22 Ekim 2020 Perşembe

KIERKEGAARD'IN YARIM KALANA ROMANININ KAHRAMANININ AĞZINDAN METAFİZİK ELEŞTİRİSİ

 

Kierkegaard, yarım kalan bir romanında, metafizikçinin çelişkili durumunu bize betimler. Metafizikçi, kendi düşüncelerinin dünyasında yaşamaktadır; gerçek dünyaya ve gerçek dünyanın bilgisine yabancıdır. Metafizikçi, bir genç metaforuyla şöyle anlatılır: Aşkından hasta olduğu sanılan bir genç vardı. Fakat onun bir kıza âşık olduğunu düşünen herkes yanılıyordu. Gerçekte o, bambaşka bir şeye âşık olmuştu. O, felsefeyi, özellikle metafiziği seviyordu, çünkü ona göre metafizik, bir eğlence değildi; diğer disiplinler arasında bir disiplin gibi de sayılamazdı. Metafizik, derin bir tutkuya benziyordu; seçmeyi ve sürdürmeyi istediği bir hayat biçimi gibiydi. “ Derin düşünceli başı olgun bir başak gibi öne eğiliyordu; ama bu, yârinin sesini duyduğundan değildi; fakat düşüncelerinin gizli mırıltılarını dinlediği içindi. O, düşlü gözlerle bakıyordu; ama bu, yârinin hayali gözünde tüttüğünden değildi; fakat düşüncesinin hareketini ayan beyan görmesiydi.” Bu durum onu spekülatif bir doyuma ulaştırıyordu. O, özel bir düşünceden hareket etmeyi, buradan mantıksal düşünce merdiveninin basamaklarını art arda en yukarıya kadar çıkmayı yeğliyordu. Düşüncesinin en yüksek noktasına bir defa ulaşınca betimlenemez bir sevinç, tutkulu bir haz duyuyordu; hareket ettiği noktaya geri dönünceye kadar aynı mantıksal düşüncelerde kaybolmuş bedenine kavuşmaya can atıyordu.”

Onun adı Johannes Climacus’tu. O, metafiziğe daha çocukken âşık olmuştu: Diğer çocuklar masallar dünyasında ve şiir dünyasında ne buluyorlarsa, Climacus da, fantezisini bastırırken, hep düşüncelerinin peşinde koşarken onu buluyordu. Bu şekilde o, düşünceden düşünceye, soyutlamadan soyutlamaya geçerken, sonunda realiteyle bağını kopardı ve dünyaya yabancılaştı.

Uğursuz bir gün şu önermeyle karşılaştı: de omnibus dubitandum est (her şeyden kuşkulanmak gerekir). Bu ilke bütün hayatına damgasını vurmuştu. O, kendi kendine şöyle diyordu: Filozof ve metafizikçi olmak istenirse, işe kuşku duyarak başlamalıdır. Elde diyalektiğin keskin kılıcı, her şeye savaş açtı; kuşkuyu her teoriye her konuya ya da karşılaştığı her kanıta uygulamaya başladı; her önermeye; her ilineğe ve her yükleme saldırıyordu; hatta realiteye ve kendi dâhil tüm dünyaya saldırıyordu.

Her kesinlik yıkıldığında o, metafiziğin karşılaştığı tehlikeyi seziyordu. Sanki onu metafiziğe bağlayan gizemli bir güç varmış gibi, artık kendini metafizikten kurtaramıyordu. Bu, bir tür baş dönmesiydi. Metafizikten ne kadar çok uzaklaşmaya çalışırsa, metafizik onu kendine o kadar çok çekiyordu; metafiziğe doğru o kadar çok hızlı koşuyordu. Yine de Johannes kuşkunun sonuna kadar götürülebileceğinden emin değildi. Kuşku duymak için gerçekten ne yapmalıydı? Basit bir düşünme yeter miydi? Ya da tüm irademizle mi düşünmeliydik? Ve nasıl? Sonradan Johannes şu güçlüğü keşfetti: “Bir kişi kuşku duymayı isteyebilseydi, Climacus bunu anlayabilirdi. Fakat bu kişinin isteğini bir başkasına söylemeyi nasıl düşünebildiğini anlayamazdı, çünkü söz konusu olan bu başkası, hızlı düşünen biriyse, ona şöyle diyebilirdi: “Çok teşekkür ederim; fakat ileri sürdüğün bu iddianın, her şeyden kuşku duyma iddiasının gerçekliğinden kuşku duyarsam, gerçekten özür dilerim.” Ve gülünçlük burada bitmiyordu: “Eğer ilk kişi üçüncü kişiyle bu konuda yani her şeyden kuşkulanmaları gerektiğinde anlaştıklarını söyleseydi gerçekte onlar onunla alay ederlerdi; çünkü onların görünüşte anlaşmaları sadece anlaşmamalarının soyut ifadesi olurdu.” Bu ilke, her şeyi kemiren bir kurt gibiydi. Ne gerçekten öğrenmeye ne de gerçekten öğretmeye izin veriyordu, çünkü kuşkuyu doğru olarak kabul etmeyi ve öğretmeyi iddia eden kişi, gerçekte dogma üretir. Metafizik Johannes’i—ve onunla birlikte bizi— içinden çıkılamaz bir paradoksa düşürür.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder