13 Haziran 2025 Cuma

WITTGENSTEIN: SAVAŞTA FELSEFE YAPAN TEK FİLOZOF

 

WITTGENSTEIN: SAVAŞTA FELSEFE YAPAN TEK FİLOZOF

 

Wittgenstein’ın birinci dönem düşüncelerinin izini sürmek için Birinci Dünya Savaşı başlangıç noktasıdır. Burada anlatacaklarımız, Wittgenstein’ın savaş yıllarındaki “entelektüel ve ruhsal yolculuğunu” daha derinden anlamamızı sağlar. Çünkü savaş, onun için yalnızca bir cephe deneyimi değil, aynı zamanda “felsefi bir devrim” süreciydi.

Wittgenstein'ın savaş sırasında tuttuğu Günlükler 1914-1916 ve yazdığı mektuplar, onun hem kişisel hem de felsefi evrimini anlamak açısından paha biçilmez kaynaklardır. Bu notlardan bazıları herkese açıktır, bazıları da gizlidir. Gizli Günlükler Wittgenstein'ın felsefesinde mantıktan etiğe geçişin izlerini taşır ve onun düşüncesinde hayatla felsefenin nasıl iç içe geçtiğini gösteren paha biçilmez bir belgedir. 

Bu dönemde yaşadığı deneyimler, onun temel fikirlerinin oluşumunda belirleyici olmuş, aynı zamanda etik, din, mantık ve dil felsefesine dair radikal görüşlerini şekillendirmiştir. 

Tractatus’taki pek çok düşüncesinin ilk şekilleri bu savaş sırasında ortaya çıkmıştır. Buna bir örnek vermek gerekirse, 6 Temmuz 1916'da Wittgenstein  şunu yazar:

Son bir aydır korkunç sıkıntılar çektim. Her şey hakkında uzun uzun düşündüm, ama tuhaf bir şekilde, bu düşüncelerimle matematiksel akıl yürütmelerim arasında bir bağ kuramıyorum.

Ertesi gün ekler:

Ama bu bağ kurulacak! Söylenemeyen, söylenemez.

Bu son cümlenin Tractatus'un ünlü 7. aforizmasıyla («Üzerine konuşulamayan konusunda susmalı») benzerliği çok açıktır.

Wittgenstein, 28 Temmuz 1914’te Avusturya-Macaristan’ın Sırbistan’a savaş ilan etmesinin ardından, 7 Ağustos 1914’te gönüllü olarak orduya yazıldı.  Bu kararını, “ahlaki bir zorunluluk” olarak görüyordu. Günlüklerinde şöyle yazmıştır: 

Kendime karşı dürüst olmalıyım. Eğer bu savaştan kaçarsam, hayatım boyunca kendimden nefret ederim. (29.7.1914) 

Paul Engelmann’a yazdığı bir mektupta (1915), ise bu kararını şöyle açıklar: 

Savaşa gitmemin nedeni, kendimi öldürmekten başka çarem kalmamasıydı. Bu benim için bir tür intihardı – ama ahlaki bir intihar. 

Latini ise Ludwig Wittgenstein e la Grande Guerra adlı kitabında demektedir ki,

Wittgenstein'ın savaşa gönüllü katılma motivasyonu uzun süredir tartışılıyor. Kesin olan, bunun yalnızca vatan savunması değil, aynı zamanda salt entelektüel hayatın ötesinde bir alanda kendini sınama arzusu olduğudur. Belki de Wittgenstein, tam da entelektüel dünyadan uzaklaşarak etik ve kişisel karakter sorunlarını netleştirebileceğine ve böylece teorik derinleşmeye katkıda bulunabileceğine inanıyordu. [1]

Katılma nedeni ne olursa olsun Savaş Wittgenstein için varoluşsal sonuçları ve felsefi ilhamlarıyla dönüm noktasıdır. Filozof savaşı “kişisel bir arınma süreci” olarak değerlendiriyordu. Günlüklerinde sık sık kendini sorguladığı notlar bulunur: 

  Bugün ölmeye hazır mıyım? Eğer şu an bir mermi bana isabet etse, son anlarımda ne hissederdim? Korku mu, yoksa huzur mu?[2]

 

Ağır topçu ateşini küçümseyerek, havan mermilerinin patlamalarını stoik bir şekilde gözlemleyen Wittgenstein, sürekli olarak 417. bataryanın gözlem noktasında sipere girmeyi reddederek ateş altında kalmayı göze aldı. Bunu, coşkulu bir maceraperest gibi değil, tam tersine bir mantıkçının soğukkanlılığıyla yaptı. Onun bu olimpik sakinliği, yoldaşlarını da yatıştırıyordu. 

Cesareti, sakinliği, soğukkanlılığı ve kahramanlığıyla, birlikteki askerlerin hayranlığını kazanıyordu. 

 

O, bir filozof asker olarak görevini yapıyor ve bu transgresif seçimiyle, ailesindeki intihar eğiliminin bulaşıcılığından kurtuluyordu. 

 

Avusturya-Macaristan ordusunda I. Dünya Savaşı'na önce er, daha sonra topçu subayı olarak dahil oldu. Trento yakınlarında İtalyan ordusu tarafından esir alındı ve Cassino'daki Caira bölgesinde kurulan esir kampına götürüldü. Ailesinin çabalarına ve dini otoritelerin araya girmesine rağmen, filozof diğer esirlerden önce serbest bırakılma ayrıcalığını kabul etmedi ve 21 Ağustos 1919'a kadar Caira'da kaldı.

Wittgenstein’ın da bulunduğu esir kampında  Avusturyalılar arasında Kant ve Dostoyevski gibi yazarların eserlerinin okunduğu ortak tartışmalar yapılıyordu; Wittgenstein da bu tartışmalara katılıyordu. Filozof ayrıca dinle, özellikle de Tolstoy'un Hristiyanlık yorumuyla ilgileniyor ve savaştan sonra rahip olmayı bile düşünüyordu. 

Wittgenstein, esaret altındayken Tractatus üzerinde çalıştı ve fikirlerini diğer esirlerle, özellikle Parak'la tartıştı. 13 Mart 1919'da Kızıl Haç'ın yardımıyla iki daktilo edilmiş Tractatus kopyası, biri Gottlob Frege'ye, diğeri (barışçı bir makale yayınladığı için İngiltere'de tutuklu olan) Bertrand Russell'a gönderildi. 

Monte Cassino Esir Kampı’ndaTractatus’un son halini

 tamamladı.   Ailesine yazdığı mektupta şöyle diyordu: 

  Artık felsefeyi bitirdim. Kitabımda, tüm sorunları çözdüm.

Wittgenstein, cephedeyken bile “mantık ve dilin yapısı” üzerine notlar almayı sürdürdü. 

29 Eylül 1914 tarihli notunda, önermelerin dünyayı nasıl resmettiğine dair ilk fikirlerini yazdı: 

Bir önerme, bir olgu durumunu resmeder. Doğru olması, bu resmin gerçekliğe uymasıdır.

  Bu düşünce, Tractatus’un “Önerme, gerçekliğin bir resmidir.” şeklindeki 4.01 numaralı aforizmasına dönüştü. 

Wittgenstein 1916 yılında, etik ile mantık arasındaki ayrımı netleştirdi: 

Etik, dünyanın dışındadır. İyi ve kötü, olgular dünyasının bir parçası değildir.[3]

Bu görüş, Tractatus’ta şu şekilde ifade edilir: 

İyi ve kötü, dünyayı değiştirmez. İyi ve kötü, dünyanın dışındadır.[4] 

1916-1917 yıllarında, savaşın yıkıcılığı onu derinden etkiledi. Günlüklerinde şöyle yazar: 

Kendimi tamamen değersiz hissediyorum. Belki de ölmek en iyisi.[5]

İki kardeşi savaşın arifesinde, üçüncü kardeşi Kurt ise savaşın bitiminde   (1918) intihar etti. Bu, Wittgenstein’ı daha da derin bir bunalıma sürükledi. 

Ludwig'in kendisi de Cambridge'deki arkadaşlarına benzer bir şekilde intihar düşüncesinden uzun uzun bahseder. Paradoksal bir şekilde, ona yeniden yaşama arzusunu veren şey savaş olacaktır.

Brusilov saldırısının ardından, Wittgenstein'ın birliğindeki 16.000 askerden yalnızca 3.500'i hayatta kalmıştı.  Bu savaş sırasında  Wittgenstein'ın felsefi düşüncesi dönüşüm geçirmiştir.  Bu dönüşümün temelini oluşturan bu düşüncelerini Wittgenstein Savaş Notlarına kaydetmiştir.

Wittgenstein, Okna Savaşı’ndaki cesareti nedeniyle madalya alsa da “büyük ortak davaların insanı mutlaka yüceltmediği" sonucuna vardı.  Çevresindeki askerlerin "aptallığını", "küstahlığını" ve "sınırsız kötülüğünü" acı bir şekilde deneyimledi; bu deneyim ona ağır geldi; bunu şöyle ifade eder:

Askerler  bir serseriler grubu! Hiç coşku yok, inanılmaz bir kabalık, aptallık ve kötülük! […] Diğerleriyle iletişim kurmak muhtemelen imkansız […] Alçakgönüllülükle çalış ve Tanrı aşkına, kendini kaybetme!!![6]

 Askerlerin  kabalığı ve ona yaşattığı ıstırap, Wittgenstein'ı onlara karşı takınacağı “etik tavır” üzerine düşünmeye itti. Bu tavır şuydu:

Dış dünyanın zorluklarına kayıtsız kalmak.[7]

Cephedeki yaşamın güçlükleri, onu dünyanın insan iradesine daima direndiği fikrine götürdü.  Bunu Tractatus’ta şöyle ifade eder:

Dünya, benim irademden bağımsızdır.[8]

Öyleyse, eğer insan dünyada olup biteni değiştiremiyorsa – çünkü dünya ile irade arasında bir bağ yoktur – geriye tek çözüm kalır:

İyi bir hayat sürmek[9]

  Wittgenstein bunu şu sözlerle özetler: 

Kendini kaybetme!!! Toparla kendini! Ve zaman geçsin diye değil, sevinçle çalış […] yaşamak için.[10]

Ona göre “iyi yaşamak”, dünyanın çirkinliğine kapılmadan, “kendiyle uyum içinde var olmak” demektir. Yani, “hayatın dışında bir amaca ihtiyaç duymadan yaşamak… Yani, tatmin olmuş biri gibi.”

Hiçbir şeyin sana bağlı olmadığını bilerek ve hissederek yaşamayı sürdürmek.”[11]

Günlüklerde sıkça geçen “çalışma” vurgusu – ki bu, Wittgenstein için felsefi çalışmayı işaret eder – şeylerin anlamını arayışa açılır.

Wittgenstein savaşta ölümle hayat arasında gider  gelir.

Mart 1916'dan 1918'in başına kadar, keşif subayı olarak görev yaptığı  topçu birliğinde defalarca ölümle burun buruna gelir.

Bugün piyade ateşi altında uyuyacağım ve muhtemelen öleceğim. Tanrı benimle olsun! Sonsuza dek. Amin[12]

 

Bir mermi yanımda patladığında, birden her şeyin ne kadar boş olduğunu hissettim. Ama aynı anda, bir tür huzur da vardı. Sanki ölüm, aslında hiçbir şeydi.[13]

 

Doğu Cephesi’nde (Galiçya) yaşadığı çatışmalar, onu ölüm ve anlam üzerine derin düşüncelere sevk etti: 

Ölümün nefesinin her an duyulduğu bir ortamda yaşama isteğini yine de yitirmez.

Cehennemin işkencelerini yaşadım. Ve hayatın görüntüsü o kadar çekiciydi ki yeniden yaşamak istedim.[14]

Bazen hayattan umudunu kestiği de olur. 1916 yılında, 24 Temmuz'da şöyle yazar:

Bize ateş ediliyor. Ve her ateş edildiğinde kalbim sıkışıyor. Keşke hâlâ yaşayabilseydim!

 

Wittgenstein'ın mistik çıkışları, Rus cephesinde gönüllü olarak ön saflarda topçu olarak görev yapıp varlığının bütünlüğünü sınadığı sırada, defterlerinde belirmeye başlar.

1916’da yazdığı bir notta, mistik deneyimi şöyle tanımlar: 

  Tanrı, dünyanın dışında değil, dünyanın nasıl olduğundadır. Mistik olan, dünyanın var olmasıdır.[15]

 

Bu deneyimler, “Tractatus’ta” ifade ettiği “Söylenemez olan üzerine susmalıyız.” düşüncesinin temelini oluşturdu. 

 

Günlüklerinde, Tolstoy’un etkisi açıkça görülür: 

  Tolstoy, İsa’nın öğretilerini anlamamı sağladı. Gerçek din, kilisenin öğrettiği şey değil, kişinin içindeki sessiz sestir.[16] 

Askerlik deneyimi, onun Schopenhauer’ın irade felsefesi ve Tolstoy’un Hristiyan anarşizmi ile olan bağlantısını güçlendirdi. Tolstoy’un  İncil Özeti”ni ilk defa 2 Eylülde topçu olarak görev yaptığı Goplana adlı bir devriye gemisinde okudu; bu kitabı daha sonra sürekli yanında taşıdı ve defalarca okudu. Savaş onu nereye götürürse götürsün, bu kitabı yanında taşıdı. Wittgenstein, arkadaşları arasında “İncil Adamı” olarak bilinir ve Wittgenstein'ın kendisi de kitabın "hayatını kurtardığını" söyler

Wittgenstein'ın Geheime Tagebücher 1914-1916’da (Gizli Günlükler) şöyle yazar:

Binlerce kez Tolstoy’un İncil’inin bana hayat verdiğini düşündüm. Bu kitap olmasaydı, çoktan çökmüştüm.

“İncil Özeti” asker Wittgenstein'ın savaşın (hem dış hem de iç) çılgınlığında "kendini kaybetmemesine" yardımcı olmuştur.[17]

 

Burada Tolstoy’un Wittgenstein üzerindeki etkisinin sınırları konusunda şu soruyu sorabiliriz? Bu etki onun felsefesinin temelini belirleyecek kadar önemli midir? Soruyu cevaplamadan önce şu kesin gerçekleri belirtelim: Wittgenstein Tolstoy'a I. Dünya Savaşı bağlamı duyduğu neredeyse mitik hayranlık duymuştur; bu kitabı bir tür ilaç gibi herkese tavsiye etmiştir; daha sonra Tolstoy'un edebi eserlerini özellikle Hacı Murat’ı önermiştir. Bunlarda kuşku yoktur. Ama bazı yorumculara şöyle düşünür: Her şeye rağmen, Tolstoy'un Wittgenstein üzerindeki etkisi kişiseldir; “çevresel”dir. onun felsefesinin temelini etkileyecek kadar değildir Örneğin Schopenhauer'ın "doğrudan" etkisiyle karşılaştırıldığında daha dolaylıdır

Tractatus’taki ve “Defterler”deki etik ve mistik hakkındaki notlar, “İncil Özeti” ışığında daha iyi anlaşılabilir. Wittgenstein “İncil Özeti”ndeki hayat felsefesini onaylar  Bu, anlam dolu bir hayat yaşamayı ideal haline getirir; hayata karşı "olumlu" ve "kesin"  buyurucu ve kategorik  tutum takınır. 

Wittgenstein’ın Tolstoy’un etkisiyle  Günlükler’de Tanrı konusunda şunları söyler:

Tanrı ve hayatın amacı hakkında ne biliyorum? 

Her şeyin gerçekleşme biçimi, Tanrı'dır. 

Tanrı, her şeyin gerçekleşme biçimidir. 

Yalnızca hayatımın benzersizliğinin bilincinden din, bilim ve sanat doğar.⁷    

Wittgenstein 11 Haziran 1916 baharında, Wittgenstein "Pater" (Babamız Duası) duası yaparak  atıflar bulunur ve defterlerinin merkezinde tamamen mistik bir karakter taşıyan şu gibi ifadeleri söyler: «İraden yerine gelsin!»; «Günaha çok derinden düştüm, ama Tanrı beni affedecek»; «Bu sınavı atlatmayı umuyorum, beni bırakma!»; «Tanrım beni kurtar!» 

Bu metin tek başına Wittgenstein'ın dini kaygısını ortaya koymaktadır. 

 

Hayatın anlamı üzerine düşünmek onun günlük disiplini olacaktır. Bu noktada, Cambridge'deki pozitivist mantıkçılardan açıkça uzaklaşarak, eserine bu aşkın boyutu ekler ve yıllar içinde çalışmalarında çoğalan çıkmazlara (aporilere) kapı açar. 1916 baharında, "Tanrı'yı düşünür", "Tanrı benimle olsun." diye dua eder ve şunu söyler:  «Yalnızca ölüm, hayata anlamını verir.» Çünkü «Söylenemez olan vardır. Bu, kendini gösterir. İşte bu mistik olandır.» 

Bu nedenle, söz konusu eserler için, hayatın sorununa bir çözüm sunmak, sanki bu bir bilim ya da felsefe sorunuymuş gibi değildir. Tolstoy ve Wittgenstein'ın yaşadığı ortak yol, bilimsel ya da felsefi dili yalnızca onun büyük yetersizliğini ve sözde "en derin" sorunlara bir çözüm getirme konusundaki yetersizliğini kanıtlamak için kullanır. Bilim ve felsefe, bizi ölçülemeyecek kadar tatminsiz bırakarak en büyük sıkıntıyı doğurur[7]. Dolayısıyla, endişe ve arayışın uzunluğu. Ve dolayısıyla, arayışın durması ya da başka bir şekilde tamamlanması gerekliliği. 

"Değer, belirli bir zihin durumu mudur? Yoksa bilincin herhangi bir verisine bağlı bir form mudur? Ben cevap verirdim: Bana ne söylenirse söylensin, reddederim, çünkü açıklama yanlış olduğu için değil, çünkü bu bir açıklamadır. 

 

Bana ne söylenirse söylensin, bir teori olduğu sürece, hayır, hayır! Bu beni ilgilendirmiyor. Teori doğru olsa bile, beni ilgilendirmez – kesinlikle aradığım şey olmazdı. 

 

Gerçekten de, anlam arayışında olmak ve daha da ötesinde, hayatın anlamsızlığını açıkça görmekle yüzleşmek, bir teori hiçbir rahatlama ya da teselli getiremez. Her türlü "etik teori" ya da "ahlak felsefesi"ni kategorik olarak reddetmenin yanı sıra, Wittgenstein bu imkansızlığı *Gizli Defterler*'de, I. Dünya Savaşı sırasında kardeşi Paul – sağ elini kaybeden piyanist – başına gelen olay hakkında çok kişisel bir şekilde ifade eder: "Bu tür bir olayın üstesinden gelebilecek hangi felsefe vardır?" (CS 28.10.14). 

 

Tam da bu spesifik soruya cevap verilememesi, Tolstoy'u aynı sonuca götürür: hayatın sorunu, hiçbir mantıklı açıklama ya da teorik gerekçe bulamaz, çünkü bu tür bir gerekçe baştan itibaren saçmadır. Çünkü saçmalık, herhangi bir "batıl inanç"ta – örneğin ilerleme gibi – huzur bulma arzusunda kalır. Kardeşinin ölümü karşısında, Tolstoy, Wittgenstein'ın söylediği şeyi söylüyor gibi görünür, yani bir teori ona hiçbir şey vermez: 

 

"Bir başka zaman, bu ilerleme batıl inancının yetersizliği, kardeşimin ölümüyle bana açıklandı. Akıllı, iyi, ciddi bir insan olan kardeşim genç yaşta hastalandı, bir yıldan fazla acı çekti ve neden yaşadığını anlamadan büyük acılar içinde öldü. Hiçbir teori, bu sorulara ne bana ne de ona, yavaş ve acılı ölümü sırasında bir cevap veremedi[14]." 

 

 

 



[1] Ludwig Wittgenstein e la Grande guerra, a cura di Marco De Nicolò, Micaela Latini, Fausto Pellecchia, Mimesis Edizioni, Milano-Udine, 2021, p. 92.

[2] 12.9.1914 

[3] Günlükler, 24.7.1916. 

[4]   6.42

[5]  (4.5.1916) 

 

[6] Wittgenstein, L. (1991).  Geheime Tagebücher 1914-1916. (Edit: W. Baum), Wien: Böhlau Verlag, p. 32.

[7] Ibid., p. 65.

[8] Tractatus, 6.373.

[9] Wittgenstein, Geheime Tagebücher, p. 136.

[10] Ibid., p.86.

[11] Ibid., p. 25.

[12] Defterler, 16.5.1916.

[13] 23.4.1916 

[14] Ludwig Wittgenstein, Carnets secrets 1914-1916, çev. Jean-Pierre Cometti, Chemin de ronde, 2008.

 

[15] (11.6.1916) 

 

[16] (15.10.1915)

[17] Thomas, Emyr Vaughan, "Wittgenstein and Tolstoy: The Authentic Orientation of the Tractatus” Religious Studies Published By: Cambridge University Press Vol. 33, No. 4 (Dec., 1997), pp. 362.

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder