YAZARIN TÜRKÇE ÇEVİRİYE ÖNSÖZÜ
La Dispute’ün (elinizdeki kitap) Türkçe olarak yayınlanmasından
büyük bir mutluluk duyuyorum. Bir “analitikçi” ve bir “kıta” filozofu
arasındaki tartışmayı anlatan ve anlaşmazlıklarını çözmeye çalışan bu kitap,
1997 yılında bugünkünden farklı bir bağlamda yazılmıştı. Çünkü analitik felsefe
geçen yüzyılın sonunda ve özellikle güçlü
bir geleneğinin ülkede yerleşmesine engel olduğu Fransa’da azınlıkta
iken şimdi bütün Avrupa ülkelerinde
tanınmaktadır.[1] Analitik felsefe karşıtlığının temelinde şu düşünce
vardır: Analitik felsefe” ile “Kıta felsefesi” doktrinler, yöntemler hatta yazım
biçimleri bakımından birbiriyle taban tabana zıttır. Bu düşünce sadece Fransa’ya özgü değildi; Amerika
Birleşik Devletleri, Almanya, İngiltere’de veya İtalya gibi ülkelerde de vardı.
“Russell, Frege, Carnap, Quine, Davidson veya Kripke’yi okuyan birçok kişi
Hegel, Nietzsche, Husserl, Heidegger, Derrida veya Foucault’yu okumuyordu veya
okumayı reddediyordu ve bunun tersi de geçerliydi. Bugün bu karşıtlıklar kısmen
ortadan kalktı. Bunun nedeni, öncelikle felsefe tarihçilerinin çalışmaları
sayesinde analitik ve kıta geleneklerinin Avrupa felsefesinde, özellikle
Avusturya felsefesinde ortak kökenleri olduğunu anlamamızdır. Örneğin,
Husserl’ın fenomenolojisinin başlangıçtaki birçok problemi, Frege, Russell,
Moore ve Wittgenstein’ın ilgilendiği problemlerle aynıydı. Tüm Avrupa ülkelerinde ikinci olarak,
her iki geleneğin filozofları birbirlerini daha iyi tanıdılar: Birçok analitikçi
filozof Kant, Brentano ve Husserl’ı okumakta, tezlerini tartışmaktadır ve Kantçı
ve hermenötik gelenekte yetişen birçok filozof da Frege, Quine ve
Wittgenstein’ı okumakta ve tartışmaktadır. Son olarak, akademik kurumların ve
internetin uluslararasılaşması, dünya çapında bilgiyi ve alışverişi geliştirdi.
Bu yönlerin tümü göz önüne alındığında, La Dispute’te iki tartışmacının
birbirlerine karşı gösterdiği zaman zaman agresif tutum abartılı görünebilir,
ancak bu kitabın yazarı da analitik felsefeye bağlı olduğunu söylediğinde
“kıta” meslektaşlarının düşmanlığını sık sık deneyimlemiştir. Bu diyaloğu
okuyan kişi, Analyphron ve Philoconte’un genellikle hemfikir olduğunu ve kendi
geleneklerinin eksikliklerini kabul edebildiklerini de görecektir.
Yine de,
felsefede sonsuz bir barışa ve evrensel bir uyuma ulaştığımızı düşünmek yanlış
olur: Felsefe, anlaşmazlıklarla yaşayan bir disiplin olmaya devam ediyor ve bu
anlaşmazlıklar onun canlılığının bir göstergesidir. Bence Descartes ve Leibniz
zamanında Avrupa felsefesinde de var olan bu, sorular, itirazlar ve cevaplar
tarzındaki tutum analitik felsefenin en büyük özelliklerinden biridir. Ayrıca,
herkesin felsefe yapma yöntemleri konusunda hemfikir olduğu tarafsız bir
uluslararası felsefe sahnesi de yok ve ulusal gelenekler hâlâ devam etmektedir.
Bu nedenle, analitik felsefe ile kıta felsefesi arasında hâlâ önemli bir fark
vardır. La
Dispute’te bu farklılıkları açıklamaya
çalıştım. Bana göre bu farklılıkların nedeni, analitikçi filozofların şu üç
büyük yönelimidir.
İlki, Analitikçi filozofların
realizmidir. Bu realizm nedeniyle Frege, Russell ve Moore'dan (ve şüphesiz
Brentano'dan) bu yana, Analitikçi filozoflar Kantçılık ve Hegelcilik karşıtı
bir tutumu benimsemişlerdir. Kuşkusuz o zamandan beri idealist veya
anti-realist birçok analitikçi filozof olmuştur, ancak realizm her zaman
varsayılan, tercih edilen felsefi tutumdur. Örneğin Dummett ve Putnam gibi yazarlar
realizmi reddetmişlerdir, ancak kendilerini realizme göre tanımlamışlardır.
Buna karşılık, kıta filozoflarının neredeyse tümü Kant'tan yola çıkmış ve
idealizmi öncelikli veya temel bir tutum yapmıştır.
İkincisi şu düşüncedir: Düşüncenin ve entelektüel hayatın öyle normları ve değerleri vardır ki, ciddi bir felsefi soruşturma ve sorgulamadan
vazgeçtiğimiz anda bunlardan da
uzaklaşırız. Frege’nin, Russell’ın ve Moore'un temel tezlerinden biri şudur: Hem
mantık ve epistemolojide hem de etikte nesnel bir normatif düzen vardır.
Sonraki analitikçi filozoflar da bu tezi kabul ederler. Son analitikçilere göre
felsefe gibi bir disiplinde bile, nesnel bir değerlendirmeye tabi tutulan ve
doğru veya yanlış olabilen teoriler, sorular, argümanlar ortaya konabilir. Bu,
felsefeyi bir bilim yapmaz, ancak onu genellikle kıta felsefesinde görülen
şiirsel, edebi veya politik söylemden ayırır. Kognitif veya epistemik normların
olduğu fikri sadece analitik felsefeye özgü değildir. Kant, Husserl ve ilk fenomenologlarda
da vardır. Ancak daha sonra, Nietzsche, Heidegger, Foucault ve Derrida gibi
düşünürlerle birlikte kıta felsefesi “hiper-kritik” ve radikal bir hal alırken
bu fikir kayboldu ve bu da rölativizmin ve postmodernizmin aşırılıklarına yol
açtı.
Analitik felsefenin üçüncü önemli
özelliğ şudur: Bu felsefede tezler, öncelikle teorik ve tarihsel değildir; eleştiriye
açıktır veya kanıtlar ortaya konması koşuluyla reddedilebilir. Tezlerin bu tarzda ortaya konurken
kuşkusuz bilimsel tezler model yapılır;
yine de bu, Viyana Çevresi üyelerinin inandığı gibi felsefi önermelerin empirik
yolla doğrulanabileceği ya da yanlışlanabileceği anlamına gelmez. Buna karşılık
kıta felsefesi öncelikle tarihseldir ve doktrinleri yorumlamayı ve düşünümlü
tarzda anlamayı amaçlar. Bu yaklaşım, felsefe tarihine çok önem verir, Felsefi
etkinliği büyük filozofları yeniden okumaktan
ve onların metinlerini hermenötik yaklaşımla yorumlamaktan ibaret görür.
Bu iki geleneğin temel özellikleri,
otuz yıl önce çok belirgindi. Bugün artık böyle değildir ve bunu La
dispute'te zaten gözlemliyordum. Kıta Avrupası ve Analitik felsefe
artık birbirlerini dışlamıyorlar: Felsefede açık teoriler aramak, analitikçi
filozoflara tezleri, karşıt örnekleri ve reddiyeleri sayesinde tarihsel boyutu
ihmal etme ve skolastik bir üslup benimseme hakkı vermez. Amerikalı filozof
Gilbert Harman bir zamanlar, felsefede bir makale on yıldan daha eskiyse
okunmaya değmez demişti. Bu yanlış düşünce, analitik felsefeyi kendi karikatürüne
yapan karikatürcüye dönüştürmüştür. “Kıtacılar”a gelince tarihselci onların tutumları
şu noktaya gelmiştir: Filozof büyük
sorunlarla ilgilenmek yerine sadece felsefe tarihinin çok küçük bölümlerini
yorumlamalıdır ve açıklamalıdır.
La Dispute'ü yazarken,
analitik felsenin belirgin ve arzu edilir iki özelliği olduğunu düşünüyordum: Bu
felsefenin akademik karakterin vardır ve uluslararası bir felsefedir. Felsefeyi
üniversiteler içinde gelişen bir disiplin olarak görüyordum ve analitik felsefe
sayesinde şarlatanların veya ideolojilerin “filozof” olarak sunulduğu,
Fransa'da yaygın olan “kitle felsefesi”ne veya “popüler felsefe” kültürüne
karşı koymak istiyordum. Ayrıca, genellikle diğer ülkelerin felsefelerine ilgi
göstermeyen milliyetçi felsefe anlayışına da karşı çıkmak istiyordum. Fransız
meslektaşlarımın İngiliz ve Amerikan felsefe gelenekleri hakkındaki cehaletleri,
bana büyük bir dar görüşlülüğün göstergesi gibi geliyordu.
Bugün, felsefi gazeteciliğin aşırılıklarını
kınamaya devam etsem de akademik ve üniversite felsefesinin nitelikleri
konusunda daha az eminim, Çünkü dünya genelinde üniversiteler, bilgiyi ve
özellikle de felsefeyi sosyal sorunlara bağlayan ekonomik ve politik
kısıtlamalar altında yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Gerçek akademik
özgürlük olan serbest araştırma, projelerin mutlaka finanse edilmesi
gerektiğinde tehdit altındadır. Ayrıca, anglo-amerikan felsefesi her yere
yayıldığından ve sık sık ânın modasına kapılıp irrasyonalizmin cazibesine yenik
düştüğünden, bu felsefenin nitelikleri konusunda da eskiden olduğum kadar emin
değilim. Uluslararasılaşmanın erdemleri konusunda da daha şüpheciyim. Uluslararasılaşma
felsefecileri birbirleriyle iletişim kurmaya teşvik ederse iyi bir şeydir, ancak
büyük bir fikir süper marketine- Türklerin ifadesiyle büyük bir pazara- dönüşürse
kötüdür. Bu anlamda, belirli bir ölçüde milliyetçilik yani ulusal geleneklere
saygı duymak iyi bir şeydir. Antik Yunan felsefesi, küçük dostluk toplulukları
içinde, okullar oluşturarak gelişti. Bu, çok da kötü bir model değildi ve ister
analitikçi olsun, isterse Kıtacı, günümüz filozoflarının maruz kaldıkları yayın
yapma ve “proje” peşinde koşma yarışından daha iyi bir modeldir. Sadece
hâkim olan İngilizceye boyun eğmek için kendi dilinde yazmaktan vazgeçmek de
büyük bir hatadır.*
Çeşitli sempozyumlar vesilesiyle,
analitik felsefeyle uğraşan Türk meslektaşlarımla sık sık iletişim kurma
fırsatı buldum. Bunlar arasında en parlak olanı, dil felsefesi ve metafizik
alanında İngilizce olarak önemli eserler veren ve ne yazık ki erken yaşta
hayata gözlerini yuman Arda Denkel’di. Daha sonra Türkiye’deki diğer
meslektaşlarımla da çok iyi ilişkilerim oldu ve her defasında çağdaş felsefeye
olan olağanüstü bilgileri ve açık fikirlilikleri beni çok etkiledi. Bu kitabın
Türkçeye çevrilmesi benim için büyük bir onurdur ve bu çeviriyi gerçekleştiren
Prof. Dr. Zeki Ozcan’a çok teşekkür ederim. Hans Reichenbach’ın İkinci Dünya
Savaşı öncesinde birkaç yıl İstanbul’da yaşayıp ilk nesil öğrencileri
yetiştirmesinden bu yana Türkiye, analitik felsefeye en açık ülkelerden biri
olmuştur. Umarım bu kitap da bu alana küçük bir katkı sunabilir.
Pascal
Engel, 2024
[1]
Bunun nedenlerini şu yazılarımda
açıklamıştım: “Continental insularity : contemporary French Analytical
Philosophy” (Çağdaş Fransız Analitik Felsefesinde Kıta Adacılığı), Contemporary
French Philosophy, ed. A.P. Griffiths, Cambridge University Press, 1988, 1-19; “La
philosophie analytique en France: un bilan institutionnel” (Fransa'da Analitik
Felsefe: Kurumsal Bir Değerlendirme), Cahiers de philosophie de l’université de
Caen, La normativité, PUC 2002. Ayrıca yakında çıkaca “'The
analytic-Continental divide” (Analitik-Kıta Ayrımı) başlıklı denememe bakınız,
in M. Rossberg, ed. The Cambridge Companion to Analytic Philosophy, Cambridge
Cambridge University Press.
* Vurgu bana
aittir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder