Kierkegaard, yarım kalan bir romanında,
metafizikçinin çelişkili durumunu bize betimler. Metafizikçi, kendi
düşüncelerinin dünyasında yaşamaktadır; gerçek dünyaya ve gerçek dünyanın
bilgisine yabancıdır. Metafizikçi, bir genç metaforuyla şöyle anlatılır:
Aşkından hasta olduğu sanılan bir genç vardı. Fakat onun bir kıza âşık olduğunu
düşünen herkes yanılıyordu. Gerçekte o, bambaşka bir şeye âşık olmuştu. O,
felsefeyi, özellikle metafiziği seviyordu, çünkü ona göre metafizik, bir
eğlence değildi; diğer disiplinler arasında bir disiplin gibi de sayılamazdı.
Metafizik, derin bir tutkuya benziyordu; seçmeyi ve sürdürmeyi istediği bir
hayat biçimi gibiydi. “ Derin düşünceli başı olgun bir başak gibi öne
eğiliyordu; ama bu, yârinin sesini duyduğundan değildi; fakat düşüncelerinin
gizli mırıltılarını dinlediği içindi. O, düşlü gözlerle bakıyordu; ama bu, yârinin
hayali gözünde tüttüğünden değildi; fakat düşüncesinin hareketini ayan beyan
görmesiydi.” Bu durum onu spekülatif bir doyuma ulaştırıyordu. O, özel bir
düşünceden hareket etmeyi, buradan mantıksal düşünce merdiveninin basamaklarını
art arda en yukarıya kadar çıkmayı yeğliyordu. Düşüncesinin en yüksek noktasına
bir defa ulaşınca betimlenemez bir sevinç, tutkulu bir haz duyuyordu; hareket
ettiği noktaya geri dönünceye kadar aynı mantıksal düşüncelerde kaybolmuş
bedenine kavuşmaya can atıyordu.”
Onun adı Johannes Climacus’tu. O,
metafiziğe daha çocukken âşık olmuştu: Diğer çocuklar masallar dünyasında ve
şiir dünyasında ne buluyorlarsa, Climacus da, fantezisini bastırırken, hep
düşüncelerinin peşinde koşarken onu buluyordu. Bu şekilde o, düşünceden düşünceye,
soyutlamadan soyutlamaya geçerken, sonunda realiteyle bağını kopardı ve dünyaya
yabancılaştı.
Uğursuz bir gün şu önermeyle
karşılaştı: de omnibus dubitandum est (her
şeyden kuşkulanmak gerekir). Bu ilke bütün hayatına damgasını vurmuştu. O, kendi
kendine şöyle diyordu: Filozof ve metafizikçi olmak istenirse, işe kuşku duyarak
başlamalıdır. Elde diyalektiğin keskin kılıcı, her şeye savaş açtı; kuşkuyu her
teoriye her konuya ya da karşılaştığı her kanıta uygulamaya başladı; her
önermeye; her ilineğe ve her yükleme saldırıyordu; hatta realiteye ve kendi
dâhil tüm dünyaya saldırıyordu.
Her kesinlik yıkıldığında o,
metafiziğin karşılaştığı tehlikeyi seziyordu. Sanki onu metafiziğe bağlayan
gizemli bir güç varmış gibi, artık kendini metafizikten kurtaramıyordu. Bu, bir
tür baş dönmesiydi. Metafizikten ne kadar çok uzaklaşmaya çalışırsa, metafizik
onu kendine o kadar çok çekiyordu; metafiziğe doğru o kadar çok hızlı
koşuyordu. Yine de Johannes kuşkunun sonuna kadar götürülebileceğinden emin
değildi. Kuşku duymak için gerçekten ne yapmalıydı? Basit bir düşünme yeter
miydi? Ya da tüm irademizle mi düşünmeliydik? Ve nasıl? Sonradan Johannes şu
güçlüğü keşfetti: “Bir kişi kuşku duymayı isteyebilseydi, Climacus bunu
anlayabilirdi. Fakat bu kişinin isteğini bir başkasına söylemeyi nasıl düşünebildiğini
anlayamazdı, çünkü söz konusu olan bu başkası, hızlı düşünen biriyse, ona şöyle
diyebilirdi: “Çok teşekkür ederim; fakat ileri sürdüğün bu iddianın, her şeyden
kuşku duyma iddiasının gerçekliğinden kuşku duyarsam, gerçekten özür dilerim.”
Ve gülünçlük burada bitmiyordu: “Eğer ilk kişi üçüncü kişiyle bu konuda yani
her şeyden kuşkulanmaları gerektiğinde anlaştıklarını söyleseydi gerçekte onlar
onunla alay ederlerdi; çünkü onların görünüşte anlaşmaları sadece anlaşmamalarının
soyut ifadesi olurdu.” Bu ilke, her şeyi kemiren bir kurt gibiydi. Ne gerçekten
öğrenmeye ne de gerçekten öğretmeye izin veriyordu, çünkü kuşkuyu doğru olarak
kabul etmeyi ve öğretmeyi iddia eden kişi, gerçekte dogma üretir. Metafizik
Johannes’i—ve onunla birlikte bizi— içinden çıkılamaz bir paradoksa düşürür.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder