ın irade felsefesi ve
Tolstoy’un Hristiyan anarşizmi ile olan bağlantısını güçlendirdi.
Tolstoy’un İncil Özeti”ni ilk defa 2 Eylülde
topçu olarak görev yaptığı Goplana adlı bir devriye gemisinde okudu; bu kitabı
daha sonra sürekli yanında taşıdı ve defalarca okudu. Savaş onu nereye
götürürse götürsün, bu kitabı yanında taşıdı. Wittgenstein, arkadaşları
arasında “İncil Adamı” olarak bilinir ve Wittgenstein'ın kendisi de kitabın
"hayatını kurtardığını" söyler
Wittgenstein'ın Geheime Tagebücher
1914-1916’da (Gizli Günlükler) şöyle yazar:
Binlerce kez Tolstoy’un İncil’inin bana hayat verdiğini
düşündüm. Bu kitap olmasaydı, çoktan çökmüştüm.
“İncil Özeti” asker Wittgenstein'ın savaşın (hem dış hem de
iç) çılgınlığında "kendini kaybetmemesine" yardımcı olmuştur.[17]
Burada Tolstoy’un Wittgenstein üzerindeki etkisinin
sınırları konusunda şu soruyu sorabiliriz? Bu etki onun felsefesinin temelini
belirleyecek kadar önemli midir? Soruyu cevaplamadan önce şu kesin gerçekleri
belirtelim: Wittgenstein Tolstoy'a I. Dünya Savaşı bağlamı duyduğu neredeyse
mitik hayranlık duymuştur; bu kitabı bir tür ilaç gibi herkese tavsiye etmiştir;
daha sonra Tolstoy'un edebi eserlerini özellikle Hacı Murat’ı önermiştir.
Bunlarda kuşku yoktur. Ama bazı yorumculara şöyle düşünür: Her şeye rağmen,
Tolstoy'un Wittgenstein üzerindeki etkisi kişiseldir; “çevresel”dir. onun
felsefesinin temelini etkileyecek kadar değildir Örneğin Schopenhauer'ın
"doğrudan" etkisiyle karşılaştırıldığında daha dolaylıdır
Tractatus’taki ve “Defterler”deki etik ve mistik hakkındaki
notlar, “İncil Özeti” ışığında daha iyi anlaşılabilir. Wittgenstein “İncil
Özeti”ndeki hayat felsefesini onaylar Bu,
anlam dolu bir hayat yaşamayı ideal haline getirir; hayata karşı "olumlu"
ve "kesin" buyurucu ve
kategorik tutum takınır.
Wittgenstein’ın Tolstoy’un etkisiyle Günlükler’de Tanrı konusunda şunları söyler:
Tanrı ve hayatın amacı hakkında ne biliyorum?
Her şeyin gerçekleşme biçimi, Tanrı'dır.
Tanrı, her şeyin gerçekleşme biçimidir.
Yalnızca hayatımın benzersizliğinin bilincinden din, bilim ve
sanat doğar.⁷
Wittgenstein 11 Haziran 1916 baharında, Wittgenstein "Pater"
(Babamız Duası) duası yaparak atıflar
bulunur ve defterlerinin merkezinde tamamen mistik bir karakter taşıyan şu gibi
ifadeleri söyler: «İraden yerine gelsin!»; «Günaha çok derinden düştüm, ama
Tanrı beni affedecek»; «Bu sınavı atlatmayı umuyorum, beni bırakma!»; «Tanrım
beni kurtar!»
Bu metin tek başına Wittgenstein'ın dini kaygısını ortaya
koymaktadır.
Hayatın anlamı üzerine düşünmek onun günlük disiplini
olacaktır. Bu noktada, Cambridge'deki pozitivist mantıkçılardan açıkça
uzaklaşarak, eserine bu aşkın boyutu ekler ve yıllar içinde çalışmalarında
çoğalan çıkmazlara (aporilere) kapı açar. 1916 baharında, "Tanrı'yı düşünür",
"Tanrı benimle olsun." diye dua eder ve şunu söyler: «Yalnızca ölüm, hayata anlamını verir.» Çünkü
«Söylenemez olan vardır. Bu, kendini gösterir. İşte bu mistik olandır.»
Bu nedenle, söz konusu eserler için, hayatın sorununa bir
çözüm sunmak, sanki bu bir bilim ya da felsefe sorunuymuş gibi değildir.
Tolstoy ve Wittgenstein'ın yaşadığı ortak yol, bilimsel ya da felsefi dili
yalnızca onun büyük yetersizliğini ve sözde "en derin" sorunlara bir
çözüm getirme konusundaki yetersizliğini kanıtlamak için kullanır. Bilim ve
felsefe, bizi ölçülemeyecek kadar tatminsiz bırakarak en büyük sıkıntıyı
doğurur[7]. Dolayısıyla, endişe ve arayışın uzunluğu. Ve dolayısıyla, arayışın
durması ya da başka bir şekilde tamamlanması gerekliliği.
"Değer, belirli bir zihin durumu mudur? Yoksa bilincin
herhangi bir verisine bağlı bir form mudur? Ben cevap verirdim: Bana ne
söylenirse söylensin, reddederim, çünkü açıklama yanlış olduğu için değil,
çünkü bu bir açıklamadır.
Bana ne söylenirse söylensin, bir teori olduğu sürece,
hayır, hayır! Bu beni ilgilendirmiyor. Teori doğru olsa bile, beni
ilgilendirmez – kesinlikle aradığım şey olmazdı.
Gerçekten de, anlam arayışında olmak ve daha da ötesinde,
hayatın anlamsızlığını açıkça görmekle yüzleşmek, bir teori hiçbir rahatlama ya
da teselli getiremez. Her türlü "etik teori" ya da "ahlak
felsefesi"ni kategorik olarak reddetmenin yanı sıra, Wittgenstein bu
imkansızlığı *Gizli Defterler*'de, I. Dünya Savaşı sırasında kardeşi Paul – sağ
elini kaybeden piyanist – başına gelen olay hakkında çok kişisel bir şekilde
ifade eder: "Bu tür bir olayın üstesinden gelebilecek hangi felsefe
vardır?" (CS 28.10.14).
Tam da bu spesifik soruya cevap verilememesi, Tolstoy'u aynı
sonuca götürür: hayatın sorunu, hiçbir mantıklı açıklama ya da teorik gerekçe
bulamaz, çünkü bu tür bir gerekçe baştan itibaren saçmadır. Çünkü saçmalık,
herhangi bir "batıl inanç"ta – örneğin ilerleme gibi – huzur bulma
arzusunda kalır. Kardeşinin ölümü karşısında, Tolstoy, Wittgenstein'ın
söylediği şeyi söylüyor gibi görünür, yani bir teori ona hiçbir şey
vermez:
"Bir başka zaman, bu ilerleme batıl inancının
yetersizliği, kardeşimin ölümüyle bana açıklandı. Akıllı, iyi, ciddi bir insan
olan kardeşim genç yaşta hastalandı, bir yıldan fazla acı çekti ve neden
yaşadığını anlamadan büyük acılar içinde öldü. Hiçbir teori, bu sorulara ne
bana ne de ona, yavaş ve acılı ölümü sırasında bir cevap
veremedi[14]."
[1]
Ludwig Wittgenstein e la Grande guerra, a cura di Marco De Nicolò, Micaela Latini, Fausto
Pellecchia, Mimesis Edizioni, Milano-Udine, 2021, p. 92.
[2]
12.9.1914
[3]
Günlükler, 24.7.1916.
[4] 6.42
[5] (4.5.1916)
[6]
Wittgenstein, L. (1991). Geheime Tagebücher
1914-1916. (Edit: W. Baum), Wien: Böhlau Verlag, p. 32.
[7]
Ibid., p. 65.
[8]
Tractatus, 6.373.
[9]
Wittgenstein, Geheime Tagebücher, p. 136.
[10]
Ibid., p.86.
[11]
Ibid., p. 25.
[12]
Defterler, 16.5.1916.
[13]
23.4.1916
[14]
Ludwig Wittgenstein, Carnets secrets 1914-1916, çev. Jean-Pierre Cometti,
Chemin de ronde, 2008.
[15]
(11.6.1916)
[16]
(15.10.1915)
[17]
Thomas, Emyr Vaughan, "Wittgenstein
and Tolstoy: The Authentic Orientation of the Tractatus” Religious Studies Published
By: Cambridge University Press Vol. 33, No. 4
(Dec., 1997), pp. 362.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder