29 Aralık 2024 Pazar

ANALİTİK FELSEFEYE DAİR ÇEVİRİME YAZDIĞIM GİRİŞ

 

                                                                        ÇEVİRİ ÜZERİNE

 

 

Bu çeviriyi niye yaptım? Bu kitap yazarının ifadesiyle “Felsefe ülkesinde analitik felsefenin yurttaşlık kazanma çabasıdır.” Analitik felsefe pek çok ülkede aşağı yukarı benzer reaksiyonlarla karşılaşmıştır. Göz ardı edilmek, felsefe dışı sayılmak, lengüistikten ibaret görülmek, ömrü sınırlı moda bir akım olmak, Russell’ın nitelediği gibi aylakların laflamaları olmak* hatta  Deleuze’ün bir radyo konuşmasında* suçladığı gibi felsefenin katledilmesi gibi görülmek vs. Bunlar analitik felsefeye bakış açılarıdır.

Çünkü Batı’da olduğu gibi,  ülkemizde analitik felsefe uzun süre dışlanmıştır. Felsefe  tarihlerinin çağdaş felsefeyle bölümlerinde uzun süre analitik felsefeye yer verilmemiştir. Ayrıca önyargılar, bilgi eksiklikleri ve karıştırmalar söz konusudur. Analitik felsefeye Deleuze’ün gözüyle bakanların önyargılı olacağını söylemek hiç de yanlış değildir. Bilgisizlik konusuna bir örnek: Kıta Avrupası felsefesinin metinlerini çevirmekle ünlü bir çevirmen analitik felsefeden söz ederken şöyle diyordu: “Analitik felsefede insanlar değerli ne buluyorlar anlamıyorum. Anlam analizi anlamlı bir cümlenin özne yüklem ve tümleç gibi ögelerini belirlemekten ibaretti. Bunun felsefeyle ne ilgisi vardır? Öte yandan analitik felsefenin Kıta Avrupası filozoflarının dil üzerine düşünceleriyle, hatta lengüistik ve semantik  gibi empirik dil bilimleriyle karıştırıldığına da şahit oluyoruz.

Peki, bu bakış açıları doğru mudur? Değilse nedenleri nelerdir? Ve Gerçekte analitik felsefe ne tür bir felsefedir? Kıta Avrupası felsefesine neden alternatif olarak ortaya çıkmıştır? Analitik felsefe ile Kıta felsefesi gerçekten birbirini dışlar mı? Ortak noktaları var mıdır? Analitik felsefenin başlangıçta yapıma biçimi ve günümüzdeki uygulamaları arasında ne fark vardır? Analitik felsefeye ömür biçilebilir mi?  Bu ve buna benzer pek çok soruyu tartışmanın kişilerinden ve analitik felsefeyi savunan Analyphron bir hafta süren diyalog ortamında cevaplar.

Kitaptaki diyalogları dikkate aldığımızda şunlar söylenebilir:

1 Kıta Avrupası filozoflarıyla analitikçi arasında diyalog ve tartışma çok nadir yapılır. Önceki tartışmalar formeldir yani bir sempozyumda ya da kolokyumda sunulan bildirilerle sınırlıdır. Oysa Hong Kong tartışmaları informeldir önceden belirlenmiş problemler ve programı yoktur; konuşmaların konusu ister analitik olsun isterse Kıta Avrupası, olsun felsefenin bütün tarihidir ve günümüzdeki durumudur.

2. Hong Kong tartışmaları spontanedir; sorular tartışmanın seyrini  spontane olarak belirler ve konuşma sonraki bir soruya zemin hazırlar ve bu soru cevap soru diyalektiği gün boyu devam eder.

3. Kıta felsefesini savunan Philoconte gibi tartışanlar da baştan beri aynı entelektüel kampta yetişmişlerdir ve kamplarını değiştirmemişlerdir. Baştan beri aynı tarzda felsefe yapmışlardır. Onlara göre felsefede filozoftan filozofa değişen tezler ve doktrinler olsa da bütün bunların arkasında değişmeyen ve felsefeyi felsefe yapan bir “öz” vardır. Kısaca metaforik ifadesiyle Nihil novi sub sole (Güneş altında yeni bir şey yoktur.

Oysa Hong Kong tartışmalarının aktörlerinden biri olan Analyphron kamp değiştirmiştir. Kıta Avrupası geleneği için yetişmesine rağmen bu geleneği terk edip Analitik felsefeyi benimsemiştir. O analitik felsefeyi  ve bu felsefedeki değişimleri felsefi yelpazenin günümüzdeki zorunlu açılmaları gibi görür,  eadem mutata resurgo ( yeniden göründüm, değiştim ve yine de aynıyım) diye itiraf etmekten çekinmez.  Bu diyalog felsefe tarihinde değişmezliğin sembolü Parmenides ve değişimin zorunlu olduğunu savunan Herakleitos diyalogu gibi de okunabilir.

4. Kıta Avrupası ve Analitik felsefelerin anatomik yapıları birkaç saatte ortaya konamazdı. Bunun için en az bir haftalık zamana ihtiyaç vardır. Hong Kong tartışmaları bunun için gerekli süreyi  sağlamıştır.

5. Bu tartışmalarda taraflar konuşmak istedikleri her şeyi konuşma ve birbirinden öğrenmek istedikleri her şeyi öğrenme ve kısaca bütün kuşkularını giderme fırsatı bulmuşlardır.

6. Tartışmalar Wittgenstein’ın ifadesiyle imgesel  Platon’un zihninde kurguladığı diyaloglarının aksine gerçek diyalogdur. İki kampı temsil eden filozof imgede değil, gerçek bir zamanda ve mekanda gerçekten yüz yüzedir. Tartışma gerçek diyalogdur.

7. Bu tartışmalar birbirini dinlemekten ibaret bir konuşmalar serisi değildir; moderatörün ağzından ifade edilen iki amacı vardır: Yanlış anlamaları önlemek ve ortak bir paydada buluşmayı denemek. Analitik felsefeyi savunan Analyphron, Kıtacıların Analitik felsefeyi bilgisizlik; karıştırma meta felsefi kognitivizm karşıtlığı; bilimsel pozitivizm adına kavramsal analizi reddetme gibi nedenlerle yanlış anladıklarını ortaya koyar;  bu olumsuz imgeyi düzeltmek ister. Kıta Avrupa’sını savunan Philoconte da Analitik felsefeyle ilgili zihnindeki bütün soruları sorarak tam bir fikir edinmeye çalışır. Moderatör baştan beri üstlendiği görevi iyi yapmaya çalışarak konuşmaları her iki felsefe tarzının ortak noktalarını bulmaya doğru yönlendirir. Moderatör bu konuda başarılı olmuştur, çünkü tarafların tezleri arasında karşılıklı geçişler olmuş, uzlaşma umudu ortaya çıkmıştır.  

 

Kitabın daha iyi anlaşılabilmesi için analitik felsefeye kuşbakışı göz atmanın yararlı olacağını düşünüyorum.

Analitik felsefe, XIX. yüzyılın sonlarında Alman Yeni-Kantçılığına, İngiliz Yeni-Hegelciliğine, pozitivizme ve evrimsel natüralizme bir tepki olarak doğmuştur. Avusturya'da, Franz Brentano'nun zihin durumlarının yönelimliliğine dayalı tanımlayıcı psikoloji çalışmaları, etik değerlerde realizm ve yargı teorisi, bu geleneğin temel taşlarını oluşturmuştur. Onun öğrencileri Meinong ve George Stout gibi isimler, özellikle İngiliz filozofları G.E. Moore ve Bertrand Russell üzerinde etkili olmuştur.

Moore, gerçekliği nesnel kavramlardan oluşan önermelerle tanımlayan bir yargı teorisi ve Aristotelesçi bir etik geliştirirken, Russell, matematikteki reformlarına dayanarak mantıkçılığı kurmuş ve idealist monizme karşı atomist ve çoğulcu bir metafizik savunmuştur. Russell ayrıca, mantıksal analiz yöntemlerini geliştirerek, dilin çözümlemeye uygun yapısını vurgulamış ve bu yaklaşım, XX. yüzyıl analitik felsefesinin temel taşlarından biri haline gelmiştir. Aynı dönemde Frege, matematik ve mantık alanında yaptığı çalışmalarda, Sinn-Bedeutung (anlam-referans) ayrımı gibi temel kavramları ortaya koymuş ve psikolojizmi eleştirmiştir. Ancak Frege'nin fikirleri, Russell gibi birkaç filozof dışında geniş ölçekte tanınmamıştır.

Analitik felsefe, başlangıçta farklı geleneklerin ortak bir Aristotelesçi arka plana, tanımlayıcı bir psikoloji idealine, mantığın normatif gücüne ve değerlerin objektifliğine dayanan ortak bir zemininde gelişmiştir. Russell'ın "analitik realizm" ve "mantıksal atomizm" kavramları, gerçekliğin bağımsız atomlardan ve bunların ilişkilerinden oluştuğunu, bunların mantıksal analizle kavranabileceğini öne sürmüştür. Moore ise, etik alanda platonik değerler teorisini yeniden şekillendirmiştir.

Bu ilk dönem analitik felsefe, hem Yeni-Kantçı idealizmden hem de natüralist anlayışlardan radikal bir şekilde ayrılmıştır. Mantıksal analiz ve gerçeklikteki evrensellerin özerkliği gibi kavramlar, bu dönemin ana özelliklerindendir.

Wittgenstein’in Tractatus Logico-Philosophicus (1921) adlı eseri, Russell ve Frege’nin birçok tezini özgün bir sentezle birleştirerek, onları daha "aşkın" bir yöne yöneltmiştir. Bu eserde, mantık dünyanın atomik olgularından eşbiçimli bir şekilde türetilmiş bir formun tasviri için bir koşul olarak ele alınır. Ancak mantıksal önermeler, özerk bir gerçekliğe dayanarak doğru olmaktan çıkar; bu form mantıksal olarak gösterilebilir ama söylenemez.

Wittgenstein, mantığın, dünyaya dair doğrular değil, anlamdan yoksun olan kurallar ve totolojiler içerdiğini savunarak, mantıktan hareketle bir metafizik ya da epistemoloji kurulmasına karşı çıkmıştır. Ona göre mantık, özellikle felsefi anlamda saçmalıkları ortaya çıkarmak için bir araçtır ve felsefe bir "doktrin" değil, bir "faaliyet" olarak görülmelidir.

Wittgenstein, Russell ve Moore’un felsefeyi düşünce ve dilin açıklığa kavuşturulması olarak tanımlayan görüşünü benimsese de, bu yöntemi ontolojik bir amaçtan tamamen bağımsız hale getirmiştir. Bu eleştirel yaklaşım, Viyana Çevresi’nin kurucuları üzerinde derin bir etki bırakmıştır. Schlick, Wittgenstein’ın etkisiyle geleneksel empirist çizgiyi sürdürürken, Carnap ise Kantçı temellere dayanan bir yaklaşım geliştirmiştir.

Bu dönemde, Avusturya-Alman felsefesi iki ana kola ayrılmıştır: Brentano’nun etkisini sürdüren ve Husserl’in idealist fenomenolojisi etrafında gelişen bir yaklaşım ile Mach’ın etkisinden gelen, yeni mantık ve fiziksel devrimlerden esinlenen pozitif bir yaklaşım.

Viyana Pozitivizmi ve Amerikan Yolculuğu

1920'lerde Moritz Schlick liderliğinde kurulan Viyana Çevresi, Russell’ın mantıkçılığı, Mach’ın empirizmi ve Einstein’ın fiziğini birleştirerek bilim ile felsefe arasında yeni bir işbirliği kurmayı amaçladı. Rudolf Carnap, Otto Neurath ve Hans Hahn gibi üyeler, bilimsel yöntemi felsefenin temeline yerleştirip metafiziği anlamsızlık olarak reddettiler. Çevrenin temel tezi olan doğrulama ilkesi, yalnızca deneysel temellere dayanan veya analitik olarak doğru olan önermelerin anlamlı olduğunu savundu. Ancak bu ilke, hem içeriden hem dışarıdan eleştirildi.

Carnap, bilgi ve kültürü minimum empirik koşullarla yeniden inşa etmeye çalışırken, Neurath, bilimin deneyle bütünsel olarak karşılaştığını savunan bir holizm geliştirdi. Popper ise doğrulama ilkesine karşı yanlışlanabilirlik kriterini önerdi. Polonya’da Tarski, Avusturya etkisiyle mantık çalışmalarına katkıda bulundu, ancak bu yaklaşım Aristotelesçi bir realizmle dengelendi.

1930'ların ortasında Viyana Çevresi üyelerinin çoğu ABD'ye göç etti ve bu göç, "analitik felsefe" teriminin yaygınlaşmasını sağladı. Amerikan pragmatizmiyle birleşen bu felsefe, bilimsel açıklama, nedensellik ve olasılık gibi konularda yeni teoriler geliştirdi. Carnap, analitik/sentetik ayrımını savunurken Quine, bu ayrımı ve teori/gözlem ayrımını eleştirerek ontolojik bağlılık için "bir varlık, bir değişkenin değeri olmaktır" kriterini ortaya koydu.

Viyana Pozitivizmi, mantık, matematik ve bilim dilinin analiziyle felsefeyi yeniden tanımlamayı amaçladı. Ancak, üyeler arasındaki ontolojik, epistemolojik ve metodolojik farklılıklar, bu akımın birliğini zayıflattı.

Oxford’un Gündelik Dil Analizi

XX. yüzyılın başlarında Amerikan ve İngiliz analitik felsefe kolları birbirinden ayrılmaya başladı. Russell ve Moore, pragmatizmin idealist monizm ve araçsalcılık unsurlarını reddederken, Russell epistemolojide temelcilik ve evrensellerin gerçekliği tezine bağlı kaldı. Moore ise, sağduyu felsefesini geliştirirken realist bir etik anlayışını savundu. Frank Ramsey, Peirce’in İngiltere’deki en etkili takipçisi olarak kısa yaşamına rağmen Wittgenstein üzerinde büyük bir etki bıraktı ve bu etkiler Wittgenstein’ın 1930'larda Cambridge’e dönüşüyle netleşti.

Wittgenstein, Tractatus döneminden uzaklaşarak mantık yoluyla ideal bir dil analizi yerine gündelik dilin analizine yöneldi. Bu analiz, Brentano geleneğinden ilhamla, dil ve düşüncenin "yaşam formlarına" dayandığını savundu. Bu fikirler, Cambridge’den Oxford’a yayılarak Aristotelesçi bir zemin buldu. Wittgenstein’ın Felsefi Soruşturmalar (1958), Ryle’ın The Concept of Mind (1949) ve J.L. Austin’in çalışmalarıyla gündelik dil analizi felsefesi şekillendi.

Bu yöntem, İngilizce ifadelerin kullanımını inceleyerek, filozofların ve mantıkçıların anlam sınırlarını aştığını göstermeye odaklandı. Anlam ve anlamsızlık ayrımı artık mantık veya semantik ile değil, kullanım bağlamında yapılmaya başlandı. Austin, bu yöntemi "performatif" ifadeler ve dilsel eylemleri analiz ederek geliştirdi. Analiz, Brentano, Moore ve Wittgenstein’ın etkilerini taşırken, sağduyuya dayalı dil kullanımını felsefenin merkezine yerleştirdi.

Austin, dilin fenomenolojik ve hermeneutik bir analizi olarak gördüğü bu yaklaşımıyla, hem metafizikçilerin hem de önceki analitik felsefecilerin yanılgılarını eleştirdi. Strawson ise, gündelik dil analizini daha spekülatif bir şekilde yorumladı ve "tanımlayıcı metafizik" önerisiyle Kant’ın deneyim koşullarını analiz projesini dil kavramları üzerinden yeniden şekillendirdi. Strawson, spatio-temporal bağlamda bireyleri referans alan ortak kavramsal şemamızı savunarak ideal mantıksal dil projelerine karşı çıktı.

1950'lerin sonlarından itibaren, felsefi analitik geleneğin "altın çağı" olarak adlandırılan dönemde, mantıksal pozitivizmin bilim felsefesi üstünlüğünü kaybetti. Pozitivistlerin analitik/sentetik ayrımı ve teori/gözlem ayrımına dayanan "dogmaları," Norwood Hanson ve Thomas Kuhn’un tarihsel perspektiften gözlemin teoriyle yüklü olduğunu ve bilimsel ilerlemenin ancak "paradigmalar" ve "devrimler" bağlamında anlaşılabileceğini göstermeleriyle sarsıldı. Daha da önemlisi, Quine’ın Carnap’ın fikirlerine yönelik eleştirileri, pozitivizmin temel ilkelerini gözden geçirmeye yol açtı. Quine, dilin anlamını ve çevirinin kesinliğini sorgulayan "radikal çeviri" deneyini kullanarak pozitivistlerin analitiklik ve eşanlamlılık kavramlarını reddetti. Ayrıca, bilimsel hipotezlerin bireysel gözlemlerle değil, bilimsel teorilerin bütünlüğü içinde test edilebileceği holist bir anlayışı savundu.

Pozitivizmin Çöküşünün Sonuçları
Pozitivizmin zayıflaması, analitik felsefede üç önemli yasağın kaldırılmasına yol açtı:

Metafiziğin Yeniden Gelişi: Pozitivizmin iç ve dış sorular arasındaki ayrımı reddedilince, varlıkların doğası, evrensellikleri ve gerçeklikle ilişkileri gibi metafizik sorular yeniden ele alınabilir hale geldi. Modalite anlayışı yeniden tartışıldı; David Lewis ve Saul Kripke gibi filozoflar, mümkün dünyalar çerçevesinde modal gerçekçiliği savundu. Kripke, "Naming and Necessity" (1971, 1981) adlı çalışmasında isimler ve zorunluluk ilişkisini yeniden ele aldı.

Zihin-Beden Problemi: Pozitivistlerin görmezden geldiği veya dilsel bir sorun olarak ele aldığı bu konu, Jack Smart ve David Armstrong gibi filozoflarca zihin-beyin kimlik teorisi bağlamında yeniden tartışmaya açıldı. Bu teori, Putnam’ın işlevselciliği gibi alternatif yaklaşımlara yol açtı. Aynı dönemde, Chomsky’nin dilbilimi zihinsel süreçleri merkezine aldı ve bilişsel bilimler gelişti. Zihin felsefesi, yirminci yüzyılın sonunda dil felsefesini temelinden etkileyen bir alan haline geldi.

Bilgi Teorisi (Epistemoloji): Pozitivistlerin bilim diline indirgediği bilgi teorisi, Russell ve Moore’un sağduyu ve şüphecilik sorunlarına olan ilgisiyle İngiltere’de daha geniş bir bağlama taşındı. Wittgenstein’ın "kesinlik" üzerine son çalışmaları da bu kaygılara işaret eder. Roderick Chisholm ve Wilfrid Sellars gibi filozoflar, bilgi kavramını (doğru ve gerekçelendirilmiş inanç) yeniden tanımlama çabalarını sürdürdüler. E. Gettier’in 1963’teki makalesi, klasik bilgi tanımını sorguladı ve epistemolojiyi yeniden canlandırdı.

Bu değişimler, yirminci yüzyılın sonlarında analitik felsefenin dil, zihin ve eylem teorilerini birleştiren yeni yaklaşımlar geliştirmesine olanak sağladı.

Dil, Zihin ve Eylem

1960’larda pozitivizmin gerilemesi, analitik felsefenin birliğini kaybetmesine yol açsa da, bu gelenek felsefenin temel kavramlarını açıklamaya yönelik programlarla gelişmeye devam etti. Anlam kavramının analizi, analitik felsefeciler için temel bir hedef haline geldi. Ancak bu anlamın referans, doğruluk koşulları veya zihinsel/soyut varlıklar üzerinden mi analiz edilmesi gerektiği tartışmalıydı. Wittgenstein ve Quine’ın nihai bir anlam analizine yönelik şüpheciliğine rağmen, bu alanda sistematik teoriler geliştirildi.

Üç Anlam Programı:

Quine ve Davidson: Quine’ın dil anlamını çeviri ve yorum teorisi olarak ele alma fikri, Davidson’un doğruluk teorileriyle geliştirildi. Davidson, anlamı dil, düşünce ve eylemin ortak bir yorumu bağlamında ele aldı.

Dummett: Frege’nin anlam teorisinden yola çıkarak, anlamı bir konuşmacının anladığı şey olarak tanımladı ve doğrulama koşullarıyla ilişkilendirerek antirealist bir metafizik geliştirdi.

Grice: İletişim niyetine dayalı bir anlam teorisi önerdi. Grice, konuşma analizini, doğruluk kadar uygunluk ve başarı gibi iletişimsel kriterlerle açıkladı.

Bu programlar, psikolojik temellere dayanma derecelerine göre değişiklik gösterdi. Davidson gibi minimalistlerden, Chomsky ve Fodor’un "zihin dili" teorisini savunan maksimalistlere kadar geniş bir yelpaze ortaya çıktı.

Referans Teorisi ve Zihinsel Yapılar:
Analitik felsefe, referans ifadeleri (özel isimler, betimlemeler, göstericiler ve bağlamsal ifadeler) üzerinde yoğunlaştı. Russell, öznel bağlamsal ifadelerin (ör. "ben", "burada", "şimdi") ancak zihinsel bağlamlar varsayılarak açıklanabileceğini savundu. Evans, Perry ve Recanati gibi filozoflar, referansın zihinsel bilgi işleme süreçlerine dayandığını ileri sürdü.

Dummett, Frege’nin dil felsefesinin epistemoloji ve ontolojiden üstün olduğunu savunsa da, analitik felsefe son otuz yılda bu görüşten kısmen uzaklaştı. Zihinsel süreçlerin ve psikolojizmin analitik felsefeye yeniden dahil edilmesi, bu geleneğin başlangıçtaki antipsikolojizm tutumundan bir dönüşü işaret etti.

Çağdaş Analitik Felsefenin Alanları ve Temaları

XX. yüzyılın sonu ve 21. yüzyılın başında, analitik felsefenin yalnızca mantık, bilim felsefesi ve dil felsefesiyle sınırlı olduğu görüşü geçerliliğini yitirdi. Bu alanlara yoğunlaşma algısı, zaten bu geleneğin başlangıcından beri yanlıştı; çünkü Avusturyalı ve İngiliz kurucular, mantık ve dil kadar psikoloji, epistemoloji, estetik ve etik üzerine de yazıyorlardı. Ancak 20. yüzyılda artan uzmanlaşma ve felsefi profesyonelleşme, farklı alanların bağımsız bir şekilde gelişmesine yol açtı.

Analitik felsefe, geleneksel Alman idealistlerinin sistematik yapı kurma anlayışından uzaklaşarak, Locke’un öne sürdüğü gibi filozofu bir "işçi" veya "yardımcı" olarak görmeye daha yakındı. Günümüzde bu gelenek daha da çeşitlenmiş ve geleneksel felsefenin hemen her alanını kapsayan bir yapı haline gelmiştir. Ancak hiçbir alan "birinci felsefe" olarak üstünlük iddiasında bulunamaz.

1950’lerde analitik filozoflar, birçok konuyu dil ve anlam perspektifinden ele alıyordu ve bu yaklaşım, felsefeyi "ikinci derecede" bir etkinlik olarak görme eğilimini doğurdu. Ancak zamanla, dil ve anlamdan ziyade birinci dereceden problemlere dönüş yapıldı. Buna rağmen, felsefi tartışmalarda konuları açıklığa kavuşturma ve dili rehber olarak görme anlayışı korunmaya devam etti.

Bugün, analitik felsefe, bir zamanlar temel olan geniş kapsamlı programların yerini daha yerel ve spesifik projelere bıraktığı, çeşitli ve bölünmüş bir araştırma alanı olarak görülmektedir. Sistematik yaklaşımlar tamamen yok olmamakla birlikte, analitik felsefe daha çok bir "takımada" görünümü sunmaktadır.

Bu yazımızın sonunda çevrimizle ilgili bir son bir açıklamayı yapma gereği duyuyorum. Tartışmanın konusu felsefe olsa da tartışanlar sadece filozof değildir; aynı zamanda bir kültürün hatta bir uygarlığın mensubudur. Felsefenin teknik konularını tartışırken zaman zaman kültürün ve uygarlığın felsefi olmayan verilerinden yararlanmaktadırlar. Mitolojiden tarihe, çeşitli sanat eserlerine ve anlayışlarına, politik şahıslardan ve olaylardan teolojik doktrinlere kadar pek çok farklı alanlara referansta ve imalarda bulunmaktadırlar. Kısaca onlar bu tartışma çok geniş bir sosyo kültürel arka planı kullanarak ve bazen de ima ederek tezlerini açıklamakta veya savunmaktadırlar. Bu arka plan olmadan imaların referansları belirlenmeden metnin anlaşılması zordur. O nedenle yazar, yazışmalarımızda haklı olarak bu durumu düşünüp ortalama Fransız’ın bile anlamakta zorluk çektiği bir metni çevirmenin zor olup olmadığı sordu. Ben de okuyucunun metni anlayabilmesi için gerekli bilgileri internetten araştırarak dipnot bilgisi olarak vereceğimi ifade ettim. 

Bu söze bağlı olarak metinde çok yoğun bir dipnot bilgisi verdim. Bu dipnotları verirken şunu düşündüm: Bu kitabın okuyucularının felsefeyle ilgileri ve birikimleri çok farklı olabilir. Felsefi alt yapısı ve birikimi ne olursa olsun en çok sayıda okuyucunun metne nüfuz etmesini sağlamak; bunun için olabildiğince anlaşılmadık kavram olay, akım, doktrin ve referansı bilinmeyen ima bırakmamak. O nedenle çevirimizin önemli bir bölümü dipnotlardan oluşmaktadır. Dipnot verirken dip notumuzun anlaşıldığından emin olmak için okuyucunun ek açıklama ihtiyacı duymamasını sağlamaya çalıştım. Bunun için de bazı dipnotlar ayrıntılı olarak verdim; okuyucunun o konudaki bilgi dağarcığının zenginleştirmeyi düşündüm.

Kuşkusuz gerek dipnotların sayısının çokluğunun ve ayrıntıların kitabın okunma hızını yavaşlatacaktır. Bunu görmemek mümkün değil. Ancak bu kitap yukarıda açıkladığım nedenlerle konusunda “klasik” denmeyi hak edecek bir çalışmadır. Bir çırpıda değil, cümleler üzerinde bazen uzun düşünerek okunmalıdır. Anlamak kimi zaman yorulmak, kimi zaman da benim sık sık sık ifade ettiğim gibi “Bir beynim var mı?” diye sorduran bir metnin dünyasına bir yolculuktur. Kısaca söylersek bu kitap yorulmayı göze alanlara ve anlama yolcularına hitap eder.

                                                           Zeki ÖZCAN

 



* Bu konuda bkz. Zeki Özcan Dil Felsefesi II: Gündelik Dil Paradigması, Sentez yayınları, 2019, s. 28.

* Bu konuda bkz. Zeki Özcan,  Dil Felsefesi III: Wittgenstein’da Gramer Paradigması, Sentez Yayınları, 2018, 414-416. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder