30 Aralık 2024 Pazartesi

Thales'in Arkesine Dil Felsefesi açısından bir bakış

 

Thales’in sorusu meşru muydu?

 

Her açıklama bir soruya cevaptır veya açıklamayı anlamak hangi sorunun cevabı olduğunu belirlemektir. Bu nedenle biz önce bu satırlarda Thales’in evrenin ilkesine ilişkin soru şeklinde bir problematik ortaya koymak istiyoruz: Cevabı “Evrenin ilkesi sudur” şeklinde bir soru meşru mudur? Kuşkusuz tıpkı Platon’un diyaloglarında olduğu gibi Thales’in bu konuyu bir diyalogda sorulan bir  soruya cevap olarak açıkladığına dair felsefe tarihlerinde bir bilgi yoktur. O nedenle biz Thales’in sözünü cevap diye değil; bir açıklama diye kabul edeceğiz. Ancak az önce söylediğimiz gibi bu açıklamayı bir diyalog ortamına dökerek şöyle ifade edeceğiz:

  X: Söyle Thales, Sana göre evrenin ilkesi nedir?

Thales: Evrenin ilkesi sudur.

Bu diyalog iki kişi arasında değil de Thales’in içsel bir konuşması da olabilir. O zaman diyalogun biçimi şöyle olur:

Evrenin başlangıcını düşünen Thales: Evrenin başlangıcı ne olabilir.

Düşüncesinin cevabını açıklayan Thales: “Evrenin ilkesi sudur.”

Şimdi ister şunu tartışalım: Soruyu Thales’in ister muhatabı sorsun; isterse kendi kendine sorsun. Peki, soru meşru ya da anlamlı bir soru mudur? Bunu bilebilmek için spekülasyon ve yorum dışında bir yol daha doğrusu ölçüt vardır.  Konuyu açıklayalım.

İki tür soru vardır: Anlamsız soru ve anlamlı. Anlamsız soru, nasıl cevaplanacağına ilişkin önceden uylaşımsal bir yöntem olmayan sorudur. Thales’in aşağıda vereceğimiz bir cümlesini soru formunda ifade edelim: “Her şey tanrılarla dolu mudur?” Bu soru anlamsızdır. Çünkü bu soruyu cevaplamak için uylaşımsal bir yöntemimiz yoktur. Bir nesneye  yakından dikkatle bakmak, ondan bir parça alıp mikroskopla incelemek, onu toz haline getirip analiz etmek vs. gibi hangi yöntemi kullanırsak kullanalım. Bu soruyu cevaplamamız imkansızdır. Bunu cevaplamak için şimdi bir yöntem olmadığı gibi, bu yöntemin gelecekte bulunması  da mümkün değildir; çünkü yöntemin yetersizliğinin nedeni yöntemin kendisinden kaynaklanmaz; bulunuşunu araştırılan objenin doğasından kaynaklanır. Tanrı’nın veya tanrıların nesnelerde ya da evrende bulunuşu empirik olarak belirlenemez; bu, bir inanç konusudur. Kişi bunan inanabilir ve bunun içim empirik kanıtlara ihtiyacı da yoktur. O nedenle “Nesneler tanrılarla dolu mudur?” sorusu sahte ya da anlamsız sorudur.

Anlamlı soru ise cevaplamak için uylaşımsal bir yöntemimiz olan sorudur. Örneğin Thales’in mıknatısı örneğinden hareketle şunu soralım: “Mıknatıs metalleri niye çeker?”  Soruyu fiziğin uylaşımsal yöntemlerine ve tekniklerine baş vurarak cevaplayabiliriz. Bu nedenle “mıknatıs metalleri niye çeker?” sorusu gerçek sorudur.

Problemlerin doğasına ilişkin bu açıklamaları dikkate alarak esas problemimizin arke probleminin doğasını ortaya koyalım. “Evrenin arkesi nedir?” İkili problem sınıflamamızı dikkate alırsak, soruya ilişkin   şunu sorabiliriz: Bu problem gerçek problem midir ya da sahte problem midir? Yani cevaplamak için spekülasyon ve inanç dışında yöntemimiz var mıdır? Yok mudur?  Kuşkusuz böyle bir yöntemimiz olmadığı gibi olmamız ihtimali de yoktur. O nedenle “Evrenin arkesine ilişkin ifadeler” spekülasyondan veya inançtan öteye gidemezler.  

 

 

 

Burada önce “Antik felsefe entelektüel toprağa düşen tohumdur.”  tezini tartışalım.  Bu “tohum” fikri gerçekte yanıltıcıdır. Tohum önce bir cinsin bir türünün tohumudur. Örneğin buğday tohumu tahıl cinsinin bir türü olan buğday türünün tohumudur. Bir cinsin, örneğin bütün tahıl cinsinin tohumu olmaz.  

 

Arke kavramını felsefenin başlangıcı saymak bir mitoloji olamayan mitolojidir. Bunu daha iyi ifade edebilecek bir terim yok gibidir. "" Her şeyin aslı kökeni sudur, havadır apeirondur ifadeleri çelişkilidir. Çünkü iki tür suyu var sayar. 1- Gündelik hayatta işaret edebildiğimiz betimlemebildiğimiz su, 2- Her şeyin kaynağı olduğu varsayılan bildiğimiz suya karşıt olarak var olduğunu ileri sürdüğümüz, suya benzemeyen su. Bu su ne cinstir ne de türdür. Cinsten ve türden önce olduğu iddia edilir. Ontolojik olarak cinsten ve türden önce olan bir şeyi varsaymak dilin ve mantığın sınırları dışına çıkmaktır. Oysa dilin ve mantığın dışında sessizlik dışında hiçbir şey yoktur.
   Arkhenin mitolojik olmasının bir başka nedeni, farklı kültürlerde gördüğümüz öğrenilmiş ve taşınmış  köken mitolojilerinden farklı olarak varsayılmış kişisel mitoloji olmalarıdır.
    Herşeyin aslı .... dır nasıl bir sözcedir daha doğrusu empirik bir önerme midir ya da mantıksal bir çıkarım mıdır? Bunlardan ne biridir ne de diğeridir. Çünkü arkhenin doğrudan betimi yoktur. Onu açıklama saymamız için kullanacağımız bir açıklama ilkesine sahip değiliz. Mantıksal çıkarım olmasına gelince bu konuda şunları söyleyebiliriz. Ne klasik mantığın ne de modern mantığın ilkeleri arkheye uygulanamaz. Hangi türdeki mantık olursa olsun çıkarına konu olan önerme her zaman empirik bir deneyimin ürünüdür. insanla ilgi çıkarımların hareket noktası olan önermelerdeki her insan kimi insan bir insan gibi önermelerin insan' bir türdür veya türün bireyidir. Oysa ne bildiğimiz anlamada türdür ne de  türün bireyidir. Bu nedenle arkeye ilişkin bir mantıksal önerme olamaz.
  O zaman şunu sorabiliriz: Arkheyle ilgili sözce bir inanç sözcesi midir? Buna evet denemez. Bunu kısaca açıklayalım. Kökenlere ilişkin insanlık tarihinde pek çok mitoloji vardır. inanç sözceleri ya kolektif ve kültüreldir ya da bireyseldir. kolektif inançlar uylaşımsaldır ve öğrenilmişlerdir. Bunlar coğrafyaya kültüre kültürlerin birbiriyle karşılıklı etkileşimlerine, insanın temel niteliklerine, hayata verilen anlama vs. gibi pek çok faktöre bağlı olarak değişir. Toplumsallaşma sırasında bu kökenle ilgili anlatılar öğrenilir. 

Konuyu arke problemine getirirsek şunu diyebiliriz. Bir an için Aristoteles’in söylediklerini kabul edelim: O zaman şu ortaya çıkıyor: Thales’in arkesi öğrenilmiş değil, kurgulanmış bir mitolojidir. Köken mitolojilerindeki gördüğümüz oluşun kaynağını açıklamayı amaçlar. Oluşun kaynağı olması bakımından köken mitlerine benzer. Kolektif olmaması bireysel varsayım ürünü olması bakımından köken mitlerinden ayrılır. Bu yüzden ona kurgulanmış mekanik mit demenin daha doğru olduğunu düşünüyorum. 

Felsefe tarihlerinin büyük çoğunluğu şunu kabul eder:   Felsefenin ilk defa Antik Yunan’da Milet Okulu’yla ortaya çıkmıştır. İlk filozof da Thales’tir. Felsefe tarihçilerinin bu tezlerini Aristoteles’in Metafizik’teki ve Ruh Üzerine’deki bazı ifadelerine ve doksografilere dayandırırlar. 

Buralarda verilen bilgiler aşağı yukarı maddeler halinde şöyle verilebilir. 

       Su, ilk ilkedir.

       νοῦς evrenin tanrısıdır 

       Tanrısal olmayan hiçbir şey yoktur.

       Su nemli şeylerin ilkesidir.

       Nemlilik her şeyi besler

       Su, nemli şeylerin nemliliğinin ilkesidir.

       Dünya canlıdır ve ruhlarla doludur.

Gerek Aristoteles’in gerekse doksografların Thales’in arke ve kozmolojisine söyledikleri ana hatlarıyla bunlardır. Şimdi bize aktarılan bu görüşlerle ilgili bir değerlendirme yapalım. 

Değerlendirmemize geçmeden önce Thales’e dair söylenenleri bir bilgi sayıp sayamayacağımız konusunda işaret fişeği gibi olan Alter Kranz’ın belirttiği çok önemli bir noktayı vurgulayalım. Kranz demektedir ki,

Aristoteles evrenin ilkesi konusunu Thales adına bağlıyor. Daha Aristoteles zamanında onun öğretisi üzerine sağlam hiçbir haber kalmamıştı ; sadece matematik alanında sağlam bir okul geleneğinin bulunduğu anlaşılıyor.

Şimdi değerlendirmelerimize geçelim:

Biz şimdi konuyu felsefe tarihinde hiç ele alınmamış  oldukça farklı üç açıdan bir açıdan ele alacağız. Bunlar:

I Bilgi fenomenolojisi açısından

II Özel adlar açısından

II Thales’in çözdüğü varsayılan problemin gerçekliği açısından 

III Arkhenin referans olup olmaması açısından

IV. Doğruluk Koşulları Açısından

V Sözce Türleri açısından 

VI. Arka plan açısından

 

I. BİLGİ FENOMENOLJİSİ AÇISINDAN 

      1. İlk değerlendirmemiz bize felsefenin başlangıcı konusunda aktarılanların epistemolojik açıdan bilgi, tarihsel açıdan belge kategorisine girip girmeyeceklerini tartışmaktır. Kranz’ın az önceki ifadesi örtük biçimde şunu söylemektedir: Aristoteles’in Thales’in ilkesi konusunda söylediklerine bilgi gözüyle bakılamaz. Biz konuyu farklı bir açıdan ele alacağız ve şunları söyleyeceğiz: Bir an için varsayalım ki, Thales hakkında Aristoteles’e bilgiler geldi ve Aristoteles de yukarıdaki ifadeleri söyledi. Bu durumda söz konusu ifadeleri bilgi kabul edebilir miyiz? Bilgiye yüklediğimiz anlamı ve bilme fenomenini analiz ettiğimizde söylenenleri bilgi kabul edemeyiz. Çünkü bir ifadenin bilgi olabilmesi için kimden veya nereden öğrenildiği söylenmelidir, kısaca referansı söylenmelidir. Kimden veya nereden öğrenildiği söylenmiyorsa ona bilgi diyemeyiz. 

Aristoteles’in Metafizik’te  ve Ruh Üzerine’de dediklerine ve çeşitli doksograflarda söylenenlere  bu açıdan baktığımızda bilgi olduklarını söyleyemeyiz. Çünkü söylenenlerin referansı belli değildir; ne Aristoteles ne de doksograf yazarları aktardıkları ifadeleri kimden duyduklarını söylememektedirler. Bu da metodolojik olarak onlara bilgi gözüyle bakılamaz. Bu demektir ki, felsefenin başlangıcı bugün bizim için karanlıktır ve o tarihsel dönemi aydınlatacak Tanrı dışında hiç kimse yoktur. 

II DİL FELSEFESİ AÇISINDAN 

II Dil felsefesi açısından Thales tıpkı Platon ve Aristoteles gibi bir özel addır; kişi adıdır.  Bu nedenle Thales adının dil felsefesindeki özel adlarla ilgili veriler ışığında analizi gerekir. Bu analizimiz de şudur:

                Thales adında biri Tarihte yaşadı mı yaşamadı mı? Thales adının bir anlamı olabilmesi onun yaşadığının kesin olarak gösterilmesine bağlıdır. 

                Öyle metinler bulunabilir ki, bunlarda Thales’in hiç yaşamadığı ve belirli amaçlar için icat edildiği anlaşılabilir.

                  Thales adı arkhe problemini ilk defa ortaya koyan kişiyle özdeş değildir. Varsayalım ki, arkhe problemini ortaya koyan bizim Thales adıyla bildiğimiz kişi değil de Mısırda yaşayan ve hakkında hiçbir şey bilmediğimiz  X adlı kişidir. Bu kişi arkheyle ilgili kendi düşüncelerini sanki Thales söylemiş gibi yapabilir. O takdirde her  ne zaman Thales adı geçerse, bu X kişisi anlaşılır; Thales adının anlamı X’le özdeştir. 

D Tarihte bir kişi gerçekte adı Thales olmadığı halde Thales adını kullanan biri de olabilir. Bu da Thales’in gerçekte Thales olmadığı, Thales takma adını kullanan biri olduğu anlamına gelir. 

     C Thales, kendisine atfedilen görüşleri kendisi ileri sürmemiş ve bir Finikeliden veya Mısırlıdan hiç değiştirmeden ya da değiştirerek almış olabilir. O zaman arkhe problemini ilk defa koyan kişiyle Thales adı özdeş değildir. 

 

mantıksal açıdan

Bilme Aktlarının Objesi Olarak Arkhe

 

Burada konuyu farklı bir açıdan bilme aktları açısından ele almak istiyorum.  Felsefede obje ve süje arasındaki ilişkinin kurulma yollarına genel bir ad verilir: Bilme aktları. Bilme aktının iki  türü vardır. Bunlar, çıkarım ve deneyim algılamadır.  Çıkarım öncülleri deneyimden çıkarılsa da  olgusal değildir; mantıksaldır; tutarlılık koşulu göz önünde bulundurularak verilenlerden hareketle verilmeyi çıkarmaktır. Deneyim ise nesneyle ve olguyla duyumlama yoluyla doğrudan kurulan bir ilişkidir; zorunlu değil; olumsaldır; verili olanı, onun sınırları içinde ve niteliklerine dayanarak bilmedir. Burada şunu soralım: Thales’in “su evrenin ilkesidir.” ifadesi bir çıkarım mıdır? Deneyimin sonucu mudur?  Bu iki sorunun cevabı “hayır”dır. Bu ifgade ne mantıksal bir çıkarımdır ne de deneyimimden doğan sözcelerdir. Şimdi bunu açıklayalım.

       Mantıksal çıkarım olmama: Az önce söylediğimiz gibi mantık nesnelerle olgular ve olgularla olgular arasındaki ilişkilerden hareketle verilmeyi çıkarmaktır. Mantıksal çıkarımın öncüllerden hareket edebilmesi için bu öncülleri koymayı sağlayacak    nesneler veya olgular olmalıdır. Nesneler ve olgular yoksa öncüller yoktur; öncülsüz çıkarım da yapılamaz. 

Arke’nin mantıksal açıdan bir başka problemi şudur: Mantıksal bir öncülde tümeli ifade eden “her” sıfatı  bir cinsi veya türü betim için kullanılır. “Her insan”, “her ağaç”, “her canlı”, “her çocuk” vs. büyük önermenin öznesi olabilir. Ama “her şey” bir önerme öznesi olamaz. Oysa “Her şey sudan türemiştir.” de “her şey” ifadesi bir özne gibi sunulmuştur. O nedenle “her şey”e ilişkin meşru bir çıkarım olamaz.  

Mantıksal açıdan bir başka problem de şudur: doksografilerde Thales’in Güneş tutulmasını önceden bildiği söylenir. Felsefe tarihçileri İ.Ö. 585’te gerçekleşen bu önbilgiyi felsefenin başlangıç yılı kabul ederler. Konumuz şimdilik Thales’in Güneş tutulmasını önceden bilip bilmemesi değildir. Felsefe tarihçilerinin sadece aktarımları farklı bağlamlarda ve birbiriyle ilintilendirmeden yorumlamalarıdır. Thales’e dair aktarılan bilgilerin arasında seçme yapmadan hepsi birbiriyle ilişkilendirilecek olursa o zaman mantıksal problemler çıkar. Anlatılanlara göre Determinizm ilkesini kabul ederek Güneş tutulmasını önceden gören kişi de “her şey tanrılarla doludur.” Diyen kişi de aynıdır. Bu sonuncu durumda her şey tanrılarla doluysa Thales’in kendisi de tanrılarla doludur. “Tanrılar”ı nasıl yorumlarsanız yorumlayın önermeden bu zorunlu olarak çıkar.

Biz burada bu ikincil sonuçtan mantıkça bize göre daha önemli bir sonuca işaret etmek istiyoruz. Bu sonuç da mantıkta terimlerin değiş tokuş edilebilirliğiyle ilgilidir: Her şey Tanrılarla dolu ise Güneş de Thales’in kendisi de tanrılarla doludur. Değiş tokuş edilebilirlik ilkesine göre bir adın yerine eşdeğeri olan başka bir adı koyduğumuzda önermenin doğruluk değeri değişmez. Örneğin Platon Devlet’i yazdı yerine Sokrates’in öğrencisi Devlet’i yazarsak önermenin doğruluk değeri değişmez. Buna göre Thales yerine tanrılarla dolu insan Güneş yerine tanrılarla dolu gezegen yazabiliriz. O zaman

Thales güneş tutulmasını önceden bildi

Önermesi yerine

Tanrılarla dolu insan Tanrılarla dolu gezegenin tutulmasını önceden bildi

Diye yazabiliriz.

 

Buradan hareketle şunu soralım: Thales’in “her şeyin aslı sudur.” İfadesi çıkarım mıdır? Değildir. Çünkü öncüllerden çıkarılamaz. Hiçbir nesne yoksa deneyim, yani öncül sonuçta da çıkarım olamaz. “Hiçbir şey yoktu, sadece su vardı”,  demek hiçbir niteliği olmayan ve bütün niteliklerin anası olan, adı su olan; ama suya benzemeyen bir şey vardı, demekle aynı şeydir; Başlangıçta sadece su vardı, bütün nitelikler Tanrı’ın ruhunun sularda yüzdüğü gibi sularda yüzüyordu demekten farksızdır.   Hristiyanlığın “Başlangıçta su vardı; Tanrı’nın ruhu sular üzerinde geziniyordu.” İnancından farklıdır. |

IV dil oyunları açısından 

Şimdi eleştirimizi bir başka açıdan dil oyunları açısından yapalım. Antropolojik açıdan her toplumda her konuşma belli bağlamda oynanan bir dil oyunudur. Anlam bağlama uygun bir nesne durumunu anlatmak için uylaşımsal ve uygun kelimeleri kullanarak yani dil oyunları oynayarak ifade edilir. Bir nesne durumunu belirtmek için hangi kelimeyi kullanmanın uygun olduğu öğrenilir ve öğrenilene uygun olarak kullanılır. Dil oyunları doğru oynanarak bildirilen nesne durumları imgelenebilir ve onaylanabilen bir bildirim konusu olabilir. 

Bunu belirledikten sonra şimdi sözü Thales’in oynaması gereken dil oyununa getirelim. Bütün dillerde çıkmayla veya türemeyle ilgili gramer şöyledir: “…, den çıkar, türer.”; “…in , aslı hammaddesi …dır.” şeklindedir. “Çıkan”, “türeyen”, “aslı ...olan” şey her zaman empirik bir nesnedir ve “çıkma”, “türeme” empirik bir olgudur. Örnek verelim. “Bahçedeki çimler çim tohumundan,” “Ördek yavruları ördek yumurtasından” çıkar. “Bir çocuk annesinden doğar.” “Bu çocuktaki ateşin nedeni virüslerdir.”, “Bu mobilya cevizdendir.”  Görüldüğü gibi türemenin, çıkmanın kaynağı, asıl olan şey de ve türeyen, çıkan şey de  empiriktir. 

Burada şunu soralım: Evrenin arkesi sudur, her şey tanrılarla doludur. her canlının nedeni nemliliktir nous her şeyin kaynağıdır gibi ifadeler birer dil oyunu mudur? Cevap kesinlikle “ hayır”dır. Bunlar ..Greklerin bildikleri ve oynadıkları dil oyunu değildir. Bu nedenle hiçbir Grek bu ifadeleri anlayamaz.  O nedenle bize aktarılan bu ifadeler eğer gerçekten söylenmişlerse bile anlaşılamaz. Bir Grek geminin tahtadan bir heykelin mermerden ekmeğin undan unun buğdaydan yapıldığını görmüştür bilir “ Geminin tahtası çürümüştür.” “ Heykel beyaz mermerdendir.” ‘‘| metekler isyan başlattı” gibi dil oyunlarını bir Grek anlayabilirdi,ama “ evrenin ana maddesi sudur.” gibi bir söylemi anlayamazdı, çünkü Onun dilinde evrenin arkesine ilişkin bir dil oyunu yoktur. Bütün dillerde kozmogoni mitlerle ve dinlerle verilir.

V. arkenin kullanımı açısından

Bütün felsefe tarihleri Thales’le ilgili olarak şu konuda uylaşırlar: Thales evrenin ilkesinden söz eden ve bu ilkenin de su olduğunu söyleyen ilk filozoftur.

Bu satırlarda “evrenin ilkesi veya arkhesi sudur.” Kullanımının dil felsefesi açısından bir analizini yapacağız. Sözlerimizin başında şunu önemle belirtelim: Arkik toplumların dillerini hariç tutarsak bütün dillerde pek çok kelime çok anlamlıdır. Çok anlamlılık pratik bir zorunluluğun ürünüdür. Bu zorunluluk da nesne durumlarının birbirinden çok farklı olmalarıdır. Bu farklı nesne durumlarını betimlemek için özel kelimeler bulmak yerine olgular arasında örtük bir analojiden hareketle kelimenin anlamlarını çoğaltmak  daha pratiktir. O nedenle dillerde birbirine gerçekten benzeyen veya benzedikleri varsayılan durumlar için bağlar ayırt edilmesi koşuluyla aynı kelime kelime kullanılır.

Burada kullanımla ilgili Thales’in arke kavramını dil felsefesi açısından analizimiz için önemli bir noktayı belirleyelim: Bir kelime ister tek isterse çok anlamlı olsun; dildeki kelimelerin bütün anlamları uylaşımsaldır, öğrenilir ve öğrenildikleri gibi kullanılır. Bir dil topluluğunda kimse yaygın bilinen ve herkesin kullandığından başka bir anlam veremez.

 

Bunu söyledikten sonra arke kelimesiyle ilgili açıklamalarımıza geçelim.

Grekçe’de arke’nin  ἀρχή, ῆς (ἡ)  (archê) kök anlamı önde olan şey demekti. Bağlamlara göre şu anlamlarda kullanılıyordu:

A başlangıç, kaynak anlamında:

I İlke, kaynak, bir tartışmanın, bir cinayetin nedeni,  başlamak, bir söylemin bir girişimin temellerini atmak;

II Başlangıç noktası anlamında: Bir şeyin ucu, kollara ayrılma yeri bir nehrin kollara ayrılma yeri; temel eylemlerin ilkeleri ve temelleri

Buyruk, güç otorite yetki, yargıçlık otoritesi vs. 

Bütün bu anlamlar bir Grek için öğrenilmiş ve bilinen anlamlardır. Bir Grek, bağlamlara göre bu anlamlardan hangisinin kast edildiğini bilirdi. Belli bir bağlamda söylenen sözceyle hangi nesne durumlarının kastedildiğini anlayabilirdi ve bu durumu imgeleyebilirdi.

Şimdi sözü Thales’in söylediği ileri sürülen “evrenin arkesi sudur.” Söylemine getirelim ve şunu soralım: Thales döneminde yaşayan bir Grek filozofun bu sözünü anlayabilir mi? Anlayamaz. Çünkü halkın kullandığı Grekçe’de böyle bir kullanım yani dil oyunu yoktur. Thales’e atfedilen bu söz bir dil oyunu değildir. Bu yüzden anlaşılamaz. Anlaşılamadığı için bir Grek bu sözceye uygun bir olgu durumunu imgeleyemez. İmgeleyemediği için Thales’i ne onaylayabilir ne de onaylayamaz.

Bir Grek açısından Thales’in sözü “Evrenin ilkesi demirdir.” Sözünden daha açıklayıcı ve mantıklı değildir. Çünkü Grek kültürü antropomorfiktir. Okyanus da bir şahıs Tanrı’dır. Bir Grek dili öğrenirken bunu da öğrenir ve bir inanç olarak benimser. Yorumlamaksızın ve indirgemeksizin bu inancı sürdürür.

Oysa Thales başka bir tonda konuşmaktadır. Onun söylediği varsayılarak aktarılan ifadeler ne bir inanç sözcesi, ne de mantıksal bir çıkarımdır.   Gözlem önermesi formunda  olmasına rağmen gözlemlenen bir olgu yoktur. İlk defa orta çıkışı Tanrı veya tanrılar dışında kimse gözlemlememiştir.

 

V. doğruluk  koşulları açısından

Dünyanın bütün dillerinde sözcelerin doğruluk koşulları vardır. Doğruluk koşullarını taşıyan sözceler anlamlıdır, taşımayanlar ise, anlamsızdır.

Bir sözce doğruluk koşullarıyla özdeştir. Bir önermenin anlamını kavramak, doğru olması için yerine getirmesi gereken koşulları bilmektir. “Hava güzeldir.” ya da “Kar beyazdır.” gibi cümlelerin anlamını belirlemek, hangi koşullarda doğru olduklarını söylemektir. Gerçekkoşulluluk sayesinde anlam objektif bir özellik taşır; sübjektif tasavvurlarımıza ya da psikolojimize göre değişmez. Bir cümlenin söylediği şey, kognitif, objektif bir içeriktir; bir düşünce’dir. Sonuç olarak doğru cümleyle objektif bir dünyaya dair objektif bir bilgiyi ifade ederiz ve cümlelerimizin bizden bağımsız doğruluk koşulları vardır. Frege’nin bu anlam anlayışı radikal bir realizmdir.

 

Bir kelimenin anlamı, ölçütü tarafından (diğer deyişle temel sözcesinden türetilme ilişkileri tarafından, doğruluk koşulları tarafından, doğrulanması yöntemi tarafından) belirlenir. O yüzden, bir ölçüt belirlenince, bu kelimeyle “demek istediğimiz” şey hakkında karar verme özgürlüğümüz artık yoktur. Ne kesin bir anlam veren ölçütten daha azını dile getirebiliriz ne de çıkarsanan her şeyin belirlenmesini sağlayan ölçütten daha çoğunu söyleyebiliriz. Ölçüt, örtük anlamı içerir; yapılması gereken, sadece örtük anlamı açığa çıkarmaktır.

Varsayalım ki, bir kişi “babu” diye yeni bir kelime uydursun; babular olan ve olmayan nesneler kabul etsin. “Babu”nun anlamını öğrenmek için, bu kişiye şunu sorarız: “Ölçütün nedir? Bir şeyin “babu” olduğu veya olmadığı somut durumu nasıl belirleyebilirsin?” Başlangıçta kabul eldim ki, o, ne diyeceğini bilemez; sadece şunu söyleyebilir: “Babuluk” için deneysel ölçüt yoktur”. Bu durumda “babu”nun kullanılmasına izin verilmediğini düşüneceğiz. Bu kelimeyi uyduran kişi, boş yere şunu iddia edecektir: “Babular olan ve olmayan şeyler vardır; “babu” olan ve olmayan nesnelerin bulunması, insanların sonlu ve zavallı aklı için sadece ezeli bir gizemdir.” Bu açıklamalar gerçekte bizim için sadece boş sözlerdir; ama o, bize diyebilir ki, ben “babu”yla yine de bir şeyi kast ediyorum. Bu durum bize sadece şu psikolojik olgu hakkında bilgi verir: Bu kişi, kelimeye tasavvurlarını ve duygularını eklemektedir. Fakat kelime bundan dolayı yine de bir anlam taşımaz. Yeni kelime için belirlenmiş ölçüt olmadığından, bu kelimenin yer aldığı sözceler hiçbir şey söylemez. Bunlar, yalnız sahte sözcelerdir.

Bütün bu açıklamaların sonucu şudur: Thales’in “Su evrenin ilkesidir.” sözü Bir Greke için anlamsızdır; çünkü doğruluk koşullar içermemektedir. Bir Grek “Mermer heykelin arkesidir.” “Ekmek hamurdan yapılmıştır.” Sözlerini anlayabilir. Çünkü doğruluk koşullarını içerirler. Doğruluk ölçütü gözlemlenen ve az veya çok tekrar eden olgulara ilişkindir. Biricik olanın bir defa olanın ne betimi ne de bu betimi anlamlı yapacak ölçüt olamaz. Doğruluk ölçütü olmayan ifadeler anlamsızdır. Thales’in sözünün doğruluğunu gösterebilecek hiçbir ölçüt yoktur. Bu nedenle “Uzaydaki ırmak fazla yağıştan taştı.” Ne kadar bir olgu betimiyse, Thales’in sözü de o kadar olgu betimidir. 

 

VI arka plan Koşulları açısından

 

Thales’in arke kavramının analizini arka plan açısından açıklamalarımla bitirmek istiyorum. Bu konuda öncelikle şunu belirleyelim. İnsan hangi dönemde yaşarsa yaşasın bir kültürde yaşar. Kültür bireyi çeşitli yollarla değerlerle kurumlarla mitolojilerle  dinlerle belirler. Belirleme sadece eylemler empoze etme veya buyurma yoluyla olmaz. Arka plan bireye dünya görüşü verir. Birey dünyaya nasıl bakmalıdır olup bitene gözlemlediklerine nasıl anlam vermelidir, dili nasıl kullanmalıdır insanlarla nasıl ilişki kurmalıdır bunları öğrenir ve öğrendikleri bir arka plan olarak her an onun bakışında tasavvurunda ve eylemlerinde yansır. Birey kültüründe verilmeyeni düşünemez araştıramaz ve keşfedemez.

Nasıl ki sonuç nedeni değil de neden sonucu belirlerse doğruluk koşulları arka planı değil, tam tersine arka plan sayıltıları, cümlenin doğruluk koşullarını belirler. Bir eskimo genetiğin insan kişiliği üzerindeki etkisini düşünemez ve araştıramaz,  inka uygarlığında yaşayan biri aya gidilip gidilemeyeceğine ilişkin bir problematik oluşturamaz. Her araştırma bir Ön bilgiyi daha doğrusu bilgi birikimini gerektirir. Merak kendi kendine durduk yerde ortaya çıkmaz ya bilgiyi derinleştirme veya genişletme isteğinin veya ihtiyacının ürünüdür ya da bilinende fark edilen boşluğu giderme veya kuşkuyu giderme çabasından doğar. Bütün bunlar arka plan bilgilerine dayanarak gerçekleştirilir.

Sözü Thales'e getirecek olursak Thales'in evrenin ilkesine ilişkin bir problematik oluşturması mümkün değildir. Çünkü kültürel arka planında bunu düşünmesine izin verecek hiçbir öge yoktur. Evren nasıl ortaya çıkmıştır? Bu zaten içinde yaşadığı kültürde verilmiştir. Onun kültürde verileni yetersiz sayarak araştırmayı düşünmesi de mümkün değildir ve anlaşılamaz. Çünkü kültürde verilenden kuşku duyması için neden olamaz. Öte yandan bu kuşkuyu farklı bir kültürden öğrendiklerini dayanarak do oluşturamaz. Kültür başka bir kültürün karşıtı alternatifi ya da tamamlayıcısı değildir. Burada şöyle soralım: Thales'in komşu kültürlerden hareketle böyle bir problematik oluşturabilir mi? Oluşturaımız. Çünkü hangi kültür olursa olsun, hiçbir kültürde “ Evrenin ilkesi nedir?” sorusu sorulmadığı gibi Thales'in sorusunu esinleyecek ögeler yoktur.

Arka plan şu veya bu cümlenin anlamının doğruluk koşullarını belirlerken kapasitelere, istidatlara ve pratik bilgilere dayanır. Kuşkusuz kapasiteler, istidatlar ve pratik bilgiler ise cümlenin semantik içeriğinin parçası değildir. Ama bunlar cümlenin anlamını açıkça anlamamızı sağlarlar. Bir şeyin bir şeyden çıkmasını ya da türemesini, doğmasını ifade eden fiiller arka planda anlaşılır. Örneğin “Buhar kaynayan sudan çıkar.”, “Işık Güneşten   çıkar.” “Balık denizden çıkar.” “Çocuk anneden doğar.” sözcelerindeki  eylemleri arka plana dayanarak biliriz. Arka plan bir duruma ilişkin sözceyi oluşturmak için doğru ve uygun fiilin ne olduğunu söyler. Bu fiilin yer aldığı bir cümleyi anlayabiliriz; olgu durumu imgeleyebiliriz. Örneğin lengüistik arka plana dayanarak suyla  buhar, Güneşle ışık, denizle balık, anneyle çocuk arasındaki ilişkiyi “çıkma” ya da “doğma” fiiliyle ifade ederiz;  bu olgularla ilgili cümleyi anlarız.

Fakat “evren sudan çıkmıştır.” Sözcesine dair bir arka plan yoktur yani bu sözce bir Grek için anlaşılır sözce değildir. Çünkü evrenin ortaya çıkışına ilişkin bu cümle bir arka plana dayanmaz. O nedenle anlaşılamaz. Eğer iddia edildiği gibi Thales bu cümleyi söylemişse, arka plandan hareketle diyebiliriz ki, hem “çıkmak” türemek, eylemini  doğru kullanmadığı için hem kendisi imgeleyemediği bir durumu anlatmaya çalışmıştır hem de muhatapları hiç de onu anlayamamıştır.

 

kullanarak  durumu anlatan cümleyi anlayabiliriz.

bir fiili bize kullanılan eylemin Arka plan sayesinde   , Örneğin, iki grup cümleyi düşünelim. Birinci gruptaki cümleler “… den çıkmak” fiilini, ikinci gruptaki cümleler ise “bitmek” fiilini içersin. Birinci grup cümlelerimiz şunlar olsun: “Pastacı pastayı kesti.”, “Bahçıvan otu kesti.”, “Terzi kumaşı kesti.” İkinci grup cümlelerimiz ise “Burada çok ot biter.”, “Çocuk tabağındaki yemeği bitirdi.”, “Yol burada bitti.” cümleleri olsun. “Kesmek” ve “bitmek” fiillerini yer aldıkları bu cümlelerden her birinin normal düz sözcelenmesinde sabit bir anlam vardır; hiçbir sözlüksel belirsizlik ve metaforik kullanım yoktur. Ama bu durumların her birinde aynı fiil, doğruluk koşullarını veya farklı tatmin koşullarını belirleyecektir çünkü “kesmek” veya “bitmek” diye düşünülen şey, bağlama göre değişecektir. Örneğin, “Otu kesmek” cümlesini alırsanız, bilirsiniz ki bu cümle “pastayı kesmek”ten farklı biçimde yorumlanmalıdır. Bir kişi bana pastayı kesmekten söz ederse ve ben de pastayı biçme makinesiyle kesersem veya bana otu kesmem söylenirse ve ben de otu mutfak bıçağıyla kesmeye çalışırsam, benden istenen şeyi yapmadığım çok açıktır. Yine de bu yanlış yorumları yasaklayan bu cümlelerin düz anlamında hiçbir belirsizlik yoktur. “Kesmek” fiilinin düz anlamı sabit olduğu hâlde, her durumda fiili farklı biçimde anlarız çünkü “kesmek” fiilinin her farklı kullanımında arka plan farklıdır.

Şu soruları cevaplarsak arka plan göreceliliğini çok iyi açıklarız: Aynı literal anlam, farklı doğruluk koşullarını nasıl belirler? Belli arka planlarla semantik açıdan doğru cümleler nasıl anlaşılmaz olmaktadır ve açık hiçbir doğruluk koşulu içermemektedir. Cevaplar için aşağıdaki beş cümleyi düşünelim. “Bu cümleler X, Y’yi açtı.” biçiminde olsun.

 

Ahmet kapıyı açtı.

Nilgün gözlerini açtı.

İnşaat ustası duvarı açtı.

Ali, kitabın 37. sayfasını açtı.

Operatör yarayı açtı.

 

Searle, bu cümleleri yorumlarken şöyle demektedir: Bana öyle geliyor ki, bu beş cümledeki “açmak” kelimesi aynı literal anlamdadır. Literal anlam değişmez çünkü bütün bu cümlelerde “açmak” kelimesiyle aynı semantik içerik taşınır. Ancak her cümlenin semantik içeriğini anlama biçimi zorunlu olarak farklıdır çünkü “açmak” kelimesinin doğruluk koşulları değişir. Örneğin; bir yarayı açmak, bir kitabı açmadan tümüyle farklı bir eylemdir. “Açmak” her iki durumda, aynı literal anlama sahip olsa da bu cümleleri anlamak, farklı şekilde anlamayı gerektirir. “Açmak” kelimesiyle ifade edilen olguları dikkate alırsak, açmayla sonuçlanan süreçleri düşünürsek, bu fiilin farklı çağrışımları olduğunu fark ederiz. Örneğin, “Kapıyı açmak” dersek kimsenin aklına bisturi ile yapılan bir eylem gelmez. “Kapıyı açın!” anlaşılmak için, onu oluşturan ifadelerin semantik içeriğinden daha fazla bir şeyi gerektirir. “X, Y’yi açtı.” şeklindeki bir formülasyon bile bu yorumu vermez.

Anlamak, anlamı kavramaktan başka bir şeydir. Çünkü anladığımız şey, anlamın ötesine gider. Cümleyi anlamasak bile cümlenin anlamlı bütün bileşenlerini anlayabiliriz. Şu üç cümleyi düşünelim:

Hasan dağ açtı.

Osman otu açtı.

Hüseyin güneş açtı.

 

Bu cümleler gramatikal bakımdan hiçbir anomali içermez. Bu cümlelerin her bir kelimesini kolayca anlasak da nasıl yorumlanacaklarını bilmiyoruz. Çünkü bunların dayandıkları bir arka plan yoktur. Oysa yukarıdaki “açmak” fiilinin yer aldığı cümlelerin arka planı vardır, yani “açmak”la sonuçlanan bir dizi süreci anlamı mümkün kılan bir arka plan vardır.

 

VII. sözce türleri açısından

Şimdi son olarak Tahles’in ilkeyle söylediğine inanılan cümlenin analitik/sentetik sözce türleri açısından bir değerlendirmesini yapalım.

Sözce türlerine ilişkin Kantçı kategorilerden hareketle şunu sorabiliriz: “Evrenin ilkesi sudur.” İfadesi analitik midir? Yoksa sentetik midir? Bilindiği gibi analitik sözceler mantığımızın sözceleridir ve totolojiktirler yani yeni bir bilgi vermezler. Çıkarım ifadeleri önermede örtük olarak  verileni yeni bir önerme halinde tekrar etmekten başka bir şey değildir. Diğer deyişle bize yenin bir bilgi vermezler. Sentetik önermeler ise olgulara ilişkindir bu nedenle doğru oldukları takdirde bilgimizi zenginleştirirler. Önerme türüne ilişkin bu kısa açıklamamızın sonucu şudur: Bir önerme olgulara ilişkin bilgimizi genişletecekse, bize yeni bir bilgi verecekse sentetik olmalıdır. Açıklayıcı sözcenin sentetik olması Thales’i de bağlar. Onun herhangi bir konuda söylediğine bilgi gözüyle bakabilmemiz için, söylediği şey sentetik bir önerme olmalıdır. Örneğin Thales’e atfedilen Güneş’in ne zaman tutulacağına dair sözü bir sentetik yani açıklayıcı özellik taşır. Çünkü Güneş’in durumuyla ilgili bilgimizi genişletir. Oysa “Her şeyin aslı sudur.” Sözcesi sentetik değildir. Sentetik sözceler gözlemlenen ve tekrar eden doğal olgularla ilgilidir. Biricik olana ve bir defalık olana dair ne analitik ne de sentetik sözcemiz olamaz.

 

ORTAK DUYU AÇISINDAN

Toplumdaki her insan bir ortak duyuya göre yaşar. Ortak duyu kuşkulanılması imkansız bilgi olduğu kadar bilginin elde edilme şeklini de belirler. Ortak duyu objelerin betimlerine ilişkin kolektif düşüncelerimizdir. " Salonda sandalyeler vardır." " Işığın kaynağı güneştir." bir ortak duyu düşüncesidir. Ortak duyu verileri her apaçıktır, pratiktir ve teorik değildir ve yanlışlanamaz, alternatifi yoktur. Evrende doğrudan gözlemlenebilir olgular varsa onlarla ilgili ortak duyu bilgimiz de kesindir, Realitenin salon ve sandalyeler güneş ve ışık diye bölündüğü bir evrende " Salonda sandalyeler vardır." "ışık güneşten doğar. " doğrudur. Nesnelerin adları masalar, sandalyeler, ışık güneş gibi objelerin yargılarımıza girmesini mümkün kılar.
    Arkeyi  bu açıdan düşündüğümüzde Thales'in isnat edilen sözce bir ortak duyu sözcesi değildir. Çünkü ortak duyu dünyada verili şu diye gösterebileceğimiz iki nesne arasındaki ilişkiye dair kendiliğinden apaçık sözcedir. Oysa arke adını betimlenebilir bir nesneden alsa da şu diye gösterebileceğimiz belirli bir şey değildir. Öte yandan arkeden çıktıkları varsayılan tüm nesneler birey olmadıklarından bir ilişkinin öğesi olamazlar. O nedenle arke nesneler ilişkisi gerçek ilişki olamaz ve sonuçta Thalesin sözcesi bir sağ duyu sözcesi değildir. Sonuçta apaçıklıktkan yoksundur. Thales o sözü söylediyse hiç bir grek anlayamaz.

 


    KAPLAM AÇISINSAN

Thales'in arkesinin kaplamı yoktur. ilke olan su kaplamsızdır. Suyun kaplamı tüm sulardır. Örneğin kuyu suyu pınar suyu deniz suyu göl suyu gibi suların tümüdür. Oysa arke olan suyun kaplamı yoktur. kaplamı olmadığından düşünüllmesi İmkânsızdır, bu nedenle anlamlı bir sözcenin yüklemi olamaz.
Grek dilinin kelimeleri çok anlamlıdır ; bu anlamlar Grek'e göre tüm zamanlar için değişmez biçimde kesinlik kazanmıştır ve realiteyi idealleştirimiştir.

29 Aralık 2024 Pazar

ANALİTİK FELSEFEYE DAİR ÇEVİRİME YAZDIĞIM GİRİŞ

 

                                                                        ÇEVİRİ ÜZERİNE

 

 

Bu çeviriyi niye yaptım? Bu kitap yazarının ifadesiyle “Felsefe ülkesinde analitik felsefenin yurttaşlık kazanma çabasıdır.” Analitik felsefe pek çok ülkede aşağı yukarı benzer reaksiyonlarla karşılaşmıştır. Göz ardı edilmek, felsefe dışı sayılmak, lengüistikten ibaret görülmek, ömrü sınırlı moda bir akım olmak, Russell’ın nitelediği gibi aylakların laflamaları olmak* hatta  Deleuze’ün bir radyo konuşmasında* suçladığı gibi felsefenin katledilmesi gibi görülmek vs. Bunlar analitik felsefeye bakış açılarıdır.

Çünkü Batı’da olduğu gibi,  ülkemizde analitik felsefe uzun süre dışlanmıştır. Felsefe  tarihlerinin çağdaş felsefeyle bölümlerinde uzun süre analitik felsefeye yer verilmemiştir. Ayrıca önyargılar, bilgi eksiklikleri ve karıştırmalar söz konusudur. Analitik felsefeye Deleuze’ün gözüyle bakanların önyargılı olacağını söylemek hiç de yanlış değildir. Bilgisizlik konusuna bir örnek: Kıta Avrupası felsefesinin metinlerini çevirmekle ünlü bir çevirmen analitik felsefeden söz ederken şöyle diyordu: “Analitik felsefede insanlar değerli ne buluyorlar anlamıyorum. Anlam analizi anlamlı bir cümlenin özne yüklem ve tümleç gibi ögelerini belirlemekten ibaretti. Bunun felsefeyle ne ilgisi vardır? Öte yandan analitik felsefenin Kıta Avrupası filozoflarının dil üzerine düşünceleriyle, hatta lengüistik ve semantik  gibi empirik dil bilimleriyle karıştırıldığına da şahit oluyoruz.

Peki, bu bakış açıları doğru mudur? Değilse nedenleri nelerdir? Ve Gerçekte analitik felsefe ne tür bir felsefedir? Kıta Avrupası felsefesine neden alternatif olarak ortaya çıkmıştır? Analitik felsefe ile Kıta felsefesi gerçekten birbirini dışlar mı? Ortak noktaları var mıdır? Analitik felsefenin başlangıçta yapıma biçimi ve günümüzdeki uygulamaları arasında ne fark vardır? Analitik felsefeye ömür biçilebilir mi?  Bu ve buna benzer pek çok soruyu tartışmanın kişilerinden ve analitik felsefeyi savunan Analyphron bir hafta süren diyalog ortamında cevaplar.

Kitaptaki diyalogları dikkate aldığımızda şunlar söylenebilir:

1 Kıta Avrupası filozoflarıyla analitikçi arasında diyalog ve tartışma çok nadir yapılır. Önceki tartışmalar formeldir yani bir sempozyumda ya da kolokyumda sunulan bildirilerle sınırlıdır. Oysa Hong Kong tartışmaları informeldir önceden belirlenmiş problemler ve programı yoktur; konuşmaların konusu ister analitik olsun isterse Kıta Avrupası, olsun felsefenin bütün tarihidir ve günümüzdeki durumudur.

2. Hong Kong tartışmaları spontanedir; sorular tartışmanın seyrini  spontane olarak belirler ve konuşma sonraki bir soruya zemin hazırlar ve bu soru cevap soru diyalektiği gün boyu devam eder.

3. Kıta felsefesini savunan Philoconte gibi tartışanlar da baştan beri aynı entelektüel kampta yetişmişlerdir ve kamplarını değiştirmemişlerdir. Baştan beri aynı tarzda felsefe yapmışlardır. Onlara göre felsefede filozoftan filozofa değişen tezler ve doktrinler olsa da bütün bunların arkasında değişmeyen ve felsefeyi felsefe yapan bir “öz” vardır. Kısaca metaforik ifadesiyle Nihil novi sub sole (Güneş altında yeni bir şey yoktur.

Oysa Hong Kong tartışmalarının aktörlerinden biri olan Analyphron kamp değiştirmiştir. Kıta Avrupası geleneği için yetişmesine rağmen bu geleneği terk edip Analitik felsefeyi benimsemiştir. O analitik felsefeyi  ve bu felsefedeki değişimleri felsefi yelpazenin günümüzdeki zorunlu açılmaları gibi görür,  eadem mutata resurgo ( yeniden göründüm, değiştim ve yine de aynıyım) diye itiraf etmekten çekinmez.  Bu diyalog felsefe tarihinde değişmezliğin sembolü Parmenides ve değişimin zorunlu olduğunu savunan Herakleitos diyalogu gibi de okunabilir.

4. Kıta Avrupası ve Analitik felsefelerin anatomik yapıları birkaç saatte ortaya konamazdı. Bunun için en az bir haftalık zamana ihtiyaç vardır. Hong Kong tartışmaları bunun için gerekli süreyi  sağlamıştır.

5. Bu tartışmalarda taraflar konuşmak istedikleri her şeyi konuşma ve birbirinden öğrenmek istedikleri her şeyi öğrenme ve kısaca bütün kuşkularını giderme fırsatı bulmuşlardır.

6. Tartışmalar Wittgenstein’ın ifadesiyle imgesel  Platon’un zihninde kurguladığı diyaloglarının aksine gerçek diyalogdur. İki kampı temsil eden filozof imgede değil, gerçek bir zamanda ve mekanda gerçekten yüz yüzedir. Tartışma gerçek diyalogdur.

7. Bu tartışmalar birbirini dinlemekten ibaret bir konuşmalar serisi değildir; moderatörün ağzından ifade edilen iki amacı vardır: Yanlış anlamaları önlemek ve ortak bir paydada buluşmayı denemek. Analitik felsefeyi savunan Analyphron, Kıtacıların Analitik felsefeyi bilgisizlik; karıştırma meta felsefi kognitivizm karşıtlığı; bilimsel pozitivizm adına kavramsal analizi reddetme gibi nedenlerle yanlış anladıklarını ortaya koyar;  bu olumsuz imgeyi düzeltmek ister. Kıta Avrupa’sını savunan Philoconte da Analitik felsefeyle ilgili zihnindeki bütün soruları sorarak tam bir fikir edinmeye çalışır. Moderatör baştan beri üstlendiği görevi iyi yapmaya çalışarak konuşmaları her iki felsefe tarzının ortak noktalarını bulmaya doğru yönlendirir. Moderatör bu konuda başarılı olmuştur, çünkü tarafların tezleri arasında karşılıklı geçişler olmuş, uzlaşma umudu ortaya çıkmıştır.  

 

Kitabın daha iyi anlaşılabilmesi için analitik felsefeye kuşbakışı göz atmanın yararlı olacağını düşünüyorum.

Analitik felsefe, XIX. yüzyılın sonlarında Alman Yeni-Kantçılığına, İngiliz Yeni-Hegelciliğine, pozitivizme ve evrimsel natüralizme bir tepki olarak doğmuştur. Avusturya'da, Franz Brentano'nun zihin durumlarının yönelimliliğine dayalı tanımlayıcı psikoloji çalışmaları, etik değerlerde realizm ve yargı teorisi, bu geleneğin temel taşlarını oluşturmuştur. Onun öğrencileri Meinong ve George Stout gibi isimler, özellikle İngiliz filozofları G.E. Moore ve Bertrand Russell üzerinde etkili olmuştur.

Moore, gerçekliği nesnel kavramlardan oluşan önermelerle tanımlayan bir yargı teorisi ve Aristotelesçi bir etik geliştirirken, Russell, matematikteki reformlarına dayanarak mantıkçılığı kurmuş ve idealist monizme karşı atomist ve çoğulcu bir metafizik savunmuştur. Russell ayrıca, mantıksal analiz yöntemlerini geliştirerek, dilin çözümlemeye uygun yapısını vurgulamış ve bu yaklaşım, XX. yüzyıl analitik felsefesinin temel taşlarından biri haline gelmiştir. Aynı dönemde Frege, matematik ve mantık alanında yaptığı çalışmalarda, Sinn-Bedeutung (anlam-referans) ayrımı gibi temel kavramları ortaya koymuş ve psikolojizmi eleştirmiştir. Ancak Frege'nin fikirleri, Russell gibi birkaç filozof dışında geniş ölçekte tanınmamıştır.

Analitik felsefe, başlangıçta farklı geleneklerin ortak bir Aristotelesçi arka plana, tanımlayıcı bir psikoloji idealine, mantığın normatif gücüne ve değerlerin objektifliğine dayanan ortak bir zemininde gelişmiştir. Russell'ın "analitik realizm" ve "mantıksal atomizm" kavramları, gerçekliğin bağımsız atomlardan ve bunların ilişkilerinden oluştuğunu, bunların mantıksal analizle kavranabileceğini öne sürmüştür. Moore ise, etik alanda platonik değerler teorisini yeniden şekillendirmiştir.

Bu ilk dönem analitik felsefe, hem Yeni-Kantçı idealizmden hem de natüralist anlayışlardan radikal bir şekilde ayrılmıştır. Mantıksal analiz ve gerçeklikteki evrensellerin özerkliği gibi kavramlar, bu dönemin ana özelliklerindendir.

Wittgenstein’in Tractatus Logico-Philosophicus (1921) adlı eseri, Russell ve Frege’nin birçok tezini özgün bir sentezle birleştirerek, onları daha "aşkın" bir yöne yöneltmiştir. Bu eserde, mantık dünyanın atomik olgularından eşbiçimli bir şekilde türetilmiş bir formun tasviri için bir koşul olarak ele alınır. Ancak mantıksal önermeler, özerk bir gerçekliğe dayanarak doğru olmaktan çıkar; bu form mantıksal olarak gösterilebilir ama söylenemez.

Wittgenstein, mantığın, dünyaya dair doğrular değil, anlamdan yoksun olan kurallar ve totolojiler içerdiğini savunarak, mantıktan hareketle bir metafizik ya da epistemoloji kurulmasına karşı çıkmıştır. Ona göre mantık, özellikle felsefi anlamda saçmalıkları ortaya çıkarmak için bir araçtır ve felsefe bir "doktrin" değil, bir "faaliyet" olarak görülmelidir.

Wittgenstein, Russell ve Moore’un felsefeyi düşünce ve dilin açıklığa kavuşturulması olarak tanımlayan görüşünü benimsese de, bu yöntemi ontolojik bir amaçtan tamamen bağımsız hale getirmiştir. Bu eleştirel yaklaşım, Viyana Çevresi’nin kurucuları üzerinde derin bir etki bırakmıştır. Schlick, Wittgenstein’ın etkisiyle geleneksel empirist çizgiyi sürdürürken, Carnap ise Kantçı temellere dayanan bir yaklaşım geliştirmiştir.

Bu dönemde, Avusturya-Alman felsefesi iki ana kola ayrılmıştır: Brentano’nun etkisini sürdüren ve Husserl’in idealist fenomenolojisi etrafında gelişen bir yaklaşım ile Mach’ın etkisinden gelen, yeni mantık ve fiziksel devrimlerden esinlenen pozitif bir yaklaşım.

Viyana Pozitivizmi ve Amerikan Yolculuğu

1920'lerde Moritz Schlick liderliğinde kurulan Viyana Çevresi, Russell’ın mantıkçılığı, Mach’ın empirizmi ve Einstein’ın fiziğini birleştirerek bilim ile felsefe arasında yeni bir işbirliği kurmayı amaçladı. Rudolf Carnap, Otto Neurath ve Hans Hahn gibi üyeler, bilimsel yöntemi felsefenin temeline yerleştirip metafiziği anlamsızlık olarak reddettiler. Çevrenin temel tezi olan doğrulama ilkesi, yalnızca deneysel temellere dayanan veya analitik olarak doğru olan önermelerin anlamlı olduğunu savundu. Ancak bu ilke, hem içeriden hem dışarıdan eleştirildi.

Carnap, bilgi ve kültürü minimum empirik koşullarla yeniden inşa etmeye çalışırken, Neurath, bilimin deneyle bütünsel olarak karşılaştığını savunan bir holizm geliştirdi. Popper ise doğrulama ilkesine karşı yanlışlanabilirlik kriterini önerdi. Polonya’da Tarski, Avusturya etkisiyle mantık çalışmalarına katkıda bulundu, ancak bu yaklaşım Aristotelesçi bir realizmle dengelendi.

1930'ların ortasında Viyana Çevresi üyelerinin çoğu ABD'ye göç etti ve bu göç, "analitik felsefe" teriminin yaygınlaşmasını sağladı. Amerikan pragmatizmiyle birleşen bu felsefe, bilimsel açıklama, nedensellik ve olasılık gibi konularda yeni teoriler geliştirdi. Carnap, analitik/sentetik ayrımını savunurken Quine, bu ayrımı ve teori/gözlem ayrımını eleştirerek ontolojik bağlılık için "bir varlık, bir değişkenin değeri olmaktır" kriterini ortaya koydu.

Viyana Pozitivizmi, mantık, matematik ve bilim dilinin analiziyle felsefeyi yeniden tanımlamayı amaçladı. Ancak, üyeler arasındaki ontolojik, epistemolojik ve metodolojik farklılıklar, bu akımın birliğini zayıflattı.

Oxford’un Gündelik Dil Analizi

XX. yüzyılın başlarında Amerikan ve İngiliz analitik felsefe kolları birbirinden ayrılmaya başladı. Russell ve Moore, pragmatizmin idealist monizm ve araçsalcılık unsurlarını reddederken, Russell epistemolojide temelcilik ve evrensellerin gerçekliği tezine bağlı kaldı. Moore ise, sağduyu felsefesini geliştirirken realist bir etik anlayışını savundu. Frank Ramsey, Peirce’in İngiltere’deki en etkili takipçisi olarak kısa yaşamına rağmen Wittgenstein üzerinde büyük bir etki bıraktı ve bu etkiler Wittgenstein’ın 1930'larda Cambridge’e dönüşüyle netleşti.

Wittgenstein, Tractatus döneminden uzaklaşarak mantık yoluyla ideal bir dil analizi yerine gündelik dilin analizine yöneldi. Bu analiz, Brentano geleneğinden ilhamla, dil ve düşüncenin "yaşam formlarına" dayandığını savundu. Bu fikirler, Cambridge’den Oxford’a yayılarak Aristotelesçi bir zemin buldu. Wittgenstein’ın Felsefi Soruşturmalar (1958), Ryle’ın The Concept of Mind (1949) ve J.L. Austin’in çalışmalarıyla gündelik dil analizi felsefesi şekillendi.

Bu yöntem, İngilizce ifadelerin kullanımını inceleyerek, filozofların ve mantıkçıların anlam sınırlarını aştığını göstermeye odaklandı. Anlam ve anlamsızlık ayrımı artık mantık veya semantik ile değil, kullanım bağlamında yapılmaya başlandı. Austin, bu yöntemi "performatif" ifadeler ve dilsel eylemleri analiz ederek geliştirdi. Analiz, Brentano, Moore ve Wittgenstein’ın etkilerini taşırken, sağduyuya dayalı dil kullanımını felsefenin merkezine yerleştirdi.

Austin, dilin fenomenolojik ve hermeneutik bir analizi olarak gördüğü bu yaklaşımıyla, hem metafizikçilerin hem de önceki analitik felsefecilerin yanılgılarını eleştirdi. Strawson ise, gündelik dil analizini daha spekülatif bir şekilde yorumladı ve "tanımlayıcı metafizik" önerisiyle Kant’ın deneyim koşullarını analiz projesini dil kavramları üzerinden yeniden şekillendirdi. Strawson, spatio-temporal bağlamda bireyleri referans alan ortak kavramsal şemamızı savunarak ideal mantıksal dil projelerine karşı çıktı.

1950'lerin sonlarından itibaren, felsefi analitik geleneğin "altın çağı" olarak adlandırılan dönemde, mantıksal pozitivizmin bilim felsefesi üstünlüğünü kaybetti. Pozitivistlerin analitik/sentetik ayrımı ve teori/gözlem ayrımına dayanan "dogmaları," Norwood Hanson ve Thomas Kuhn’un tarihsel perspektiften gözlemin teoriyle yüklü olduğunu ve bilimsel ilerlemenin ancak "paradigmalar" ve "devrimler" bağlamında anlaşılabileceğini göstermeleriyle sarsıldı. Daha da önemlisi, Quine’ın Carnap’ın fikirlerine yönelik eleştirileri, pozitivizmin temel ilkelerini gözden geçirmeye yol açtı. Quine, dilin anlamını ve çevirinin kesinliğini sorgulayan "radikal çeviri" deneyini kullanarak pozitivistlerin analitiklik ve eşanlamlılık kavramlarını reddetti. Ayrıca, bilimsel hipotezlerin bireysel gözlemlerle değil, bilimsel teorilerin bütünlüğü içinde test edilebileceği holist bir anlayışı savundu.

Pozitivizmin Çöküşünün Sonuçları
Pozitivizmin zayıflaması, analitik felsefede üç önemli yasağın kaldırılmasına yol açtı:

Metafiziğin Yeniden Gelişi: Pozitivizmin iç ve dış sorular arasındaki ayrımı reddedilince, varlıkların doğası, evrensellikleri ve gerçeklikle ilişkileri gibi metafizik sorular yeniden ele alınabilir hale geldi. Modalite anlayışı yeniden tartışıldı; David Lewis ve Saul Kripke gibi filozoflar, mümkün dünyalar çerçevesinde modal gerçekçiliği savundu. Kripke, "Naming and Necessity" (1971, 1981) adlı çalışmasında isimler ve zorunluluk ilişkisini yeniden ele aldı.

Zihin-Beden Problemi: Pozitivistlerin görmezden geldiği veya dilsel bir sorun olarak ele aldığı bu konu, Jack Smart ve David Armstrong gibi filozoflarca zihin-beyin kimlik teorisi bağlamında yeniden tartışmaya açıldı. Bu teori, Putnam’ın işlevselciliği gibi alternatif yaklaşımlara yol açtı. Aynı dönemde, Chomsky’nin dilbilimi zihinsel süreçleri merkezine aldı ve bilişsel bilimler gelişti. Zihin felsefesi, yirminci yüzyılın sonunda dil felsefesini temelinden etkileyen bir alan haline geldi.

Bilgi Teorisi (Epistemoloji): Pozitivistlerin bilim diline indirgediği bilgi teorisi, Russell ve Moore’un sağduyu ve şüphecilik sorunlarına olan ilgisiyle İngiltere’de daha geniş bir bağlama taşındı. Wittgenstein’ın "kesinlik" üzerine son çalışmaları da bu kaygılara işaret eder. Roderick Chisholm ve Wilfrid Sellars gibi filozoflar, bilgi kavramını (doğru ve gerekçelendirilmiş inanç) yeniden tanımlama çabalarını sürdürdüler. E. Gettier’in 1963’teki makalesi, klasik bilgi tanımını sorguladı ve epistemolojiyi yeniden canlandırdı.

Bu değişimler, yirminci yüzyılın sonlarında analitik felsefenin dil, zihin ve eylem teorilerini birleştiren yeni yaklaşımlar geliştirmesine olanak sağladı.

Dil, Zihin ve Eylem

1960’larda pozitivizmin gerilemesi, analitik felsefenin birliğini kaybetmesine yol açsa da, bu gelenek felsefenin temel kavramlarını açıklamaya yönelik programlarla gelişmeye devam etti. Anlam kavramının analizi, analitik felsefeciler için temel bir hedef haline geldi. Ancak bu anlamın referans, doğruluk koşulları veya zihinsel/soyut varlıklar üzerinden mi analiz edilmesi gerektiği tartışmalıydı. Wittgenstein ve Quine’ın nihai bir anlam analizine yönelik şüpheciliğine rağmen, bu alanda sistematik teoriler geliştirildi.

Üç Anlam Programı:

Quine ve Davidson: Quine’ın dil anlamını çeviri ve yorum teorisi olarak ele alma fikri, Davidson’un doğruluk teorileriyle geliştirildi. Davidson, anlamı dil, düşünce ve eylemin ortak bir yorumu bağlamında ele aldı.

Dummett: Frege’nin anlam teorisinden yola çıkarak, anlamı bir konuşmacının anladığı şey olarak tanımladı ve doğrulama koşullarıyla ilişkilendirerek antirealist bir metafizik geliştirdi.

Grice: İletişim niyetine dayalı bir anlam teorisi önerdi. Grice, konuşma analizini, doğruluk kadar uygunluk ve başarı gibi iletişimsel kriterlerle açıkladı.

Bu programlar, psikolojik temellere dayanma derecelerine göre değişiklik gösterdi. Davidson gibi minimalistlerden, Chomsky ve Fodor’un "zihin dili" teorisini savunan maksimalistlere kadar geniş bir yelpaze ortaya çıktı.

Referans Teorisi ve Zihinsel Yapılar:
Analitik felsefe, referans ifadeleri (özel isimler, betimlemeler, göstericiler ve bağlamsal ifadeler) üzerinde yoğunlaştı. Russell, öznel bağlamsal ifadelerin (ör. "ben", "burada", "şimdi") ancak zihinsel bağlamlar varsayılarak açıklanabileceğini savundu. Evans, Perry ve Recanati gibi filozoflar, referansın zihinsel bilgi işleme süreçlerine dayandığını ileri sürdü.

Dummett, Frege’nin dil felsefesinin epistemoloji ve ontolojiden üstün olduğunu savunsa da, analitik felsefe son otuz yılda bu görüşten kısmen uzaklaştı. Zihinsel süreçlerin ve psikolojizmin analitik felsefeye yeniden dahil edilmesi, bu geleneğin başlangıçtaki antipsikolojizm tutumundan bir dönüşü işaret etti.

Çağdaş Analitik Felsefenin Alanları ve Temaları

XX. yüzyılın sonu ve 21. yüzyılın başında, analitik felsefenin yalnızca mantık, bilim felsefesi ve dil felsefesiyle sınırlı olduğu görüşü geçerliliğini yitirdi. Bu alanlara yoğunlaşma algısı, zaten bu geleneğin başlangıcından beri yanlıştı; çünkü Avusturyalı ve İngiliz kurucular, mantık ve dil kadar psikoloji, epistemoloji, estetik ve etik üzerine de yazıyorlardı. Ancak 20. yüzyılda artan uzmanlaşma ve felsefi profesyonelleşme, farklı alanların bağımsız bir şekilde gelişmesine yol açtı.

Analitik felsefe, geleneksel Alman idealistlerinin sistematik yapı kurma anlayışından uzaklaşarak, Locke’un öne sürdüğü gibi filozofu bir "işçi" veya "yardımcı" olarak görmeye daha yakındı. Günümüzde bu gelenek daha da çeşitlenmiş ve geleneksel felsefenin hemen her alanını kapsayan bir yapı haline gelmiştir. Ancak hiçbir alan "birinci felsefe" olarak üstünlük iddiasında bulunamaz.

1950’lerde analitik filozoflar, birçok konuyu dil ve anlam perspektifinden ele alıyordu ve bu yaklaşım, felsefeyi "ikinci derecede" bir etkinlik olarak görme eğilimini doğurdu. Ancak zamanla, dil ve anlamdan ziyade birinci dereceden problemlere dönüş yapıldı. Buna rağmen, felsefi tartışmalarda konuları açıklığa kavuşturma ve dili rehber olarak görme anlayışı korunmaya devam etti.

Bugün, analitik felsefe, bir zamanlar temel olan geniş kapsamlı programların yerini daha yerel ve spesifik projelere bıraktığı, çeşitli ve bölünmüş bir araştırma alanı olarak görülmektedir. Sistematik yaklaşımlar tamamen yok olmamakla birlikte, analitik felsefe daha çok bir "takımada" görünümü sunmaktadır.

Bu yazımızın sonunda çevrimizle ilgili bir son bir açıklamayı yapma gereği duyuyorum. Tartışmanın konusu felsefe olsa da tartışanlar sadece filozof değildir; aynı zamanda bir kültürün hatta bir uygarlığın mensubudur. Felsefenin teknik konularını tartışırken zaman zaman kültürün ve uygarlığın felsefi olmayan verilerinden yararlanmaktadırlar. Mitolojiden tarihe, çeşitli sanat eserlerine ve anlayışlarına, politik şahıslardan ve olaylardan teolojik doktrinlere kadar pek çok farklı alanlara referansta ve imalarda bulunmaktadırlar. Kısaca onlar bu tartışma çok geniş bir sosyo kültürel arka planı kullanarak ve bazen de ima ederek tezlerini açıklamakta veya savunmaktadırlar. Bu arka plan olmadan imaların referansları belirlenmeden metnin anlaşılması zordur. O nedenle yazar, yazışmalarımızda haklı olarak bu durumu düşünüp ortalama Fransız’ın bile anlamakta zorluk çektiği bir metni çevirmenin zor olup olmadığı sordu. Ben de okuyucunun metni anlayabilmesi için gerekli bilgileri internetten araştırarak dipnot bilgisi olarak vereceğimi ifade ettim. 

Bu söze bağlı olarak metinde çok yoğun bir dipnot bilgisi verdim. Bu dipnotları verirken şunu düşündüm: Bu kitabın okuyucularının felsefeyle ilgileri ve birikimleri çok farklı olabilir. Felsefi alt yapısı ve birikimi ne olursa olsun en çok sayıda okuyucunun metne nüfuz etmesini sağlamak; bunun için olabildiğince anlaşılmadık kavram olay, akım, doktrin ve referansı bilinmeyen ima bırakmamak. O nedenle çevirimizin önemli bir bölümü dipnotlardan oluşmaktadır. Dipnot verirken dip notumuzun anlaşıldığından emin olmak için okuyucunun ek açıklama ihtiyacı duymamasını sağlamaya çalıştım. Bunun için de bazı dipnotlar ayrıntılı olarak verdim; okuyucunun o konudaki bilgi dağarcığının zenginleştirmeyi düşündüm.

Kuşkusuz gerek dipnotların sayısının çokluğunun ve ayrıntıların kitabın okunma hızını yavaşlatacaktır. Bunu görmemek mümkün değil. Ancak bu kitap yukarıda açıkladığım nedenlerle konusunda “klasik” denmeyi hak edecek bir çalışmadır. Bir çırpıda değil, cümleler üzerinde bazen uzun düşünerek okunmalıdır. Anlamak kimi zaman yorulmak, kimi zaman da benim sık sık sık ifade ettiğim gibi “Bir beynim var mı?” diye sorduran bir metnin dünyasına bir yolculuktur. Kısaca söylersek bu kitap yorulmayı göze alanlara ve anlama yolcularına hitap eder.

                                                           Zeki ÖZCAN

 



* Bu konuda bkz. Zeki Özcan Dil Felsefesi II: Gündelik Dil Paradigması, Sentez yayınları, 2019, s. 28.

* Bu konuda bkz. Zeki Özcan,  Dil Felsefesi III: Wittgenstein’da Gramer Paradigması, Sentez Yayınları, 2018, 414-416. 

13 Aralık 2024 Cuma

AVRUPA'NIN EN ÖNEMLİ ANALİTİKÇİLERİNDEN PASCAL ENGEL'İN TÜRK OKUYUCU İÇİN ÖNSÖZÜ

 

                        YAZARIN TÜRKÇE ÇEVİRİYE ÖNSÖZÜ

 

 


La Dispute’ün (elinizdeki kitap) Türkçe olarak yayınlanmasından büyük bir mutluluk duyuyorum. Bir “analitikçi” ve bir “kıta” filozofu arasındaki tartışmayı anlatan ve anlaşmazlıklarını çözmeye çalışan bu kitap, 1997 yılında bugünkünden farklı bir bağlamda yazılmıştı. Çünkü analitik felsefe geçen yüzyılın sonunda ve özellikle güçlü  bir geleneğinin ülkede yerleşmesine engel olduğu Fransa’da azınlıkta iken şimdi  bütün Avrupa ülkelerinde tanınmaktadır.[1] Analitik felsefe karşıtlığının temelinde şu düşünce vardır: Analitik felsefe” ile “Kıta felsefesi” doktrinler, yöntemler hatta yazım biçimleri bakımından birbiriyle taban tabana zıttır. Bu düşünce sadece Fransa’ya özgü değildi;  Amerika Birleşik Devletleri, Almanya, İngiltere’de veya İtalya gibi ülkelerde de vardı. “Russell, Frege, Carnap, Quine, Davidson veya Kripke’yi okuyan birçok kişi Hegel, Nietzsche, Husserl, Heidegger, Derrida veya Foucault’yu okumuyordu veya okumayı reddediyordu ve bunun tersi de geçerliydi. Bugün bu karşıtlıklar kısmen ortadan kalktı. Bunun nedeni, öncelikle felsefe tarihçilerinin çalışmaları sayesinde analitik ve kıta geleneklerinin Avrupa felsefesinde, özellikle Avusturya felsefesinde ortak kökenleri olduğunu anlamamızdır. Örneğin, Husserl’ın fenomenolojisinin başlangıçtaki birçok problemi, Frege, Russell, Moore ve Wittgenstein’ın ilgilendiği problemlerle aynıydı. Tüm Avrupa ülkelerinde ikinci olarak, her iki geleneğin filozofları birbirlerini daha iyi tanıdılar: Birçok analitikçi filozof Kant, Brentano ve Husserl’ı okumakta, tezlerini tartışmaktadır ve Kantçı ve hermenötik gelenekte yetişen birçok filozof da Frege, Quine ve Wittgenstein’ı okumakta ve tartışmaktadır. Son olarak, akademik kurumların ve internetin uluslararasılaşması, dünya çapında bilgiyi ve alışverişi geliştirdi. Bu yönlerin tümü göz önüne alındığında, La Dispute’te iki tartışmacının birbirlerine karşı gösterdiği zaman zaman agresif tutum abartılı görünebilir, ancak bu kitabın yazarı da analitik felsefeye bağlı olduğunu söylediğinde “kıta” meslektaşlarının düşmanlığını sık sık deneyimlemiştir. Bu diyaloğu okuyan kişi, Analyphron ve Philoconte’un genellikle hemfikir olduğunu ve kendi geleneklerinin eksikliklerini kabul edebildiklerini de görecektir.

Yine de, felsefede sonsuz bir barışa ve evrensel bir uyuma ulaştığımızı düşünmek yanlış olur: Felsefe, anlaşmazlıklarla yaşayan bir disiplin olmaya devam ediyor ve bu anlaşmazlıklar onun canlılığının bir göstergesidir. Bence Descartes ve Leibniz zamanında Avrupa felsefesinde de var olan bu, sorular, itirazlar ve cevaplar tarzındaki tutum analitik felsefenin en büyük özelliklerinden biridir. Ayrıca, herkesin felsefe yapma yöntemleri konusunda hemfikir olduğu tarafsız bir uluslararası felsefe sahnesi de yok ve ulusal gelenekler hâlâ devam etmektedir. Bu nedenle, analitik felsefe ile kıta felsefesi arasında hâlâ önemli bir fark vardır. La Dispute’te bu farklılıkları açıklamaya çalıştım. Bana göre bu farklılıkların nedeni, analitikçi filozofların şu üç büyük yönelimidir.

İlki, Analitikçi filozofların realizmidir. Bu realizm nedeniyle Frege, Russell ve Moore'dan (ve şüphesiz Brentano'dan) bu yana, Analitikçi filozoflar Kantçılık ve Hegelcilik karşıtı bir tutumu benimsemişlerdir. Kuşkusuz o zamandan beri idealist veya anti-realist birçok analitikçi filozof olmuştur, ancak realizm her zaman varsayılan, tercih edilen felsefi tutumdur.  Örneğin Dummett ve Putnam gibi yazarlar realizmi reddetmişlerdir, ancak kendilerini realizme göre tanımlamışlardır. Buna karşılık, kıta filozoflarının neredeyse tümü Kant'tan yola çıkmış ve idealizmi öncelikli veya temel bir tutum yapmıştır.

İkincisi şu düşüncedir:  Düşüncenin ve entelektüel hayatın öyle  normları ve değerleri vardır ki,  ciddi bir felsefi soruşturma ve sorgulamadan vazgeçtiğimiz  anda bunlardan da uzaklaşırız. Frege’nin, Russell’ın ve Moore'un temel tezlerinden biri şudur: Hem mantık ve epistemolojide hem de etikte nesnel bir normatif düzen vardır. Sonraki analitikçi filozoflar da bu tezi kabul ederler. Son analitikçilere göre felsefe gibi bir disiplinde bile, nesnel bir değerlendirmeye tabi tutulan ve doğru veya yanlış olabilen teoriler, sorular, argümanlar ortaya konabilir. Bu, felsefeyi bir bilim yapmaz, ancak onu genellikle kıta felsefesinde görülen şiirsel, edebi veya politik söylemden ayırır. Kognitif veya epistemik normların olduğu fikri sadece analitik felsefeye özgü değildir. Kant, Husserl ve ilk fenomenologlarda da vardır. Ancak daha sonra, Nietzsche, Heidegger, Foucault ve Derrida gibi düşünürlerle birlikte kıta felsefesi “hiper-kritik” ve radikal bir hal alırken bu fikir kayboldu ve bu da rölativizmin ve postmodernizmin aşırılıklarına yol açtı.

Analitik felsefenin üçüncü önemli özelliğ şudur: Bu felsefede tezler, öncelikle teorik ve tarihsel değildir; eleştiriye açıktır veya kanıtlar ortaya konması koşuluyla  reddedilebilir. Tezlerin bu tarzda ortaya konurken kuşkusuz bilimsel tezler model yapılır;  yine de bu, Viyana Çevresi üyelerinin inandığı gibi felsefi önermelerin empirik yolla doğrulanabileceği ya da yanlışlanabileceği anlamına gelmez. Buna karşılık kıta felsefesi öncelikle tarihseldir ve doktrinleri yorumlamayı ve düşünümlü tarzda anlamayı amaçlar. Bu yaklaşım, felsefe tarihine çok önem verir, Felsefi etkinliği  büyük filozofları yeniden okumaktan ve onların metinlerini hermenötik yaklaşımla yorumlamaktan ibaret görür.

Bu iki geleneğin temel özellikleri, otuz yıl önce çok belirgindi. Bugün artık böyle değildir ve bunu La dispute'te zaten gözlemliyordum. Kıta Avrupası ve Analitik felsefe artık birbirlerini dışlamıyorlar: Felsefede açık teoriler aramak, analitikçi filozoflara tezleri, karşıt örnekleri ve reddiyeleri sayesinde tarihsel boyutu ihmal etme ve skolastik bir üslup benimseme hakkı vermez. Amerikalı filozof Gilbert Harman bir zamanlar, felsefede bir makale on yıldan daha eskiyse okunmaya değmez demişti. Bu yanlış düşünce, analitik felsefeyi kendi karikatürüne yapan karikatürcüye dönüştürmüştür. “Kıtacılar”a gelince tarihselci onların tutumları şu noktaya gelmiştir:  Filozof büyük sorunlarla ilgilenmek yerine sadece felsefe tarihinin çok küçük bölümlerini yorumlamalıdır ve açıklamalıdır.

La Dispute'ü yazarken, analitik felsenin belirgin ve arzu edilir iki özelliği olduğunu düşünüyordum: Bu felsefenin akademik karakterin vardır ve uluslararası bir felsefedir. Felsefeyi üniversiteler içinde gelişen bir disiplin olarak görüyordum ve analitik felsefe sayesinde şarlatanların veya ideolojilerin “filozof” olarak sunulduğu, Fransa'da yaygın olan “kitle felsefesi”ne veya “popüler felsefe” kültürüne karşı koymak istiyordum. Ayrıca, genellikle diğer ülkelerin felsefelerine ilgi göstermeyen milliyetçi felsefe anlayışına da karşı çıkmak istiyordum. Fransız meslektaşlarımın İngiliz ve Amerikan felsefe gelenekleri hakkındaki cehaletleri, bana büyük bir dar görüşlülüğün göstergesi gibi geliyordu.

Bugün, felsefi gazeteciliğin aşırılıklarını kınamaya devam etsem de akademik ve üniversite felsefesinin nitelikleri konusunda daha az eminim, Çünkü dünya genelinde üniversiteler, bilgiyi ve özellikle de felsefeyi sosyal sorunlara bağlayan ekonomik ve politik kısıtlamalar altında yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Gerçek akademik özgürlük olan serbest araştırma, projelerin mutlaka finanse edilmesi gerektiğinde tehdit altındadır. Ayrıca, anglo-amerikan felsefesi her yere yayıldığından ve sık sık ânın modasına kapılıp irrasyonalizmin cazibesine yenik düştüğünden, bu felsefenin nitelikleri konusunda da eskiden olduğum kadar emin değilim. Uluslararasılaşmanın erdemleri konusunda da daha şüpheciyim. Uluslararasılaşma felsefecileri birbirleriyle iletişim kurmaya teşvik ederse iyi bir şeydir, ancak büyük bir fikir süper marketine- Türklerin ifadesiyle büyük bir pazara- dönüşürse kötüdür. Bu anlamda, belirli bir ölçüde milliyetçilik yani ulusal geleneklere saygı duymak iyi bir şeydir. Antik Yunan felsefesi, küçük dostluk toplulukları içinde, okullar oluşturarak gelişti. Bu, çok da kötü bir model değildi ve ister analitikçi olsun, isterse Kıtacı, günümüz filozoflarının maruz kaldıkları yayın yapma ve “proje” peşinde koşma yarışından daha iyi bir modeldir. Sadece hâkim olan İngilizceye boyun eğmek için kendi dilinde yazmaktan vazgeçmek de büyük bir hatadır.*

Çeşitli sempozyumlar vesilesiyle, analitik felsefeyle uğraşan Türk meslektaşlarımla sık sık iletişim kurma fırsatı buldum. Bunlar arasında en parlak olanı, dil felsefesi ve metafizik alanında İngilizce olarak önemli eserler veren ve ne yazık ki erken yaşta hayata gözlerini yuman Arda Denkel’di. Daha sonra Türkiye’deki diğer meslektaşlarımla da çok iyi ilişkilerim oldu ve her defasında çağdaş felsefeye olan olağanüstü bilgileri ve açık fikirlilikleri beni çok etkiledi. Bu kitabın Türkçeye çevrilmesi benim için büyük bir onurdur ve bu çeviriyi gerçekleştiren Prof. Dr. Zeki Ozcan’a çok teşekkür ederim. Hans Reichenbach’ın İkinci Dünya Savaşı öncesinde birkaç yıl İstanbul’da yaşayıp ilk nesil öğrencileri yetiştirmesinden bu yana Türkiye, analitik felsefeye en açık ülkelerden biri olmuştur. Umarım bu kitap da bu alana küçük bir katkı sunabilir.

 

 

                                         Pascal Engel, 2024

 

 

 



[1] Bunun nedenlerini şu yazılarımda  açıklamıştım: “Continental insularity : contemporary French Analytical Philosophy” (Çağdaş Fransız Analitik Felsefesinde Kıta Adacılığı), Contemporary French Philosophy, ed. A.P. Griffiths, Cambridge University Press, 1988, 1-19; “La philosophie analytique en France: un bilan institutionnel” (Fransa'da Analitik Felsefe: Kurumsal Bir Değerlendirme), Cahiers de philosophie de l’université de Caen, La normativité, PUC 2002. Ayrıca yakında çıkaca “'The analytic-Continental divide” (Analitik-Kıta Ayrımı) başlıklı denememe bakınız, in M. Rossberg, ed. The Cambridge Companion to Analytic Philosophy, Cambridge Cambridge University Press.

 

* Vurgu bana aittir.