ZİHİN FELSEFELERİ NEDİR? NE DEĞİLDİR?
Şimdi
Searle’ün zihin felsefesiyle ilgili değerlendirmelerimizi daha doğrusu
eleştirilerimizi yapalım.
Zihin
felsefesi” doğa bilimlerindeki sınıflamaya alışmış bizlerin beklentisine uygun
olarak felsefede “zihinsel dönemeç” diye hatta “dönemeçler dizisi” diye
nitelenebilir; çünkü bu felsefe empirik verilerin çok farklı yorumlarını
içerir. Biz bu yazımızda “zihin felsefeleri”ni ayrı ayrı ele almayacağız. Onlardaki
ortak noktaları dikkate alarak kişisel bir değerlendirme yapacağız.
Değerlendirmelerimizi yaparken olabildiğince felsefe ve dil felsefesi sınırları
içinde kalacağız; ancak gerektiğinde empirik verilerden de yararlanacağız.
Sözlerimizin
başında şu saptamayı yapalım: Zihin felsefesi yapan filozoflar, Searle’de
gördüğümüz gibi güçlü tezler ileri sürmek için farklı bilimlerin özellikle
nörolojik biçimlerin sonuçlarını ve teknolojik gelişmeleri çokça kullanmaktadırlar.
Bu da tartışılan problemi bazen ikincilleştirmektedir hatta bazen konu biraz
karikatürize ederek söylersek, “Benim verim senin verini döver.” tarzında
veriler savaşına dönüşmektedir. O zaman okuyucu bu sürekli değişen yenilenen ve
tez sahiplerinin aktardıkları bilimsel bilgilerin heterojenliğinde bir sürü tereddüt
yaşamaktadır. Sonuçta bu alanda derinlemesine okuma yapan biri zihin
felsefesini “zihninde bir yer”e oturtamamaktadır. (bu cümlemiz bir dil
oyunudur.)
Eleştirilerimizi yaparken olabildiğince
felsefe ve dil felsefesi sınırları içinde kalacağız. Çünkü zihin felsefesi her
şeyden önce bir felsefedir. Ancak gerektiğinde zihin felsefesini ilgilendirdiği
kadarıyla bilimsel verileri kullanacağız.
Zihin felsefesinde kullanılan verilen
çokluğu ve heterojenliği dikkate alınarak şöyle iki tez bir tez ileri
sürülebilir:
1. Fatalistik tez: Deyim yerindeyse bu çok
seslilik kaçınılmazdır. Çünkü organizmamıza ait araştırmalar ve maddeye ilişkin
araştırmalar bize farklı veriler sunmaktadır. Eğer empirik bilimlere güvenmek
zorundaysak onlardan elde edilen bilgilerin heterojenliğini kabul etmekten
başka çaremiz yoktur. Bu, hayat/madde düalitesinden doğan zorunlu bir sonuçtur.
2. Fütüristik tez: Bu tez de şöyle ifade
edilebilir. Zihin felsefesinde kullanılan verilerin heterojenliği bugün
karşılaştığımız; ama geçici bir durumdur. Gelecekte karşıtlıkları ve
farklılıkları birbiriyle uyumlu hale getirebiliriz. O nedenle yapılacak şey
verileri kullanmaktan vazgeçmek yerine içeriği oldukça zengin bir senteze
ulaşmak için verileri olabildiğince çoğaltmaktır.
Kuşkusuz bu tezler hatta başka tezler de
ileri sürülebilir. Tezler ne kadar çeşitli ve ayrıntılı olursa olsun bize göre
hepsinde ortak temel bir hata vardır: Felsefeyle bilimi karıştırmak, felsefeyi
bilimin bir değişkeni yapmak. Oysa felsefe bir değişken değildir. Kendi başına
bir araştırma alanıdır. Şunu unutmamalıdır: Zihin problemi aşağıda
göreceğimiz gibi bilimin olmadığı bir dönemde Antik Dünya’da ortaya konmuştur.
O nedenle bilimlerde onu araştırmaya yarayacak veriler aramak metodolojik
olarak yanlıştır. Zihin bilime bağlı bir değişken değildir. Bu nedenle
bilimdeki gelişmelerde onunla ilgili veriler olamaz.
Burada şu sorulacaktır: Zihni tartışırken
metafizik felsefenin birikimini mi yoksa dil felsefenin analiz ilkelerini mi
kullanmalıyız. Cevabımız şudur: Metafizikçi filozofların ortaya koyduklarını dikkate
alarak bu problem tartışılamaz. Çünkü bu, probleme neden olan şeyi problemin
çözümü gibi görmeyi düşünmedir. “Zihin” metafizikçilerin ortaya çıkardıkları
bir problemdi, çözülemedi. Çözülememe nedeni problemi tartışanların
yeteneksizleri değildi; metodolojilerinin yanlışlığıydı. Dahi olsanız bile
konuyu ele almak için yönteminiz yanlışsa problemi çözmeniz imkansızdır. Yöntem
yanlışlığı nedeniyle metafizikçiler “problem bilinci”ne sahip olamadılar. Bu
nedenle spekülatif yöntemlerini değiştiremediler. Sonuçta “zihin” konusu
problem artığı olarak kaldı.
Bize
göre “zihin” problemi bir dil felsefesi problemidir. Dil felsefesinin analiz
yöntemi bilimlerin yöntemi gibi empirik metafizik yöntem gibi spekülatif
değildir. Sözcelerin anlamlılık ölçütlerine göre analizidir. Zihin, Greklerin
kullandıkları ruh kavramının çağdaş felsefedeki adıdır. Günümüzdeki
kullanımından önce Grek dilinin bir kelimesiydi. Kısaca söylersek Zihin ister
ilk kullanımıyla ister son kullanımıyla olsun, dilin bir kelimesidir. Bu
nedenle analizi de dil felsefesi açsısından yapılmalıdır.
Bizim “zihin felsefesi”ne bakışımız bu
penceredendir. Umarım buradan hareketle tutarlı çıkarımlarla konuya aydınlık
getiririz.
Zihin felsefelerinin temel konusu zihindir. Zihne
ilişkin belirlenimler zihin felsefelerinin hem anlaşılmaları hem de değerlendirilebilmeleri
için gereklidir. Zihnin ne olduğuna ilişkin zihin filozoflarının ve özel olarak
da Searle’ün görüşlerini verdik. Şimdi filozofun tezlerinin bir
değerlendirmesini yapalım. Bunu yaparken önce zihin felsefelerinin genel
problemlerine işaret edeceğiz; sonra Searle’ün ileri sürdüğü düşüncelere dil
felsefesi açısından yaklaşacağız.
Açıklamalarımıza bütün zihin felsefeleri için turnusol
kağıdı gibi olan tarihsel saptamalarla başlayacağız. Bu tarihsel veriler
dikkate alınmazsa “postulat”ın ya da “hipotez”in teorisini yapmak veya “a
priori”nin a posteriori yani
empirik kanıtlarını araştırmaya çalışmak gibi çelişkili tutum takınırız; bir
çıkmazdan kurtulamayız. Tarihsel verileri dikkate aldığımı zda felsefi problemin doğasını doğru
olarak belirleyebiliriz? Bu problem gerçek problem olarak mı ortaya çıkmıştır?
Ortaya çıktığı kültürün bir
tasavvuruna metafizik ya da bilimsel bir
karakter kazandırma çabasının sonucu mudur? Bunları ancak tarihsel verilere
dayanarak belirleyebiliriz.
Tarihsel oldukları kabul edilen bilgileri verileri
dikkate aldığımızda şunları sormadan edemiyoruz: Bir ad olarak kullandığımız bu
kavramın ontolojik gerçekliği var mıdır? Bir varsayım mıdır? Ona dair anlamlı
bir sözce ortaya koyabilir miyiz? Bu sözceler bir betim midir? Bir savı
kanıtsama mıdır? Şimdi bu sorulara cevaplamaya çalışalım.
“Zihin” beynimiz gibi, doğuştan sahip olduğumuz, fonksiyonlarını
deneyimle bildiğimiz bir organımız değildir; aşağıda göreceğimiz gibi
Greklerdeki “ruh” kavramının çağdaş dünyadaki adıdır. Tıpkı ruhun olduğu gibi
zihnin de nesnel gerçekliği yoktur. Zihin kavramı aşağıda göreceğimiz gibi ruh
kavramının karakteristik özelliklerini korur. Ruh kavramı ise içeriğini
tarihsel koşullara bağlı olarak kazanmıştır. Bu nedenle önce “ruh”un bu içeriği
nasıl kazandığını, bunda tarihsel koşulların rolünü görelim.
TARİHSEL ARKA PLAN
Greklerde ruhun karşılığı ψυχή’ydi
(psukhe). ψυχή (psukhe) kimi semitik dillerde örneğin ibranice’de aynı fizyolojik
olguyu anlatmak için kullanılıyordu. Hem İbranice’deki נֶ֫פֶשׁ nép̄eš=nefes hem de Grekçe’deki
ψυχή (psukhe) ölümle biten hayat ya da soluk alıp verme demekti. Antik
dünyada ψυχή
(psukhe) “ruh” tasavvurunda şu iki etkiyle değişiklikler oldu.
I. Kültürlenmenin etkisi : Bu da iki farklı şekilde gerçekleşmiştir.:
a. Şamanizm’in etkisi: Grekler Şamanizm’le
karşılaştıklarında bu kelime yeni bir içerik kazandı. Şamanın kehanetini
gözlemleyen Yunanlılar gözlemlerinin etkisiyle ψυχή’ye (psukhe) öncekine ek bir yeti eklediler. Şöyle ki, Şaman
kehanette bulunmak için gözlerini kapatarak iç dünyasına dalıyordu ve bir
müddet sessiz kalıyordu. Sonra gözlerini açıp yavaş yavaş iç dünyasında
keşfettiği gerçekleri açıklıyordu. Şamanı gözlemlemenin önemli sonucu şu oldu:
Psuke’de soluk alıp vermeden başka bir yeti içe dalma ya da derin düşünme
yetisi de olduğu kabul edildi.
b. Mister
dinlerinin etkisi: ψυχή (psukhe) kavramı
olasılıkla İ. Ö. VI.— V. yüzyıllarda mister dinlerinin etkisiyle evrimleşti.
Mister dinleri “Kronos Şatosu”nda ya da “Mutlular Adası”nda (Pindaros) mutlu
bir ölümsüzlüğe inanmayı öğütlüyordu. Mister dinleri gibi Grekler de şunu kabul
ettiler: Canlı insan beden ve ruhtan ibarettir; ruh ölümsüzdür; insan öldüğünde
bedeni terk eder yine de hem bu dünyada hem de öte dünyada özdeştir yani
kişinin aynı ruhudur.
II. Metafizikçilerin etkisi: Platon’dan itibaren ruh,
kültürün bir kelimesi olmakla kalmadı felsefi açıdan ele alınmaya, onun
hakkında teoriler üretilmeye başlandı. İlk teoriyi Platon ortaya koydu. Platon
ruhu bedenle karşıtlığına göre ele almaz; bir yere, insan organlarına
yerleştirir. Ona göre göre ruhun aşağıdan yukarı doğru basmaklanan üç bölümü
vardır. Devlet’in IV. Kitabı’nda bunu açıklar.
1. Ruhun aşağı bölümü, l’épithumia (istek arzu)
adını alır ve karındadır. Ruh bu bölümüyle tensel ve bedensel isteklerin,
iştihaların, hazların kaynağıdır. Açlık, susuzluk, cinsellik duyguları hep bu
bölümün etkisidir. Bu bölümün erdemi tefekküre ve aklın egemenliğine engel olan
isteklerin olumsuz etkilerini önlemektir.
2. Ruhun
düşünen bölümü: Nous. Bu bölüm kafadadır. Rasyonalitenin ilkesidir. Bu bölümün
ahlaki amacı kişinin kendine hakim olmasını sağlamaktır. İnsan açlık ve
susuzluk etkisiyle değil, kendi isteğiyle davranarak kendine hakim olur.
Nous’un erdemi hakikate ve iyiye bağlı bilgeliktir.
3. Ruhun
isteyen bölümü: Thumos. Ruhun bu bölümü insanın göğsündedir; öfkenin
kaynağıdır. Bu bölüm akıldan çok isteğe yatkındır; fakat eğitilebilir;
eğitildiğinde akla bağlanır ve enerji olur. Aksi halde sürekli olarak insanı
tahrik eder. Erdemi, aklı desteklemek ve iç düşmanlara (istekler) karşı
mücadele için cesaret vermektir.
Ruh konusunda kuşkusuz başka teoriler de ortaya kondu.
Bu teorilerin hepsi aynı derecede kabul görmedi; bunlardan sadece
Aristoteles’in ve Plotinus’un teorileri yüzyıllar boyunca hakim oldu.
Ruh hakkındaki tarihsel bilgilerin sonucu şudur: Ruhun
herhangi bir organ gibi ontolojik bir gerçekliği yoktur; Greklerin asla
deneylemedikleri, kültürlenme yoluyla öğrendikleri, var olduğuna inandıkları
tasavvurdur. Bu açıdan Homeros’un “uçan at”ı kadar kültürün ürünüdür.
Bunu Greklerdeki
ruh (zihin)/beden kesin ayrımının olmadığı dilleri göstererek kanıtlayabiliriz.
Kısa bir araştırmayla şu kolayca görülebilir: Beden zihin karşıtlığının
olmadığı pek çok dil vardır. Örneğin Zarma ve Songhai* dili bunlardandır. Bu dillerde Batı
dillerindeki beden ve zihin; fiziksel realiteler ve manevi realiteler
birbirinden ayrılmaz. Beden ve bilinçten birinin varlığı öbürünün varlığını
gerektirir; bu iki kavram birlikte düşünülmek zorundadır.[1]
Şuna
dikkat etmelidir: Bu dili konuşan toplumlarda beden kavramı her zaman sosyal
organizasyonla bireyin toplumdaki statüsüyle ilişkisi içinde düşünülür. Tedavi
edici ritüel bedeni olduğu kadar zihni, bireyi olduğu kadar gurubu da kuşatan
sembolik bir alanda gerçekleştirilir. Kültürel göstergeler zinciri asla kopmaz;
çünkü bu sembolik alanda aktiftir ve etkilidir.[2]
Beden
zihin ayrımını olmadığı dillere dair daha başka örnekler de vardır. Bu
örneklerin tezimizi desteklemek için yeterli olduğunu düşünüyoruz. Kısaca
söylersek zihin beden problemi gibi bilinç problemi de evrensel bir problem
değildir; sadece Batı metafiziğinin Kartezyen versiyonunun sorunlarından birini
çözmek isteyen sınırlı sayıda filozofun problemidir.
Greklerden günümüze ruh veya zihin teorileri bir keşif
değildir; inançlar bütünüdür; her ne kadar teorisyen tarafından nihai ve kesin
açıklama gibi görülse de, gerçekte spekülasyondan ibarettir; çünkü filozofun
sözleri bir kanıt değildir; kanıtlığa öykünen inanç ifadeleridir.
Bizi bu ifadeleri gerçek açıklamalar gibi kabul etmeye zorlayan hiçbir neden
yoktur. Bütün teoriler gibi ruha/zihne dair teoriler eşit derecede
doğrudur ve eşit derecede yanlıştır. Onların birinin diğerlerinden daha
iyi olduğunu söylemek şuna benzer: Labirentteki bu yol diğer yollardan daha
uzundur; o nedenle diğerlerine değil, bu yola girmelidir. Kuşkusuz bir
labirentte yollardan biri diğerlerinden hatta diğerlerinin toplamından daha
uzun olabilir. Ama sonuçta ne kadar uzun olursa olsun labirentteki yol çıkmaz
sokaktır. Sonuçta en mükemmel ruh teorisi yine de teoridir; empirik açıklamalar
manzumesi değildir.
Ruh/Zihin
mitolojik kavramının günümüze kadar gelmesinin ardında Grek filozoflarının
antropolojik ilkeciliği vardır. Antropolojik ilkecilik kozmolojik ilkeciliğin
insani niteliklere ve eylemlere uygulanmasından ibarettir. O nedenle önce
kozmolojik ilkeciliği açıklayalım.
I.
Kozmolojik ilkecilik :
Bu ilkecilik,
Grek filozoflarının evren açıklamalarının temelidir. Grek filozoflarına göre
evren mekanik bir şekilde bir ilkeden çıkmıştır. Evrendeki tüm değişimler,
olgular ve durumlar ilkenin dönüşümlerinden, aktüelleşmelerinden ibarettir. Tüm
oluşların temelinde olan ilke, nedeni olmayan nedendir; içkin üreticidir; var
olduğundan kuşku duyulamaz. İlke bizatihi gözlemlenemez; kendinden çıkan
şeylerde neden olarak bulunur; ama duyularla kavranamaz; aklın kabul ettiği
zorunlu ve varlığı apaçık hakikattir. Kuşkusuz ilkenin olgusal bir gerçekliği
yoktur; nesnelerin ondan çıkışı empirik olarak gözlemlenemez; yine de
filozoflar ilkeden çıkmayı yani oluşu sanki görmüşler gibi bir olgu diliyle
anlatırlar.
Felsefe
tarihlerinin iddialarına göre ilke ilk defa fizyogratlar denen filozoflarca
ileri sürülmüştür. Ancak buna ilişkin belgeler yoktur, sadece söylentiler
vardır. Bu nedenle o dönem tarihsel değil kurgulanmış bir dönemdir. Biz döneme
ilişkin “kurgulanmış” kanaatimizi saklı tutarak ilkeyle ilgili açıklamalarımızı
sürdürüyoruz.
“İlke”yle
birlikte Grek dilinde “lengüistik tahakküm” dönemi başladı. Bu tahakküm şöyle
gerçekleşti: Bütün dillerde olduğu gibi filozofun dilinde de kimi kelimeler çok
anlamlıydı. Filozof dilindeki bazı kelimelerin çok anlamlı olmasını keyfi
olarak göz ardı etti. Anlamlı birlik olan ve belli bir bağlamda söylenen
cümleyle bildirimde bulunmak yerine dünyanın hiçbir dilinde olmayan bir şeyi yaptı;
kelimeyi tek başına cümle dışında anlamlı saydı, hatta kelimeyi olgu betimi
gibi gördü. Kısaca metafizik dilin keyfi kullanımından, çok anlamlılığın,
nüansların unutulmasından ibaret oldu.
Bu
görüşlerimizi Grek dilinde arkhé kelimesinin filozoflarca
kullanılmasını açıklayarak kanıtlayabiliriz. Grekçe’de arkhé çok
anlamlı bir kelimeydi ve başlangıç, kaynak, eylemin kaynağı, orijinal
kanıt, yönetim tarzı, imparatorluk, krallık, otorite, buyurma, yüksek görevli,
güç, iktidar gibi anlamlara geliyordu. Grek filozofları arkhé’nin
uylaşımsal bu anlamlarından sadece birini başlangıç’ı aldılar ve
diğer kullanımları yok saydılar. Başlangıç anlamını da evrenin başlangıcı,
görünüme, kuvveden fiile çıkması diye tek anladılar; arkhé’nin
anlamını psikolojileştirdiler, dilin kelimesi olmaktan çıkardılar; kendileri
dahil hiç kimsenin görmediği, gözlemlemediği, deneylemediği bir durumu, sanki
gözlerinin önünde oluyormuş gibi sundukları durumu anlatmak için kullandılar.
Grek
felsefesinde Aristoteles arkhé’yi kanıtlanamaz, dokunulamaz yine de bir şeyin
varlığını mümkün kılan koşulları veren öge anlamında yaygın bir terim haline
getirmiştir.
Filozofun
sözceleri bir gözlem önermesi değil de bir spekülasyon olduğundan anlamlı
önermeler değildi. Evrenin ilkeden çıktığını ve olguların onun dönüşümleri
olduğunu doğrulamak da yanlışlamak da mümkün değildi. Bu nedenle ilkeye ilişkin
açıklamalar bir inancın, bir önermesel tutumun ifadesidir. Bir Grek filozofunun
sözcesi bir önermesel tutum olarak şöyle formüle edilebilir. “Ben evrenin
ilkesinin …. olduğuna inanıyorum.”
Grek
filozofunun “evrenin ilkesinin …. olduğunu” biliyorum, varsayıyorum, sanıyorum,
düşünüyorum, tahmin ediyorum, gibi ifadelerden hiçbirini kullanması meşru
değildir. Çünkü bunlar gözlemlenebilir, deneylenebilir ilişkilerle olgularla
ilgilidir.
Burada
şöyle denebilir: Grek filozofları “arkhé”yi literal anlamda değil de metaforik
anlamda kullanmışlardır. Bu nedenle sözcelerin anlamlılık ölçütlerine
uymuşlardır ve anlamlı bir ifade ortaya koymuşlardır. Bu görüşe katılmak
imkansızdır. Çünkü
1.
Metaforik ifadeler dolaylı betimlerdir ve doğrudan betimlere dönüştürülebilir.
Betim sözcesine dönüştürülemeyen metafor olamaz. Örneğin “Ali aslandır. “Ali cesurdur.” demektir ve metaforlar
uylaşımsaldır. Oysa filozofların sözleri uylaşımsal betim diline aktarılamaz;
çünkü onların kavramları dilin kelimeleri değil, kendi zihinlerinin ürünüdür ve
kişisel tasavvurdur. Bu nedenle metafor olamazlar.
2. Hiçbir
dilde evrenin varoluşuna ilişkin metafor olamaz; hiçbir filozof ilkesinin ve
kavramının metaforik bir varoluşa sahip olduğunu söylemez.
II.
Antropolojik ilkecilik: Her oluşun oluştan muaf kaynağı olan ilke anlayışı
zamanla insani durumların, olguların, eylemlerin ve niteliklerin de ilkesi
olması gerektiği düşüncesini uyandırmıştır; kozmolojik ilke gibi canlılığın,
düşünmenin, eylemin, isteğin kaynağı olan bir ilke kabul edilmiştir.
Antropolojik ilke ruhtur. Grekler evrenin topografik olmayan ilkesine karşıt
olarak başta canlılık olmak üzere insani özellikleri, yatkınlıkları,
kapasiteleri de hep bir yere yerleştirdikleri ruh ilkesiyle açıklar. “Ruh”
denen bu ilkeye çağdaş zihin felsefesinde “zihin” denir.
ZİHİN FELSEFESİNİN AŞAMALARI
Bu tarihsel bilgiler ve onlar hakkındaki
değerlendirmelerimizden sonra şimdi zihin felsefelerinin eleştirilerine
geçebiliriz. Ama önce zihin felsefelerine giden sürecin kronolojik betimini
yapalım.
Çağdaş zihin anlayışına giden süreçte dört dönem
vardır. İlkeleştirme, tözleştirme, lokalleştirme ve olgusallaştırma. Şimdi
bunları açıklayalım :
A. İlkeleştirme: Bu dönem Homeros’tan Descartes’a
kadar ruh anlayışlarını içerir. Bu dönemde kabul edilen ruh anlayışları teori
sahibinin felsefe ve bilgi anlayışına, hayat deneyimlerine, insan
tasavvurlarına, etik değerler hiyerarşisine, dünya görüşlerine, inanılan
dinlere, empirik bilgilere vs kısaca pek çok değişkene bağlı olarak
geliştirilmiştir. Bunlar birbirinden az veya çok farklı olmakla birlikte
hepsinde ortak nokta şudur: Ruh canlılığımızın, duygularımızın, duyarlığımızın,
eylemlerimizin ve düşüncelerimizin vs. bedenimizde ve bedenimizden farklı, asla
doğrudan deneyleyemediğimiz, ölümle yok olmayan ilkesidir.
B. Tözleştirme: Bu dönem XVII. yüzyılda Descartes’la
başlamıştır. Descartes ruhu uzamsız bir töz diye kabul etti. “uzamsız töz”
“zihin felsefesi tarihin başlangıcı kabul edilebilir. Bu dönemde problem şudur:
Bedene karşıt bir güç ve kaynak olduğu varsayılan zihnin bir töz olduğunu neye
dayanarak söyleyebiliriz? Zihnin töz olduğunun kabulü o zamana kadar bilinmeyen
bir durumun keşfi midir? Yoksa Descartes’ın kendi bilim anlayışından doğan
zorunlu bir sonuç mudur? Cevap şudur: Ruhun töz olması Descartes’ın mekanizm
modeline göre düşündüğü bilim anlayışının zorunlu bir sonucudur. Descartes’ın
bilim anlayışına göre canlı dahil her varlık mekanik yasalara tabidir; mekanik
yasalarla açıklanır. Çünkü canlı varlığın da bedeni yani maddesi vardır. Bütün
nesneler ve bedenler uzamlı bir tözdür. Bilimin konusu tözlerdir daha doğrusu
uzamlı tözlerin karşılıklı etkileridir. Ruh da bilgi konusu ise onun da bir töz
olması gerekir. Aksi halde bilinemez. Sadece töz olan ruhun bilgisi yani
bedenle ilişki halindeki ruhun olabilir. Özetle ruhun zihin yani seküler ruh diğer
deyişle zihin olması Descartes mekanizminin zorunlu bir sonucudur.
Görüldüğü gibi ruhun zihne ve töze dönüşmesi, mekanik
bir karaktere bürünmesi ruhun doğasında var olan özünlü bir niteliğin keşfi
değildir; bir varsayımın bir inanç objesinin içeriğinin olumsal koşullara
Descartes’ın bilgi anlayışına bağlı olarak yeniden belirlenmesidir.
C.
Lokalizasyon ya da zihni bir yere yerleştirme. Bu dönem modern zihin
felsefelerinin başlangıcı sayılabilir. Lokalizasyon XVIII. yüzyıl sonunda
fizyonomlarla başlamıştır. Lokalizasyon paradigmasına göre zihin sembolik
olarak değil, gerçekten fizyolojik bir mekanda yani bedenin bir organındadır.
Bir nesnenin bir mekanda olması gibi zihin de beyindedir.
D.
Olgusallaştırma : Bu dönem XIX. yüzyılda başlamıştır. Buna göre zihin beyinde
beliren zihinsel durumlarla ya da olgularla aynı şeydir. Sindirim nasıl midenin
bir fonksiyonu ise zihin de beynin bir fonksiyonudur. Günümüzdeki zihin
felsefeleri de bu dönemin özelliklerini taşır.
Yukarıda
değindiğimiz gibi ruh/zihin bir ilkedir. Her ilke bir aksiyomdur. Dolayısıyla
ruh/zihin de antik/çağdaş aksiyomlardır. Bu nedenle aksiyomların tüm
özelliklerini içerir. Aksiyomlar, gündelik deneyimle ya da bilimsel araştırmalarla
elde edilen bir hakikat ifadesi değildir; sonraki akıl yürütmelere,
stratejilere, eylemlere, uygulamalara, işleyişlere vs. zemin olmak için pratik
bir amaçla kabul edilen başlangıç tasavvurlarıdır. Aksiyomların
ontolojik gerçeklik değeri yoktur; zorunlu ve gerekli olduklarını kabul etmemiz
için bir neden olamaz. Bu yüzden aksiyomları inkar edebiliriz; gereksiz
görebiliriz, yerlerine başka aksiyomlar kabul edebiliriz. Bu durumlarda ne
mantıksal ne de olgusal açıdan çelişkiye düşmeyiz. Sonuç olarak ruh/zihin ilkesi/aksiyomu
nesnel, olgusal değildir bir kabuldür, kültürel ve felsefi bir inançtır.
Ruhun/zihnin bir ilke olması, ilke hakkında konuşmanın
zorluğunu da içerir. Ruhtan veya zihinden kaynaklandığını varsaydığımız
eylemler, duygular, istekler, inançlar veya niyetler hakkında konuşabiliriz;
ama saf güç, mutlak potansiyellik ve imkan olan aktülleşmemiş ilke hakkında
konuşmak mümkün değildir. Çünkü ona ilişkin kelimelerimiz yoktur. Kelimelerimiz
yoktur zira onun deneyimine sahip değiliz. Bu güçlük Antik dünyadan beri hep
vardır. Zihnin doğrudan deneyimine ilişkin kelimelerimizin olmamasından
kaynaklanan konuşma güçlüğünü bütün zihin filozofları yaşamaktadırlar; zihin
kavramının karmaşık; bu yüzden ona dair bir şeyler söylemenin sıkıntılı
olduğunu itiraf etmektedirler.
Zihin konusunda
günümüzde pek çok tartışma vardır. Bu tartışmalarda biyolojik verilerin yanında
kuantum fiziğinin ve dijital verilerin kullanılmasıyla ileri sürülen tezler çok
heterojen bir hal almaktadır. Heterojenlik zihin felsefelerinin girdiği bir
labirenttir. Aynı zamanda dilin terk edilmesiyle ortaya çıkan kaotik durumun,
bitmez tükenmez tartışmaların bir örneğidir. Biz bunların ayrıntısına
girmeyeceğiz. Burada sadece zihin felsefesinde kuantum fiziğinin ve dijital
imkanların biraz da fütüristik tezler ileri sürülebileceğine dair iki örnek
vermekle yetineceğiz.
Zihin
felsefesiyle ilgilenenler şunu fark ederler: Beyin, zihin ve bilinç
tartışmalarına kuantum mekaniğinden hareketle farklı bir boyut da
getirilmiştir. Kuantum zihinciler zihni/bilinci kuantum mekaniğiyle
açıklamaktadır.
Peki
kuantum modeli nedir? Şimdi bunu kısaca açıklayalım. Bu, Stuart Hameroff’un modelidir. Hameroff süper pozisyon ilkesine ve kuantum
dolanıklığa dayanarak şunu ileri sürdü: Kuantum etkilerinin zihinsel süreçler
üzerinde rolü olabilir. İnsan beyninin bazı tuhaf düşünsel yeteneklerini,
özellikle bilgi işleme ve bilgi depolama yetisini kuantum dolanıklık ile
açıklayabiliriz.
Stuart
Hameroff’a göre bilinci
ortaya çıkaran nöronları kuantumlarla betimleyebiliriz. Bu betimde
yararlanacağımız çok önemli önemli bilgiler ve gelişmeler vardır. Bunlar:
1.Sinir hücre
yapısına dair bilgiler ve bu hücrenin işleyiş ilkeleri,
2. DNA
yapısının keşfi;
3. Elektriksel
akımları, iyon akım mekanizmalarının ortaya konması
4. Bilgisayar
alanındaki gelişmeler.
Bütün
bunlar zihni biyolojist modelden daha iyi açıklamaya imkan vermektedir.
Kuşkusuz biyolojik verileri kullanarak sinir hücrelerindeki olguları çok iyi
açıklarız. Ancak zihnin, bilinçsiz olan fiziko-kimyasal ögelerden nasıl
türediğini anlayamıyoruz. Örneğin elimize bir iğne battığında sinir uçlarının
uyarıldığını ve ağrı taşıyan liflerde uyarının nasıl oluştuğunu ve beyne nasıl
ulaştığını biliyoruz. Ama neden ağrı denen duyumu yaşadığımızın cevabını
veremiyoruz. Bu nedenle kuantum fizikçilere göre biyolojik açıklamaları
yetersizdir.
Bu fizikçiler açıklamalarını şöyle sürdürür: Zihin ve
beynin aktiviteleri nöral mikrotübüllerin kuantum durumlarından
kaynaklanabilir. Mikrotübüller bilgisayar içindeki bilgi işlem yapan
elemanlara benzer; hücre iskeletini oluşturan protein yapıda, uzun, içi boş
silindirik yapılardır. Bunlar reseptörleri tutarlar veya serbest bırakır.
Reseptör dediğimiz şey ise elektriksel sinyallerini hücre içine veya dışına taşıyan
bir proteindir, bir moleküldür.
Öngörünün özü, nöronların destek yapısını oluşturan
mikrotübüllerin "süperpozisyon" durumunda olmaları, onların her
birinin klasik bilgi yani "bit" karşılığı birer "kübit"
gibi davranmakta olmalarından kaynaklanır. Bir kuantum-bit yani bir kübit,
klasik karşılığından çok daha fazla bilgi depolayabilir.
Kuantum fizikçilere göre bilgi işlemede temel birim
sinir hücresi değildir, mikrotübül ve dentritlerdeki sivri çıkıntılardır.
İyonlar sinir hücrelerinde bulunan iyon kanallarından geçerek etki göstermez;
aynı zamanda diğer komşu iyon kanallarını da etkiler. Kuvvet aktarma klasik
fizikteki temasla değil, kuantum fiziğindeki uzaktan etkileşimle olur.
Sinir bağlantı noktalarında (sinaps) tünelleme devreye
girer. Bu tünelleme olayını zihni oluşturan önemli bir faktördür. Beynin
işleyişi sinir hücrelerinin oluşturduğu basit iyon geçişleriyle açıklanamaz.
Beyin işleyişi kuantum fizikteki Bose-Einstein yoğunlaşması ile açıklanabilir.
Bu yoğunlaşmayı dikkate alarak bilinci, zihni, kişiliği ve bir bütünümüz olan
benliğimizi açıklayabiliriz. Sonuçta beyin atomlardan oluşur ve
atomlar da atomaltı parçacıklardan ve tümü kuantum fiziğinin yasalarına göre
hareket eder.
Kuantum
zihin modeli özetle böyledir. Şimdi “dijital zihin” hakkında bilgi vererek
zihin konusundaki sözlerimizi bitirelim.
Bugün zihnin beyne özgü
olmadığı ve beynin dışına transfer edilebileceğine dair tezler vardır. Bu tezi
ileri sürenlere göre zihnin öğrenme, hatırlama ve bilinç gibi gerçekleştirdiği
fonksiyonlar tümüyle beyindeki saf fiziksel ve elektro manyetik süreçler
tarafından yönetilen süreçlerle gerçekleşir. Zihinsel durumları ortaya çıkaran
süreçleri yasalar yönetir. Zihin doğal dünyanın parçasıdır; fizik, biyoloji ve
kimya yasalarına olduğu kadar matematiğe ve mantığa da bağlıdır. O, büyülü bir
dünyada veya başka bir dünyadan doğmuştur.[3]
Bu
görüşlerden hareketle zihin ekleme (ajout de l’esprit) kavramı
çerçevesinde tezler ileri sürülmüştür. Bu tezin sahipleri zihnin beynin
işleyişinin mekanist olmasını dikkate alırlar.
Bilindiği
gibi insan beyni, her biri diğer nöronlara akson ve dendrit adı verilen
konektörlerle ayrı ayrı bağlanan, nöron adı verilen yaklaşık 86 milyar sinir
hücresi içerir. Bu bağlantıların eklemlerini (sinapsları) hareket ettiren
sinyaller, nörotransmiterler olarak bilinen kimyasalların salınması ve
algılanması yoluyla iletilir. Genel olarak, insan zihninin büyük ölçüde bu
sinir ağının yeni ortaya çıkan bir bilgi işleme özelliği olduğuna
inanılmaktadır.
Zihin
eklenmesi kavramı bu mekanik vizyona dayanır ve insan yaşamının
vitalist vizyonunu reddeder; yapay zekadan da ayrıdır. Bu kavram insan
zihninden gelen enformasyonun yeniden canlandırılmasını ifade eder. Bu
aktarılan ve yeniden canlandırılan bilgiler bir tür yapay zeka gibidir. Bu
bilgilere bazen enfomorf (infomorph) veya noömorf (noömorph) da denir.
Tüm beyin
öykünmesi (WBE) olarak da bilinen zihin transferi, varsayımsal fütüristik
sürecidir. Zihnin bu transferi bir zihinsel durum öykünmesi (uzun süreli bellek
ve "benlik" dahil) ve kopya oluşturmak için beynin fiziksel bir
yapısını yeterince hassas bir şekilde taramaktan ve bir bilgisayara dijital
veri olarak aktarmaktan ibarettir.
O zaman
bilgisayar biyolojik beyinle aynı şekilde bilgi üretebilecek ve bilinçli bir
zihne sahip olabilecektir ve beyinle aynı deneyimi gerçekleştirebilecektir.
Hayvan
beyninin haritalanması ve simülasyonu konularında çok hızlı ve
süper bilgisayarlarla pek çok önemli araştırma yapılmaktadır. Zihnin transfer
edilebileceğini söyleyenlere göre bu transferi gerçekleştirmek için gereken
araçların ve fikirlerin çoğu zaten mevcuttur veya şu anda aktif gelişme
aşamasındadır. Fakat birtakım projeler şimdilik teoriktir ve yakın bir tarihte
uygulamaları yapılacaktır.
Zihnin
transferi, potansiyel olarak iki yöntemden biriyle gerçekleştirilebilir:
Orijinal organik beyni olduğu gibi kopyalamak artık var olmayana ve bir
bilgisayar programı artık var olmayana kadar aşamalı sinir değiştirme yoluyla
kopyala-indir veya kopyala-sil (aşamalı olarak yıkıcı bir indirme olarak kabul
edilebilir.) Beyin vücudun kontrolünü ele geçirir.
İlk
yöntem durumunda, zihnin indirilmesi, biyolojik bir beynin göze çarpan
özelliklerinin taranması ve haritalanması, ardından bu bilgi durumunun bir
bilgisayar sistemine veya başka bir cihaza depolanması ve kopyalanması yoluyla
gerçekleştirilecektir. Biyolojik beyin kopyalama işleminden sağ çıkamayabilir
veya bazı indirme varyasyonlarında kasıtlı olarak imha edilebilir. Simüle
edilmiş zihin, anatomik bir 3B vücut simülasyon modeli tarafından desteklenen
sanal bir gerçeklikte veya simüle edilmiş bir dünyada olabilir. Alternatif
olarak, simüle edilmiş zihin, bir robotun (mutlaka insansı olması gerekmez)
veya biyolojik veya sibernetik bir bedenin içinde (veya ona bağlı veya uzaktan
kontrol edilen) bir bilgisayarda bulunabilir. Bazı fütüristler arasında ve
trans hümanist hareketin bir parçası olarak, zihin indirme, sunulan önemli bir
yaşam uzatma teknolojisi olarak görülür. Bazıları, zihin indirmenin, türlerin
kimliğini korumak için insanlık için mevcut en iyi seçenek olduğuna
inanmaktadır. Tüm beyin öykünmesi, bazı fütüristler tarafından, hesaplamalı
sinirbilim ve nöro informatiğin topikal alanlarında, her ikisi de tıbbi
araştırma amaçlı beyin simülasyonu ile ilgili olan "mantıksal son nokta"
olarak görülür yor. Yapay zeka üzerine araştırma yayınlarında güçlü yapay zeka
veya en azından zayıf bir süper zeka için bir yaklaşım olarak tartışılmaktadır.
Diğer bir yaklaşım, mevcut beyinlere dayanmayan tohum yapay zekadır. İndirme
gibi bilgisayarlı zeka, daha akıllı olmasa bile biyolojik bir insandan çok daha
hızlı düşünebilir. Fütüristlere göre büyük ölçekli bir indirme şirketi,
teknolojik bir tekilliğe, yani teknolojinin üstel gelişiminde zamanla ani ve
sürekli bir düşüşe neden olabilir. Zihinsel indirme, birçok bilim kurgu romanı,
film ve oyunun temel kavramsal özelliğidir.
Burada yukarıdaki
iki uç örneği verme nedenimiz şunu göstermek içindir:
a) Zihin
felsefesi bilimsel verilere dayanmak istediğinde pek çok alternatif ortaya
çıkar. Doğrudan deneyimi olmayan zihni kesin olmasa bile akla uygun şekilde
açıklayabilmek için hangi verileri kullanmalıyız? Bunun neye dayanarak
söyleyebiliriz? Biyolojik, atomik ya da elektronik verilerden hangilerini neye
dayanarak temel alabiliriz? Bu soruların herkes için geçerli cevabı yoktur. Her
veri seçimi nedensizdir. Bunlardan hangilerini seçmemiz gerektiği belirleyen
dışınlı bir neden yoktur. Her seçim bir postulat koymadır ve çıkarımların,
ulaşılan sonuçların tutarlığı kabul edilen postulata göredir. Zihin filozofu veriler
ister biyolojik, ister atomik verileri isterse elektronik olsun; istediği
alandaki verileri kullanmakta özgürdür. Başka postulatlar bir postulatın yani
veri türünün seçiminin yanlışlığını göstermediği gibi ona dayalı çıkarımların
yetersizliğini ya da yanlışlığını da ileri süremez.
b) Zihin
filozofları sadece aktüel verilerin yorumlarını yapmakla yetinmemektedirler; bu
yorumların gelecekteki olası sonuçlarını da tartışmalara dahil etmektedirler.
Sürekli değişkenlerin olduğu, kelebek etkisinin her an canlı örneklerini
gördüğümüz bir dünyada zamanı düz bir rayda belli bir yönde giden tren gibi
düşünerek görmedikleri ve henüz inşa edilmemiş istasyonların betimini
yapmaktadırlar. Şunu da açıkça söylemeliyim: Gelecekteki projeksiyonlar için
verilerin yerlerini imgelemeye bıraktıklarını görmek doğrusu insanı hayrete
düşürüyor.
Sonsöz
olarak şunu söyleyelim: Yukarıda söylediğimiz gibi “zihin” bir aksiyom
olduğundan zihin hakkında herkesin kabul edebileceği açıklamalar mümkün
değildir; sadece bazı sözde modellemeler yapılabilir. “Biyolojik zihin” de
“Kuantum zihin” de “dijital zihin” de sadece belli bir tutarlılık düşüncesiyle
ortaya konan modellerdir. Nöronların işleyişine, kuantum verilerine ve dijital
sistemlere dayanarak yapılan bu modellerdeki mekanizmaların zihni nasıl
ürettikleri gösterilememiştir.
ZİHNİN YERİ
Her zihin
felsefesinin temel problemlerinden biri de şudur: Zihin nerededir? Şimdi bu
sorunun cevabını vermeye çalışalım:
Batılı
zihin filozofları antik metafizikteki “İnsana özgü niteliklerin ilkesi (ruh)
bir yerde olmalıdır.” aksiyomunu kabul etmekle yetinmediler; empirik verilerle
nesnel bir gerçekliğe kavuşturmak istediler. Filozofların ruhu bedenin bütününe
yerleştirmelerine karşıt olarak şunu ileri sürdüler: Bir ilke olan zihin
beyindedir; beynin bir fonksiyonudur; zihinsel
durumlar gözlemlenebilir nöron akışlarından ibarettir.
Burada
şöyle sorabiliriz: Zihin filozofları niye zihnin beyinde olduğunu kabul
ederler? Çünkü gözlem ürünü olan bilimsel sonuçlar kesindir; itiraza ve kuşkuya
yol açmaz. Onlar şöyle düşünürler: Beynindeki nörolojik süreçleri gözlemlediğimizde
zihni ve zihinsel süreçleri de aydınlatabiliriz. Beyindeki nöron ateşlenmeleri
gözlemlenebilir; görüntülenebilir. Onların modellemeleri yapılabilir. Bütün
bunlar kesindir ve bize zihne dair güvenilir çıkarımlar yapma hakkı verir.
Ancak filozoflar
şunu görmemişlerdir, görememişlerdir ya da görmek istememişlerdir: Hiçbir
bilimsel araştırma felsefi problemleri çözmek için yapılmaz; hiçbir bilimsel
sonuç felsefi problemleri çözmede kullanılamaz; kullanılması metodolojik olarak
yanlıştır, bilimin spekülasyona alet edilmesidir. Bilim iki efendiye, bilim
adamına ve filozofa hizmet etmez
Burada
itiraz olarak denebilir ki, nörolojik süreçlerin gözlemi zihni ve zihinsel
durumları açıkça göstermese de örtük biçimde bu sonuçlar gözlemde var olabilir.
Gözlem sonuçlarının bu örtük anlamı filozof tarafından fark edilebilir ve
deneysel temeli olan gözlem önermesi şeklinde ifade edilebilir. Bu,
filozofa sahip olmadığı bir ayrıcalık tanımaktır; kullanması mümkün olmayan bir
yetki vermektir.
Gözlemde verilmeyen,
sanki gözlemdenmiş gibi çıkarılamaz ya da gözlemi yorumlamanın zorunlu sonucu
gibi kabul edilemez. Bilim adamının kendisi de olsa gözlemde verilmeyeni
gözlemden çıkaramaz ve gözlemini yorumlayamaz. Gözlem, sonucu yorumlandığı anda
artık gözlem önermesi olmaktan çıkar, sübjektif bir kanı olur ve karşıt
yorumlara fırsat verir. O zaman çatışan yorumlar gerçek bir problemin çözümü
olmaktan çok spekülasyonlar manzumesi olur.
Beyindeki süreçlerin
gözlemlenmesinden zihinsel durumları çıkarmak, bir ve aynı fenomenin
gözleminden hem olgu açıklaması hem de olgu yorumu çıkarmak anlamına gelir ki,
bu, imkansız bir şeydir. Nörolojik olguların gözleminden zihinsel durumları
çıkarmak dolaylı bir kanıtlama değildir; gözlemde verilmeyeni çıkarmaktır
sadece bir inançtır; daha doğrusu zihnin Batı kültürünün metaforu değil de
gerçekten var olduğuna inanmanın, doğrulandığını sanmanın bir tezahürüdür.
İnsani
durumları bir yere yerleştirme kültürlerde oldukça yaygındır. Örneğin
“duyguların yeri kalptir.” şeklindeki metafor pek çok kültürde vardır.
Zihni
beyne yerleştirmenin en büyük riski şudur: Eğer zihinsel durumlar beyindeki
nörolojik süreçlerden ibaretse o zaman artık kendi başlarına var olan, otantik
zihinsel durumlar yok demektir. Çünkü nörofizyolojik açıklamalar zihnin
realitesinin nedensel bir açıklaması olur.
Şimdi şu
sorunun cevabını arayalım: “Zihin beyin üretir mi?” Bu konuda hem zihin
filozofları hem de nörologlar aynı şeyi düşünmektedir. Onlara göre beyin zihni
üretir “Beyin zihin üretir.” demek “Pankreas insülin üretir.” demek gibi değildir.
İnsülin kimyasal olarak deneyleyebildiğimiz, organizmadaki miktarı hakkında
ölçümler yoluyla bilgi sahibi olduğumuz bir salgıdır. Oysa zihnin beyinde nasıl
ortaya çıktığını bilmiyoruz; sadece varsayıyoruz. Bu nedenle söz konusu tez
ileri sürülemez ya da savunulamaz. Söz konusu tez bize göre şu iki nedenle
yanlıştır:
1. Doğal
bir neden doğal sonuçlara yol açar. Nedende kendi kategorisini aşan bir
şey yoktur. Nedenle sonuç aynı kategoridendir. Fiziksel olan bir neden fiziksel
bir sonuca biyolojik bir neden biyolojik sonuca yol açar. Örneğin mide
sindirimin, görme gözün; su moleküllerinin yapısı akıcılığın nedenidir. Bu
açıdan bakıldığında biyolojik bir organ olan beynin biyolojik olmayan zihne yol
açtığı hiçbir gerekçeyle söylenemez.
2. Şu nedenlerle bir açıklama değildir:
a) Nedensel bir açıklama iki doğal olgu arasındaki
zorunlu neden ve sonuç ilişkisini göstermektir. Bu ilişki doğal empirik ve
gözlemlenen olgular arasında kurulur. Olguyla olgu olmayan arasında nedensel
bir ilişki kurulamaz. Beyin empirik ve doğal bir objedir. Oysa zihin
hipotetiktir, aksiyomatiktir, bir varsayımdır. Zihni ve zihinsel durumları
empirik olarak açıklamaya çalışma yöntemsel olarak doğru değildir. Hipotetik
olanın empirik açıklaması olamaz. Beyin zihnin yeriyse, zihin sadece
nörofizyolojik süreçlerin ürünüyse, o zaman bağımsız zihinsel durumlar olamaz.
b) Her nedensel açıklama, bir açıklama ilkesi
sayesinde yapılır. Bu açıklama ilkesi de doğal yasadır ya da biyolojik
zorunluluktur. Beynin zihin varsayımını ortaya çıkarmasına ilişkin ne bir yasa
ne de biyolojik bir zorunluluk vardır.
Burada şu
ileri sürülebilir: “Zihin beyindedir.” ifadesi metaforik anlamda söylenmiş
olmaz mı? Örneğin, “Sevgi kalptedir.” metaforu gibi bunu da problemsiz göremez
miyiz? Kuşkusuz “Sevgi kalptedir.” metaforunda “sevgi” dediğimiz duygunun
tezahürlerini biliriz. Bu, hipotetik değildir. Oysa “zihin” reel tezahürleri
olan bir duygulanım değildir. Hipotetik bir kavramdır. Bu nedenle “zihin”e ilişkin
metafor olamaz.
Zihin ve
bilinç organizmanın daha doğrusu yani organizmamızın bölümlerini anlatmak için
kullanılan kelimeler değildir. Dilin yani kültürün kelimeleridir. Biyolojik
yapımıza ait olmadığından biyolojik yapımızda bir göründüğü iddia edilemez. Zihin
ya da bilinç kelimelerini kullanmadan olan her yaşantımızı ifade edebiliriz.
“Üzülüyorum”, “Seviniyorum”, “Sanıyorum.”, “Mutluyum.” vs diyebilirim. Bunları
söyleyebilmem için dilimde bu fiillerin bulunması ve bunların hangi durumda
kullanacağımı öğrenmeliyim.
Dilimde
zihin ve bilinç kelimelerinin kullanımları yasaklansa veya sözlüklerden silinse
biler yaşantılarımı oldukları gibi fark ve ifade edebilirim.
“Beyin ve
zihin/bilinç özdeştir; beyin bunları üretir demek.” her beyin araştırması aynı
zamanda zihin araştırmasıdır anlamına gelir. Bu da “her nörolog dolaylı bir
zihin filozofudur.” demenin başka bir biçimidir. Oysa bir nörolog beyinle
ilgili araştırmalar yaparken bunun felsefi sonuçlarını hiç dikkate almaz. Bunu
şu imgesel örnekle açıklayabiliriz: Dilinde zihin/bilinç kelimeleri olmayan bir
nörolog olsun. Bu nöroloğun yaptığı araştırmaları dilinde bu kelimelerin
bulunduğu bir nöroloğun araştırmalarıyla karşılaştıralım. Bunların her ikisi de
araştırmayı uygun teknik ve metodolojilere göre yapar ve ulaştıkları sonuçlar
aynıdır. Her ikisinin tutumu buraya kadar bilimseldir ve sonuç da bir
açıklamadır. Eğer ikinci nöroloğun birincisiyle aynı olan sonucundan zihin
çıkarılıyorsa bu, araştırmada verilmeyeni araştırmadan çıkarmadır, meşru
değildir. Kısaca zihin/bilinç olmayan bir dil var olabilir ve o dili
kullananlar en üst seviyede nörolojik araştırmalar yapabilir.
Bilinç ya
da zihin beyinde belirir, demek söz ağızda bulunur demek gibidir. Kuşkusuz biz
ağzımızla konuşuruz, konuşurken belli sesleri ağzımızla telaffuz ederiz. Ancak
ağzımızdan çıkanın anlamlı söz olması için telaffuz yeterli değildir. Sözün
anlamlı olması için gramere, kelimenin kullanım koşullarına sentaksa uygun
olmalıdır bir referansı bulunmalıdır. Bilinçli zihinsel durumlar da böyledir.
MR
sayesinde beynin bir alandan çok nöronlar devrelerinin ağı olduğunu biliyoruz.
Beyinden çok nöronlar ağından söz edebiliriz. Ağın bir bölümü hasara
uğradığında oranın görevini başka bir bölge üstlenir. Kelimeleri telaffuz etmemizi
sağlayan özel bir bölge yoktur; bütün nöron devreleri birbirine bağlıdır. Ağ
gerçekten bir yer değildir. Beynin fonksiyonlarının somut bir yeri yoktur.
Beynin yapısı elastikidir. Bu nedenle beyinde zihnin bulunduğu yer gibi
olan bir bölge yoktur. Ontolojik bir gerçekliği olmayıp bir varsayımdan
ibaret zihne beyinde bir yer takdir edilemez.
İhtiyatlı olmak için gerekli koşul ve zorunlu koşul
ayrımına dayanarak şunu ifade etmeliyim: Beyin içsel yaşantılarımızın, teknik
ifadesiyle qualia’nın gerekli koşuludur. Bilinçli/zihinsel durumlar için
beyindeki nöro fizyolojik koşullar gereklidir; içsel
yaşantıların olabilmesi için beyin gerekli koşuldur. Beyin olmazsa içsel
yaşantılarımız da yoktur; ama yeterli değildir. Yeter koşul dil ve gramerdir. Dil ve gramer olmadan
nöron ateşlenmeleri sadece biyolojik olgulardır. Kelimelerim olmasaydı daha
doğrusu hangi durumda hangi kelimelerimi kullanacağımı öğrenmeseydim,
nöronlarım konuşamayacaktı ve zihinsel/bilinçli durumlarımın farkında
olmayacaktım. Biz nöron ateşlenmelerinin
beyindeki etkisini hangi kelimelerle ve nasıl ifade edeceğimizi öğreniriz. Öbür
yandan ben nöron ateşlenmelerimin ne olduklarını bilmesem de ve onların farkında
olmadan dilimle “ağrım var.”, üzgünüm, mutluyum, bekliyorum vs. derim.
Nöronlarım konuşmaz, ben konuşurum.
Zihinsel durumlara
zihinsel durumlar olarak sahip değiliz. Zihinsel denen durumların her birinin
adını, anlamını ve bağlamını miras olarak aldık, öğrendik ve öğrettik. Bu
yaşantılara ne ad verileceğini hangi duruma sevinme hangi duruma kaygı, hangi
duruma korku, hangi duruma umut deneceğini öğrendiğimiz için zihinsel durumları
ifade edebiliriz. Nasıl ifade edileceği öğrenilmemiş yaşantıların ne tür
zihinsel durum olduklarını bilemeyiz. Bütün zihinsel durumlar birinci şahıs
sözcelerle fark edilir. Kişi hangi durumda ne tür zihinsel durum yaşadığını
bilir ve kendisine ifade eder.
Zihinsel durumları
bilmenin ve ifade etmenin öğrenmeden başka yolu yoktur. Bu öğrenme doğal
tarihimizin bir parçasıdır. “Zihinsel durumların varlığı zihnin varlığının
kanıtıdır.” tezi savunulamaz. Zihinsel denen durumlar yatkınlıklarımıza ve becerilerimize
bağlı olarak hissettiğimiz ve dilsel olarak ifade etmeyi öğrendiğimiz
durumlardır. Bu durumlar son derece çeşitlidir ve bunları birbirinden ayıran ve
nüanslarını ifade eden gramerdir. Örneğin üzüntü, keder, ıstırap, acı, hüzün;
sempati, sevgi, cana yakınlık, tutku, meftun olma, muhabbet besleme,
sevdalanma, melankoli bütün bunlar çeşitli faktörlere bağlı olarak
hissettiğimiz ve hangisine hangi adı vermemiz gerektiğini öğrendiğimiz
durumlardır. Bunların ne zaman hangi durumlarda kullanıldıklarını ve hangi
gramerle ifade edileceklerini de öğreniriz ve biliriz. Bunları öğrenme bir dil
oyununu öğrenmedir. Bu dil oyunlarını oynamak için zihin kavramına ihtiyacımız
yoktur. Zihin kavramını bilmeyen bir toplum da insanlar üzüntülerini,
acılarını, isteklerini, umutlarını, inançlarını, beklentilerini, korkularını
vs. kendi dillerinin kelimeleriyle ve sentaksıyla anlatırlar; öbür yandan içsel
yaşantıları fark etme de dilden, gramerden ve bağlamdan ayrılamaz. Sözce ister
birinci şahıs isterse ve üçüncü şahıs sözcesi olsun; yaşantılarını betimlemez;
ifade eder. Yaşantılar uzayda boşlukta değildir; kişinin protokol durumlarında
yani belli bir durumda ortaya çıkar. Bir kol ağrısı Y yerindeki X’in şu anda
fark ettiği ya da şu zamandan beri hissettiği sözceye döktüğü ağrıdır.
Örneğin “Ağrım olduğunu
biliyorum.” diyen kişinin sözcesi belli bir bağlamda ağrısından kuşku
duymadığını anlatmak istediği durumda söylenmiştir. Zihinsel denen durumların
yaşanmasını ifade edilmeleriyle ve açıklanmalarıyla özdeşleştiremeyiz.
Sadece
zihinsel durumlarımızı değil; psikolojik kavramlarımızı da başkalarıyla iletişim
sırasında ve gramerleriyle birlikte öğreniriz. Daha sonra bu grameri ustalıkla,
doğru biçimde kullanırız. Genellikle önce başkalarının içsel kavramlarını
biliriz. Bu işlem, çoğunlukla ölçütleri gerektirir
Aynı durumlara hep aynı adı veririz; üzüntü durumunu
pişmanlık diye nitelemeyiz. Kelimeler karışırsa ve belirsiz ise bir içsel
yaşantı fark edilemez. Özetle zihinsel denen durumlar nörofizyolojik
süreçlerle açıklanamaz.; çünkü nörofizyolojik süreçler zihinsel durumları
sembolize edemez. Zihinsel durumların gerçekte biri organik ve diğeri
lengüistik ya da inorganik olmak üzere iki görünüşü vardır. Biyolojik durumlarımız gerekli neden ve gramerimiz yeter
nedendir. Onlar sadece organik süreçlere indirgenemez;
dille ifade edilmeden önce beyinde onları çağrıştıran hiçbir şey yoktur.
Bu biraz
da uzun açıklamalarımızın sonucu şudur: Çağdaş
“zihinsel fenomencilik” bir ilkeciliktir. İlkecilik olarak Antik kozmolojik ve
antropolojik ilkeciliklerden çok da farklı değildir. Antik dünyada kozmolojik
ilkenin ve antropolojik ilke olan ruhun kendi başlarına deneyimleri yoktu;
kozmolojik ilkeyi nedeni olduğu olgularla ve antropolojik ilkeyi de kendinden
kaynaklanan insani niteliklerle bildiğimiz ileri sürülüyordu.
“Deneyimlenemezlik” özelliği bütün ilkelerde olduğu gibi “zihin” ilkesinde de
vardır; Bu yüzden zihni de doğrudan doğruya değil görünümleri olan zihinsel
durumlar aracılığıyla bildiğimiz varsayılır. Zihin, günümüzde beyin görüntüleme tekniklerinin gelişmesiyle
teorik saf spekülasyon değil de bilimsel verilere dayalı spekülasyon olmuştur.
Çünkü görüntüleme tekniklerinin sonuçları olmakla yetinilmemiş nörolojiden
nörolojinin vermediği sonuçlar çıkarılmıştır.
ELEŞTİRİLER
Buraya
kadar bütün zihin felsefelerindeki temel problemlere işaret ettik. Şimdi daha
özel bir değerlendirme yapalım ve Searle’ün zihin felsefesinde gördüğümüz
sorunları ele alalım.
Searle’ün
zihin konusunda önemli problemlerinden biri beyin zihin özdeşliğidir. Şimdi bu
konuyu ele alalım Searle’e göre beyin zihnin hem nedenidir hem de özdeşidir;
çünkü zihin beyindeki nörolojik olgular toplamından ibarettir. Searle burada
nedenselliğe ve özdeşliğe ilişkin dilleri karıştırmaktadır; bu kelimelerin
gramerlerini yok saymaktadır. Şöyle ki, iki şeyden biri neden diğeri sonuçsa
onların özdeşliğinden söz edilemez. Örneğin A neden B sonuç ise A=B denemez.
Neden ve sonuç arasındaki ilişki öncelik sonralık ilişkisidir; kronolojiktir
yani neden önce sonuç sonradır. Oysa özdeşlik ilişkisi öncelik sonralık
ilişkisi değildir, eşitlik ilişkisidir. İki farklı nicelik nitelik bildirim,
yargı ya da iki sözcenin anlamı arasındaki fonksiyon eşitliğidir. Fonksiyonu
eşit olan iki şey özdeştir. Örneğin
a) A ve B
kumaş toplarındaki desen ya da renk için “aynı” niteliği
b) “Su
dondu.”, “Su katı hale geçti.” sözceleriyle “aynı” olguyu
c)
Anayasa’da idam hükmü yoksa yargıcın “Seni ömür boyu hapse mahkum ediyorum.” ya
da “Sana verilebilecek en büyük cezayı veriyorum.” Yargılarında “aynı yargıyı ;
d)
“Tuzluğu uzatabilir misiniz?” ve “Tuzluğu verir misiniz?” ile aynı isteği ifade
ederiz.
Aynı
konudaki bu iki ayrı sözcelerin fonksiyonları da aynıdır yani anlamları
özdeştir. Oysa zihin beyin özdeştir, demek özdeşlik kelimesinin kullanımına
aykırıdır. Beyin zihnin hem nedeni hem de özdeşi olamaz.
Searle’ün bu “beyin ve zihin özdeştir.” tezini kabul etmek
mümkün değildir. Zihin beyinle özdeştir, demek başka bir şeydir ve zihinle
beynin niye böyle olduğunu açıklamak başka bir şeydir. Searle’ün cevabı
epistemolojik ve açıklayıcı değil; tümüyle ontolojiktir. Ben doğmadan önce
vefat etmiş olan anne annemin açık mor ayakkabı giydiğine inanıyorsam, bu
inancın beynimdeki nöronlara uygun olup olmadığını bilemem. Searle bize
açıklama yapmak yerine savı kanıtsama sunuyor.[4]
Kişilerin
zihinsel durumlarının özdeşliğini savunanlar, bu konuda bir radikal yorum
teorisine dayanır. Radikal yorum kavramını esinleyen, Quine ’ın radikal çeviri
kavramıdır. Radikal yoruma göre lengüistik davranışın yorumu, rasyonalitenin a
priori ve oluşturucu ilkelerine dayanır. Bu ilke, yorumlanan süjenin
davranışından, tutarlılığa ve hakikate ilişkin ilkeyi çıkarmamızı gerektirir.
Bu ilkeye göre yanlışlığın ve irrasyonelliğin sadece hakikat ve rasyonalite
temelinde anlamı vardır. Bir inanca sahip olmak, başkasında bu inancı kabul
etme yatkınlığına sahip olmaktır. İnançları olan her insan, inanç kavramına
sahiptir. Etkileşim hâlindeki iki süjeyi, üçüncü bir objeye bağlayan bu yorum
süreci, zihinsel durumların var oluşu için gerekli asgari koşuldur.
Burada
bilgi konusu olan şeyle ilgili bir paragraf açmak istiyorum. Bilinen şeyler var
olan şeylerdir. Var olan şeylerin de adı dili öğrenirken öğrenilir. Var olanı
bir gösterilen gösteren ilişkisi kurarak öğreniriz. Bu ilişkiyi kurmanın en
pratik ve doğru dolu bir şeye işaret etmektir. “Bu ağaçtır.”, “Buna ağaç
denir.” vs. İşaret etme adı telaffuz etmeyle birliktedir. Oysa zihin gösterme yoluyla öğrendiğimiz bir
ad değildir. Onu grameri olan dil ve kuralı olan matematiği öğrendiğimiz gibi
de öğrenemeyiz. Ona ilişkin kullanımlarımız vardır. Zihinden hesaplama, zihin
açıklığı, zihin karışıklığı, zihni yorgun, zihni açık, zihnine dank etmek,
zihnini kurcalamak, zihni alt üst olmak, zihni takılmak, zihnine kazımak vs.
Bütün bu kullanımlar belli bağlamlarda söylenen ifadelerdir yani dil
oyunlarıdır. Bu dil oyunlarından her biri içsel durumun, nörolojik veriler
dikkate alınmadan bildirilmesidir.
Yukarıdaki
satırlarda zihin filozoflarının tezlerinin bir savı kanıtsama olduğuna işaret
etmiştik; ama ayrıntıya girmemiştik. Bu
önemli konu sadece işaret etmekle geçiştirmekle yetinemeyiz. Bu tezimizi
kanıtlamamız. Savı kanıtsama zihin felsefesinin tevarüs
ettiği antik bir hastalıktır. Antik hastalık sadece zihin felsefelerine özgü
değildir; metafiziğin tümünde vardır. Bu hastalık bütün felsefe tarihinde
rastladığımız en ağır ve tedavisi imkansız hastalıktır. Bu hastalık
nedeniyle metafizik totoloji olmaktan kurtulamamıştır. Bu totoloji ya da savı
kanıtsama ilke/olgu ilişkisinde daha doğrusu düalizminde ortaya çıkmıştır ve
felsefenin bütün alanlarına yayılmıştır. Greklere göre ilkenin doğrudan
deneyimi yoktur. İlke asıldır, kaynaktır; olgular ilkenin tekil nesnelerde ve
olgularda görünümüdür. İlke saf imkandır ya da güçtür; bu nedenle deneyimi
olamaz. Olgular ise nesnel ve aktüeldir, o yüzden görülebilir, gözlemlenebilir
ve deneyimlenebilir. İmkan ve güç olan ilkenin varlığı kesin zorunlu ve
mantıksaldır. Çünkü ilke olmasaydı olgular ve nesneler var olamazdı. Savı
kanıtsamayı bir akıl yürütme olarak şöyle ifade edebiliriz:
İlke
olmasaydı olgular olamazdı.
Olgular
vardır,
O halde
olguların kaynağı olan ilke de vardır.
Bunu
şöyle bir akıl yürütme şeklinde de yazabiliriz:
Zihinsel
olgu lar vardır.
Zihinsel
olgular ilkesiz olmaz.
O halde
olguların bir ilkesi vardır.
Bu ilke
de zihindir.
Görüldüğü
gibi bu akıl yürütmede varlığı kanıtlanması gereken ilke önceden
varsayılmaktadır.
Zihin
filozofları da beyinde ortaya çok nöro biyolojik olguları görmedikleri,
göremedikleri ya da görmek/göstermek istemedikleri bir savı kanıtsama olacak
şekilde şöyle ifade etmektedirler:
Zihin
olmasaydı zihinsel olgular olamazdı.
Zihinsel
olgular vardır.
O halde
zihinsel olguların kaynağı olan zihin vardır.
Buna göre
zihnin varlığı onun hakkındaki deneyimden değil; zihinsel olguların
varoluşlarından çıkarılır. Zihinsel olgular ise zihinde yani kendilerine
dayanarak bildiğimiz şeydedir. Döngüselliği şöyle formüle edebiliriz: “A’yı (zihnin
varlığı) bilmek için B’yi (zihinsel durumları), B’yi (zihinsel durumlar) bilmek
içinde A’yı (zihnin varlığı) kabul etmelidir.”
Savı
kanıtsamanın ya da döngüsellğin felsefe tarihinde pek çok örneği vardır. Bizim
konumuz bu değildir. Biz sadece bu duruma işaret etmekle yetiniyoruz.
Zihnin
savı kanıtsama olmasına ilişkin söyleyeceklerimiz bunlardır. Şimdi gene
yukarıda konuyu dağıtmamak için açıklamadığımız bir konuyu zihnin
açıklanmasında analojinin meşruluğuna ilişkin düşüncelerimizi ifade edelim.
Searle’ün
beyin ve zihin arasındaki ilişkiyi açıklarken dayandığı molekül ve akıcılık ile
beyin ve zihin arasında kurduğu analojinin temeli yoktur. Biz su molekülünü ve
suyun akıcılığını deneyle biliriz. Bu ikisi arasında bir bağlantıyı
saptayabiliriz. Oysa beyni deneyleyebildiğimiz halde zihnin doğrudan deneyimine
sahip değiliz. Zihin hipotetik ve teorik bir kavramdır. O nedenle somut ve
görüntülenebilen beyinle hipotetik kavramın arasında bir özdeşlik ilişkisi
kurulamaz.
Bilincin
tıpkı akıcılığın su moleküllerinden çıktığı gibi nöronlardan doğduğunu söylemek
yeterli değildir. Bilimsel bir açıklama ne olup bittiğini örneğin akıcılığın su
moleküllerinden doğduğunu söylemekle yetinemez; ayrıca olup biten şeyin niçin
ortaya çıktığını da söylemelidir; hatta daha ileriye giderek şunu da
cevaplandırmalıdır: Akıcılık niçin su molekülleri bazı durumlarda bir araya
geldiklerinde olmaktadır? Bu durumda bilimsel açıklama fiziksel bir nedeni
kabul etmek zorundadır. Bu da şu anlama gelir: Akıcılığın belirlemesi nedensel olarak
zorunludur. Bunun gibi bilincin beliren süreçlerde ortaya çıktığını söylemek
yeterli değildir. Nöron ateşlemelerinin niçin bilinci doğurdukları da
belirtilmelidir. Diğer deyişle zihinsel durumlarla beynin fiziksel durumları
arasındaki ilişkiyi fiziksel nedenlere dayanarak açıklamalıdır.
Su
moleküllerinin davranışı tümüyle belirlenmiştir; oysa beynin davranışı
belirlenmemiştir. O zaman sorun nörobiyoloji bilincin ortaya çıkışını nasıl
açıklıyor? şeklinde ortaya konur. Searle bu soruya cevap vermez.
Burada
tek problem sadece zihin ve suyun akıcılığı analojisinin yanlışlığı değildir.
Ayrıca analojinin bir neden gibi sunulmasıdır. Oysa analoji bir neden olamaz;
sadece betimlenemeye ilişkin bir ifadedir ya da ortak bir öz bulma çabasının
ürünüdür. “Şuramda bıçak saplanmış gibi bir ağrı var.” İfadesi sözle
anlatılamayan bir olguyu anlatır. “Ahmet’in peruğu kendi saçı gibidir.”
Analojisi ise peruk ve saç arasında ortak bir öz olduğunu anlatmak için
söylenmiştir. Analojiyi “…. sanki …dır.” şeklinde formüle edebiliriz. Bu
formülü “…, … den doğmuştur.” veya “…in nedeni …dir.” Formülünden açıkça
ayırabiliriz. Gerçek olgusal neden açıklaması olguya neden olan şeyle olgu
arasındaki ilişkinin doğrudan kurulmasını gerektirir. Bu nedenle analojik neden
açıklaması meşru değildir. Kısaca bir durumun bir olgunun bir şeyin neye
benzediğini söylemekle neden öyle olduğunu açıklamayız.
Kuşkusuz
bilimsel açıklamalar bazı analojilerden yararlanır. Bunlara aydınlatıcı
analojiler diyebiliriz Örneğin elektronların bir iletkendeki
hareketleri, bir borudaki su moleküllerinin hareketlerine benzetilebilir. Ama
zihinsel süreçleri ne elektronların teldeki ne de su moleküllerinin borudaki
hareketlerine benzetebiliriz. Çünkü elektron akışının veya moleküler hareketin
nerede olduğunu söyleyebiliriz; ama zihinsel süreçleri lokalize edemeyiz. Bu
yüzden “zihinsel süreçler”, metafizik kullanımdır.
Kısaca sadede akıcılık özelliğini
dikkate alarak yapılan analoji yeterli değildir. Burada tek problem sadece
analojinin yanlışlığı değildir. Ayrıca nedenselliği açıklamada kullanılmasıdır.
Oysa analojik neden açıklaması açıklama değildir. Gerçek olgusal neden
açıklaması olguya neden olan şeyle olgu arasındaki ilişkinin doğrudan
kurulmasını gerektirir. Analojik neden açıklaması meşru değildir.
Bir
durumun bir olgunun bir şeyin neye benzediğini söylemek onların neden öyle
olduklarını açıklamak değildir. Nedensel bir açıklama bir explanan (açıklama
ilkesi) ve bir explanandum (açıklanan olgu, durum) arasındaki
doğrudan göstermedir. Buna göre her ne zaman bir B olgusu ortaya çıkmışsa buna
neden bir A olgusu vardır. A olgusu en az iki farklı zamanda ve yerde B
olgusuna yol açmışsa explanan (açıklama ilkesi) olur. Açıklama
ilkesi en az aynı türde en az iki olguya uygulanabilen bir ilkedir. Tek bir
duruma uygulayabileceğimiz bir açıklama ilkesi olamaz. Nedensel bir açıklama
sadece bir durumun ya da olgunun neden sonuç ilişkisi içinde ortaya çıktığını
göstermektir. Örneğin suyun akıcılığının, buharlaşmasının veya donmasını sadece
su moleküllerinden hareketle açıklayabiliriz. Her açıklama explanan (açıklama
ilkesi) ve explanandum (açıklanan olgu) arasında bir ilişki kurmaktır. Örneğin
sıvılara ilişkin bir explananla, açıklama ilkesiyle (moleküllerin yapısı)
suyun, kolonyanın, zeytin yağının vs. niçin aktığını açıklayabiliriz. Oysa
Searle’ün beynin zihnin nedeni olduğunu söylemesi bir açıklama değildir. Çünkü
bu açıklamayı yapabileceğimiz bir açıklama ilkesi yoktur. Virüslerin,
bakterilerin organizmadaki ortak etkileri bir açıklama ilkesidir. Organizmadaki
bir durumun virüsten ya da bakteriden kaynaklandığını gösterebiliriz. Bunun
için söz konusu mikro organizmaların ortak özelliklerini dikkate alırız. Oysa
zihnin akıcılığın su moleküllerinde bulunduğunu söylemek zihnin beyinde nasıl
ortaya çıktığını söylemek değildir. Bu, bir savı kanıtsamadır. Zihinle beyin
arasındaki nedensellik ilişkisini kurabileceğimiz bir explanan açıklama
ilkesi (yoktur). O nedenle beyin zihnin nedenidir, denemez.
Kişilerin
yaşadıkları zihinsel olaylar onlarla eşzamanlı olarak ortaya çıkan beyindeki
olayların serisi arasında bir korelasyon kurulabilir ve bunun bir açıklama
olduğu söylenebilir; fakat beyindeki bu olaylar sadece fiziksel olaylar
zincirinin bir parçasıdır ve beyinde ortaya çıkan olayların nedensel zinciri
içinde açıklanabilir. Bu durumda fiziksel olaylarla korelasyon halindeki
zihinsel olgular, fiziksel olarak betimlenen bu olaylarla paralele bir seri
oluşturur. Oysa hiçbir bilim böyle fizikselden zihinsele geçecek şekilde
işlemez. Bu geçiş gerçekte bir yanılsamadır.[5]
Searle’e
göre zihin beyinde gerçekleşen biyolojik zihinsel fenomenler toplamıdır. Zihinsel
durumların deneyimi vardır; bu nedenle zihinsel fenomenleri betimlediğimizde
zihni de betimlemiş oluruz. Searle’ün zihin konusundaki görüşlerinin en zayıf tarafı
zihin/beyin özdeşliğidir. Şimdi bu konuyu açıklayalım.
Zihnin
zihinsel durumlardan ya da beyinsel süreçlerden ibaret olduğunu söylemek
çelişkilidir. Çünkü şu sorunun cevabı yoktur: Bir ve aynı olgunun,
zihinsel durumların niye iki ayrı adı vardır? Bir ve aynı türden olgulara iki
ayrı ad verilemez. Öbür yandan aynı mantıktan gidecek olursak özdeşlik
ilkesinin gereği şunu da diyebiliriz: Gerçekte nörobiyolojik olgular zihinsel
süreçlerden ibarettir. Oysa hiçbir zihin filozofu bunu kabul edemez. O
zaman özdeşlik ilkesi terk edilir; sonuçta zihin/beyin özdeşliği mümkün olmaz.
“Doğa değiştiren fenomen” “biyolojikken
zihinsel olan” fenomen anlaşılamaz. Zihinsel durumların gerçekte nörobiyolojik
durumların zihinsel fenomenlerden ibaret olduğu tezi sadece varsayımdır.
Nörolojik durumların nöron ateşlenmelerinin açık bilgisine sahibiz. Onları
görüntüleyebiliriz. Oysa bu ateşlenmelerin zihinsel fenomenleri nasıl
türettiklerinin varsayım dışında bilgisine ve betimine sahip değiliz. Bu, ruhun
son derece hafif atomlardan yapıldığını kabul eden Demokritos teorisinden pek
de farklı görünmüyor.
ZİHİNSEL DURUMLAR
Söylediğimiz gibi zihin filozofları zihni zihinsel
durumların ilkesi kabul ederler ve ilke yani zihin hakkında değil daha çok
zihinsel durumlar hakkında konuşurlar. Peki zihinsel durumlar gerçekte nedir?
Şimdi bu konudaki tespitlerimizi ve değerlendirmelerimizi görelim.
Zihinsel durumlar genel olarak coşkular, duyumlamalar,
algılamalar, tasavvurlar, inançlar, istekler gibi zihinde beliren yönelimli
durumlardır: Onlar duyumlanır, ve bilinçli deneyimlerdir. Bu deneyimler birinci
tekil şahıs fiillerle ifade edilir.
Burada şu önemli soruyu sorabiliriz: İnsanların
zihinsel durumları olması için “zihin” kavramını bilmeleri zorunlu mudur? Bu
kavramı bilmedikleri halde zihinsel durumları olan toplumlar olamaz mı? Şimdi
bu sorunu ele alalım.
Soruyu cevaplarken zihin filozoflarının “insanda
zihin vardır.” derken yaptıkları gibi biz de bir aksiyomdan hareket edeceğiz.
Görüşlerimizi temellendirirken “Zihni bilmeyen bir topluluk olabilir.” aksiyomuna
dayandıracağız. “Zihni bilmeyen toplumları düşünebilirim” aksiyomu mantıksız ve
çelişkili değildir; bir kabuldür.” “Zihin olmalıdır.” aksiyomuyla aynı derecede
ileri sürülebilir.
Aksiyomumuza dayanarak görüşlerimizi açıklayalım:
Bizimkine az veya çok benzeyen ve dilimizi hiç
bilmeyen bir topluluk olsun. Onların üyeleri bizim aramızda yaşasın. Onların
zihni olmadığını düşünelim. Onlar bizim eylemlerimizi gözlemlesinler; ne zaman
hangi eylemleri yaptığımıza baksınlar. Bir süre sonra bizim eylemleri yapma
nedenimizi anlayacaklardır. Biz onların dilini onlar da bizim dilimizi
öğrenebilirler ve bizimle iletişim kurabilirler. Böylece onlar düşüncelerini,
duygularını, acılarını,
hoşnutsuzluklarını, depresyonlarını, yaşama sevinçlerini vs. bize ifade
edebilirler. Zihinsiz olsalar da reaksiyonlarının zihni olan insanların
reaksiyonlarıyla aynı olduklarını görebiliriz. Bizim için bunu bilmek de
önemlidir. Daha iyisi şunu diyebiliriz: Fizyoloji ve psikoloji
laboratuvarlarımız bu insanlara dair, doğru ve bilimsel bilgiler verebilir;
çünkü onların dilleri dâhil, reaksiyonları tümüyle zihni olan insanların
reaksiyonlarıyla aynıdır. Onlara yazımızı, sayı saymayı, kafadan hesap yapmayı
öğretebiliriz. Düşündüklerini, kafadan hesaplama yaptıklarını, üzüldüklerini,
sevindiklerini, umut ettiklerini vs. dikkate alarak onlara şöyle diyebiliriz:
Sanki sizin de bizimkine benzeyen bir zihniniz vardır. Onlar bunu kabul
etmeyeceklerdir ve şöyle diyeceklerdir: Biz sizden sizin dilinizi ve hesaplama
biçiminizi vs. öğrendik; ama sizin sahip olduğunuz şeye, zihne biz sahip
değiliz; bu nedenle sizin sahip olduğunuz zihni bilemeyiz. Sizin bize
öğrettiğiniz kafadan hesaplamayı, verdiğiniz emirleri spontane olarak yaparız.
Zihne
sahip olmayan bu spontane insanlar bizi yeterince tanıdıklarında ve analiz
ettiklerinde bizden farksız davranırlar. Onların bizim gibi davranabilmeleri
için bir zihne sahip olmaları gerekmez.
Yine onların psişik hayatı vardır. Bir şeye inanırlar,
üzülürler, sevinirler, bir şeyden pişman olurlar, korkarlar vs. Zihin
filozoflarının zihinsel fenomenler dedikleri şeyler bizim gibi olmayan
toplumları dikkate aldığımızda sadece içsel kapasite ve
yatkınlık fiilleri’dir. İnsanların bu fiilleri ifade edebilmeleri için
hangi durumlarda ve hangi ifadeleri kullanacaklarını edileceklerini öğrenmeleri yeterlidir. Bu
öğrendikten sonra bunları dile getirebilirler; “korkuyorum”, “üzülüyorum”,
“seviniyorum” vs. gibi birinci tekil şahıs fillerle başkalarına anlatabilirler.
Zihin
filozoflarının zihinsel dedikleri durumlar gerçekte olaylar veya süreçler
değildir; nesneler ya da özel nitelikler gibi de görülemez. Onlar
kapasitelerdir ve yatkınlıklardır; karmaşık ilişkilerin düğümleridir. Bu
düğümleri anlamak mı istiyoruz? O zaman yapacağımız şey, şudur: İnsanların
doğal ve sosyal tarihini dikkate almak. Çünkü insanlar örneğin kuşku, üzüntü,
inanç, kaygı, umut gibi zihinsel terimlerin kullanım kurallarını belli bağlamlarda
öğrenirler, Dolayısıyla bu terimlerin kullanım kuralları sosyaldir.
Öbür
yandan nörobiyolojik süreçler hakkında konuşmak, olgu hakkında konuşmaktır.
Oysa zihinsel olgular hakkında konuşmak hipotetik, aksiyomatik durumları
varsaymaktır. Nöro biyolojik olguları inkar eden çelişkiye düşer; çünkü
beynin ve beyindeki süreçlerin varlığı kesindir. Oysa zihinsel
durumları inkar eden çelişkiye düşmez; çünkü zihinsel durumlar aksiyomlardır ve
aksiyomları olgularla çelişkiye düşmeden inkar edebiliriz.
Zihinsel
denen kimi durumlar insan eylemlerine yol açar İnsanlar yürümek, elini
kaldırmak gibi bedensel istemli eylemleri bu durumların etkisiyle yapar. Kuşkusuz
zihnin neden oluşu sadece zihin filozoflarının tezi değildir. Antik Çağ’dan
itibaren filozoflar ruhun irade gücü olduğunu, iradenin çeşitli eylemleri
yapmayı veya yapmamayı sağladığını ileri sürüyorlardı. İradenin nedenselliği
zihin felsefesinde zihinsel durumların nedenselliği şeklinde ele alındı. Şimdi
bu konuyu açıklayalım. Zihin filozoflarına göre zihinsel durumlar, doğal
olaylardaki anlamda nedenler olamaz. Zihinsel olgular, fiziksel olgular gibi determinist
tarzda ele alınamaz; çünkü determinizm ilkesi zihinsel fenomenlere uygulanamaz;
nedenselliği zihinsel fenomenlere uyguladığımızda, ortak duyunun açıklama
kategorileri olan sâiki (motif) ve sebebi (raison) göz ardı ederiz ve deneysel
bilimlerin dilini yani neden kavramını kullanırız; fiziksel olaylar ve
zihinsel durumlar arasında belirleyicilik ilişkisi kurarız; zihinsel durumları
dışarıdan gözlemlenen olgular gibi görürüz; determinist bir tutum takınırız.
Zihinsel fenomenler niye doğa bilimlerindeki anlamda neden olamaz? Bunu “amaç”
kavramıyla gösterebiliriz. Amaçla ilgili şu soruyu soralım: Amaç, bir eylemin
nedeni midir? Buna “evet” denemez; çünkü amaç, kişinin bir niyeti yani
yönelimidir. Bir adım atmak isteyen kişi bunu ister, buna niyet
eder ve adımını atar, hepsi budur.
“Determinizm,
fiziksel fenomenlere nasıl açıkça uygulanıyorsa, zihne de aynı açıklıkla
uygulanır.” düşüncesi karanlıktır; çünkü fiziğin nesneleri için nedensel
yasaları düşündüğümüzde deneyimleri düşünürüz. Duygulara ya da motivasyona
bağlı olan durumlarda bu tür hiçbir şeye sahip değiliz.
Zihinsel
durumların nedenleri bulunduğunu; bu nedenlerin de organizma dışında olduğunu
söylemek, neden kavramını kısır ve kapalı hale getirmektir; sonuçta hiçbir şeyi
açıklamamaktır. Zihinsel fenomenlerde fizyolojik hiçbir şey yoktur. Bir kişiyi
yıllarca görmesek bile, karşılaştığımızda yine de tanırız. Bu tanımanın sinir sistemlerimde
bir nedeni var mıdır? Ne ve hangi biçimde olursa olsun, herhangi bir şey niye
sinir sistemimde saklanmalıdır? Yıllarca görmediğim kişi, sinir sistemimde niye
bir iz bırakmalıdır? Psikolojik olan, neden fizyolojik olandan başka yasalara
itaat etmesin?
Düşünmek
dahil her tür duygulanım göstergeleri yani kelimeleri kullanmaktır. Eğer
göstergeleri kullanmasaydık duygulanımları birbirinden ayıramazdık. Üzüntüyü
pişmanlıktan, sevinci korkudan, kaygıyı umuttan ayrı tutamazdık. Duygulanımların
farkına onların öğrendiğimiz gramerlerinin izin verdikleri kadar varabiliriz.
Zihinsel
fenomen denen duygulanım durumları nörolojik olaylarla ve süreçlerle aynı türde
değildir; fakat yatkınlıklar ve alışkanlıklar gibidir yani davranışlarımızda
aktüelleşen potansiyelliklere benzer. Örneğin zeki olmak, beynimizde ya da
zihnimizde etkin bazı özelliklere sahip olmak değildir; fakat çabuk anlama ve
bir problemi kolayca çözme kapasitesi demektir. İmgelemek, insanın zihinsel
imgeleri olması değildir; gerektiğinde imgeleme yatkınlığımızı
aktüelleştirmektir.
Yatkınlığın
arkasında mümkün tezahürlerinden başka bir şey yoktur. İnsani eylemlerdeki
yatkınlığın yelpazesi, nesnelerdeki yatkınlığın yelpazesinden daha geniştir;
aynı şekilde
insan eylemleri nesnelerden daha
karmaşıktır. Bir yatkınlık yükleminin betimi, pek çok betimi içinde taşır;
çünkü bu yüklemin pek çok görünüşü vardır. Örneğin bir gururun açıklaması
sadece eylemleri ve kelimeleri değil; düşünceleri ve coşkuları da içerir.
Bir
kişinin bölme işlemini anladığını söylemek, şu anlama gelir: Bu kişi bir bölme
işlemi yaptığında doğru sonuçları bulmaya yatkındır. Böylece zihinsel
terimlerin yatkınlık terimleriyle analizi, zihnin ürettiği şeyi görünür hale
getirir. Kabul etmelidir ki, insan yatkınlık terimleriyle açıklanamayan insan
eylemleri vardır. Bu eylemleri açıklamak için ek faktörleri dikkate almalıdır.
Bir kişinin şu veya bu yatkınlık nedeniyle davrandığını söylemek yeterli
değildir. Daha ileri giderek onun niçin bir başka davranışı değil de şu
davranışı yaptığını açıklamalıdır.
İnsan
davranışlarını betimlemek için kullandığımız kavramlar mantıksal-semantik
açıdan iyi belirlenmiş ilişkiler ağı oluşturur. Zihinsel kavramlar denen
duygulanım ifadelerinin derin bir grameri vardır. Bu grameri analiz etmek için
şuna dikkat etmelidir: Bazı ifadeler bazı ifadelerle anlamlı; bazı ifadelerle
anlamsız bir ilişki içindedir. Duygulanım ifadelerimizi, yatkınlıklarımızın,
alışkanlıklarımızın ya da kapasitelerimizin etkisiyle ortaya çıkan durumları
anlatmak için kullanırız: Onların pek çoğu nüanslar içerir. Örneğin “ağrı”
kelime si çok çeşitli nüanslar içerir. Yatkınlık sözcelerimiz gözlemlenmiş ya
da gözlemlenebilir durumların açıklaması değildir; aynı şekilde gözlemlenmemiş
ya da gözlemlenemeyen durumların açıklaması da değildir.
Bir
duygularım durumu nöronal durum ne olursa olsun en iyi ifade eden kelimenin
seçilmesini gerektirir. Örneğin buna en uygun en iyi kelime ağrı mıdır? Sızı
mıdır? Kaşıntı mıdır? Kişi önce bu duruma uygun olabilen kelimelerden en uygun
olanını belirler. Diyelim ki, bu kelimenin ağrı olduğuna karar versin. O zaman
yaşadığı şeyi “Ağrım var.” diye niteler. Uygun kelimenin ne olduğuna karar
vermeden önce nöronal akışın beyindeki etkisinin adı yoktur ve duygulanım durumu
değildir. Duygulanım durumunun adı olan kelime dilimizde hazırdır ve
öğrenilmiştir. Bazen duygulanım durumlarının adı konusunda kişi uygun kelimeye
karar veremez yine de yaşadıklarını “…gibi” “…e benziyor.” diye ifade eder.
Örneğin ağrı olduğuna tam karar verememişse “ağrı gibi” “ağrıya benziyor” der.
Zihinsel
durumların nedeni çok çeşitlidir; hatıralar, umutlar, inançlar, duyumlamalar,
çağrışımlar vs. bunlar olmadan zihinsel durumlar ortaya çıkmaz. “Üzülüyorum”,
“korkuyorum”, “istiyorum” inanıyorum, “umuyorum” gibi birinci tekil şahısla
ifade edilen zihinsel durumların açılımı şöyledir: “…beni üzüyor.”, “..beni
korkutuyor.”, “…inanmaya değer buluyorum.” “…bana umut veriyor.”, “…,
istiyorum.”, “…i bekliyorum.” vs. Bu demektir ki, zihinsel durumların nedeni
zihin dışındadır. Yüzden zihinsel durumlar ya doğrudan ya da dolaylı olarak
geçişli fiillerle ifade edilir. Zihinsel durumları analiz edebilmek için
“geçişli fiillerle ifade edildiklerini asla gözden kaçıramayız.
Burada
şöyle sorabiliriz: Zihin filozoflarının iddia ettikleri gibi zihinsel durumlar
fenomenler midir? Zihinsel durumlar yerine farksız biçimde “zihinsel
fenomenler” diyebilir miyiz? Bize göre bu mümkün değildir. Çünkü kelimeleri
değiştirdiğimizde olguların doğasını da bozarız. Örneğin varlığı süjeye bağlı
olan şey için kullandığımız “sübjektif kelimesinin yerine “objektif” kelimesini
kullandığımızda var oluşun doğası da değişir; nesnel yani süjeden bağımsız
olmayı ifade eder. Zihinsel durumların “fenomen” olduklarını söylediğimizde
onların doğasını da değiştiririz yani sübjektif yaşantılara doğrudan nüfuz
edebildiğimiz objektif gerçeklik yükleriz.
Fenomen
nesnel bir şeyin açıkça, ve doğrudan gözlemlenebilen; betimlenebilen
niteliğidir. Fenomen referansta bulunabildiğimiz bir deneyim objesidir. Oysa
yaşantılar karşımızda görünen ve işte diye işaret edebildiğimiz bir olgu
değildir; gramerle ifade edilmiş durumlar olarak vardır. Kant bu
terimi doğrudan bilgisine ulaşabildiğimiz, betim diliyle ifade edebildiğimiz
“objektif” görünüşler için kullanmıştı. Eğer zihinsel durumların fenomen
olduğunu kabul edersek bundan zorunlu olarak örtük iki sonuç çıkar:
a
Zihinsel durumları doğrudan bilebiliriz ve betimleyebiliriz.
b)
varlığı süjeye bağlı durumların da fenomen olduğunu söyleme hakkımız vardır.
Oysa
bunlardan ilki imkansız, ikincisi meşru değildir Bunun tek bir açıklaması
vardır: Zihin filozofları kavramları özensiz olarak kullanmaktadır.
Bunlardan
hiçbiri zihinsel yaşantılar yerine zihinsel fenomenler demeyi meşru kılamaz.
Zihinsel
durumlar psikolojik, fizik veya fizyolojik olaylar tarafından belirlenemez;
çünkü bu olaylar nedenselci modele göre anlaşılır. Oysa zihinsel durumlar
nedenselci modele göre açıklanamaz; çünkü nedenselci modele göre açıklanırsa, zihinsel
durumların ortak duyunun özelliklerini taşıdığını yani nomolojik bilimsel olgu
gibi açıklanabileceği kabul edilir. Oysa nomolojik yani yasaya göre sadece
deneysel bilimler açıklama yapar.
“Zihinsel”
denen durumlar oldukça farklı kategorideki entitelerdir. Onların tümünü sadece
“zihinsel” başlığı altında toplamak yanıltıcıdır ve sonuçta kategori hatası
yapmaktır. Örneğin “görmek” bir zihinsel edim değildir; bir durumdur.
Kıskanmak, korkmak ya da öfkelenmek, aşamalar ya da olaylar değildir; fakat
durumlardır. Buna karşılık bilmek, anlamak ya da hesaplamak, durumlar değil;
kapasitelerdir.
Kişilerin
yaşadıkları zihinsel durumların özdeş olduklarını; başkalarının çektikleri
acının, taşıdıkları umutların, duydukları sevincin, korkularının vs. benimkine
benzediklerini benimkiyle aynı olduklarını kısaca zihinsel durumların özdeşliklerini
nereden biliyorum? Zihinciler, zihinsel durumların özdeşliği için gerekli
zihinsel koşulları yeterince tartışmış değillerdir. Onlar zihinsel durumları,
dilden hareketle belirlemeye çalıştılar; fakat hemen bir güçlükle
karşılaştılar. Bu güçlük şu sorularla ifade edilir: Zihinsel durumların, dilin
yapısı kadar karmaşık ve çok incelenmiş yapıları olduğunu gösterecek
araçlarımız var mıdır? Varsa bunlar bir sözlük müdür? Kompozisyon kuralları
mıdır? Zihinsel durumların bölümleri var mıdır? Hiçbir ciddî empirik inceleme,
bu soruları cevaplayamaz. Empirik araştırma, düşünceyle bilgisayar arasında bir
benzerlik kurar. Buna göre “düşüncenin dili” ve “bilgisayarın dili” aynı
mekanizmaya göre çalışır. Düşünce de bilgisayar da verileri ya da girdileri
değerlendirerek söze ya da ekrana ifade veya çıktı olarak yansıtır. Empirik
araştırma, bu benzerliği postulat olarak kabul eder. Bilgisayarla bu analojinin bir
temeli olsa bile, zihinciyi güç duruma düşmekten kurtaramaz; çünkü söz
konusu analoji zihinciliği, başlangıçtaki hedefinin tersi bir yola sürükler;
davranışçılığın bir türüne dönüştürür.
Bir zihne
inanç ve istek yüklemek, son derece normatif bir hipotezi, betimlenen
davranışın karmaşıklığını kabul etmeyi gerektirir. Yine de inançlar ve
istekler, gerçekten zihinsel durumlar değildir.
Zihinsel
fonksiyonların nörolojik korelatları problemi, dil üzerine incelemelerle
birlikte çokça ele alındı. Günümüzde bu çalışmalar, tüm zihinsel aktiviteleri
içerecek şekilde genişledi. Ancak beyinsel koordinatlar bulma çabası, ciddi
eleştirilerle karşılaştı. Bu eleştiriyi yapanlara göre yöntemsel bir hata
yapılmaktadır. Bu hata bir zihinsel fonksiyonun yerini belirlemeye çalışmaktan
ibarettir. Bu konuda zihinciler şöyle bir mantık geliştirmektedirler: Nasıl ki,
beyinde bir lezyonun yerini belirleyebiliyorsak, zihinsel durumların yerlerini
de belirleyebiliriz. Oysa bu düşünce yanlıştır. Beyindeki lezyonlarla zihinsel
durumlar arasında ortak bir nokta yoktur. Bu nedenle lezyonlara uygulanması
doğru olan yöntemin zihinsel durumlara uygulanması imkânsızdır.
“İçsel
yaşantıların yeri zihindir.” mitolojisi “Sevginin yeri kalptir.” mitolojisinden
farklı değildir. Zihnin analizi, zihinsel durumları açıklama değildir.
Zihinsel
durumlar göstergelerin kullanılmasına sıkı sıkıya bağlıdır. Tıpkı bunun gibi,
düşünce ister akıl yürütme isterse çıkarım tarzında olsun; göstergelerle gerçekleştirilir;
göstergelerden bağımsız, kendi başına var olan bir düşünce olamaz. Bu yüzden
düşünmek, göstergeleri gramer kurallarına uygun biçimde kullanarak, bir dil
oyunu oynamaktır.
Gerçekte içsel süreçler
yoktur sadece davranış vardır. İç süreç, dış ölçütlere muhtaçtır.
Zihinsel
durumların fizyolojik açıdan açıklaması, ilk bakışta bize yardım ediyor
gibidir. Ama bu açıklamanın gerçekte sadece düşüncelerin katalizörü olduğunu
hemen fark ederiz. Fizyolojik açıklamayı sadece, ondan kurtulmak için işin
içine koyarız.
Zihinsel
olguları fizyolojik süreçlerin etkileri diye düşünmek, zihinsel kavramların
anlaşılmasına engeldir hatta tehlikelidir. Fizyolojik hipotezlerin terimleriyle
düşünmek ya hipotezler olmayan güçlüklerin bir serabını yok etmektir ya da
hiçbir şey çözmeyen çözümleri çözmektir.
Zihinsel durumun
sadece dil felsefesi açısından açıklaması olabilir; bu açıklama,
lengüistik-kavramsal analizlerle aydınlatmadır; bu aydınlatma, nedensellik
ilkesini dışlar. Zihinsel önermelerin gramatikal incelemesi şunu düşünmeyi
gerektirir: Pek çok zihinsel terim, anlamak ve bilmek gibi kapasiteleri işin
içine katar. Zihin, en azından bir ölçüde bir kapasiteler
sistemidir. Zihinsel kavramlarımız yaşantılarla ilgilidir; nesneler veya
olgular değildir; fakat bireylere ve kişilere yüklediğimiz özelliklerdir.
Onların üçüncü şahıs olarak kullanılmaları gözleme dayanır. Oysa Birinci şahıs
zamirler gözleme dayanmaz. Birinci şahıs psikolojik cümleler, üçüncü şahıs
cümlelere karşıt olarak, betim değildir; dışavurumdur. Üçüncü şahıs cümleleri
ise betimdir ve bilgidir. Zihin alanına giren şeyi nasıl betimleyebiliriz? Bu
soruya cevap vermenin en iyi yolu, psikolojik kavramlarımızın gramerini dikkate
almaktır. Bu kavramların grameri, birinci ve üçüncü şahıs fiillerin
asimetrisinde ortaya çıkar. Verdiğimiz örneklerden hatırlanacağı üzere
“Duyuyorum.” un ve “Bekliyorum.” un doğru grameri, “O duyuyor.” un ve “O
bekliyor.” un grameriyle aynı değildir.
Zihinsel
süreçlere bir dayanak bulma kaygısı, olguların ötesine geçerek, bir teori bulma
ihtiyacı ortaya çıkarır. Bu teori de paralelizmdir.
Zihinsel
süreçlerin bugün olmasa bile günün birinde bilinebilir olgular olduklarını
söylemek, sadece düş kırıcı olabilir; çünkü onların fiziksel olgular gibi
olduklarını iddia etme hatasına düşmektedir. Oysa zihinsel süreçler ve fiziksel
süreçler arasında benzerlik yoktur. Bu ikisi kökten farklıdır. Bu fark,
mantıksal olanla gramatikal olanı ayırmanın sonucudur. Bu iki süreç birbirine
gerçekten benzeseydi, bir düşünce sürecinin ortaya çıkışını içe bakış
yardımıyla kavramayı düşünebilirdik. Fakat bu, imkânsızdır. Söz konusu
imkânsızlığı açıklayan şey, iç algının bir miyopi olması değildir; fakat
mantıksal sebeplerdir. Gerçekte dille dış bir ilişki içinde olmayan bir sürecin
tasavvuru yanıltıcıdır. Böyle bir sürecin işaretini ortaya koymak imkânsızdır.
Kısaca söylersek zihinsel süreçleri fiziksel süreçlere benzetmek mümkün
değildir.
Bu uzun
sayılabilecek eleştirilerimizi şu değerlendirmelerimizle bitirmek istiyoruz.
Burada zihin felsefelerinin ana hatlarıyla bir özetini
vermem hem mümkün değildir hem de gereksizdir. Ben şimdi kitabımızın sonunda
zihin felsefesiyle ilgili temel bir sorunu tartışmak istiyorum: Bir zihin
felsefesi mümkün müdür? Yukarıda zihin hakkında söylediklerimizi dikkate
alırsak mümkün değildir. Hangi tarzda ve hangi problem(ler) çerçevesinde
yapılırsa yapılsın, zihin felsefesi bir felsefe değildir.
Önce şu soruyu cevaplamak istiyorum: Bir zihin
felsefesi mümkün müdür? Mümkün değildir. Felsefenin uylaşımsal iki anlamı
vardır: Metafizik ve dil felsefesi. Metafizik var olanın var olan olarak
bilgisidir. Metafiziğin konuları, var olan, var-olmayan, nesnelerin özü,
nitelikleri, zaman, mekandır; ruh, idealar gibi fizik dünyanın ötesindeki
varlıklardır; yargı ve türleri, etik sorunlar, özgürlük, insan hakları, çevre
problemleri vs.dir. Dil felsefesinin konuları ise dil ve anlam başlığı altında
ele alınır. Dilin iletişimdeki rolü, bildirim ve yaptırım fonksiyonları,
kuralları, sentaksı, realiteyi ifade gücü, uylaşımsallığı, kullanım olması özel
dilin imkansızlığı; anlamın doğası, objektifliği, referansa bağlılığı, önerme
ve önermesel tutumlar, çok anlamlılık, bağlamın anlamı belirleyiciliği; hayat
biçimleri yle anlam arasındaki ilişki vs. Kısaca söylersek metafiziğin aracı
rasyonalitedir dil felsefesinin aracı ise dilin kurallarıdır.
Zihin felsefesine gelince, bu, felsefe olmaktan çok
bilime öykünmedir. Yukarıda gördüğümüz gibi zihin felsefesinin konusu zihin,
zihnin doğası fizik dünya ile daha ağırlıklı olarak zihin beden ilişkisi ve
zihinsel durumlardır. Beyinde belirdikleri ve beyin tarafından üretildikleri
şekliyle zihinsel durumların doğası, biyolojik ya da fiziksel karakterde olup
olmadıkları, birinci şahıs sözcelerle ifade edilmeleri, başlıca nitelikleri,
nedensellikleri; bilinç; bilinç beyin ilişkisi.
Başta Searle ve Chalmers
olmak üzere zihin filozofları zihin veya bilinç hakkında konuşmanın güçlüğünü
kabul edeler. Searle’ün görüşünü yukarıda vermiştik. Avustralyalı ünlü
Chalmers’ de zihin (bilinç problemini “zor problem” (hard problem of
consciousness) diye niteler;[6] bu nedenle zihinden
değil de zihnin işleyişinden konuşmanın daha kolay olacağını söyler. Bu konuda
ayrıntıya girmek gereksizdir. Biz zihin filozoflarının “zihin hakkında konuşmak
zordur” görüşlerinin oldukça iyimser bir açıklama, daha doğrusu
imkansızlığının örtük bir itirafı olduğunu düşünüyoruz. Başka türlü
olması imkansızdır; çünkü hangi tarzda ve hangi yöntemle ele alınırsa alınsın
zihin hakkında hiçbir doğrudan deneyim yoktur; bu nedenle kendinden hareketle
betimlenemez; yukarıda söylediğimiz gibi zihin, varsayımdır, bir aksiyomdur;
ontolojik gerçekliği yoktur.
Zihin filozoflarının
“zihinsel fenomenler”, zihinsel durumlar” ya “bilinç durumları” hakkında ne
denebilir? Eğer zihin” ontolojik gerçekliğe sahip değilse o zaman
duygulanımlar, içsel yaşantılar da temelsiz olmaz mı? Oysa bunlar hepimizin
yaşadığı, dışa vurduğu ve ifade ettiği durumlardır. Kuşkusuz bunlar bir
gerçektir. Varlıklarını inkar edemeyiz. Bize göre bunlarla ilgili yanlış,
gerçek olmadıkları halde sanki gerçekmiş gibi kabul edilmeleri değildir;
zihinle ilgilendirilmeleri, “zihinsel” diye nitelenmeleridir. Bunlara ben “zihinsel
durumlar değil, “duygulanım ve yönelim durumları” diyorum. Zihin felsefesinde
qualia denen duygulanım ve yönelim durumlarının objektif varlığı çok
tartışılmıştır. Qualia doğrudan deneyim dışında hiçbir şekilde
iletilemez veya anlaşılamazlar. Bu Dennet’in çok önemli tezidir. Ona göre
Qualia İçkindir – deneyimin diğer şeylerle olan ilişkisine bağlı
olarak değişmeyen, ilişkisel olmayan özelliklerdir. Kişiseldir –
qualia'nın tüm kişilerarası karşılaştırmaları sistematik olarak imkansızdır. Bilinç
tarafından doğrudan veya anında kavranabilir– bir qualia'yı
deneyimleyebilmek, birinin bir qualia'yı deneyimlediğini bilmesi ve o qualia
hakkında bilinmesi gereken her şeyi bilebilmesidir. Çeşitli qualia tanımlarının
doğası ve varlığı, doğrulanamadıkları için tartışmalıdır.
Sonuçta Qualia “kesin olmayan sezgiler”dir.”
Qualia ile ilgili bu tartışılan ama herkesi ikna edemeyen pek çok problem
vardır. Örneğin Qualia var mıdır? Qualia fiziksel tasavvur mudur/yönelim midir?
midir? Hangi zihinsel durumlar Qualia'ya sahiptir? Qualialar arasındaki ilişki
ve zihinsel durumun nedensel rolü nedir? Qualia ve beyin arasındaki ilişki
nedir? Hayvanlarda qualia var mıdır? Bir yapay zekanın qualiası olabilir mi?
problemleri bunlardandır.
Stanislas Dehaene, ise şunu ileri sürer Yakın bir gelecekte, bilgi
işlemede herhangi bir rolü olmayan saf deneyim nicelikleri olan qualia kavramı,
bilim öncesi çağın garip bir fikri kabul edilecektir. Aynı şekilde, sübjektif
deneyimlerden ibaret bilinç problemi de yavaş yavaş ortadan kalkacaktır; çünkü
gelecekte bütün problemler nesnel ve çözülebilir yani bilimsel problemler
olacaktır. Bilimin kesin sezgilerinin sorgulaması olmayacaktır.[7]
Zihin
felsefesiyle ister okuyucu ister araştırmacı olarak ilgilenenler, bu alanda
görüşlerin ne kadar farklı ve karşıt; empirik verilere dayanmalarına rağmen
sonuçların tartışmalı olduklarını hemen fark ederler.
Bugünkü
haliyle zihin felsefesi konusu (zihin) belirsiz, problemleri (qualia)
tartışmalı, yöntemi (nörolojik araştırmalar) özgün uygun olmayan, bilime
öykündüğü halde gerçekte bilimi sadece bilimin sonuçlarını speküle eden iki
indirgemeciliğin birinden nöroncluktan (pannöronizm) veya atomculuktan
(panatomizm) kaçınamayan, gelecekte nereye evrileceği kestirilemeyen son derece
heterojen açıklamalar toplamıdır.
* Zarma songhaï imparatorluğunun önemli dillerinden biridir.
Nijer, Nijerya, Burkino Faso Mali ve Sudan’da iki milyon kişi tarafından
konuşulur. Songhai de Batı Afrika’nın önemli dillerinden biridir.
[1] Norbert, Le Guérinel, “Note sur la place du corps dans les cultures
africaines..” In: Journal des africanistes, 1980, tome 50,
fascicule 1. pp. 113-119;
[2] Loc.cit.
[3] Koch, Christof; Tononi, Giulio « Can machines be conscious? »
(2008).
"Les machines peuvent être conscients?»
IEEE Spectrum July 2008
45(6), pp. 55 – 59
[4] Pascal Engel’den
naklen “La question de la croyance en philosophie contemporaine de l'esprit”, Persée,
Questions à Pascal Engel par Alain Policar Année 1995, 113 pp.,
55-76
[5] Hans Jonas (Deuxième Partie, chap. II, p.
182-230 Jonas, Hans (2000), Puissance ou impuissance de la subjectivité, C.
Arnsperger (trad.), Paris, Cerf, 2000.
[6] David Chalmers, « Facing Up to
the Problem of Consciousness », Journal of Consciousness Studies,
vol. 2, no 3, 1995, p. 200-219.
[7] S. Dehaene, Le Code de la conscience, Introduction,
« le dernier problème », Odile Jacob, Paris, 2013.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder