13 Aralık 2024 Cuma

AVRUPA'NIN EN ÖNEMLİ ANALİTİKÇİLERİNDEN PASCAL ENGEL'İN TÜRK OKUYUCU İÇİN ÖNSÖZÜ

 

                        YAZARIN TÜRKÇE ÇEVİRİYE ÖNSÖZÜ

 

 


La Dispute’ün (elinizdeki kitap) Türkçe olarak yayınlanmasından büyük bir mutluluk duyuyorum. Bir “analitikçi” ve bir “kıta” filozofu arasındaki tartışmayı anlatan ve anlaşmazlıklarını çözmeye çalışan bu kitap, 1997 yılında bugünkünden farklı bir bağlamda yazılmıştı. Çünkü analitik felsefe geçen yüzyılın sonunda ve özellikle güçlü  bir geleneğinin ülkede yerleşmesine engel olduğu Fransa’da azınlıkta iken şimdi  bütün Avrupa ülkelerinde tanınmaktadır.[1] Analitik felsefe karşıtlığının temelinde şu düşünce vardır: Analitik felsefe” ile “Kıta felsefesi” doktrinler, yöntemler hatta yazım biçimleri bakımından birbiriyle taban tabana zıttır. Bu düşünce sadece Fransa’ya özgü değildi;  Amerika Birleşik Devletleri, Almanya, İngiltere’de veya İtalya gibi ülkelerde de vardı. “Russell, Frege, Carnap, Quine, Davidson veya Kripke’yi okuyan birçok kişi Hegel, Nietzsche, Husserl, Heidegger, Derrida veya Foucault’yu okumuyordu veya okumayı reddediyordu ve bunun tersi de geçerliydi. Bugün bu karşıtlıklar kısmen ortadan kalktı. Bunun nedeni, öncelikle felsefe tarihçilerinin çalışmaları sayesinde analitik ve kıta geleneklerinin Avrupa felsefesinde, özellikle Avusturya felsefesinde ortak kökenleri olduğunu anlamamızdır. Örneğin, Husserl’ın fenomenolojisinin başlangıçtaki birçok problemi, Frege, Russell, Moore ve Wittgenstein’ın ilgilendiği problemlerle aynıydı. Tüm Avrupa ülkelerinde ikinci olarak, her iki geleneğin filozofları birbirlerini daha iyi tanıdılar: Birçok analitikçi filozof Kant, Brentano ve Husserl’ı okumakta, tezlerini tartışmaktadır ve Kantçı ve hermenötik gelenekte yetişen birçok filozof da Frege, Quine ve Wittgenstein’ı okumakta ve tartışmaktadır. Son olarak, akademik kurumların ve internetin uluslararasılaşması, dünya çapında bilgiyi ve alışverişi geliştirdi. Bu yönlerin tümü göz önüne alındığında, La Dispute’te iki tartışmacının birbirlerine karşı gösterdiği zaman zaman agresif tutum abartılı görünebilir, ancak bu kitabın yazarı da analitik felsefeye bağlı olduğunu söylediğinde “kıta” meslektaşlarının düşmanlığını sık sık deneyimlemiştir. Bu diyaloğu okuyan kişi, Analyphron ve Philoconte’un genellikle hemfikir olduğunu ve kendi geleneklerinin eksikliklerini kabul edebildiklerini de görecektir.

Yine de, felsefede sonsuz bir barışa ve evrensel bir uyuma ulaştığımızı düşünmek yanlış olur: Felsefe, anlaşmazlıklarla yaşayan bir disiplin olmaya devam ediyor ve bu anlaşmazlıklar onun canlılığının bir göstergesidir. Bence Descartes ve Leibniz zamanında Avrupa felsefesinde de var olan bu, sorular, itirazlar ve cevaplar tarzındaki tutum analitik felsefenin en büyük özelliklerinden biridir. Ayrıca, herkesin felsefe yapma yöntemleri konusunda hemfikir olduğu tarafsız bir uluslararası felsefe sahnesi de yok ve ulusal gelenekler hâlâ devam etmektedir. Bu nedenle, analitik felsefe ile kıta felsefesi arasında hâlâ önemli bir fark vardır. La Dispute’te bu farklılıkları açıklamaya çalıştım. Bana göre bu farklılıkların nedeni, analitikçi filozofların şu üç büyük yönelimidir.

İlki, Analitikçi filozofların realizmidir. Bu realizm nedeniyle Frege, Russell ve Moore'dan (ve şüphesiz Brentano'dan) bu yana, Analitikçi filozoflar Kantçılık ve Hegelcilik karşıtı bir tutumu benimsemişlerdir. Kuşkusuz o zamandan beri idealist veya anti-realist birçok analitikçi filozof olmuştur, ancak realizm her zaman varsayılan, tercih edilen felsefi tutumdur.  Örneğin Dummett ve Putnam gibi yazarlar realizmi reddetmişlerdir, ancak kendilerini realizme göre tanımlamışlardır. Buna karşılık, kıta filozoflarının neredeyse tümü Kant'tan yola çıkmış ve idealizmi öncelikli veya temel bir tutum yapmıştır.

İkincisi şu düşüncedir:  Düşüncenin ve entelektüel hayatın öyle  normları ve değerleri vardır ki,  ciddi bir felsefi soruşturma ve sorgulamadan vazgeçtiğimiz  anda bunlardan da uzaklaşırız. Frege’nin, Russell’ın ve Moore'un temel tezlerinden biri şudur: Hem mantık ve epistemolojide hem de etikte nesnel bir normatif düzen vardır. Sonraki analitikçi filozoflar da bu tezi kabul ederler. Son analitikçilere göre felsefe gibi bir disiplinde bile, nesnel bir değerlendirmeye tabi tutulan ve doğru veya yanlış olabilen teoriler, sorular, argümanlar ortaya konabilir. Bu, felsefeyi bir bilim yapmaz, ancak onu genellikle kıta felsefesinde görülen şiirsel, edebi veya politik söylemden ayırır. Kognitif veya epistemik normların olduğu fikri sadece analitik felsefeye özgü değildir. Kant, Husserl ve ilk fenomenologlarda da vardır. Ancak daha sonra, Nietzsche, Heidegger, Foucault ve Derrida gibi düşünürlerle birlikte kıta felsefesi “hiper-kritik” ve radikal bir hal alırken bu fikir kayboldu ve bu da rölativizmin ve postmodernizmin aşırılıklarına yol açtı.

Analitik felsefenin üçüncü önemli özelliğ şudur: Bu felsefede tezler, öncelikle teorik ve tarihsel değildir; eleştiriye açıktır veya kanıtlar ortaya konması koşuluyla  reddedilebilir. Tezlerin bu tarzda ortaya konurken kuşkusuz bilimsel tezler model yapılır;  yine de bu, Viyana Çevresi üyelerinin inandığı gibi felsefi önermelerin empirik yolla doğrulanabileceği ya da yanlışlanabileceği anlamına gelmez. Buna karşılık kıta felsefesi öncelikle tarihseldir ve doktrinleri yorumlamayı ve düşünümlü tarzda anlamayı amaçlar. Bu yaklaşım, felsefe tarihine çok önem verir, Felsefi etkinliği  büyük filozofları yeniden okumaktan ve onların metinlerini hermenötik yaklaşımla yorumlamaktan ibaret görür.

Bu iki geleneğin temel özellikleri, otuz yıl önce çok belirgindi. Bugün artık böyle değildir ve bunu La dispute'te zaten gözlemliyordum. Kıta Avrupası ve Analitik felsefe artık birbirlerini dışlamıyorlar: Felsefede açık teoriler aramak, analitikçi filozoflara tezleri, karşıt örnekleri ve reddiyeleri sayesinde tarihsel boyutu ihmal etme ve skolastik bir üslup benimseme hakkı vermez. Amerikalı filozof Gilbert Harman bir zamanlar, felsefede bir makale on yıldan daha eskiyse okunmaya değmez demişti. Bu yanlış düşünce, analitik felsefeyi kendi karikatürüne yapan karikatürcüye dönüştürmüştür. “Kıtacılar”a gelince tarihselci onların tutumları şu noktaya gelmiştir:  Filozof büyük sorunlarla ilgilenmek yerine sadece felsefe tarihinin çok küçük bölümlerini yorumlamalıdır ve açıklamalıdır.

La Dispute'ü yazarken, analitik felsenin belirgin ve arzu edilir iki özelliği olduğunu düşünüyordum: Bu felsefenin akademik karakterin vardır ve uluslararası bir felsefedir. Felsefeyi üniversiteler içinde gelişen bir disiplin olarak görüyordum ve analitik felsefe sayesinde şarlatanların veya ideolojilerin “filozof” olarak sunulduğu, Fransa'da yaygın olan “kitle felsefesi”ne veya “popüler felsefe” kültürüne karşı koymak istiyordum. Ayrıca, genellikle diğer ülkelerin felsefelerine ilgi göstermeyen milliyetçi felsefe anlayışına da karşı çıkmak istiyordum. Fransız meslektaşlarımın İngiliz ve Amerikan felsefe gelenekleri hakkındaki cehaletleri, bana büyük bir dar görüşlülüğün göstergesi gibi geliyordu.

Bugün, felsefi gazeteciliğin aşırılıklarını kınamaya devam etsem de akademik ve üniversite felsefesinin nitelikleri konusunda daha az eminim, Çünkü dünya genelinde üniversiteler, bilgiyi ve özellikle de felsefeyi sosyal sorunlara bağlayan ekonomik ve politik kısıtlamalar altında yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Gerçek akademik özgürlük olan serbest araştırma, projelerin mutlaka finanse edilmesi gerektiğinde tehdit altındadır. Ayrıca, anglo-amerikan felsefesi her yere yayıldığından ve sık sık ânın modasına kapılıp irrasyonalizmin cazibesine yenik düştüğünden, bu felsefenin nitelikleri konusunda da eskiden olduğum kadar emin değilim. Uluslararasılaşmanın erdemleri konusunda da daha şüpheciyim. Uluslararasılaşma felsefecileri birbirleriyle iletişim kurmaya teşvik ederse iyi bir şeydir, ancak büyük bir fikir süper marketine- Türklerin ifadesiyle büyük bir pazara- dönüşürse kötüdür. Bu anlamda, belirli bir ölçüde milliyetçilik yani ulusal geleneklere saygı duymak iyi bir şeydir. Antik Yunan felsefesi, küçük dostluk toplulukları içinde, okullar oluşturarak gelişti. Bu, çok da kötü bir model değildi ve ister analitikçi olsun, isterse Kıtacı, günümüz filozoflarının maruz kaldıkları yayın yapma ve “proje” peşinde koşma yarışından daha iyi bir modeldir. Sadece hâkim olan İngilizceye boyun eğmek için kendi dilinde yazmaktan vazgeçmek de büyük bir hatadır.*

Çeşitli sempozyumlar vesilesiyle, analitik felsefeyle uğraşan Türk meslektaşlarımla sık sık iletişim kurma fırsatı buldum. Bunlar arasında en parlak olanı, dil felsefesi ve metafizik alanında İngilizce olarak önemli eserler veren ve ne yazık ki erken yaşta hayata gözlerini yuman Arda Denkel’di. Daha sonra Türkiye’deki diğer meslektaşlarımla da çok iyi ilişkilerim oldu ve her defasında çağdaş felsefeye olan olağanüstü bilgileri ve açık fikirlilikleri beni çok etkiledi. Bu kitabın Türkçeye çevrilmesi benim için büyük bir onurdur ve bu çeviriyi gerçekleştiren Prof. Dr. Zeki Ozcan’a çok teşekkür ederim. Hans Reichenbach’ın İkinci Dünya Savaşı öncesinde birkaç yıl İstanbul’da yaşayıp ilk nesil öğrencileri yetiştirmesinden bu yana Türkiye, analitik felsefeye en açık ülkelerden biri olmuştur. Umarım bu kitap da bu alana küçük bir katkı sunabilir.

 

 

                                         Pascal Engel, 2024

 

 

 



[1] Bunun nedenlerini şu yazılarımda  açıklamıştım: “Continental insularity : contemporary French Analytical Philosophy” (Çağdaş Fransız Analitik Felsefesinde Kıta Adacılığı), Contemporary French Philosophy, ed. A.P. Griffiths, Cambridge University Press, 1988, 1-19; “La philosophie analytique en France: un bilan institutionnel” (Fransa'da Analitik Felsefe: Kurumsal Bir Değerlendirme), Cahiers de philosophie de l’université de Caen, La normativité, PUC 2002. Ayrıca yakında çıkaca “'The analytic-Continental divide” (Analitik-Kıta Ayrımı) başlıklı denememe bakınız, in M. Rossberg, ed. The Cambridge Companion to Analytic Philosophy, Cambridge Cambridge University Press.

 

* Vurgu bana aittir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder