ÇEVİRİ
ÜZERİNE
Bu çeviriyi niye yaptım? Bu
kitap yazarının ifadesiyle “Felsefe ülkesinde analitik felsefenin yurttaşlık
kazanma çabasıdır.” Analitik felsefe pek çok ülkede aşağı yukarı benzer reaksiyonlarla
karşılaşmıştır. Göz ardı edilmek, felsefe dışı sayılmak, lengüistikten ibaret
görülmek, ömrü sınırlı moda bir akım olmak, Russell’ın nitelediği gibi
aylakların laflamaları olmak* hatta Deleuze’ün bir radyo konuşmasında* suçladığı gibi felsefenin katledilmesi
gibi görülmek vs. Bunlar analitik felsefeye bakış açılarıdır.
Çünkü Batı’da olduğu
gibi, ülkemizde analitik felsefe uzun
süre dışlanmıştır. Felsefe tarihlerinin
çağdaş felsefeyle bölümlerinde uzun süre analitik felsefeye yer verilmemiştir. Ayrıca
önyargılar, bilgi eksiklikleri ve karıştırmalar söz konusudur. Analitik
felsefeye Deleuze’ün gözüyle bakanların önyargılı olacağını söylemek hiç de
yanlış değildir. Bilgisizlik konusuna bir örnek: Kıta Avrupası felsefesinin
metinlerini çevirmekle ünlü bir çevirmen analitik felsefeden söz ederken şöyle
diyordu: “Analitik felsefede insanlar değerli ne buluyorlar anlamıyorum. Anlam
analizi anlamlı bir cümlenin özne yüklem ve tümleç gibi ögelerini belirlemekten
ibaretti. Bunun felsefeyle ne ilgisi vardır? Öte yandan analitik felsefenin
Kıta Avrupası filozoflarının dil üzerine düşünceleriyle, hatta lengüistik ve
semantik gibi empirik dil bilimleriyle
karıştırıldığına da şahit oluyoruz.
Peki, bu bakış açıları doğru
mudur? Değilse nedenleri nelerdir? Ve Gerçekte analitik felsefe ne tür bir
felsefedir? Kıta Avrupası felsefesine neden alternatif olarak ortaya çıkmıştır?
Analitik felsefe ile Kıta felsefesi gerçekten birbirini dışlar mı? Ortak
noktaları var mıdır? Analitik felsefenin başlangıçta yapıma biçimi ve
günümüzdeki uygulamaları arasında ne fark vardır? Analitik felsefeye ömür
biçilebilir mi? Bu ve buna benzer pek
çok soruyu tartışmanın kişilerinden ve analitik felsefeyi savunan Analyphron
bir hafta süren diyalog ortamında cevaplar.
Kitaptaki diyalogları dikkate
aldığımızda şunlar söylenebilir:
1 Kıta Avrupası filozoflarıyla analitikçi
arasında diyalog ve tartışma çok nadir yapılır. Önceki tartışmalar
formeldir yani bir sempozyumda ya da kolokyumda sunulan bildirilerle
sınırlıdır. Oysa Hong Kong tartışmaları
informeldir önceden belirlenmiş problemler ve programı yoktur; konuşmaların
konusu ister analitik olsun
isterse Kıta Avrupası, olsun felsefenin bütün tarihidir ve günümüzdeki
durumudur.
2. Hong Kong tartışmaları spontanedir; sorular tartışmanın seyrini spontane olarak belirler ve konuşma sonraki bir
soruya zemin hazırlar ve bu soru cevap soru diyalektiği gün boyu devam eder.
3. Kıta felsefesini savunan Philoconte gibi tartışanlar da baştan beri aynı
entelektüel kampta yetişmişlerdir ve kamplarını değiştirmemişlerdir. Baştan
beri aynı tarzda felsefe yapmışlardır. Onlara göre felsefede filozoftan
filozofa değişen tezler ve doktrinler olsa da bütün bunların arkasında
değişmeyen ve felsefeyi felsefe yapan bir “öz” vardır. Kısaca metaforik
ifadesiyle Nihil novi sub sole (Güneş altında yeni bir şey yoktur.
Oysa Hong Kong tartışmalarının aktörlerinden biri olan Analyphron kamp
değiştirmiştir. Kıta Avrupası geleneği için yetişmesine rağmen bu geleneği terk
edip Analitik felsefeyi benimsemiştir. O analitik felsefeyi ve bu felsefedeki değişimleri felsefi
yelpazenin günümüzdeki zorunlu açılmaları gibi görür, eadem mutata resurgo ( yeniden göründüm, değiştim ve yine
de aynıyım) diye itiraf etmekten çekinmez. Bu
diyalog felsefe tarihinde değişmezliğin sembolü Parmenides ve değişimin zorunlu
olduğunu savunan Herakleitos diyalogu gibi de okunabilir.
4. Kıta Avrupası ve Analitik felsefelerin anatomik yapıları birkaç saatte
ortaya konamazdı. Bunun için en az bir haftalık zamana ihtiyaç vardır. Hong
Kong tartışmaları bunun için gerekli süreyi sağlamıştır.
5. Bu tartışmalarda taraflar konuşmak istedikleri her şeyi konuşma ve
birbirinden öğrenmek istedikleri her şeyi öğrenme ve kısaca bütün kuşkularını
giderme fırsatı bulmuşlardır.
6. Tartışmalar Wittgenstein’ın ifadesiyle imgesel Platon’un zihninde kurguladığı diyaloglarının
aksine gerçek diyalogdur. İki kampı temsil eden filozof imgede değil, gerçek
bir zamanda ve mekanda gerçekten yüz yüzedir. Tartışma gerçek diyalogdur.
7. Bu tartışmalar
birbirini dinlemekten ibaret bir konuşmalar serisi değildir; moderatörün
ağzından ifade edilen iki amacı vardır: Yanlış anlamaları önlemek ve ortak bir
paydada buluşmayı denemek. Analitik felsefeyi savunan Analyphron, Kıtacıların Analitik
felsefeyi bilgisizlik; karıştırma meta felsefi kognitivizm karşıtlığı; bilimsel
pozitivizm adına kavramsal analizi reddetme gibi nedenlerle yanlış
anladıklarını ortaya koyar; bu olumsuz
imgeyi düzeltmek ister. Kıta Avrupa’sını savunan Philoconte da Analitik
felsefeyle ilgili zihnindeki bütün soruları sorarak tam bir fikir edinmeye
çalışır. Moderatör baştan beri üstlendiği görevi iyi yapmaya çalışarak konuşmaları
her iki felsefe tarzının ortak noktalarını bulmaya doğru yönlendirir. Moderatör
bu konuda başarılı olmuştur, çünkü tarafların tezleri arasında karşılıklı
geçişler olmuş, uzlaşma umudu ortaya çıkmıştır.
Kitabın daha iyi
anlaşılabilmesi için analitik felsefeye kuşbakışı göz atmanın yararlı olacağını
düşünüyorum.
Analitik felsefe, XIX. yüzyılın sonlarında Alman Yeni-Kantçılığına,
İngiliz Yeni-Hegelciliğine, pozitivizme ve evrimsel natüralizme bir tepki
olarak doğmuştur. Avusturya'da, Franz Brentano'nun zihin durumlarının yönelimliliğine
dayalı tanımlayıcı psikoloji çalışmaları, etik değerlerde realizm ve yargı
teorisi, bu geleneğin temel taşlarını oluşturmuştur. Onun öğrencileri Meinong
ve George Stout gibi isimler, özellikle İngiliz filozofları G.E. Moore ve
Bertrand Russell üzerinde etkili olmuştur.
Moore, gerçekliği nesnel kavramlardan oluşan önermelerle
tanımlayan bir yargı teorisi ve Aristotelesçi bir etik geliştirirken, Russell,
matematikteki reformlarına dayanarak mantıkçılığı kurmuş ve idealist monizme
karşı atomist ve çoğulcu bir metafizik savunmuştur. Russell ayrıca, mantıksal
analiz yöntemlerini geliştirerek, dilin çözümlemeye uygun yapısını vurgulamış
ve bu yaklaşım, XX. yüzyıl analitik felsefesinin temel taşlarından biri haline
gelmiştir. Aynı dönemde Frege, matematik ve mantık alanında yaptığı
çalışmalarda, Sinn-Bedeutung (anlam-referans) ayrımı gibi temel kavramları
ortaya koymuş ve psikolojizmi eleştirmiştir. Ancak Frege'nin fikirleri, Russell
gibi birkaç filozof dışında geniş ölçekte tanınmamıştır.
Analitik felsefe, başlangıçta farklı geleneklerin ortak bir
Aristotelesçi arka plana, tanımlayıcı bir psikoloji idealine, mantığın normatif
gücüne ve değerlerin objektifliğine dayanan ortak bir zemininde gelişmiştir.
Russell'ın "analitik realizm" ve "mantıksal atomizm"
kavramları, gerçekliğin bağımsız atomlardan ve bunların ilişkilerinden
oluştuğunu, bunların mantıksal analizle kavranabileceğini öne sürmüştür. Moore
ise, etik alanda platonik değerler teorisini yeniden şekillendirmiştir.
Bu ilk dönem analitik felsefe, hem Yeni-Kantçı idealizmden
hem de natüralist anlayışlardan radikal bir şekilde ayrılmıştır. Mantıksal
analiz ve gerçeklikteki evrensellerin özerkliği gibi kavramlar, bu dönemin ana
özelliklerindendir.
Wittgenstein’in Tractatus Logico-Philosophicus
(1921) adlı eseri, Russell ve Frege’nin birçok tezini özgün bir sentezle
birleştirerek, onları daha "aşkın" bir yöne yöneltmiştir. Bu eserde,
mantık dünyanın atomik olgularından eşbiçimli bir şekilde türetilmiş bir formun
tasviri için bir koşul olarak ele alınır. Ancak mantıksal önermeler, özerk bir
gerçekliğe dayanarak doğru olmaktan çıkar; bu form mantıksal olarak
gösterilebilir ama söylenemez.
Wittgenstein,
mantığın, dünyaya dair doğrular değil, anlamdan yoksun olan kurallar ve
totolojiler içerdiğini savunarak, mantıktan hareketle bir metafizik ya da
epistemoloji kurulmasına karşı çıkmıştır. Ona göre mantık, özellikle felsefi
anlamda saçmalıkları ortaya çıkarmak için bir araçtır ve felsefe bir
"doktrin" değil, bir "faaliyet" olarak görülmelidir.
Wittgenstein, Russell
ve Moore’un felsefeyi düşünce ve dilin açıklığa kavuşturulması olarak
tanımlayan görüşünü benimsese de, bu yöntemi ontolojik bir amaçtan tamamen
bağımsız hale getirmiştir. Bu eleştirel yaklaşım, Viyana Çevresi’nin kurucuları
üzerinde derin bir etki bırakmıştır. Schlick, Wittgenstein’ın etkisiyle
geleneksel empirist çizgiyi sürdürürken, Carnap ise Kantçı temellere dayanan
bir yaklaşım geliştirmiştir.
Bu dönemde, Avusturya-Alman
felsefesi iki ana kola ayrılmıştır: Brentano’nun etkisini sürdüren ve
Husserl’in idealist fenomenolojisi etrafında gelişen bir yaklaşım ile Mach’ın
etkisinden gelen, yeni mantık ve fiziksel devrimlerden esinlenen pozitif bir
yaklaşım.
Viyana Pozitivizmi ve Amerikan Yolculuğu
1920'lerde Moritz Schlick liderliğinde kurulan Viyana
Çevresi, Russell’ın mantıkçılığı, Mach’ın empirizmi ve Einstein’ın fiziğini
birleştirerek bilim ile felsefe arasında yeni bir işbirliği kurmayı amaçladı.
Rudolf Carnap, Otto Neurath ve Hans Hahn gibi üyeler, bilimsel yöntemi
felsefenin temeline yerleştirip metafiziği anlamsızlık olarak reddettiler.
Çevrenin temel tezi olan doğrulama ilkesi, yalnızca deneysel
temellere dayanan veya analitik olarak doğru olan önermelerin anlamlı olduğunu
savundu. Ancak bu ilke, hem içeriden hem dışarıdan eleştirildi.
Carnap, bilgi ve kültürü minimum empirik koşullarla yeniden
inşa etmeye çalışırken, Neurath, bilimin deneyle bütünsel olarak karşılaştığını
savunan bir holizm geliştirdi. Popper ise doğrulama ilkesine karşı yanlışlanabilirlik
kriterini önerdi. Polonya’da Tarski, Avusturya etkisiyle mantık çalışmalarına
katkıda bulundu, ancak bu yaklaşım Aristotelesçi bir realizmle dengelendi.
1930'ların ortasında Viyana Çevresi üyelerinin çoğu ABD'ye
göç etti ve bu göç, "analitik felsefe" teriminin yaygınlaşmasını
sağladı. Amerikan pragmatizmiyle birleşen bu felsefe, bilimsel açıklama,
nedensellik ve olasılık gibi konularda yeni teoriler geliştirdi. Carnap,
analitik/sentetik ayrımını savunurken Quine, bu ayrımı ve teori/gözlem ayrımını
eleştirerek ontolojik bağlılık için "bir varlık, bir değişkenin değeri
olmaktır" kriterini ortaya koydu.
Viyana Pozitivizmi, mantık, matematik ve bilim dilinin
analiziyle felsefeyi yeniden tanımlamayı amaçladı. Ancak, üyeler arasındaki
ontolojik, epistemolojik ve metodolojik farklılıklar, bu akımın birliğini
zayıflattı.
Oxford’un Gündelik Dil
Analizi
XX. yüzyılın
başlarında Amerikan ve İngiliz analitik felsefe kolları birbirinden ayrılmaya
başladı. Russell ve Moore, pragmatizmin idealist monizm ve araçsalcılık
unsurlarını reddederken, Russell epistemolojide temelcilik ve evrensellerin
gerçekliği tezine bağlı kaldı. Moore ise, sağduyu felsefesini geliştirirken
realist bir etik anlayışını savundu. Frank Ramsey, Peirce’in İngiltere’deki en
etkili takipçisi olarak kısa yaşamına rağmen Wittgenstein üzerinde büyük bir
etki bıraktı ve bu etkiler Wittgenstein’ın 1930'larda Cambridge’e dönüşüyle
netleşti.
Wittgenstein, Tractatus döneminden uzaklaşarak
mantık yoluyla ideal bir dil analizi yerine gündelik dilin analizine yöneldi.
Bu analiz, Brentano geleneğinden ilhamla, dil ve düşüncenin "yaşam
formlarına" dayandığını savundu. Bu fikirler, Cambridge’den Oxford’a
yayılarak Aristotelesçi bir zemin buldu. Wittgenstein’ın Felsefi Soruşturmalar (1958), Ryle’ın
The Concept of Mind (1949) ve
J.L. Austin’in çalışmalarıyla gündelik dil analizi felsefesi şekillendi.
Bu yöntem, İngilizce
ifadelerin kullanımını inceleyerek, filozofların ve mantıkçıların anlam
sınırlarını aştığını göstermeye odaklandı. Anlam ve anlamsızlık ayrımı artık
mantık veya semantik ile değil, kullanım bağlamında yapılmaya başlandı. Austin,
bu yöntemi "performatif" ifadeler ve dilsel eylemleri analiz ederek
geliştirdi. Analiz, Brentano, Moore ve Wittgenstein’ın etkilerini taşırken,
sağduyuya dayalı dil kullanımını felsefenin merkezine yerleştirdi.
Austin, dilin
fenomenolojik ve hermeneutik bir analizi olarak gördüğü bu yaklaşımıyla, hem
metafizikçilerin hem de önceki analitik felsefecilerin yanılgılarını eleştirdi.
Strawson ise, gündelik dil analizini daha spekülatif bir şekilde yorumladı ve
"tanımlayıcı metafizik" önerisiyle Kant’ın deneyim koşullarını analiz
projesini dil kavramları üzerinden yeniden şekillendirdi. Strawson,
spatio-temporal bağlamda bireyleri referans alan ortak kavramsal şemamızı
savunarak ideal mantıksal dil projelerine karşı çıktı.
1950'lerin sonlarından itibaren, felsefi analitik geleneğin
"altın çağı" olarak adlandırılan dönemde, mantıksal pozitivizmin
bilim felsefesi üstünlüğünü kaybetti. Pozitivistlerin analitik/sentetik ayrımı
ve teori/gözlem ayrımına dayanan "dogmaları," Norwood Hanson ve
Thomas Kuhn’un tarihsel perspektiften gözlemin teoriyle yüklü olduğunu ve
bilimsel ilerlemenin ancak "paradigmalar" ve "devrimler"
bağlamında anlaşılabileceğini göstermeleriyle sarsıldı. Daha da önemlisi,
Quine’ın Carnap’ın fikirlerine yönelik eleştirileri, pozitivizmin temel
ilkelerini gözden geçirmeye yol açtı. Quine, dilin anlamını ve çevirinin kesinliğini
sorgulayan "radikal çeviri" deneyini kullanarak pozitivistlerin
analitiklik ve eşanlamlılık kavramlarını reddetti. Ayrıca, bilimsel
hipotezlerin bireysel gözlemlerle değil, bilimsel teorilerin bütünlüğü içinde
test edilebileceği holist bir anlayışı savundu.
Pozitivizmin Çöküşünün Sonuçları
Pozitivizmin zayıflaması, analitik felsefede üç önemli yasağın kaldırılmasına
yol açtı:
Metafiziğin Yeniden Gelişi: Pozitivizmin iç ve dış
sorular arasındaki ayrımı reddedilince, varlıkların doğası, evrensellikleri ve
gerçeklikle ilişkileri gibi metafizik sorular yeniden ele alınabilir hale
geldi. Modalite anlayışı yeniden tartışıldı; David Lewis ve Saul Kripke gibi
filozoflar, mümkün dünyalar çerçevesinde modal gerçekçiliği savundu. Kripke,
"Naming and Necessity" (1971, 1981) adlı çalışmasında isimler ve
zorunluluk ilişkisini yeniden ele aldı.
Zihin-Beden Problemi: Pozitivistlerin görmezden
geldiği veya dilsel bir sorun olarak ele aldığı bu konu, Jack Smart ve David
Armstrong gibi filozoflarca zihin-beyin kimlik teorisi bağlamında yeniden
tartışmaya açıldı. Bu teori, Putnam’ın işlevselciliği gibi alternatif
yaklaşımlara yol açtı. Aynı dönemde, Chomsky’nin dilbilimi zihinsel süreçleri
merkezine aldı ve bilişsel bilimler gelişti. Zihin felsefesi, yirminci yüzyılın
sonunda dil felsefesini temelinden etkileyen bir alan haline geldi.
Bilgi Teorisi (Epistemoloji): Pozitivistlerin bilim
diline indirgediği bilgi teorisi, Russell ve Moore’un sağduyu ve şüphecilik
sorunlarına olan ilgisiyle İngiltere’de daha geniş bir bağlama taşındı. Wittgenstein’ın
"kesinlik" üzerine son çalışmaları da bu kaygılara işaret eder.
Roderick Chisholm ve Wilfrid Sellars gibi filozoflar, bilgi kavramını (doğru ve
gerekçelendirilmiş inanç) yeniden tanımlama çabalarını sürdürdüler. E.
Gettier’in 1963’teki makalesi, klasik bilgi tanımını sorguladı ve
epistemolojiyi yeniden canlandırdı.
Bu değişimler, yirminci yüzyılın sonlarında analitik
felsefenin dil, zihin ve eylem teorilerini birleştiren yeni yaklaşımlar
geliştirmesine olanak sağladı.
Dil, Zihin ve Eylem
1960’larda
pozitivizmin gerilemesi, analitik felsefenin birliğini kaybetmesine yol açsa
da, bu gelenek felsefenin temel kavramlarını açıklamaya yönelik programlarla
gelişmeye devam etti. Anlam kavramının analizi, analitik felsefeciler için
temel bir hedef haline geldi. Ancak bu anlamın referans, doğruluk koşulları
veya zihinsel/soyut varlıklar üzerinden mi analiz edilmesi gerektiği
tartışmalıydı. Wittgenstein ve Quine’ın nihai bir anlam analizine yönelik
şüpheciliğine rağmen, bu alanda sistematik teoriler geliştirildi.
Üç Anlam Programı:
Quine ve Davidson:
Quine’ın dil anlamını çeviri ve yorum teorisi olarak ele alma fikri,
Davidson’un doğruluk teorileriyle geliştirildi. Davidson, anlamı dil, düşünce
ve eylemin ortak bir yorumu bağlamında ele aldı.
Dummett: Frege’nin
anlam teorisinden yola çıkarak, anlamı bir konuşmacının anladığı şey olarak
tanımladı ve doğrulama koşullarıyla ilişkilendirerek antirealist bir metafizik
geliştirdi.
Grice: İletişim
niyetine dayalı bir anlam teorisi önerdi. Grice, konuşma analizini, doğruluk
kadar uygunluk ve başarı gibi iletişimsel kriterlerle açıkladı.
Bu programlar,
psikolojik temellere dayanma derecelerine göre değişiklik gösterdi. Davidson
gibi minimalistlerden, Chomsky ve Fodor’un "zihin dili" teorisini
savunan maksimalistlere kadar geniş bir yelpaze ortaya çıktı.
Referans Teorisi ve
Zihinsel Yapılar:
Analitik felsefe, referans ifadeleri (özel isimler, betimlemeler, göstericiler
ve bağlamsal ifadeler) üzerinde yoğunlaştı. Russell, öznel bağlamsal ifadelerin
(ör. "ben", "burada", "şimdi") ancak zihinsel
bağlamlar varsayılarak açıklanabileceğini savundu. Evans, Perry ve Recanati
gibi filozoflar, referansın zihinsel bilgi işleme süreçlerine dayandığını ileri
sürdü.
Dummett, Frege’nin dil
felsefesinin epistemoloji ve ontolojiden üstün olduğunu savunsa da, analitik
felsefe son otuz yılda bu görüşten kısmen uzaklaştı. Zihinsel süreçlerin ve
psikolojizmin analitik felsefeye yeniden dahil edilmesi, bu geleneğin
başlangıçtaki antipsikolojizm tutumundan bir dönüşü işaret etti.
Çağdaş Analitik Felsefenin
Alanları ve Temaları
XX. yüzyılın sonu ve
21. yüzyılın başında, analitik felsefenin yalnızca mantık, bilim felsefesi ve
dil felsefesiyle sınırlı olduğu görüşü geçerliliğini yitirdi. Bu alanlara
yoğunlaşma algısı, zaten bu geleneğin başlangıcından beri yanlıştı; çünkü
Avusturyalı ve İngiliz kurucular, mantık ve dil kadar psikoloji, epistemoloji,
estetik ve etik üzerine de yazıyorlardı. Ancak 20. yüzyılda artan uzmanlaşma ve
felsefi profesyonelleşme, farklı alanların bağımsız bir şekilde gelişmesine yol
açtı.
Analitik felsefe,
geleneksel Alman idealistlerinin sistematik yapı kurma anlayışından
uzaklaşarak, Locke’un öne sürdüğü gibi filozofu bir "işçi" veya
"yardımcı" olarak görmeye daha yakındı. Günümüzde bu gelenek daha da
çeşitlenmiş ve geleneksel felsefenin hemen her alanını kapsayan bir yapı haline
gelmiştir. Ancak hiçbir alan "birinci felsefe" olarak üstünlük
iddiasında bulunamaz.
1950’lerde analitik
filozoflar, birçok konuyu dil ve anlam perspektifinden ele alıyordu ve bu
yaklaşım, felsefeyi "ikinci derecede" bir etkinlik olarak görme
eğilimini doğurdu. Ancak zamanla, dil ve anlamdan ziyade birinci dereceden
problemlere dönüş yapıldı. Buna rağmen, felsefi tartışmalarda konuları açıklığa
kavuşturma ve dili rehber olarak görme anlayışı korunmaya devam etti.
Bugün, analitik
felsefe, bir zamanlar temel olan geniş kapsamlı programların yerini daha yerel
ve spesifik projelere bıraktığı, çeşitli ve bölünmüş bir araştırma alanı olarak
görülmektedir. Sistematik yaklaşımlar tamamen yok olmamakla birlikte, analitik
felsefe daha çok bir "takımada" görünümü sunmaktadır.
Bu yazımızın sonunda çevrimizle ilgili bir son bir
açıklamayı yapma gereği duyuyorum. Tartışmanın konusu felsefe olsa da
tartışanlar sadece filozof değildir; aynı zamanda bir kültürün hatta bir
uygarlığın mensubudur. Felsefenin teknik konularını tartışırken zaman zaman
kültürün ve uygarlığın felsefi olmayan verilerinden yararlanmaktadırlar.
Mitolojiden tarihe, çeşitli sanat eserlerine ve anlayışlarına, politik
şahıslardan ve olaylardan teolojik doktrinlere kadar pek çok farklı alanlara
referansta ve imalarda bulunmaktadırlar. Kısaca onlar bu tartışma çok geniş bir
sosyo kültürel arka planı kullanarak ve bazen de ima ederek tezlerini
açıklamakta veya savunmaktadırlar. Bu arka plan olmadan imaların referansları
belirlenmeden metnin anlaşılması zordur. O nedenle yazar, yazışmalarımızda haklı
olarak bu durumu düşünüp ortalama Fransız’ın bile anlamakta zorluk çektiği bir
metni çevirmenin zor olup olmadığı sordu. Ben de okuyucunun metni anlayabilmesi
için gerekli bilgileri internetten araştırarak dipnot bilgisi olarak vereceğimi
ifade ettim.
Bu söze bağlı olarak metinde çok yoğun bir dipnot bilgisi
verdim. Bu dipnotları verirken şunu düşündüm: Bu kitabın okuyucularının
felsefeyle ilgileri ve birikimleri çok farklı olabilir. Felsefi alt yapısı ve
birikimi ne olursa olsun en çok sayıda okuyucunun metne nüfuz etmesini sağlamak;
bunun için olabildiğince anlaşılmadık kavram olay, akım, doktrin ve referansı
bilinmeyen ima bırakmamak. O nedenle çevirimizin önemli bir bölümü dipnotlardan
oluşmaktadır. Dipnot verirken dip notumuzun anlaşıldığından emin olmak için
okuyucunun ek açıklama ihtiyacı duymamasını sağlamaya çalıştım. Bunun için de
bazı dipnotlar ayrıntılı olarak verdim; okuyucunun o konudaki bilgi
dağarcığının zenginleştirmeyi düşündüm.
Kuşkusuz gerek dipnotların sayısının çokluğunun ve
ayrıntıların kitabın okunma hızını yavaşlatacaktır. Bunu görmemek mümkün değil.
Ancak bu kitap yukarıda açıkladığım nedenlerle konusunda “klasik” denmeyi hak
edecek bir çalışmadır. Bir çırpıda değil, cümleler üzerinde bazen uzun
düşünerek okunmalıdır. Anlamak kimi zaman yorulmak, kimi zaman da benim sık sık
sık ifade ettiğim gibi “Bir beynim var mı?” diye sorduran bir metnin dünyasına
bir yolculuktur. Kısaca söylersek bu kitap yorulmayı göze alanlara ve anlama
yolcularına hitap eder.
Zeki ÖZCAN
* Bu konuda
bkz. Zeki Özcan Dil Felsefesi II: Gündelik Dil Paradigması, Sentez yayınları,
2019, s. 28.
* Bu konuda
bkz. Zeki Özcan, Dil Felsefesi III:
Wittgenstein’da Gramer Paradigması, Sentez Yayınları, 2018, 414-416.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder