II. Wittgenstein’da Öz Karşıtlığı
Yukarıdaki satırlarda dili, dil oyunlarını ve grameri anlatırken şunu
söylemiştik: Wittgenstein’a göre bunların “öz”leri yoktur; ama açıktır ki, buna
sadece işaretle yetinilemez; ayrı bir başlık altında ele alınmalıdır. Bu
sözlerimize şunu da eklemiştik: Aşağıda bunu yapmaya çalışacağız. Şimdi önceki
sayfalarda belirttiğimiz yükümlülüğü yerine getirmek; Wittgenstein’da öz
karşıtlığını bütün yönleriyle ele almak istiyoruz.
Frege’nin psikolojizme ilişkin görüşleri felsefe tarihinin en büyük
keşiflerinden biridir; metafiziğin elenmesiyle sonuçlanacak süreci başlatmıştır.
Wittgenstein’ın “özcülük karşıtlığı”nın sonuçları ise, Frege’nin metafizik
karşıtlığının sonuçlarından daha önemlidir; çünkü Wittgenstein sadece felsefeyi
değil; felsefe dışında pek çok alanı da etkilemiştir. Yalnız burada şunu da
söylemeliyiz: Wittgenstein “öz karşıtlığı”na ilişkin görüşlerini ileri sürerken
felsefe dışındaki bütün sonuçlarını düşünmüş değildir; çünkü Wittgenstein bir
dil filozofuydu; problemleri de felsefenin problemleriydi. O, öz konusunu
sadece felsefî bir problem olarak ele alıp tartıştı; ama onun söylediklerinin
felsefe dışında etkili olması kaçınılmazdı. Çünkü “öz” kavramı metafiziğin
etkisiyle kavramsal açıklamalar, genelleştirmeler ve teoriler adı altında pek
çok alanı etkilemişti. O nedenle felsefede “öz”ün dışlanması, tüm diğer
alanlardan da çıkarılması yani teorilerin ve genellemelerin bilimsel
açıklamalardan dışlanması sonucunu doğurdu. Kısaca söylersek “öz karşıtı”
görüşleriyle Wittgenstein, yalnız felsefeyi değil; bilim felsefesini, insan ve
toplum bilimlerini, ahlakı, hukuku, etkilemiştir; bizi sanata, kültüre ve
uygarlığa indirgeyici tarzda bakmaktan kurtarmıştır; insana bakışımızı
değiştirmiştir; felsefî antropolojinin yetersizliğini görme imkânı vermiştir. Bunun
da yaşantımıza yansıması kaçınılmazdı. Umuyoruz ki, vereceğimiz şu tek bir
örnek haklı olduğumuzu gösterebilir. Bilindiği gibi hukukta “kanunların ruhu”
ve “kanunların lafzı” ayırımı vardır; bu ayırım çok etkilidir. Wittgenstein’ın
söylediklerinden yola çıkarsak diyebiliriz ki, “Kanunların ruhu” bir “özcülük” tür.
Her özcülük gibi terk edilmelidir. Kısaca söylersek, “tüm insani alanlarda çoğulculuk”,
onun öz karşıtlığından doğan zorunlu bir sonuçtur. Bu son cümle “özün
ortadan kalkmasının bütün sonuçlarını özetlemektedir.
Bu giriş cümlelerinden sonra konumuzu açıklamaya başlayalım. Söylediğimiz
gibi “öz” sorunu Wittgenstein’da bir felsefî problemdi. O, “felsefe tarihinin
özü” sorununu tartışmanın çok önemli olduğunu düşünüyordu. O yüzden bütün
biçimleriyle özcülüğü eleştirmek için çok zaman harcadı. Onun öz karşıtlığı çok
ünlüdür. Wittgenstein’da öz karşıtlığının önemini anlamak için Batı
felsefesinde “öz” kavramının yerini görmelidir. Bilindiği gibi Batı felsefesi
hep öz araştırması olmuştur. Sokrates öncesi metafizik şunu soruyordu:
Realitenin temel tözü nedir? Hangi özellik hakikattir? Descartesçı epistemoloji
için temel problem şuydu: Bilginin temeli nedir? ya da bilgi nedir? Gettier
sonrası epistemoloji için temel sorun şunu belirlemekti: Epistemik doğrulama
nedir? Modern ahlak teorisi ahlaki eylemi oluşturan şeyi araştırır. Kısaca
söylersek tüm Batı felsefesinin amacı her konuda bir öz belirlemektir. Bu
amaçla, tanımlar, ayırımlar ve kategorileştirmeler yapmaktır.
Oysa Wittgenstein’a göre hangi alanda ve hangi adla ifade edilirse
edilsin; bir öz yoktur; öze ilişkin bir tasavvur, bir deneyim olamaz; bir teori
de ortaya konamaz. “Özün yokluğu” onun en önemli; ama pek de üzerinde
durulmayan tespitlerindendir.
Wittgenstein’ın felsefesi sosyolojik bir karakterdedir. Bu da onun öz
karşıtı olmasını gerektiren durumlardan biridir. [1]
Şimdi filozofun bu konudaki görüşlerini ayrıntılı biçimde ortaya koyalım.
Sözlerimize başlarken şu soruların cevabını verelim. “Öz” ve “özcülük”
denildiğinde ne anlaşılmaktadır? Wittgenstein’ın eleştirdiği “öz”, varoluşçuların
özüyle aynı mıdır? Yoksa farklı mıdır? Burada söz konusu edeceğimiz öz, varoluşçuların
“öz”ü değildir. Varoluşçuların “öz”ü, varoluştan sonra gelir ve ona eklenir. Ne
var ki, özcülerin “öz”ü, aynı türden şeylerde her zaman var olan ve onların temeli
kabul edilen hipotetik öge demektir. Öz, soyutlamayla elde edilir; idealdir ve
kavramsaldır. Nesne, insan, insan grupları, kurumlar, kurallar, kültürler, yasalar,
hayat biçimleri; bunların her birinin değişmez ve sürekli bir özü vardır. Öz, ilineksel
ve geçici farklılıklarının ötesinde ortak, karakteristik bir özelliktir; bağlamdan
bağımsızdır ve evrenseldir. Batı özcülüğü, öze karşıtlıkları son derece
açık örnekleri dikkate almaz. Özcülüğe göre gerçek bilgi, değişen
niteliklerin değil; değişmez özün bilgisidir. Ortak öz sayesinde aynı türden
şeyleri tanımlarız ya da betimleriz. Özcülük, Platon ve Aristoteles gibi Grek
filozoflarından alınmıştır; “Batı Rasyonalitesi”nin ayırt edici
özelliklerindendir. Batı rasyonalitesine göre özü keşfetmek, bir norm ortaya
koymaktır ve özü araştırmak da hakikati araştırmaktır. Düşünce bir norm gibi
olan hakikate ilişkin hipotezler ve teoriler ortaya koymalıdır. Özcülük
değişmeyi ve ilerlemeyi kabul etmez.
Özcülükle ilgili son bir belirlemeyi yapalım. Öz kavramının kullanımı
çok eskiyse de özcülük (essentialisme) bir neolojizmdir. Bu terimi ilk defa
Karl Popper, 1945 yılında yayınladığı Tarihselciliğin Sefaleti adlı
kitapta kullanmıştır. [2]
Popper o dönemde özcülüğü sosyal bilimlerin paradigması diye nitelemişti. Ona
göre bu bilimler, bir “insan özü” araştırır. Bu araştırma Antikiteye kadar
götürülebilir. İlk filozoflar, özellikle Platon ve Aristoteles bir insan özünü
belirlemeye çalıştılar. Özcülük her ne kadar yeni bir terim olsa da günümüzde
çok çeşitli genellikleri nitelemek için yaygın olarak kullanılan bir terimdir.
“Öz”e ve “özcülük”e dair açıklamaların yeterli olduğunu düşünüyoruz. O
nedenle şimdi asıl konumuzu, Wittgenstein’da “öz karşıtlığı”nı görebiliriz. Burada
şöyle bir itiraz yapılacaktır: Wittgenstein Felsefî Soruşturmalar’da
yirmi yerde özden söz etmektedir; hatta “nesnenin özünün gramer tarafından
belirlendiğini” söylemektedir. Buna rağmen Wittgenstein’ın özü reddettiğini
nasıl söyleyebiliriz? Bize göre bu itiraz haklı değildir. Çünkü Wittgenstein
“öz”ü filozofların ya da bilimcilerin anladıkları gibi anlamaz. Onda “öz” bütün
özcülerle ortak hiçbir şeyi çağrıştırmaz. Bu nedenle “öz”ü kullanması onu kelimenin
bilinen anlamlarında “özcü” yapmaz. Bunu bir analojiyle şöyle açıklayabiliriz:
“İde” kavramını Platon dışında, başta Locke, Kant olmak üzere başka filozoflar
da kullanmaktadır. Yine de “ide”yi kullanan her filozofu idealist yani Platoncu
saymayız. Çünkü onların her birinde “ide”nin fonksiyonu farklıdır. Tıpkı bunun
gibi Wittgenstein da “öz” terimini kullanmasına rağmen “özcü” değildir. Şimdi
bu tezimizi temellendirelim.
Önce Felsefî Soruşturmalar’daki “öz”ün anlamlarını verelim ve sonra
da bu ifadelerin bir değerlendirmesini yapalım.
Wittgenstein burada özü şu anlamalarda kullanır:
Göstergeleri öğrenme ve kullanma tarzı; [3]
Tüm nesnelerin birbirine zorunlu olarak bağlı olmaları ve empirik olan
her şeyin temeli; [4]
Dile dair, açık olmayan, kavramakta güçlük çektiğimiz”, bizim için gizli
olan şey”; [5]
Düşünmenin ayırt edici özelliği olan mantıksallık; [6]
Filozofların nesnelerde keşfetmeye ve kavramaya çalıştıkları, gündelik
dilde bilinmeyen genel bir özellik; [7]
Eylemin ayırt edici özelliği; [8]
Tasavvur edilebilme; [9]
Bir şeyin gramatikal kullanımla belirlenen fonksiyonu; [10]
Bir değillemenin anlamı; [11]
Bütün bu kullanımlardan anlıyoruz ki, Wittgenstein “öz” kelimesini
kullandığı hiçbir yerde “öz”ü özcüler gibi anlamaz. Bu açıdan Wittgenstein, Aristoteles’e
benzemektedir. Aristoteles’in sisteminde hiçbir dinin anladığı anlamda “Tanrı”
yoktur; ama Aristoteles, zaman zaman Tanrı’dan söz eder. Ancak Tanrı onda
değişmez, ezeli, bilfiil, hareket etmeyen hareket ettirici vs. gibi anlamlara
gelir. Bunun gibi Wittgenstein da “öz” kelimesini Aristoteles’in Tanrı olmayan
Tanrı’sına benzer biçimde “öz olmayan bir öz” anlamında kullanmaktadır.
Aşağıda ayrıntısıyla göreceğimiz gibi “İkinci Wittgenstein” a göre
tekillikler üstü ya da tekillikleri temsil eden genel bir öz yoktur. Burada
“İkinci Wittgenstein”ı özellikle vurguladık; çünkü “özün yokluğu” düşüncesi
sadece İkinci Wittgenstein’da vardır. Oysa Birinci Wittgenstein Tractatus’ta
özün varlığını kabul eder. Wittgenstein burada şunu savunuyordu: Tasavvurun, dilin,
önermenin ve dünyanın özü vardır. Tekil ve biricik olan, önemsizdir. Her şeyin
tekliğinde dünyanın özünü aydınlatmamıza yarayan bir imkân vardır. [12]
Sadece nesnelerin bir imkân gibi olan özleri değil; önermelerin de özü vardır:
Önermelerin özü nesneleri betimleyen hiyeroglif yazısına benzer. [13]
Önermenin özünü belirlemek, her betimin özünü, sonuçta dünyanın özünü
belirlemektir. [14]
Wittgenstein öze ilişkin bu düşüncelerini sonradan kesinlikle terk etti.
Bunun
nedeni Herakleitos’un “ırmak imgesi”dir. Wittgenstein 1 Aralık 1929
tarihli elyazmasında şunu demektedir:
Hayatın akışı, dünyanın akışı [her şey akar] ve önermelerimiz sadece ânlarda,
ânlar yardımıyla doğrulanır. [15]
Her şeyin akması bize şunu söyler: Dilimiz sürekli değişen realiteyle
ilgilidir; değişen realiteye bağlı olarak betimlerimiz de değişir ve çok
çeşitlidir. Sürekli akış içinde olan bir dünyada statik, değişmez ve durağan
bir şey yoktur; sonuçta değişmeyene ilişkin bir söylem de olamaz. Kavramların
kullanılması dilimizi statikleştirir; dilimizin statikleştirilmesi ise, doğasının
bozulması demektir; hâlbuki dilimiz, değişimlerle uyumlu dinamik bir özellik
taşır?[16]
Burada şu çok önemli bir sorunu ortaya koyabiliriz: Wittgenstein’da dil
oyunlarının çokluğu, Herakleitos’tan etkilenme sonucu olabilir mi? Kuşkusuz bu
soru araştırmadan cevaplanamaz. Ancak sorunun gereksiz ve önemsiz olmadığı da
bir gerçektir. Wittgenstein’ın bilinen kaynakları üzerinde yeniden düşünmeyi gerektirir.
Konu çok yönleriyle araştırılmalıdır; ama bizden burada böyle ciddi bir sorunu
çözmemiz beklenemez.
Wittgenstein bir özün bilinemeyeceği düşüncesini 13 Aralık tarihli ve
209 no. lu elyazmasında açıkça ifade eder.
Dünyanın özüne ait olan şey, dilimiz bunu söyleyemez [ifade edemez]. [17]
Bu son cümleden hareketle şöyle denebilir mi? Wittgenstein burada
dünyanın özünün olmadığını değil; sadece bu özün bilinemeyeceğini söylemektedir.
Dolayısıyla onda bir öz fikrinin olmadığını söyleyemeyiz. Bu düşünce bizi Tractatus’taki
ünlü dikotomiye, gösterilebilen/söylenebilen dikotomisine götürür. Burada şöyle
sormalıyız: Tractatus’ta dünyanın özü bilinebilen değil; gösterilebilen bir
şey midir? Buna “Evet” denemez. Wittgenstein birinci döneminde dünyanın
gösterilebilen değil; söylenebilen bir şey olduğunu açıkça söylemektedir.
Birliği içinde her şeyin olasılığı, bize dünyanın özünü aydınlatmada
bazı aydınlatıcı bilgiler verir. [18]
Ne var ki Wittgenstein’ı ikinci döneminde gösterilebilen/söylenilen
ayırımı yoktur. O nedenle filozofta gösterilemeyen bir şey olarak özün
varlığını sürdürdüğü sonucu çıkarılamaz.
Sonuçta Wittgenstein’da dünyanın özü dâhil olmak üzere her tür “öz”, 1930’lu
yıllardan sonra artık kaybolmuştur. Ondan söz etmek söylemi problemli hale
getirir. Örneğin filozof Cours Cambridge 1930-1932’de
demektedir ki,
Her ne zaman dünyanın özünden söz etmeye çalışsak, saçmalıklar söyleriz.
[19]
Dil dünyanın özüne ait olan şeyi ifade edemez. Bu nedenle dil sadece her
şeyin aktığını söyleyebilir. Dilin söyleyebildiği şey sadece bizim başka türlü
düşüncemizin mümkün olmasıdır.
Her şey akar dilimizin uygulaması sırasında ifade etmek zorunda
olduğumuz şey budur. [20]
Dünyanın özüne ilişkin gramere uygun önermeler söyleyebiliriz; ama
kelimelerin kullanım kuralları anlamsız bu tür kelimeler yığınını dışlar. [21]
Sadece dünyanın değil; insanın da özü yoktur. İnsan düşünür, anlamlandırır,
anlar, diğer deyişle insan, dil oyunları oynar. Dil oyunları oynamak insanın
tek ve biricik kapasitesidir.
İnsan dil oyunları oyun; hayat biçimlerini uygular; daha fazla bir şey
değildir. [22]
Wittgenstein birinci döneminde yani Tractatus’ta şunu savunuyordu:
“Olgular mantıksal uzayda birbirine zorunlu bağlanır.” ; özcülüğü terk ettikten
sonra ise şu düşünceyi savundu: “Her şey bütün içindeki olasılıklardır.”
Wittgenstein artık şunu açıkça görmüştür: Dilin ve realitenin birbiriyle
uyumlu olduğu tezi, realist bir tasavvurdur, her tasavvur gibi özcüdür. Bu
tasavvur dile ve düşünceye aşkın bir uyumu varsayar; tasavvurun dilden ve
düşünceden bağımsız olduğunu iddia eder. Gerçekte böyle bir uyum dilin yanlış
kullanımının sonucudur. Bu özcü tasavvur saf bir anlamsızlıktır. Çünkü dilin
ve realitenin dışında, onlarda verilmeyeni düşünmemize izin veren bir şey
yoktur. Dilimizi ve gramerimizi aşan bir alana ilişkin deneyime sahip değiliz.
Özcülüğün en büyük yanılgılarından biri, bağlamı göz ardı etmesidir. Bağlam
göz ardı edildiğinde geriye sadece kelimeler kalır. Bağlamsız kelimeler boş
zarflar gibidir. O zaman sadece yanılgılar üreten boş görünüşlere sahip oluruz.
Wittgenstein özcülük karşıtlığıyla, hem birinci dönemdeki görüşleriyle
yer aldığı analitik felsefeyi, hem hermenötik fenomenolojiyi hem de her tür
metafizik dogmatizmi aşmıştır.
Wittgenstein’a göre her özcülük, tanımı şeyleştirmedir. “…nedir?”
sorusuna verilen cevap bir projeksiyondur; bir ontolojileştirmedir, bir
kelimenin kullanımını dışlamaktır; bir kelimeyi olgusal bir durumun betimine
katkıdan mahrum bırakmaktır. Bir şeyi özüne dayanarak betimlemek, nominalizmden
ya da kavramsal totolojiden başka bir şey değildir; nesnelerin özdeşliğini
ileri sürmektir; onların sadece zorunlu özde verildikleri gibi olduklarını, başka
türlü olamayacaklarını söylemektir. Özcülük realitenin çok türlü görünüşlerini
soyut bir statüye indirir.
Wittgenstein’a göre özcülük, ancak soyutlama alanı olan matematikte
meşrudur. Çünkü matematik, soyut bir disiplindir; hiçbir şeyi betimlemez.
Bir matematik problem çok somut durumlarla ilgili olsa bile, bu problemi
çözerken kullanılan kelimeler, işlem sırasında soyutlanır. Matematik
kavramların çok geniş bir kaplamı vardır; diğer deyişle matematik kavramlar
sınırlıdır; kanıtlanan şey ne olursa olsun, bütün kanıtlamalarda kullanılır. Oysa
gerçekte anlam söz konusu olduğunda, birbiriyle şöyle veya böyle bağlantılı, pek
çok kelime kullanırız. Örneğin, “halk”, “kral”, “din” kelimeleri gibi. [23]
Betimlenebilir durumlar ya da nesneler için bir öz düşünülemez. Filozof
bunu şöyle açıklar:
Genel görünüş, “bağlantıları görme”mize izin veren bir anlamayı sunar. Ara
bağlantıları keşfetmek, bu nedenle önemlidir. [24]
Wittgenstein’a göre “özcülük”, dilin akıl yürütmeye kurduğu bir tuzaktır;
her
araştırmaya önceliklidir ve açıklama ihtiyacını ortadan kaldırır.
Özcülük, göstergeyi sanki bir özü varmış gibi düşünür. Bir ada uyan bir
özü araştırmak, hatalarımızın başlıcalarındandır. Gösterge, anlamı bir
göstergeler sistemine ya da dile referansla kullanır.
Her tanım kelimelere geçici bir öz yükler. Bir tanımın geçici özler
yüklediğimiz kelimeleri, aynı şekilde geçici özler taşıyan başka kelimelere
gönderir. Özü araştırmak yerine sadece benzerlikleri tespit etmekle yetinmeliyiz.
Bu ifadeler açıkça göstermektedir ki, Wittgenstein ikinci döneminde Tractatus’un
dogmatik özcülüğünü terk etmiştir; doğacı türde, betimsel bir açıklama fikrini
kabul etmiştir; mantıksal biçimlerin ve dil oyunlarının çoğulluğunu savunmuştur
ve şu kesin ilkeyi koymuştur: Öz konusunda normatif katılığın ve
basitliğin yerine benzerliklerin ve görünüşlerin değişkenliğini ve
karmaşıklığını koymalıdır. Wittgenstein’ın bu görüşü kesinlikle naiv
bir anlayış değildir.
Bütün “izmler” bir metafizik özcülüktür; çünkü konstrüksiyonlardır.
Realizm ve “idealizm metafizik adlardır. Diğer deyişle onlar, taraftarlarının
dünyanın özü konusunda herhangi bir şeyi sözceleyebildikleri anlamına gelir. [25]
Hâlbuki dünyanın özü yoktur. Dünyaya dair genel ifadeler hiçbir şeyi
dışta bırakmaz. Onların ne hakkında olduklarını bilemeyiz.
Wittgenstein’ın belirttiği gibi özcülük doğru olsaydı, felsefî gramer
tümüyle yararsız olurdu.
Gramerin giriş odasında zaman kaybetmek tümüyle saçma olurdu. [26]
Wittgenstein Remarques sur le fondement des mathématiques’te (Matematiğin
Temeline Dair Açıklamalar) bize özcülüğün tüm imkânını ortadan kaldıran bir
alternatif verir. Wittgenstein burada demektedir ki,
Nedensel basit bağlantılardan daha güçlü olan tüm ilişkiler gramerin
hakemliğine başvurmalıdır. [27]
Wittgenstein’a göre gramerin dille sürdürdüğü ilişki aktiftir ve her
zaman normatiftir, yönlendirilmiştir ve özeldir. Bu nedenle dil hiçbir tümel, evrensel
ve değişmez bir özü vermez.
Öz, dili yeniden biçimlendirmek için ölçüt olamaz; çünkü özler, gramerin
gölge fenomenleridir. Gramer “gizli özler”den türemez.
Öz bir idea tarafından temsil edilemez. Özcülük, bizi özden yani dili
kullanma imkânımızdan uzaklaştırır. Bu, Wittgenstein’ın özcülüğü şiddetle
eleştirme nedenlerinden biridir. Özcülüğü terk ettiğimizde dilimizdeki
belirsizlikler kaybolur; artık hiçbir şey açıklığı bilmemize engel olmaz; çünkü
kavramlarımızın grameri olasılıkla doğamıza bağlıdır. [28]
Özü bir şeyin karakteristik özelliği diye anlarsak, bunu bize gramer
bildirir. Özcülerde
“öz”ün oynadığı rolü, Wittgenstein’da gramer oynar. “Özün rolünü gramer oynar.”
İfadesi, “Gramer varsa öze ihtiyacımız yoktur.” anlamına gelir. Bu anlamada öz,
gramerle ifade edilir; dili kullanma biçimimizde verilmiştir. Gramerimizin
bildirdiğinin dışında yani nesnenin karakteristik özelliklerinden başka bir öz
yoktur; ama gramer bir öz değildir ve onun özü de yoktur. “Gramerin özü
vardır.” demek, “Öz rolü oynayan şeyin de özü vardır.” demek gibi saçma bir
sonuca yol açar
Wittgenstein’ın özcülük karşıtlığını Spengler’e ilişkin söylediği şu
paragraflarda çok iyi görebiliriz:
Spengler şöyle deseydi, daha iyi anlaşılırdı: Pek çok farklı kültürel
dönemi pek çok ailenin hayatıyla karşılaştırıyorum; bir ailenin
içinde bir aile havası vardır; oysa ailelerin farklı üyeleri arasında bir
benzerlik de vardır. Fakat aile havası şu ya da bu özelliğiyle bu diğer
benzerliklerden ayrılır: Şunu demek istiyorum: Karşılaştırma objesi, nesneleri
görme biçimimizden çıkarılan obje, kesinsizliklerin tartışmaya sürekli
girmelerine engel olmamız için bize açıkça gösterilmelidir. Aksi halde teori
paradigmasını geçerli saymak için ve paradigmayı teoriye temel olan konu için
de ister istemez geçerli saymak ve “Her zaman. . olmalıdır.” demek
durumunda kalırız. [29]
Bir elma ağacının en tam, en doğru imgesi, bir anlamda elma ağacına, elma
ağacının en küçük papatyaya benzediğinden çok çok az benzer. Ve bu anlamda şunu
soralım: Kahramanlık çağının bir senfonisine Bruckner’in bir senfonisi mi yoksa
Mahler’in bir senfonisi mi daha çok benzer? Kuşkusuz Bruckner’in senfonisi. Mahler’in
bu senfonisi bir sanat eseriyse o zaman tümüyle farklı bir türdür. (Fakat bu
açıklama, açıkça Spenglercidir). [30]
Demek istiyorum ki, iddialarımızın haksız ya da boş olmaması için, ideali,
teorik etkinliğimizde realitenin ölçütü kabul etmekten, bir karşılaştırma
objesi olarak almaktan kaçınmalıyız; her şeye uyan bir ön yargıdan uzak
durmalıyız. Genellik dogmatizmi felsefenin çok kolay düştüğü hatadır.
Fakat Spengler’in teorik düşüncesi ve benimki arasındaki fark nedir?
Spengler’in onaylamadığım şu düşünceyi savunmasıdır: İdeal, teorik düşünce
biçiminin ilkesi olarak önerildiğinde, saygınlığından bir şey kaybetmez. Paylaşmadığım
bu görüş, ikimizin arasında iyi bir mihenk taşıdır. [31]
Wittgenstein bir gün öğrencilerinden Drury’ye Spengler’in o döneme dair
önemli tespitler içeren Batı’nın Çöküşü’nü okumasını öğütler.
Drury kitabı okuduktan sonra Wittgenstein’a şöyle der: “Spengler yapılmaması
gereken bir şeyi yapmak, tarihi kalıplara dökmek istiyor.”
Wittgenstein da ona şöyle der: “Evet, haklısınız. Fakat yine de
Spengler’de ilginç karşılaştırmalar var. Spengler’e ayrıntılarda güvenmiyorum.
Genellikle söyledikleri doğru değil. Bir gün şöyle bir not yazmıştım: Spengler
çok kısa bir kitap yazsaydı, bu çok büyük bir eser olurdu. [32]
Wittgenstein ideal, öz, prototip kavramlarının yerine genel görünüş
kelimesini kullanmayı tercih eder. Bu kavram ona göre bizim nesneleri tasavvur
etme ve görme biçimimizi belirtir. Spengler’in kitabı ona göre çağımızda
dünyayı nasıl algıladığımıza dair genel bir fikir verir.
Wittgenstein’a göre renk ve ölçü terimleri “öz”ün olmadığının en açık
kanıtıdır. Örneğin, “mavi” kelimesini alalım. Bu kelimeyi bir objeye uygulama
nedenimiz objenin “mavi”nin özüne katılması veya “mavi” denen diğer objelerle
ortak bir özü paylaşması değildir; mavi renk ailesinden bir maviye benzemesidir.
Wittgenstein’a göre Frege’nin “sınırlama dogması” da bir özcülüktür. Frege’ye
göre mantıksal önermeler anlaşılmak için sınırları iyi belirlenmiş kavramlar
içermelidir. Sınırları iyi çizilmemiş bir kavram mantıksal açıdan fonksiyonel
olamaz.
Kavramlarımızı dikkate aldığımızda her kanıttan şunu istemek gerekir:
Kavramlarımızın bir doğruluk değeri olmalıdır; her objenin kavram altında girip
girmediğini sorabilmeliyiz. Diğer deyişle kavramlarımızın sınırları çok iyi
çizilmelidir. Bu zorunlu şart yerine gelmezse, kavramlarımızı yöneten mantık
yasalarını ortaya koymak imkânsızdır. [33]
Frege’ye göre dilimizin grameri mantık açısından yanıltıcıdır. Bu
nedenle Frege bir kavramsal yazı, ideografi projesi ortaya koymuştu. Bu
yazı sayesinde kapalı ve belirsiz kavramlarımızı aydınlatmayı düşünmüştü.
Ama Wittgenstein’a göre kavramsal yazı, kavramlarımızın ne sınırını
çizebilir ne de kapalılıklarını giderebilir. Frege’nin kavramlara sınırlar
çizme iddiası bir özcülüktür; sonuçta bir Platonculuktur. Bilindiği gibi
Platon’a göre öz, biçim ya da idea sınırları iyi çizilmiş
kavramdır ve sadece kavram mükemmel biçimde belirlenebilir. Wittgenstein’a göre
bütün kavramlarımızın hepsinin ve her zaman sınırları iyi çizilmeyebilir. Duyulur
alanda belirsizlikler vardır ve buna rağmen belirsiz, kapalı kavramlarımızı
kullanmakla mantıksal açıdan hata etmeyiz.
Wittgenstein bunu Soruşturmalar § 71’de şöyle açıklar:
Birisi, “oyun” kavramının bulanık yanları olan bir kavram olduğunu
söyleyebilir. —Ama “bulanık” bir kavram, kavram mıdır? —Belirsiz bir fotoğraf, bir
kişinin bir resmi midir? Hatta belirsiz bir resmin yerine temiz olanını koymak
her zaman avantaj mıdır? Çoğu kez gereksinim duyduğumuz, bu, belirsiz olan
değil midir?[34]
Frege bir kavramı bir alan ile karıştırır ve sınırları belirsiz olan bir
alana hiç de bir alan denemeyeceğini söyler. Bu, muhtemelen, onunla bir şeyi
yapamayacağımız anlamına gelir. —Ama şunu söylemek anlamsız mıdır? “Yaklaşık
olarak orada kal!”— Birisiyle birlikte bir şehir meydanında ayakta durduğumu ve
bunu söylediğimi düşünün. Bunu söylerken herhangi bir sınır çizmiyorum; ama
belki elimle işaret ediyorum. [35]
Bu satırlardan anlıyoruz ki, belirsiz ve sınırları iyi çizilmemiş olana
ilişkin dil oyunlarımız vardır. Burada şöyle sorabiliriz: Örnekler
kelimelerimizin sınırlarını çizmeyi, belirsizliği gidermeyi başarabilir mi?
Wittgenstein’a göre örnekler dolaylı bir açıklama değildir ve daha iyi bir
betim olmadığında, imgelemeye başvuran anlatma biçimleridir; ama sınırları
çizme değildir.
Kısaca söylersek kelimelerimizin sınırlarını bazen çok iyi
çizemeyebiliriz; yine de onları kullanırız; onlarla eylemleri anlatırız. Bunu engelleyen
hiçbir şey yoktur. Belirsizliğin belli bir oranda var olması, dilimizin iyi bir
tarzda işleyişi için gereklidir. Bunun nedeni sınırın, belirsiz olması değil; var
olmamasıdır. Her şey bağlama, kelimeyi kullandığımız pratik duruma bağlıdır. Bazen
belirsiz bir imgenin yerine açık bir imgeyi koymamak gerekebilir.
Wittgenstein’ın bu görüşlerinin sonucu şudur: Özel durumların farklarına dikkat
etmeliyiz. Genellik dürtümüzün ya da susuzluğumuzun etkisiyle bu farkları
çoğunlukla ihmâl ederiz. Bu ihmâlden de çeşitli problemler doğar.
Öz, bazen metafizikçilerin öz dedikleri şeyden başka anlamda anlaşılır. Örneğin
Locke demektedir ki, kelimenin asıl anlamında öz, “nesnenin olduğu şey olmasını
sağlayan varlığıdır. [36]
Kısaca herhangi bir şeyin özü, o şeyin olduğu şeydir, o şeyle özdeş olan şeydir.
Bir şeyin özünü kavradığımızda, o şeyin o şey olması için gerekli ve yeterli
olan şartları biliyoruz demektir. Oysa Wittgenstein’a göre böyle şartlar yoktur.
Nesnelerin özleri değil; sadece empirik yüklemleri vardır ve bu yüklemler
yukarıda gördüğümüz gibi bir aile benzerliği oluşturur. Dil felsefesiyle
birlikte metafizik ölmüştür ve Wittgenstein Aristoteles’in öz kavramının
anlamsızlığını kesinlikle ortaya koymuştur. Bu, Wittgenstein’ın öz hakkında
söylediklerinin açık bir sonucudur. Yargımızı destekleyen ve çıkarım olmayan
ifadeler vardır. Wittgenstein’ın, Aristotelesçi kategorilere ilişkin sözleri bu
ifadelerdendir.
Wittgenstein’a göre Aristoteles’in kategorileri de birer “öz” gibidir. Örneğin
“yer” ve “zaman” kategorileri böyledir. Wittgenstein bu görüşünü Big
Typescript’te şöyle açıklar:
“Mekân” ve “zaman” kategorileri nesnelerden ve oluşlardan arındırılmış
bomboş şeylerin varlığını kabul eder ve bunlar kavranamaz, tuhaf şeylerdir; bir
adı bir töz gibi kabul etmedir. Felsefî problemler gerçekte hayatın kendisinden
değil; dilimizin dizginlerini gevşettiğimizde ortaya çıkar. “Zaman nedir?” Bu
sorudaki hatanın nedeni, sanki bu ince elbisenin neden yapıldığını soramaya
benzer biçimde, zamanın neden yapıldığını sormasıdır. [37]
Bir “töz”ün veya “öz”ün varlığını kabul etme, dilimizin kullanımlarını
sağırlaştırır. Örneğin zamanın “öz”ünün akma olduğu düşüncesini alalım. Bu
düşünce, zamanın doğasına ilişkin kanımızı ilk bakışta aydınlatıyor gibidir. Ne
var ki, gerçekte “akan zaman”, bazı lengüistik biçimleri belirsizleştirir. Bu
metafor ırmağın yukarıdan aşağıya aktığı gibi zamanın da gelecekten geçmişe
doğru aktığı fikrini çağrıştırır. Onun özelliği zamanı şeyleştirmeye yani
dondurmaya karşı olmasıdır. “Geçen” zaman fenomeninde herhangi bir süreç
yoktur ve dil, uygun olmayan terimlerin kullanılmasıyla bizi yanıltır. Bouveresse’in
dediği gibi, “akıntının duygusu” ya da “akmanın duygusu” ifadelerinde “duygu”, “akış”a
veya “akma”ya bağlanır; ama “zamanın duygusu” ifadesinde “duygu” zamana
bağlanmaz. [38]
Bu nedenle Wittgenstein “zaman” kavramını derinleştirerek bu kavramla
ilgili dilin kurallarının doğasını aydınlatmayı ister. Bu aydınlatma çabasının
sonucu şudur: Bu kavramla ilgili sadece dilimizin kullanım kurallarına
uyabiliriz; onun özünü betimlemeyi düşünmek gülünçtür. Şurası bir gerçektir ki,
dilin zaman konusundaki kötü kullanımı onu anlamamıza engeller çıkarır. Wittgenstein
Cours
de Cambridge 1932-1935’te “zaman”ın ad olarak kullanılmasından doğan
güçlüklere işaret eder:
Bir “ad” olarak alınan zaman korkunç bir karışıklık kaynağıdır. Oynamadan
önce oyunun kurallarını belirlemeliyiz. “Zamanın akışı” üzerindeki tartışmalar,
felsefî problemlerin nasıl ortaya çıktıklarını gösterir. Zaman konusunda dili
pratik amaçla kullanmadığımızda, zamanın sadece kaplamlarını dikkate
aldığımızda, felsefî problemler ortaya çıkar. Bu şuna benzer: Önce cümleleri
kurmak, sonra onların ne demek istediklerini kendimize sormak. “Zaman”ın bir ad
olarak bilincine sahip olduktan sonra, zamanın yaratılmasına ilişkin sorular
sorarız. [39]
Dil, zamanı ifade etmek istediğinde bir sürü belirsizlik ve karışıklık
ortaya çıkar; çünkü zaman betimlenemez. Bu nedenle zaman kavramının kaplamı
olduğu da söylenemez. “Zaman” terimini kullanmadan önce, bazı kullanım
kurallarımız olmalıdır. Öncelikle bu kurallara sahip olmasaydık, zaman
problemini ele alamazdık; zamanın yokluğundan söz eden bir ifadeyi anlayamazdık.
Wittgenstein’a göre tam anlamıyla “öz” olmasa da “öze benzeyen” durumlar
vardır. Örneğin bir açıklamayı tek bir örneğe dayandırmak, kelimenin asıl
anlamında bir özcülük değildir; ama özcülüğe çok yakındır; çünkü özcülüğün yol
açtıklarına benzer problemlere yol açar. Wittgenstein’a göre tek örnekle açıklama felsefî
karışıklığın başlıca nedenlerindendir; tek yanlı diyet gibidir; çeşitli
görünüşlerin doğru bir betimini vermez. [40]
Wittgenstein evrensel özleri değil; tekil kullanımları aydınlatmaya
çalışır. Kusursuz bir tanım yapmak, bir özü kavramak, bir kullanım kuralını
betimlemek imkânsızdır.
İkinci Wittgenstein’la ilgili, dikkat edilmesi gereken bir şey vardır:
Örneklerin özleştirilme tehlikesi. Bilindiği gibi Wittgenstein, bu dönemde bir
konuyu açıklamak için sık sık örneklere başvurur. Onda bildiğimiz örnekler ve
imgelenen örnekler yan yanadır. Wittgenstein dikkatimizi benzerliklere ve
özellikle genellik zaafımızın sonucu ihmal ettiğimiz farklılıklara çeker. Onu
okurken farkında olmadan bir aileden başka bir aileye geçeriz. Örneğin “yapabilmek”,
“bir kuralı izlemek”, “kopya etmek” “okumak”, “türetmek” vs. Yalnız şuna da
dikkat etmelidir: Örneklerdirme, “öz” halinde kristalleşmek tehlikesi taşır. Bu
nedenle benzerlikleri ortak nitelikler gibi, sonuçta özler gibi görmemelidir.
Wittgenstein’a göre “öz” konusunda felsefede bir döngüsellik vardır. Döngüsellik
şudur: “Kelimenin anlamını, anlamı açıklamanın açıkladığı şeyden ibaret görmek.
Wittgenstein bu döngüselliğe karşı şu ilkeyi koydu:
“Eğer “anlam” sözcüğünün kullanımını anlamak istiyorsanız “anlamın
açıklanması” denen şeyi araştırın. [41]
Wittgenstein’ın özcülükle ilgili görüşlerine genel hatlarıyla değindik. Oysa
onun düşüncelerini daha sistematik ve spesifik biçimde vermek gerekir. Şimdi şu
dört başlık altında bunu yapalım: Anlam özcülüğü, kavram özcülüğü, ideolojik
özcülük, olgu özcülüğü (Teoriler)
Açıklamalarımıza anlam özcülüğüyle başlayalım.
Wittgenstein felsefede karışıklığa neden olan bazı mitlerden kurtulmak
ister. Bu mitlerden biri de anlama ilişkin özcülüktür.
“Anlam özcülüğü miti” Frege’de, Augustinus’ta ve Tractatus’ta bulunur. Bunlarda
idealist bir anlam doktrini vardır.
Anlam özcülüğü bir semantik idealizmdir. Semantik idealizme göre anlam,
sabittir ve nesneler gibidir. Anlam özcülüğü örnek olguları, anlamın
ölçütü yapar. Hâlbuki anlamın ölçütü sosyal kullanımlardır; anlamanın ölçütü
hayat biçimlerimizdir. Bu idealizm daha ileri götürüldüğünde realizme
yani kavramcılığa götürür. Semantik özcülük, tıpkı kavramsal özcülük gibi, anlamı
ve anlamayı metafizik bir renge boyar; Platon’un idealarını çağrıştırır ve şu
düşünceyi uyandırır: Önermelerimize yani onların anlamlarına eşlik eden bir şey
olmalıdır. Böyle bir düşünce şu izlenimi verir. Anlam kelimelerimizin gölgeleri
gibidir. Ancak anlamı kelimelere eşlik eden bir şey gibi göremeyiz. Anlam ve
anlama tümüyle hayat biçimlerimize bağlıdır.
Gündelik dilin ifadeleri ancak deflasyonist* tarzda
anlaşılabilir. Çünkü anlam doğru yani uylaşıma uygun kullanımdır ve kullanımda
kullanım sırasında ve bağlam aracılığıyla ortaya çıkar.
Anlam problemi ne lengüistik problemdir ne bilimsel betim konusudur. Bu,
felsefî bir sorundur. Filozof, bu problemi doğru ortaya koyabilmek için, her
sahte problemden uzak durmalıdır; bütün teorileri reddetmelidir ve
özcülüğe giden tüm yolları kapatmalıdır; sadece betimlemelidir. Felsefe o
zaman olması gerektiği gibi yani hayat biçimlerine dayalı hale gelir; tedavi
edici özellik kazanır.
Özcülük bizi reelden koparır; sahte problemlere doğru yönlendirir. Dilin
görevi bizi özcü kurgulara karşı korumaktır; bunu yapabilmesi için gerekli olan,
şudur: Reelle ilişkiyi sürdürmek. Bunun da iki şartı
vardır: Kullanım kurallarına uymak ve betim paradigmaları ortaya koyabilmek. Derin,
özsel özellik bir yanılsamadır. Böyle imgesel “öz” kavramı bizi realiteden
uzaklaştırır; bununla kalmaz; dilimizin temel fonksiyonlarından birini, betimselliği
ortadan kaldırır; imgeleyemediğimiz bir duruma ilişkin sözcenin, anlaşılamaz
anlamın bir anlam olduğunu söyler. “Hakikat”, “kavram”, “tümel”, “rasyonel”, “rasyonellik”,
“mantık”, “mantıksallık” ve “zorunlu sonuç” gibi “süper” kelimelerle “olgu üstü
olgu”ya ilişkin söylem ortaya koyar. Gerçekteyse, gündelik dilimizdeki “süper”
kelimelerle hiçbir olgu durumundan söz edemeyiz; hiçbir betim yapamayız. Sadece
gündelik dildeki sıradan, alçakgönüllü kelimelerle betim yapabiliriz. Artık
kelimelerle öz arasındaki ilişkilerden değil; fakat gösterge ve anlam
arasındaki ilişkiden söz edebiliriz ve göstergeyi anlama bağlayabiliriz. Anlamı,
onu temsil ettiklerini düşündüğümüz nesnede ya da kavramda değil, dilin
kullanım kurallarında aramalıyız.
Wittgenstein’ın anlam özcülüğü konusunda söyledikleri özetle bunlardır. Kavram
özcülüğüne gelince; şimdi Wittgenstein’ın bu konudaki görüşlerini verelim. Önce
kavram özcülüğünü açıklayalım; ardından da Wittgenstein’ın eleştirilerini belirtelim.
Kavram özcülüğü metafizikçilerin özcülüğüdür. Kavramcılığa göre olguları,
tikel ve değişebilir olduklarından, dikkate alamayız. Tüm gerçeklik, statik ve
sabit biçimde adlarda verilmiştir; ad betim gibidir; kelime de bir etikete
benzer. Bu etiket bütün farklı kullanımlara uyar. Nesnelerin sahip
olabildikleri ve bilebileceğimiz ortak özellikleri vardır. Ortak özellikler bu
etikete kazınmıştır. Kelime, genel ve ortak özelliklere göre zihinde kavram
haline gelir.
Kavram özcülüğünü Wittgenstein nominalizm diye
niteler. Ona göre nominalizmin iki şekli, eski ve modern şekli vardır.
1. Eski nominalizm: Bu, Platon nominalizmidir. Platon nominalizmi
şunları savunur: Logos’ta adlar iç içe geçmiştir; tüm nesnelerin ilk ögeleri
sadece adlardır ve betimlenemezler.
Platon Kratylos’ta şunu ileri sürer: Kelimeler, nesnelerin özünü doğru
biçimde taklit eder. Üstelik adlar bir zanaatkârın, bir “ad imalatçısı”nın
(ὀνοματουργός=onomataurgos) eseridir. Adlar, doğru olmaları ve nesnelerin özünü
en iyi şekilde temsil edebilmeleri için zanaatkârların en yeteneklisi ve en
iyisi tarafından icat edilmiştir. Adı icat eden, tüm adları icat ettiğinde ve
belirlediğinde (ποιεῖν τε καὶ τίθεσται) tıpkı gemi yapan marangoz gibi
davranamaz. Marangoz gemi yaparken gözlerini geminin ideal biçimine (εῖδος) ve
nesnel gemiden bağımsız kendi başına var olan gemiye çevirir. Ad veren kişi ise
zihninde böyle bir ideaya sahip değildir. [42]
Kısaca söylersek metafizik, Platon’un etkisiyle, her zaman düşüncenin
dile üstünlüğünü savundu, anlam sorununun yerine nesnelerin özünü problemini
koydu.
2. Modern nominalizm ise Russell ve Tractatus nominalizmleridir. Modern
nominalizme “mantıksal atomculuk” da denir. Mantıksal atomculuğun
nominalizmine göre kavram, anlamını önermemizle ilişkisinde kazanır. Adlar ve
nesnelerin birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. Russell’ın bireyleri ve Tractatus’un
objeleri böyle ilk ögelerdir. [43]
Şimdi Wittgenstein’ın kavram özcülüğüne yönelttiği eleştirileri görelim:
Wittgenstein’a göre kelimelerin yerine kavramları kullanmak; kelimenin
anlamını kavramda öz haline getirmek; özcü metafiziğin hatası, işte budur. Wittgenstein’a
göre metafiziğin kavramları salt özlerdir ve neden söz ettikleri belirsiz
ifadelerdir. Gerçekte filozof, açıklığın karşısında durur. Gündelik dilin kullanımı
açıktır. Metafizikçinin kavramları modellerdir; ama gerçekte model yoktur. Her
şey kendine özgü niteliklere sahiptir ve modellere göre anlaşılamaz. Ancak
burada bir şeye dikkat çekelim. Örnekler model değildir; somuttur; örnek ve
örneklik edilenin farkını açıkça gösterebiliriz. Ama model, soyuttur, daha
doğrusu soyut benzerliktir; bu soyut benzerlik kurulurken özgün nitelikler göz
ardı edilir.
“Kavram” dildeki nüansları ortadan kaldırır; her şeyi zihinde inşa
edilmiş bir ideye indirger; indirgemeyi de abartılı biçimde yapar; bizi
makinedeki hayalet gibi olan Descartesçı zihnin tutsağı yapar. Kavramlar, zihinsel
inşa olduklarından, dilin kelimeleri değildir ve kelimelerin kullanımlarının
yerini alamaz. Oysa dilsel betim nüanslara dayanır; realiteyi betimlemeye
angaje olur. Kelimeler anlamlarını bu betim sayesinde kazanır.
Nominalistler bir fenomeni örneğin düşünceyi değil; fakat kavramı analiz
ederler; kelimelerimizin kategorileri arasındaki farkları görmezler; bütün
kavramları adlar olarak görürler. Bu, onların hatalı yorumlarıdır. Onlar, adların
uygulanma biçimlerini betimlemezler, sadece adlar sanki kâğıt üzerindeki
işaretlermiş gibi davranırlar.
Wittgenstein Felsefî Soruşturmalar § 383’te ise şöyle demektedir:
Nominalistler tüm kelimeleri adlar gibi yorumlama ve onların
kullanımlarını betimlememe hatasına düşerler; böyle bir betim amacıyla sadece kâğıt
üzerinde bazı bilgiler verirler. [44]
Bir ideaya özgü kurallar sistemi yoktur; bir fikri ya da bir cümleyi
anlamak, idealara özgü iyi betimlenmiş kurallara bağlı değildir. Varsayalım ki,
ideaları yöneten türlü kurallarımız vardır; yine bunlar kelimeyi, cümleyi
anlamada yeterli değildir; çünkü bunlar pek çok şekilde yorumlanabilir. Kelimeleri
kullanmamızın ardında herhangi bir şeyin, ideanın olduğuna inanmak, Platoncu
bir yanılsamadır. Bunu, lengüistik kullanımlarımız ve uygulamalarımız felsefî
açıdan açıkça gösterir. Platoncu idea yani anlam, doğru kuralı vermez. XVII. ve
XVIII. yüzyıl filozofları da az veya çok kural rolünü oynayan idea fikrini
kabul ettiler; oysa çağdaş felsefede bu rolü zihinsel durum kavramı oynadı. Kısaca
söylersek, filozoflar ideal ya da zihinsel bir objenin anlamını kavramayı bir
tür kural gibi gördüler. Geach bu durumu “Sokrates’e özgü” hata diye niteler. [45]
Wittgenstein bir “özü” keşfetmeden, bir “ide”yi belirlemeden söz ettiği
her yerde Platon'un örneklerini sistematik olarak eleştirir. Ona göre Platon'un
kavram özcülüğü, reel durumları dikkate almadan, kavramın içeriği üzerinde
spekülasyon yapar. Wittgenstein bunu Cahier bleu’de şöyle açıklar:
Sokrates “Bilgi nedir?” diye sorduğunda bir cevabı formüle etmeden önce,
belli sayıda bilgi örneklerini düşünmenin zorunlu olduğunu düşünmez. Aritmetiğin
ne olduğunu bilmeyi istersem, önce sonlu sayılara uygulanabilir aritmetiği
incelemeliyim. [46]
Platoncu ideaları felsefenin aracı görmek, belirsiz kelimelerle felsefe
yapmaktır. Bu ise imkânsızdır. Wittgenstein Platoncu veya kavramcı belirsizliği
mutlak bir belirsizlik, giderilemez belirsizlik diye niteler ve bunu bir
kelimenin kaplamındaki göreceli belirsizlikten ayırır. Kavramdaki belirsizlik
“fluluk” gibi görülemez. Fluluk giderilebilir; ama kavramdaki belirsizlik giderilemez.
Kavram
dilin işleyişine yani kullanımına bağlı değildir; kullanımdan bağımsız ve kullanıma
rağmen vardır; sınırları yoktur; neyi dışta bıraktığını bilemeyiz. Peki,
hangi belirsizlik görecelidir? Dilin işleyişini dikkate alarak
giderebileceğimiz belirsizlik. Dilimizin işleyişini iyi bildiğimizde, gideremeyeceğimiz
kullanım belirsizliği yoktur. Kelimenin kaplamındaki ya da sınırlarındaki
belirsizliklere gelince; bunları da bağlamı ve kullanımı dikkate alarak; özel
durumların farklarına dikkat ederek giderebiliriz.
Platon’un kavramı veya ideası her tür özcülüğün ne olduğunu yani hiçbir
şeyi betimlemediğini çok iyi aydınlatır. Tanımlama, ne açıklamadır ne de
öğrenmedir. Bir şeyin ne olduğunu örnekler anlatır. Örnekleri bilen kişinin
onlarda ya da onların ötesinde bir kavramı, ortak bir şeyi, örneklendirmenin
bir kuralı gibi olan bir şeyi kavraması imkânsızdır.
Burada örnekler verme açıklamanın dolaylı bir aracı değildir; daha iyi
bir açıklamanın olmamasından doğan bir sonuçtur; Çünkü her genel açıklama
yanlış anlamalara yol açabilir. [47]
Nominalistler kavramları sanki nesnelerin özellikleri gibi alırlar. Lakin
insan ağaç, inceleme, daire kelimelerini bir alt tabakanın özelliği gibi almak,
hiç de doğal değildir. [48]
Görüldüğü gibi Wittgenstein’ın kavram özcülüğüne yönelttiği eleştiri
metafiziğe yönelttiği diğer eleştirilerden oldukça farklıdır. O, metafiziği
eleştirirken kendi dil oyunları, hayat biçimleri ve aile benzerlikleri gibi
doktrinlerinden hareket ediyordu ve metafizik sistemlerin hepsi için geçerli
bir eleştiri getiriyordu. Oysa Wittgenstein kavram özcülüğünü eleştirirken çok
özel bir noktadan kavramların kognitif boyutundan ve betimdeki yerinden yola
çıkmaktadır. Eleştirileri sadece metafizikçilerle sınırlı değildir; kendisinin
birinci dönemde yer aldığı mantıksalcı atomcuları da içerir. Bize göre kavram
özcülüğünden hareketle metafiziğin başka hiçbir dil filozofunda olmayan önemli
bir özelliktir. Şimdi de belirlediğimiz sıralamaya göre Wittgenstein açsından
ideolojik özcülüğü görelim.
İdeolojik özcülük uygarlık, kültür, ırk, ulus, sınıf, siyasal ideoloji, yönetim
biçim, dünya görüşü, dil, değerler, cinsiyet ve genetik gibi faktörleri, üstünlük
ve ayrıcalık nedeni gibi görmedir. İdeolojik özcülüğe göre bunlardan birisi, örneğin
belli bir uygarlık, kültür, ırk vs. kendi türünün en yetkin halidir; en
mükemmel niteliklere sahiptir; en iyi organizasyondur, harika bir hiyerarşiye
sahiptir. vs…sonuçta diğerleriyle karşılaştırıldığında onlar için örnek, model,
prototip olacak özelliklere sahiptir. Bu özellikleri taşımayanlar için uygun
pek çok sıfat vardır: Gelişmemiş, ilkel, basit, sıradan, önemsiz, ikincil vs.
Wittgenstein’a göre her tür özcülük gibi ideolojik özcülük de bir
yanılsamadır. Çünkü dil oyunlarının ve hayat biçimlerinin realitesine aykırıdır.
Prototip veya model dil oyunları ve hayat biçimleri yoktur. Onların arasında
basit/gelişmiş; sıradan/mükemmel, yetersiz/yeterli ayırımı yapılamaz. Toplumların
dil oyunları ve hayat biçimleri birbirinden ne üstündür ve ne de aşağıdır.
Wittgenstein’a göre hayat biçimleri açısından bakıldığında Batı kültürü
özcüdür; kendini kültürün, kurumların, en gelişmiş en yetkin biçimi gibi görür.
Oysa kültürün özünü temsil eden bir kültür, model bir kültür olamaz. Bir
kültürün ayırt edici özellikleri gibi görülen görünüşler genelleştirilemez; bu kültür
bir prototip gibi görülemez. Endüstri devrimleri, pazar hareketleri, ekonomik
gelişmeler, politikada yönetimlerin emperyalist olmalarına yol açmıştır. Ne var
ki, birbirinden farklı çeşitli kültürler vardır. Her kültür toplumun ahlakına, dinine,
diline, dünya tasavvuruna, doğa algısına ve değerlerine sıkı sıkıya bağlıdır.
Bir kültür büyük bir organizasyondur; bu organizasyon her bir kişiye
birlikte yaşamanın imkânlarını verir. Kültürün gücü birlikte yaşamaya yaptığı
katkıyla ölçülür. Bir kültürün ortadan kalkması, insani değerlerin ortadan
kalkması anlamına gelmez; sadece bazı insani değerlerin ifade edilme
biçimlerinin yok olduklarını gösterir. Şu da bir gerçektir ki, ben günümüz
Avrupa uygarlığına hiçbir sempati duymuyorum. Onun amaçlarını anlamıyorum. [49]
Her kültürün kendini ifade imkânları vardır; bu imkânlar tamamlanmıştır
ve olgunlaşmıştır. Tek bir sanat, tek bir hayat biçimi yoktur; bunlar kültürün
içine iyice işlemişlerdir; başkalarınınkilerden farklıdır ve bağımsızdır. Wittgenstein
1940 Temmuzunda şöyle diyordu:
Felsefede etnolojik yöntemi kullanırsak bu felsefenin de etnoloji olduğu
anlamına gelir mi? Hayır. Sadece şu anlama gelir: Olup bitenleri daha objektif
biçimde görebilmek için dışarıdan bakmaya çalışıyoruz. [50]
Wittgenstein’a göre Batı kültürü bir gerilemedir. Onun Batı kültürünü
eleştirisi basit psikolojik bir tepkiden çok, düşünülmüş ve temellendirilmiş
fikirlerin sonucudur. Bu nedenle onun felsefesi kültür ve uygarlık üzerine
düşünceleriyle bir bütündür. Hacker’a göre Wittgenstein’ın Batı kültürünü
eleştirirken ifade ettiği düşünceleri olgunluk dönemindeki görüşleridir. [51]
Wittgenstein bir uylaşımcıdır ve çoğulcudur. Buna göre kurumlar, sosyal
hiyerarşiler, değerler, dünya görüşleri, bilgi kültürel inşalardır. Hiçbir
kültür hiçbir dünya görüşü bir Arşimet Noktası değildir; dünyaya ilişkin
fikirlerimizin dayandıklarını ve kavramlarımızdan bağımsız olduklarını
düşündüğümüz hiçbir durum yoktur. Anlam, anlamsızlık, doğruluk, yanlışlık, yararlılık
yararsızlık gibi bütün kavramlarımız, kültürel bağlamımızdan hareketle
oluşturulmuşlardır. Wittgenstein’ın bu görüşleri dikkate alındığında
denebilir ki, ona göre farklı hayat biçimlerine sahip insanlar kökten farklı
ahlaki inançlara sahiptirler; aynı hayat biçimleri onları paylaşanların
kişilerin birbiriyle müzakere edebilmelerini ve birbirini ikna edebilmelerini
sağlar.
Kültürleri sınıflamamızı ve kültürler hiyerarşisini oluşturmamızı
sağlayan bir öz, kültürel bir model yoktur. Wittgenstein ne parlak bir geleceğe
ne de bugünkünden daha mutlu olacağımız günlerin olacağına kesinlikle inanmaz.
Ona göre bugünkü koşullar değişmediği takdirde daha iyi günlerin gelmesini umamayız.
1. Teoriler
Özcülüğe ilişkin açıklamalarımızı “olgu özcülüğü”ne dair
söyleyeceklerimizle sürdürelim.
Konuyu açıklarken önce olgu özcülüğünün temel tezlerini ortaya koyacağız.
Bunu da iki başlık altında, teoriler ve genellemeler başlıklarıyla ele alacağız.
Sonra Wittgenstein’ın eleştirilerini vereceğiz.
Teoriler olgu özcülüğünün ifade yollarından biridir ve daha çok bilimsel
ve felsefî açıklamalarda ortaya konur. Peki, teori nedir? Şimdi kısaca bunu
görelim. Kuşkusuz teori bugün çeşitli bilimlerde bir söylem biçimidir; bir açıklama
değildir. Söylem olan teori, genellik ve bütünlük isteklerimizi karşılamak için
bir konstrüksiyondur. Teori Grekçe Θεωρία’nın (théôria)
Batı dillerinde kullanılan biçimidir. Grekçede Θεωρία (théôria)
“tanrısalı gözlerimle görüyorum.” demekti. Kelimeyi metafizikçiler, kurguladıkları
ve zihinlerinde olduklarına inandıkları tümel kavramları düşünmek diye
anladılar; Aristoteles’in ifadesiyle “insanı Tanrı’ya benzer yapan etkinlik”
gibi gördüler. Teori, metafizikçilerin etkisiyle modern bilimde, bilim felsefesinde,
insan ve toplum bilimlerinde de yaygın biçimde kullanıldı; ama hangi alanda
kullanılırsa kullanılsın, metafizikteki temel anlamını, spekülasyon olma
anlamını korudu, tekil olguların tümünde enkarne*olan ortak, değişmez öz kabul edildi. [52]
Teori, belli bir alana uygulanan soyut kavramlar ve düşünceler bütünüdür.
Teoriyi oluşturan düşünceler spekülatiftir; hipotetiktir; organize edilmiştir
ve dağınıklıktan kurtarılarak sistematik bütünlüğe kavuşturulmuştur; empirik
bir temele sahip değildir. Bir teori açık bir durumdan hareketle tüm durumlar
için prototip oluşturur.
Bir teoriyi kabul ederken genellikle bunu temellendirmeyiz, hatta bazen
de kanıta ihtiyaç duymayız. Teoriler görüşlerimizi ve yargılarımızı sürekli
gündemde tutuldukları için yönetir. Onların bizi etkilemek için rasyonel
motivasyon sebepleri olması da şart değildir. O zaman bir teori kabul etmek
istediğimizde onun iyi bir teori; fenomenlerin derinliğini keşfeden teori
olduğunu söyleriz. Gerçekte teorisyen belli bir açık durumdan hareketle
genelleştirir.
Teorisyen bir veya birkaç fenomenden hareketle bu genelleştirmekle
yetinmez; bizi iyi bir açıklama bulduğuna inandırır. Biz de “Bu, açıkça bu
böyle olmalıdır.” diye inanırız. Teoriler yanlışlanamazlar çünkü ya aşırı
indirgemelerdir ya da realitenin saptırılmalarıdır; realite hakkında ya
olduğundan daha az ya da daha fazla konuşur. Teoriler spekülatif ögelere
ihtiyaç olmadığı yerde boşlukları spekülasyonlarla doldurur. Örneğin
psikolojinin zihin konusunda yaptığı budur. Bir teori her zaman büyüleyici bir
görünüş sunar ve diğer görünüşleri göz ardı eder.
Teoriler ne realitenin kopyasıdır ne de nesnelerin özünün sezgiyle
kavranmasıdır; kavramlar tüm olguları temsil edemez.
Şimdi Wittgenstein’ın teorilere ilişkin görüşlerini verelim. Ona göre
bütün teoriler özcüdür; nesnelerin ve insani olguların iç ve gizli özünü
kavrayabildiklerini iddia eder. Oysa gerçekte fenomenlerin arkasında böyle
gizli bir öz yoktur; derin fenomen olmadığından, derin açıklama da yoktur. Ne bilim
ne de felsefe derin veya gizli olana ilişkin açıklama yapamaz, derin
açıklamalar vermez. Derin açıklama ve gizli öz, bilim adamının ve filozofun spontane
ideolojisinin ürünüdür. Fenomenleri sadece dilsel analizlerle
kavrayabiliriz. Bilim sadece açıklayıcı ve olgulara uyan betimler önerir. Bu
nedenle Wittgenstein fenomenlerde gizli öz misterini ortadan kaldırmaya çalışır.
Realitenin özünü hiçbir görünüşü temsil edemez. Onun özü kısmi olarak da
tezahür etmez. Realitenin görünüşü zorunlu olarak pratiktir. Realiteyi
betimleyen bir ifade, bağlamından izole edilemez. Ne pratik bir betimin ortaya
çıkardığı şeyin ne de kuralların betimlerinin özleri yoktur.
Wittgenstein’a göre göre felsefede ve bilimde teorileştirmeler, fenomenlerin
belli amaçları gerçekleştirmek için basit araçsallaştırmalardır. İkinci Wittgenstein
her zaman teorilerin bu araçsallaştırmacılığını eleştirir.
Teoriler, yüzey fenomenlerine ilişkin birleştirici ve açıklayıcı
betimledir; basit okuma ızgaralarıdır. Teoriler yaptıklarına inandıklarının
aksine, derin bir açıklama ilkesi bulmak için fenomenlerin yüzeyinin altını
okuyamazlar. [53]
Wittgenstein benzerliklerden çok farklılıklar üzerinde ısrar eder; çünkü
dil pek çok ve çeşitli fonksiyonları olan oyunlardan ibarettir. Wittgenstein'ın
teori konusundaki görüşleri Spengler, Kopernikus, Darwin ve Freud teorilerini
hedef alır. Ona göre bütün bu teoriler az veya çok özcüdür; uylaşımsal tasavvur
sistemleridir. Bunların amacı birbirinden çok farklı fenomenler arasındaki
farkları ortadan kaldırmaktır; hepsini bir prototipe, örnek bir duruma
bağlamaktır. Hâlbuki bu örnek durum fenomenleri az veya çok kötüye kullanır.
Wittgenstein’ın teori eleştirinde Freud daha geniş bir yer tutar. Wittgenstein’a
göre Freud, rüyaların özünü ararken teorisinin kısmen doğru olduğunu
söylemekle yetinir. Ne var ki, Freud teorisinin kısmen doğru olduğunu ileri
süremez; çünkü bu, kısmen yanlış olmayı da içerir. Kısmen yanlış olma ise
kökten yanılma anlamına gelir. Freud’un düşün özünü bulamadığı anlamına gelir. [54]
Gerçekte Freud’un hatası da tam buradadır.
Freud’un araştırmasına özcülük hâkimdir. Freud, XIX. yüzyıla özgü
dinamik fikrinden etkilendi. Bu fikir onun psikolojiyi ele alma biçimini
tümüyle belirledi. Freud bir düşün ne olduğunu gösteren tek bir açıklamayı
bulmak istiyordu; düşün özünü bulmak istiyordu. [55]
Wittgenstein’a göre psikanalizin entelektüel epistemolojisinin temel
problemi sözde epistemolojik idealarının özcülüğüdür.
Freud’un “çokluğun yerini birlik, olumsallığın yerini zorunluluk
almalıdır.” tezi bilimsel değil; metafizik bir tezdir. [56]
Freud, girişiminin doğası konusunda yanılmıştır; çünkü düşlerin özünü
kavradığını ileri sürer; teorisini kurtarmak için karşıt örnekleri dışlar. O, yüzey
fenomenlerinden derin fenomenler üreten gerçek bir ilke bulma iddiasındadır. Oysa
II. Wittgenstein’a göre bu bir özcü dogmatizmdir. Freud, Birinci
Wittgenstein ve Spengler özü hiç de aydınlatamamışlardır. Onların teorileri
bazı fenomenlerden hareketle oluşturulan sadece genellemelerdir. Arketip
fenomen basit karşılaştırma objesi görevi görür ve teorinin biçimini oluşturur.
Bir teorinin evrensel gibi görünme nedeni bu karşılaştırma objesinin
bütün fenomenlerin özgün halleriyle teoride temsil edilmesi değildir. Çünkü
bütün fenomenlerin bütün özgünlükleri karşılaştırma objesinde ya da arketipte
temsil edilmez; daha da önemlisi bir durum fenomense arketip değildir; arketip
ise fenomen değildir ve fenomenal hiçbir şeye sahip olamaz.
Freud’un etkileyiciliği mitolojilerin etkileyiciliğiyle aynı düzendedir.
Freudçu psikanalizin insan davranışını analiz ederken ve aydınlatırken sahip
olduğu tutarlılık bir mitolojinin bir tarihe sağladığı tutarlılığa çok daha
yakındır.
Psikanaliz ve mitoloji arasındaki ortak nokta şudur: Mitoloji bir olgu
durumunun başlangıcını nedensel bir açıklamasını verir. Mitolojinin önerdiği
nedenin iyi bir neden olduğunu doğrulamak için hiçbir aracımız yoktur. Yine de
onu kabul etme eğilimi; inandırıcı ve tatmin edici bulma eğilimi taşırız. Psikanalizde
de olup biten budur. Bu konuda Wittgenstein demektedir ki,
Freud’a göre kaygı her zaman doğuştan şu veya bu şekilde
deneyimlediğimiz kaygıdır. Fakat Freud, bunun, bir kanıta başvurarak nasıl
olduğunu ortaya koyamadı. İşte retorik özellikte bir fikir. Bu fikir mitolojik
açıklamalar kadar etkileyicidir; mitolojik açıklamalar şunu söyler: Herhangi
bir şeyin tekrarı, önceden olmuş bir şeydir. İnsanlar bu tür görüşleri kabul
ettiklerinde ya da onayladıklarında onlara çok daha açık görünen ve kabul
edilmesi çok daha kolay şeyler vardır.
Bir şeyin kabulü bilimsel kanıt değildir; açıklamanın değerini kontrol
için mümkün doğrulama ve deneyim değildir. Kanıta dayanmayan kabul, yine de
bize konuşur; hatta kendini bir açıklık türü gibi empoze eder. Bu bizi tatmin
eden; bizi yatıştıran bir açıklamadır; bizimle birlikte etkindir.
Freud’un dehası bu tür tatmini sağlamasıdır; örneğin düşleri
karşılanmamış isteklerle yorumlamasıdır. Karanlık ya da anlamsız olan rüya onun
yorumu sayesinde birden anlam kazanır; mister aydınlanır.
Freud insanın tüm psişik hayatını bilinçaltıyla açıklar. Bilinçaltı tüm
hayatımızın kanaviçesi gibidir. Buna göre her insan her zaman aynı kanaviçeyi
işler.
Wittgenstein’a göre bir teorinin seçimi Freud'un terimleriyle söylersek
“realite ilkesi”nden çok “haz ilkesi”ne bağlıdır. Bir teoriyi, empirik olarak
yeterince doğrulanmasa da, bizi kandırdığı için seçeriz. Darwin teorisinde
durum tam da böyledir. Bir teorinin kabulü genellikle rasyonel olarak
onaylanmasından önce gelir. Wittgenstein buna Kopernikus teorisini örnek
gösterir; fakat teori bir defa kabul edilince bizi yatıştırır.
Önerme için onun bir resim olduğunu söylersem, bunun nedeni sadece bunu
düşünmek istememdir. [57]
2. Genelleme
Özcülük konusunda son olarak genellemeye değinelim. Wittgenstein
felsefesinde 1929 sonrası köklü değişikliklerden biri de genelliğe ilişkindir. Bilindiği
gibi Tractatus’ta
şu görüş vardı: Gündelik dilin önermeleri genellik içermez; oysa mantığın
önermeleri genel olmalıdır. Gramatikal açıdan ifade edilen “Bu kol saati
masanın üzerindedir.” gibi önermeler basit önermelerdir ve genel bir önerme
gibi görülemez. Bir önermeyi genelleştirmek yani mantıksal bir önermeye dönüştürmek
için gündelik dildeki belirli bir adın yerine bir sınıfın adını koymalıdır. Wittgenstein
daha önce söylediğimiz gibi 1933’te mantıksal analizin gündelik dilin
ifadelerine uygulanamayacağını fark etti ve şöyle düşündü: Gündelik dilin
sözcelerindeki gizli her genellik elenmelidir. Gündelik dilin sözcelerinin çok
çeşitli doğruluk şartları vardır. Sözcelerimizin her birinin doğruluk şartı
kendi anlamında içerilmiştir. Sözcelerimizin realiteyle ilişkisi, ancak
bu doğruluk şartlarından sonra düşünülebilir.
Mantığın önermeleri geneldir ve genelliğin yerine tekil nesneleri ve
olayları koymalıdır. Varoluşsal önermeler betimsel değildir. Örneğin “Karenin
içinde daire vardır.” önermesi ne kareye ne de daireye ilişkin bir şey
söylemez, bu ikisinin birbirinden ayrılmazlığını ifade eder. Felsefede genellik
aramak bilgisiz felsefe yapmak demektir.
Özel felsefî karışıklıklara yol açan genelleştirme çabalarının çeşitli
nedenleri vardır. Bunlardan biri tüm entiteleri ortak bir terim altında toplama
isteğidir.
Genelleştirme imgesel bir projeksiyondur. Metafizikteki genelleştirme
bilimsel yönteme öykünür. Filozoflar sorularını bilim gibi genelliğe ulaşacak
tarzda sordular ve bilim adamları gibi cevap vermeye giriştiler. Bilime
öykünme filozofu belirsizliğin tam ortasına götürür. [58]
Wittgenstein’a göre bir sorun sadece cevabını bulabilmek için bir
yöntemimiz varsa anlamlıdır. Bir önermenin kanıtlandığına karar verebilmemiz
için kanıta ilişkin genel bir yöntemimiz olmalıdır. Tümevarımla kanıtlama
tartışılan bir sorunu çözmez. [59]
Wittgenstein’a göre “genellik susuzluğu” felsefede pek çok karışıklığın
nedeni olmuştur. Tikel ve özel durumları küçümser. [60]
Genelleştirme, aklın bilgisizliğini kamufle etme yoludur; gözlemlerin
tekrarından ve birikmesinden doğar.
Genellik, özgünlükleri dışlar. [61]
Genelleştirme, göstererek öğre(n)tmedeki realiteye uygunluğa sahip
değildir. Göstererek öğre(n)tme somuttur, realitenin görünüşlerinin hiçbirini
soyutlamaz; realiteyi bir veya birkaç görünüşle özdeşleştirmez; bazı
görünüşleri öne çıkarmaz. Oysa genelleme, soyuttur; kelimenin asıl anlamında
soyutlamadır. Bu durum bizi bir döngüselliğe hapseder. Çünkü genellemenin
temeli olan niteliğin, gösterilen şeyin temel görünüşünü nasıl oluşturduğunu
bilemeyiz. Genellemeye temel olan özelliği diğer özelliklerden soyutlayarak
tekrar soyutlama ürünü olan nitelikle nesneyi veya olayı açıklarız. Wittgenstein
açıkça göstermiştir ki, bir duyusal nitelik dilde ifade edilmedikçe sabit
değildir. Dil bireyi genelleme hatasından olduğu kadar betimleme sıkıntısından
da kurtarır.
Bilindiği gibi genelleştirme zihnin genel fikirler elde etmesini
sağlayan entelektüel bir işlemdir. Zihin bir fikir geliştirirken genel olanı
tikel olandan ayırır ve geneli kendi başına dolaylı olarak düşünür.
Genelleştirmenin iki türü vardır:
1. Genel nitelikler elde eden genelleştirme: Bu genelleştirmede zihin
varlıkların ya da olguların somut ve tikel durumlarından hareket eder; karşılaştırma
yoluyla realitede diğer niteliklerden ayrı olmayan bir veya birçok nitelik elde
eder.
2. Cinsleri, türleri ve sınıfları elde eden genelleştirme: Bu işlemde
zihin, tikel durumlardan ya da olgulardan, soyutlama yoluyla, bir tür açıklama
içeren nesnelere veya durumlara ulaşır.
Wittgenstein cinslerin, türlerin ve sınıfların olgu durumu, sonuçta
betim olmadığı üzerinde ısrar eder; fakat Wittgenstein bazı genel önermelerin
genelleştirilmiş ve farklı olduklarını da tespit eder. Bu tür ifadeler olguları
bildiren önermelerdir. Örneğin fiziğin önermeleri bu kategoriye girer. Fiziğin
önermeleri kuşkusuz genel önermelerdir; yine de reel hakkında bir şey söyler.
[1] Le Du, p. 188.
[2] Popper,
Karl, Misère de l’historicisme,
Agora, Paris, 1991, p. 185.
[3] Wittgenstein,
Recherches philosophiques, §
1.
[4] Ibid. , § 89.
[5] Ibid. , § 92.
[6] Ibid. , § 97
[7] Ibid. , § 117.
[8] Ibid. , § 178.
[9] Ibid. , § 260.
[10] Ibid. , § 371.
[11] Loc. cit.
[12] Wittgenstein,
Tractatus, 3. 3421.
[13] Ibid. , 4. 16.
[14] Ibid. , 5. 4711.
[15] Wittgenstein,
Manuscrits 107, p. 222; TS 209,
p. 18: RmP, § 48 (trad. mod. ).
[16] Wittgenstein,
Manuscrits 108, p. 1; TS 209, p.
20: RmP, § 54 (trad. mod. ).
[17] Wittgenstein,
Manuscrits 209, p. 20: RmP, §
54 (trad. mod. )
[18] Wittgenstein,
Tractatus logico-philosophicus,
3. 3421
[19] Wittgenstein,
Cours Cambridge 1930-1932, p.
123.
[20] Wittgenstein, Remarques philosophiques, § 54
[21] Ibid.
, § 54.
[22] Loc. cit.
[23] L. Wittgenstein, Grammaire philosophique, Folio essais, Gallimard, Paris, 1980, p.
384.
[24] L. Wittgenstein, Remarques sur le “Rameau d’Or” de Frazer, Philosophica III, TER, Mauvezin, 2001, p. 34.
[25] Wittgenstein,
Remarques philosophiques § 55.
[26] Vincent
Grondin, La réflexion phénoménologique
au crible de la grammaire: la question de l’expression de la vie intérieure de
la conscience chez Husserl et Wittgenstein, Thèse de doctorat en ligne
2012, p. 362.
[27] Wittgenstein,
Remarques sur le fondement des mathématiques, I, § 128.
[28] Wittgenstein,
Fiches, § 357.
[29] Wittgenstein,
Remarques mêlées, p. 68.
[30] Ibid. , p. 75.
[31] Ibid.
[32] M. Drury,
Conversations avec Ludwig Wittgenstein,
Perspectives critiques, Puf, Paris, 2002, p. 105-106
[33] Frege,
“Fonction et concept”, in Écrits
logiques et philosophiques, tr. fr. C. Imbert, Paris, Seuil, 1971, p. 103.
[34] Wittgenstein,
Felsefi Soruşturmalar, § 71.
[35] Ibid. , § 71.
[36] Locke,
J. , Essai sur l'entendement humain,
Le Livre de Poche, Paris, 2009, III, III, 15.
[37] Wittgenstein,
Manuscrits, § 105, p. 521-522.
[39] Wittgenstein,
Les Cours de Cambridge 1932-1935,
p. 28
[40] Wittgenstein, Recherches philosophiques, § 93.
[41] Wittgenstein, Felsefi Soruşturmalar, § 560.
* Hakikatin deflasyonist teorisi P’nin doğru
olduğunu söylemek ve P’dir demek arasında hiçbir fark olmadığını söylemekten
ibarettir. Bu açıdan hakikat iddia ettiğimiz hiçbir şeye katkıda bulunmaz. Gerçekte
“Gökyüzü mavidir. ” dersem, bu, Gökyüzünün mavi olması gerçek durumdur, anlamına
gelir (Z. Ö).
[42] Platon, Kratylos, 389 d
[43] Loc. cit.
[44] Wittgenstein, Recherches philosophiques, § 383.
[45] Pouivet’den naklen, p. 452.
[46] Wittgenstein, Cahier bleu, p. 72.
[47] Wittgenstein, Recherches philosophiques, § 71.
[48] Wittgenstein, Zettel , § 704.
[49] Wittgenstein,
Ludwig 1980, Culture and Value,
UK: Basil Blackwell. (Ed. G. H. Von right)
[50] Wittgenstein, MS 162b, 67v; CV 2. 7. 1940.
[51] Hacker,
P. M. S. “Wittgenstein, ’s anthropological and ethnological approach” in Wittgenstein, : Comparisons
and Context Oxford University Press, 2013, p. 111.
* Enkarne,
enkarnasyondan türemiş sıfattır. Enkarnasyon ise, Hristiyanlık inancına göre
Tanrı’nın İsa’nın bedeninde yaşaması (Z. Ö).
[52] Özcan,
Zeki, İnsan ve Toplum Bilimleri 2;
Birleşik Kitabevi, Ankara 2012, s. 117.
[53] Wittgenstein,
Cours de Cambridge 1932-1935.
[54] Wittgenstein,
Conversation sur Freud, p. 99.
[55] Ibid. , p. 98.
[56] Ibid. , p. 96.
[57] Loc. cit.
[58] Wittgenstein,
Le Cahier bleu et le cahier brun,
p. 58.
[59] Wittgenstein, L. Grammaire philosophique, Paris, Gallimard,
1980, p. 408.
[60] Wittgenstein, Cahier bleu, p. 57-58.
[61] Wittgenstein, Remarques philosophiques § 91.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder