Mistik olan
Yukarıda gördüğümüz gibi Wittgenstein, dilin
sınırlarını ve mantıksal yapısını ele alırken, dilin ifade edemediği, sözle
anlatılamaz bir alanın varlığını da kabul eder; bu alanı, mistik diye
niteler. Ona göre, anlamlı bir
sözce olguyu resmeder. Dil, dünyanın
kendisi, varoluş ve ahlaki değerler sözle anlatılamayan, mantıksal olarak
temellendirilemeyen mistik ögelerdir. Sözle anlatılamasa da mistik olanın
varlığı hissedilir, gösterilir.
Tractatus'un
sonunda yer alan meşhur önerme "Üzerine konuşulamayan konusunda
susmalı" (7) bu düşüncenin en net ifadesidir ve kitabın hem mantıksal
sınırlarını hem de bu sınırların ötesindeki manevi ve estetik boyutlara olan saygısını
vurgular. Mistik yani ifade edilemeyen, sessizliğin ve dilin ötesindeki
gerçeğin ta kendisidir.
Wittgenstein’da gösterme/söyleme dikotomisine
ilişkin açıklamalarımızı çokça tartışılan “mistik olan”a dair açıklamalarla
bitirelim.
Sözlerimize başlarken konuyla ilgili
tartışmalarda yapılan bir yanlışa değinelim. Pek çok araştırmacı
Wittgenstein’ın “mistik” hakkındaki düşüncelerini “mistisizm” başlığı altında
ele almaktadırlar. Oysa bu, doğru değildir.
Nedenleri şunlardır:
1.
Mistisizm” mistikle
ilgili inanç ve düşünce sistemidir. Schopenhauer’in ifadesiyle mistisizm
bilgi teorisi ve ahlak alanında ortaya
konan, algı, kavram ve genel olarak tüm bilginin ulaşmaya güç yetiremediği şeyi
doğrudan hissetmeye çalışan bir sistemdir.
Mistik bir doktrini benimseyen kişi mutlak gerçek, Tanrı veya nihai
birlik vs. gibi teorik bir şeye inanır. Bunların akıl
yürütme veya empirik bilgilere değil;
doğrudan deneyim, sezgi veya tanrısal bir aydınlanma gibi çeşitli adlarla
anılan aşkın bir bilgi türüyle bilinebileceklerini kabul eder, Bu aşkın
bilgiyle “gerçek üstü gerçeği bilmeye çalışır
Wittgenstein'ın Tractatus'taki
"mistik" kavramı ise tamamen farklıdır. Mistik mistisizmlerde olduğu ulaşılmaya
çalışılan bir ideal, gerçek üstü bir şey değildir; söz dışı deneyim dışı bir
alandır. Wittgenstein'ın amacı mistik tecrübeyi sistematik bir yapı gibi ele
almak ve yüceltmek değildi; dilin sınırlarını çizmekti. Onun “mistik” dediği
şey, dilin yapısından kaynaklanan bir sınırdır. Tractatus'un temel tezi
şudur:”. “Mistik” (örneğin
"dünyanın var olması karşısında duyulan hayret (6.44), mutlu hayat (6.43),
değer 6.4 olgusal dünyanın dışında kalır; dilin sınırlarının ötesinde,
"söylenemez" (unsayable) olandır. Sonuçta “mistik”le ilgili sözceleri “mistisizm” diye
anlamak, Tractatus’un kendi mantığıyla çelişir.
2. “Tractatus'ta 'mistisizm vardır.” demek, “mistik”i
sabit bir doktrin gibi algılamak anlamına gelir. Bu, Wittgenstein'ın temel dil
anlayışıyla çelişir. Mistik doktrinler inanç ürünü totolojik yargılardan ve sübjektif
tasavvurlardan oluşan kapalı bir sistemdir. Bu durum, Wittgenstein'ın felsefeyi
bir doktrinler bütünü değil, düşünceleri netleştiren bir faaliyet olarak gören
temel görüşüne doğrudan aykırıdır. Wittgenstein “mistik olan”ı, dilin
sınırlarına çarptığımızda ortaya çıkan ve ancak işaret edilebilen şey olarak
görür. Bu işaret etme eylemi, ne bir mantık sistemi ne de bir dil teorisidir;
susmayı öngören etik ve mistik bir tutumun ifadesidir.
3.
Tractatus’ta etik ve estetik de
“mistik” alanın parçasıdır. Bunlar “nasıl yaşamalı?”dan çok “nasıl kabul etmeli”
sorusunu ima eder, ama yine de önermelerle kanıtlanamaz. Onun
"mistiği", geleneksel meditasyon veya birleşme pratiklerini
değil, dilin ulaşamadığı, gösterilebilir ama söylenemez olanın
epistemolojik sınırını (bilginin sınırını) işaret eden felsefi bir
kategoridir. Dolayısıyla bunları bir
doktrin gibi sunmak, Wittgenstein’ın etiği bir “bilgi sistemi” değil, dünyaya
bakıştaki değişim olarak görmesiyle çelişir.
Bütün bunların özet kanıtı olan bir cümle
yazmak gerekirse, şunu diyebiliriz: Almanca
felsefi literatürde tıpkı Kant’ın noumen’i gibi Witgenstein’ın mistiği “die Mystik bei Wittgenstein”
şeklinde felsefi bir terimdir. Terimin anlamı,
dilin sınırları dışında kalan, gösterilebilir ama söylenemez olan
demektir.
Tractatus’ta misitisizm değil, mistik vardır, tezimizi bu şekilde ortaya koyduktan
sonra bu kavramı açıklamaya geçebiliriz. Wittgenstein’da mistiği iki başlıkta
ele alacağız: 1. Tractatus öncesi mistik 2. Tractatus’taki mistik
tractatus öncesi mistik
Tractatus öncesi Wittgenstein’da “mistik”i
anlamak için şunu göz önünde bulundurmalıdır: Wittgenstein’ın 1914-1918
yıllarında Savaş sırasında Tractatus’u yazarken büyük düşünsel ve varoluşsal
çalkantılar yaşamıştır. Ele alacağımız “mistik” fikri işte dönemde ortaya çıkmıştır. Bunu Bertrand
Russell’ın Lady Ottoline Morell'e 1919
kışında yazdığı mektupta görebiliyoruz. bir mektup yazar. Bu mektubu Russell Tractatus’un
el yazmasını Wittgenstein’la Hollanda’da
tartışmasından sonra yazmıştır. Mektup, Wittgenstein'ın Birinci Dünya
Savaşı sırasında ve öncesinde, yani Tractatus’taki fikirlerini geliştirdiği
dönemdeki genel ruh halini anlamamız için paha biçilmez bir kaynaktır. Russell
Morelle’e mektupta şunları yazmaktadır:
Sana anlatacağım ilginç
şeyler var. Lahey’de Wittgenstein'la bir hafta süreyle Tractatus’u
tartıştık Bugün buradan [20 Aralık 1919, Lahey'den] ayrılıyorum. Kitap hakkında
daha da iyi düşünmeye başladım; gerçekten harika bir kitap olduğuna eminim,
ancak doğru olduğundan emin değilim. Kitabında daha önce bir mistisizm
tadı hissetmiştim, ama onun konuşmamızda tam bir mistik haline
geldiğini görünce şaşırdım. Wittgenstein Kierkegaard ve Angelus
Silesius gibi yazarları okuyor ve ciddi olarak keşiş olmayı düşünüyor. Her şey
William James'in Dini Tecrübenin Çeşitleri (Varieties of
Religious Experience) kitabıyla başladı ve savaştan önce tek başına Norveç'te
geçirdiği ve neredeyse delirmenin eşiğine geldiği kış aylarında (şaşırtıcı
olmayan bir şekilde) bu durumu daha da ilerledi. Ardından savaş sırasında tuhaf
bir şey oldu. Galiçya'daki Tarnov kasabasına görevli olarak gitti ve tesadüfen
bir kitapçıya rastladı. Dükkânda sadece kartpostallar varmış gibi görünüyordu.
Ancak içeri girdi ve sadece tek bir kitap olduğunu gördü: Tolstoy'un İnciller
Üzerine (On the Gospels). Başka kitap olmadığı için onu aldı. Okudu,
tekrar okudu ve o andan itibaren, top ateşi altında bile olsa her zaman yanında
taşıdı. Ama genel olarak Dostoyevski'yi (özellikle Karamazov Kardeşler'i)
Tolstoy'dan daha çok sevdi. Mistik Wittgenstein’ın düşüncesine ve duygularına derinden nüfuz
etmiş, ama bence (o kabul etmese de) mistisizmde en çok sevdiği şey, onu
düşünmekten alıkoyma gücü. Keşiş olacağını pek sanmıyorum; bu bir niyet
değil, bir fikir. Asıl niyeti öğretmen olmak. Dünyevi malları yük olarak
gördüğü için tüm parasını kardeşlerine ve kız kardeşlerine verdi. Keşke onu
görseydin.
Russell burada gerçekten
olağanüstü bir kişiliği, Tanrı takıntılı ve Tanrı tarafından rahatsız edilen
bir kişiyi anlatır. Wittgenstein'ın keşiş olma düşüncesi, Russell'ın
düşündüğünden daha ciddiydi. 1926'da, köy okulu öğretmenliğini bırakmaya karar
verdiği yıl, Avusturya'daki bir Benedikten manastırına katılmak için başvurdu,
ancak Başrahip cesaretini kırdı. Yetişkinlik hayatının büyük bölümünde
Wittgenstein, Dostoyevski'nin Karamazov Kardeşler'indeki bilge
keşiş Baba Zosima figürüne hayrandı
ve Zosima'nın konuşmalarından uzun pasajları ezbere okuyabiliyordu.
William James'in Dini
Tecrübenin Çeşitleri'ni, Tolstoy'un Özet İncil'ni
yıllarca arkadaşlarına tavsiye etmeye devam etmiştir. Özet İncil,
özellikle önemlidir çünkü Wittgenstein'ın Tractatus ve Defterler'deki
zamansızlık, sonsuzluk ve şimdiki zamanda yaşama üzerine düşünceleri,
Tolstoy'un eserinin 7-10. bölümlerindeki formülasyonlardan açıkça
etkilenmiştir.
Wittgenstein’ın “mistik
sezgi” anlayışı ile William James’in “mistik deneyim” anlayışı, yüzeyde benzer
görünse de temel vurgularında ayrılır. William James’e göre mistik deneyim, bireyin bilinç hâlinde
yaşadığı, çoğu kez dini veya ruhsal bağlama oturan, ifade edilemez fakat
“noetik” (bilgi verici) niteliğe sahip, kısa süreli ve pasif bir yaşantıdır;
genellikle Tanrı’yla birleşme ya da mutlak bir gerçeklikle temas hissi içerir. James
mistiği insanı dönüştüren manevi tecrübelerin merkezine yerleştirir. Wittgenstein’da
“mistik” teolojik değil, lengüistiktir. Wittgenstein mistiği dilin sınırlarında
konumlandırır. Wittgenstein için mistik olan, dünyanın bir bütün olarak
doğrudan kavranmasıdır; bu kavrayış, mantıksal-dilsel ifadeye kapalıdır ve
dinsel bağlam içermez. Onun mistiği, varoluşun sessizce “gösterildiği” bir
farkındalıktır.
Mistik Wittgenstein’ın hayat problemine cevap
verir: Filozof 11-6 / 8.7-16 tarihli günlüğüne şöyle yazar:
Belki de Tanrı'ya inanmak
sadece bir tür kabuldür. Belki de Tanrı'nın varlığını kabul etmek, hayatın
anlamını kabul etmekle aynı şeydir.
8 Temmuz 1916’ da şunu yazar:
Hayatın anlamı, belki hayatın kendisidir. Belki de hayatın
anlamı, her anı dolu dolu yaşamaktır.
16 Temmuz 1916
Bugünlerde sürekli olarak ölümün anlamını düşünüyorum. Ölüm ne
anlama geliyor? Bazı insanlar ölümün her şeyin sonu olduğunu söylüyor. Bazı
insanlar ise ölümden sonra bir hayat olduğunu söylüyor. Ama ben bu cevapların
hiçbirinden tatmin olmuyorum. Belki de ölüm, hayatın bir parçasıdır. Belki de
ölüm, hayatın anlamını anlamamıza yardımcı olur.
Wittgenstein'ın “mistik”
anlayışını James’i, Tolstoy’u veya Baba Zosima'yı anlamadan anlamaya çalışmak, Yeni
Platonculuğu'u anlamadan İskenderiyeli Kilise Babalarını veya Hegel, Fransız
Sosyalizmi ve Ricardian ekonomisini anlamadan Marx'ı anlamaya çalışmaya benzer.
Wittgenstein dini inançlarını
ve kanatlarını genellikle kendine saklardı. Augustinus'un İtiraflar'ını
"olasılıkla yazılmış en ciddi kitap" olarak tanımlasa da tıpkı
Augustinus’un yaptığı gibi dini inançlarını halka açıkça itiraf etmezdi. Bu tür
inançlarını sadece en yakın arkadaşlarıyla paylaşırdı, ki bunların en önemlisi
mimar Paul Engelmann'dı. Bu, Tractatus'u yazdığı dönemdeki genel
inancıyla da uyumluydu; Batı'daki çoğu insanın dini inançlarının aşırı
sözelleştirmeden muzdarip olduğunu ve "yüksek şeyler" alanında dilin
gerçeği ifade etmek için yetersiz bir araç olduğunu düşünüyordu.
Kelimelerin anlamını kaybettiği yerde konuşmayı bırakmalıyız.
Din, 'aşırı sözelleştirme' (excessive talking) ile değil, sessiz bir
hayranlıkla ifade edilmelidir.
Dil, gerçekliğin sıradan olgularını betimlemek için uygundur;
ancak kutsal olanı ifade etmeye çalıştığımızda kelimeler yetersiz kalır.
Kutsal ve tanımlanamaz
olanın karşısında, Wittgenstein'a göre, en iyisi saygılı bir sessizlik içinde
kalmaktır. Hristiyan spiritüalisti Angelus Silesius'un dediği gibi:
"Tanrı, söylenebilecek her şeyin o kadar üstündedir ki, hiçbir şey
söylenemez. Dolayısıyla ona sessizlikle daha iyi tapınırsın."
Bu, Wittgenstein'ın temel görüşü ve Tractatus'un ana temalarından
biridir.
Wittgenstein'ın sessizlik tercihinin önemli
bir istisnası vardı. Filozof, 1929'da üniversiteye döndükten kısa süre sonra Cambridge'de
bir öğrenci grubuna bir konferans verdi. Bu konferansta sessizliğini bir
defalığına bozdu. "Etik Üzerine Konferans" olarak bilinen bu belge
çok değerlidir. Wittgenstein'ın erken dönem felsefesini anlamak için
gereklidir. Özellikle bu dönemi şekillendiren dini deneyimlerin arka planını
kavramada son derece önemli ve vazgeçilmez bir araçtır; hem Tractatus’taki
hem de Defterler’deki gizemli ve mistik bazı pasajları
yorumlamaya yardım eder.
Wittgenstein, üniversite dersleri dışında
halka açık verdiği bu tek konferansta, kişisel "mutlak değer" taşıyan
deneyimlerden söz ettii. Bu deneyimler sıradan değerin ötesindeydi. Hayatın
anlamına dair içgörü sunuyorlardı. Yaşamı değerli kılan şeyi düşündürüyorlardı.
Bunlardan biri "tamamen güvende olma" ve "Tanrı'nın ellerinde
güvende olma" hissiydi. İkincisi ise dünyayı "bir mucize olarak
görme"ydi. Bu, dünyanın varlığına hayret etmekti; dünyayı Tanrı'nın
yaratımı olarak görmekti. "Dünyanın var olması ne olağanüstü!" dedirten
bir şaşkınlıktı.
Tractatus'un
yayımlanmasından bu yana yapılan yorumların çoğu, kitabın teknik mantık ve dil
sistemine odaklanır; genel ahlaki ve manevi temasını büyük ölçüde göz ardı eder.
1970'lerde ve 1980'lerde bazı yorumcular bu durumu değiştirmeye çalışmışlardır; fakat,
çok az ilerleme kaydedilmiştir. Wittgenstein'ın erken dönem felsefesindeki
"mistik", "sonsuzluk", "hayatın anlamı",
"zamansızlık", "Tanrı" ve "etik" gibi konularda pek
az yazı vardır. Özellikle İngiliz analitik geleneğine mensup filozofların
yorumları ise, genellikle konuya duyarsızdır ve ilgisizdir. Bu da çalışmalarının
değerini düşürmektedir.
Tractatus'un birinci
dönemini yorumlayan mantıkçı pozitivistlerin aksine Atkinson, Wittgenstein'ın
erken felsefesinde "yüksek şeylerin" düşmanı olmadığını kabul eder.
Tractatus öncesi
Wittgenstein’da “mistik”i anlamak için bu bilgiler yeterlidir. Şimdi planımıza
uygun olarak Tractatus’taki “mistik”i görelim.
tractatus’taki mistik
Konuyu anlatmaya geçmeden önce Wittgenstein’ın
Tractatus'ta niçin “mistik” kelimesini kullandığını açıklayalım Wittgenstein'ın
"mistik " kavramını kullanma nedenleri:
1.
Dilin Sınırları ve İfade Edilemeyen Gerçeklik: Wittgenstein, Tractatus'ta dilin
sadece olgusal dünyayı temsil edebileceğini savunur. Ancak, etik, estetik ve
din gibi alanlar, dilin sınırlarının ötesinde yer alır. Bu tür konular,
"mistik" olarak nitelendirilir, çünkü dil ile ifade edilemezler,
ancak kendilerini gösterirler. Örneğin, Wittgenstein, "Dünyanın nasıl
olduğu değil, var olması mistiktir" der (6.44). Bu, dünyanın varoluşunun
kendisinin anlaşılamaz ve ifade edilemez bir mucize olduğunu vurgular.
2. Etiğin
ve Estetiğin Mistik Doğası:
Wittgenstein, etik ve estetiğin değerlerinin dünyanın olgusal yapısının
dışında olduğunu belirtir. Bu değerler, dilin sınırlarını aşar ve bu nedenle
"mistik" olarak tanımlanır. Örneğin, "Dünyada hiçbir değer
yoktur ve eğer olsaydı bile bir değeri olmazdı" (6.41). Bu, etik ve
estetiğin dünyanın olgusal yapısıyla açıklanamayacağını, ancak insanın
varoluşsal deneyiminde hissedilebileceğini gösterir.
3. Dünyayı Bir Bütün Olarak Görmek: Wittgenstein, dünyayı "sınırlı bir
bütün" olarak görmenin mistik bir deneyim olduğunu söyler (6.45). Bu,
dünyanın olgusal yapısının ötesine geçen ve insanın varoluşsal bir perspektif
kazanmasını sağlayan bir bakış açısıdır. Bu tür bir deneyim, dilin sınırlarını
aşar ve bu nedenle mistik olarak adlandırılır.
4.
Sessizlik ve İfade Edilemeyen: Wittgenstein, Tractatus'un sonunda "Üzerine
konuşulamayan şeyler hakkında sessiz kalınmalıdır" (7) der. Bu, mistik
olanın dil ile ifade edilemeyeceğini, ancak sessizlikle anlaşılabileceğini
vurgular. Mistik deneyimler, dilin ötesinde olduğu için, onlar hakkında
konuşmak yerine sessiz kalmak gerekir.
5. Kişisel Deneyimler ve Mistik Ögeler: Wittgenstein'ın kişisel hayatında da mistik ögeler
önemli bir yer tutar. Örneğin, yukarıda söylediğimiz
gibi Wittgenstein savaş sırasında Tolstoy'un dini yazılarından etkilenmiş ve
mistik deneyimler yaşamıştır. Bu deneyimler, Tractatus'ta ifade edilen mistik ögelerin
arka planını oluşturur. Wittgenstein, bu deneyimlerin dil ile ifade
edilemeyeceğini, ancak insanın varoluşsal anlayışını derinleştirdiğini
düşünür.
Dünyanın olgusal sınırları içinde sıkışıp
kalmış insanın, o sınırları aşma arzusunun trajik ifşasıdır Bu kavram,
Tractatus'u salt bir mantık metninden çıkarıp varoluşun sınırlarına dair bir
belgeye dönüştürür. “Mistik” kelimesini
kullanması, onun felsefi yaklaşımının ve dil anlayışının özgünlüğünden
kaynaklanır. Bu bağlamda “mistik” kavramı, onun felsefi sisteminde özel bir
yere sahiptir.
1
Wittgenstein Tractatus’ta
“mistik”i üç aforizmada kullanır. Bu aforizmaları olabildiğince geniş bir
şekilde ele alacağız. Ele alacağımız ilk
aforizma şudur:
Dünyanın nasıl
olduğu değil, o olması Gizemli'dir.
Bu, Tractatus'un
en kritik ifadelerinden biridir. "Mistik"in temel bir yönünü,
dünyanın varoluşunun kendisindeki hayret olarak tanımlar; bu, dünyanın belirli
düzenlemeleri veya olguları değil, varoluşunun kendisidir. Dünyanın
"var olduğu" olgusu, ampirik tanımlamanın ötesindedir.
“Neden bir evren var?” felsefede çokça
tartışılmıştır. Bu tartışmalar kimi zaman metafizik kimi zaman bilimsel
teoriler çerçevede yapılmıştır. Oysa
kozmogoni metafiziğin bir problemi değildir; çünkü metafizik önermeler
doğrulanamaz ve yanlışlanamaz; anlamsızdır. Evrenin ortaya çıkışına dair
bilimsel teoriler de olamaz. Çünkü teoriler de doğrulanmak için başka teorilere
muhtaçtır. Bu, sonsuzca geri gider. Bu konuda bilimsel önermeler de olamaz.
Çünkü evrenin ortaya çıkışına ilişkin hiçbir gözlem yoktur. Bu nedenle bir
açıklama ilkesi explanan oluşturulamaz.
Modal açıdan baktığımızda dünyanın var olması
zorunlu değil, mümkündür. Dünya
olmayabilirdi. Ama buna rağmen dünya vardır. Wittgenstein’ın “mistik” saydığı
şey, dünyanın var oluşunun koşulsuzluğudur. Koşulun temel özelliği empirik ya
da mantıksal olarak belirlenebilmesidir. Oysa dünyanın var olmasını sağlayan
koşullar ne empirik olarak ne de mantıksal olarak belirlenemez. Dünya vardır ve
bu var olmanın koşulu yoktur ya da varsa bile bilinemez.
Peki, bu durum, dünyanın
var olmasının rastlantısal olduğu anlamına mı gelir? Yani, "bir şeylerin
hiçlik yerine var olması" durumu rastlantısal mıdır? Bu zor bir sorudur.
Çünkü dünyanın rastlantısallığını ortadan kaldıran ve bize her şeyin bir nedeni
olduğunu hissettiren şey tam da dünyaya eklenen bu anlam değil midir?
Kesin olan bir şey vardır:
Mistik duygu, şeylerin nasıl olduğunu, yani düzenini veya biçimini
değil, sadece var olduğunu ele alır. Hiçbir önerme, ister anlamlı ister
anlamsız olsun, bu varoluş gerçeğini tek başına ifade edemez.
“Dünyanın nasıl olduğu değil, var olduğudur
mistik olan” aforizmasının belirttiği şey budur.
Wittgenstein “bu neden böyle?” sorusunu asla
sormaz, çünkü ona göre "cevabı formüle edilemeyen bir sorunun, sorusu da
formüle edilemez. Bir bilmece yoktur. Eğer bir soru bir şekilde
sorulabiliyorsa, o soruya bir cevap da verilebilir.
Bu aforizmada "das mystische",
Wittgenstein'ın felsefesinin kalbinde yer alır: Dünyanın olgusal sınırları
içinde sıkışıp kalmış insanın, o sınırları aşma arzusunun trajik ifşasıdır. Bu
kavram, Tractatus'u salt bir mantık metninden çıkarıp **varoluşun sınırlarına
dair bir belgeye** dönüştürür.
??????????
Dil, dünyadaki olguları
yalnızca doğru-yanlış karşıtlıkları içinde ele aldığından, dünyanın varlığına
dair bir ifade anlamlı bir önerme olmaz; çünkü dünyanın varlığı bir olgu durumu
değildir. Bu yüzden dünyanın var oluşuna dair, doğru ya da yanlış olabilen bir
önerme olamaz; dünyanın varlığı mantıksal açıdan analiz edilemez. Wittgenstein
bir başka aforizmada şöyle sorar: “Bir şeyin gerçekleşebilmesi için neyin var
olması gerektiğini sormanın bir anlamı var mıdır?” (TLP 5.5542). Dünyanın var
oluşu dilin ulaşamadığı noktada kendini gösterir; bir oluş
(Ereignis) olarak sessizlikte parlar. Bu nedenle Wittgenstein ayrıca
“hayret”ten de söz eder.
Kastedilen, ifade
edilemeyenin dilin ötesinde aşkın veya açıklanamaz bir varlık olarak var
olması değil; daha ziyade, söylenebilen ve gösterilebilen arasındaki
karşıtlıktan ortaya çıkmasıdır. Mistik olan, “ne” ya da “nasıl”
sorusuna dair her türlü tanımın sona erdiği ve yalnızca yokluğa ilişkin saf
mevcudiyetin kendini gösterdiği yeri temsil eder. Bu da şu anlama
gelir: Dünya, kendini açığa vuran bir varlık olarak, yalnızca bu
olayda “vardır”.
Bu nedenle Wittgenstein dünyanın var olmasına
hayret eder; dünyayı bir “mucize” olarak görür. Bunu Etik Üzerine Konferans’ta açıkça görebiliriz. Bu konferansta
Wittgenstein dünyanın var olmasının insanı sarsan bir mucize
(astonishing miracle) olduğunu vurgular:
Var olmanın bir mucize olduğunu düşünüyorum...
Dünyanın olması gerektiğini söyleyemeyiz. O, sadece vardır ve bu
inanılmazdır.
“Hayret deneyimi”ni,
Wittgenstein en önemli etik deneyim kabul eder. Wittgenstein'ın 1940'larda
öğrencisi olan Norman Malcolm, bu aforizma hakkında yorum yaparken demektedir
ki,
Herhangi bir şeyin var olmasına duyulan belirli bir şaşkınlık
duygusu, Wittgenstein'ın sadece Tractatus döneminde değil, onu
tanıdığım zaman da yaşadığı bir
yaşadığı bir şeydi: dünyanın var olmasına
karşı duyduğu derin bir şaşkınlık, hayret duygusu. Onun için, bir
şeylerin var olması (hiçbir şeyin olmaması yerine) esrarengiz,
akıl almaz, mucizevi bir olguydu. Bu duygu, onun tüm felsefi düşüncesinin
arka planını oluşturan dinsel bir tonda yankılanıyordu.
Malcom’un bu
ifadelerinden anlıyoruz ki, Tractatus’ta “mistik”
sadece
kuru bir mantıksal kategori değildir; aynı zamanda Wittgenstein için derin
kişisel bir anlam taşıyan bir kavramdır. Metnin katı mantıksal yapısı ile
Wittgenstein'ın bu kişisel, derinlemesine hissedilen yönleri arasında bir
gerilim vardır; ya da bunlar birbirini tamamlar. Hacker'ın bu yorumuna göre, mistik
duygu, dilin çaresizliğinden doğar. Tractatus'ta "mistik olan şeyin
dünyanın nasıl olduğu değil, onun var olduğu" (6.44) belirtilir. Bu,
Hacker'ın yorumuna göre, bilimsel veya felsefi bir bilgi değildir; dilin ifade
edemediği, sadece hissedilebilen bir şeydir.
Mistik duygu, dilin neyin
anlamlı bir şekilde söylenebileceği ve neyin söylenemeyeceği arasındaki sınıra
temas ettiğinde ortaya çıkar. Etik, estetik ve varoluşun kendisi gibi konular,
Tractatus'a göre dilin sınırlarının ötesindedir. Bunlar hakkında bir önerme
kuramayız çünkü bu konular dünyanın olgusal durumları değildir.
Bu durum bir hayal kırıklığı
olarak değil, bir "entelektüel dinginlik"tir. Dilin
sınırlarını anladığımızda, bu sınırların ötesindeki konular hakkında konuşmaya
çalışmanın boşuna olduğunu kavrarız. Artık felsefenin ve bilimin
açıklayamayacağı, ancak sezgisel olarak hissedilebilecek bir alanın varlığını
kabul ederiz. Bu kabulleniş, zihni anlamsız sorularla uğraşmaktan kurtarır ve
bir tür huzur, yani "entelektüel dinginlik" sağlar.
2
Wittgenstein’ın “mistik” kelimesini kullandığı
bir başka aforizma da şudur:
Dünyayı sub specie aeterni (ebediyet perspektifi altında)
kavrayış, onu “sınırlı bir bütünlük” olarak kavrayıştır.
Dünyayı sınırlı bir bütünlük olarak duyumsamak ise “Mistik” olandır.
Bu duygu, bizi ulaşılamaz aşkın olana yöneltir.
Wittgenstein buradaki Sub
Specie Aeterni (Sonsuzluk
Açısından) Schopenhuer’den almıştır. Terim bu filozofta “zaman ve mekânın dışından”, “kalıcı ve bütünsel bir perspektiften” bakmayı ifade eder.
Bireysel iradenin (principium individuationis) sınırlarını aşarak,
dünyayı birbirinden ayrılmaz bir bütün olarak görmektir.Sınırlı bütün ise, kendini
evrenin geri kalanından ayrı ve bağımsız gören bireydir Aynı zamanda bu,
"İsteme"nin sonsuz parçalara bölünmüş halidir.
Wittgenstein'da ise bu
kavram ilk olarak Defterler’de ortaya çıkar. Wittgenstein kavramı burada estetik
bir bağlamda kullanır.
Sanat eseri sub specie aeternitatis görülen
nesnedir; ve iyi bir yaşam da sub specie aeternitatis görülen
dünyadır. Bu, sanat ve etik arasındaki bağlantıdır.
Wittgenstein'a göre,
dünyayı sonsuzluk perspektifinden incelediğimizde, Schopenhauer’de olduğu gibi onu
parçalara ayrılmış bir olgular dizisi olarak değil, tamamlanmış, sınırlı ve
eksiksiz bir bütün olarak görürüz. Bu, dünyanın sınırlarının olduğuna dair bir
bilinçtir yani dünya bu olduğunu ve başka hiçbir şey olamadığını fark etmektir.
Bu bilinçle olaylara ve dünyaya, geçici ve kişisel bakış açılarından
sıyrılarak, sanki sonsuzluğun bir parçasıymış gibi bakarız. Bu, kişisel duygular,
arzular ve zamanın sınırlamalarından bağımsız, evrensel ve nesnel bir bakış
açısıdır.
Toplam bir bütün olarak
kavranan dünya yalnızca olaylar zinciri olarak değil, tümüyle kavranabilecek
anlamlı ama sınırlı bir yapıdır; insan aklı tarafından bu sınırlılık içinde
kavranabilir.
Wittgenstein, bu önermede
iki temel fikri birleştirir:
1. Felsefi Bakış: Dünyaya "sonsuzluk
açısından (zamandan ve bireysel bakış açılarından sıyrılarak) baktığımızda, onu
tüm olgularını içeren kapalı, sınırlı bir sistem, bir bütün olarak görürüz.
2. Mistik Deneyim: Bu bütünlüğü ve sınırlılığı “hissetmek”,
bizi olgular dünyasının ve dilin sınırlarının ötesine taşır. Bu deneyim, ifade
edilemez olanı (dünyanın var olmasının sırrını, anlamı, değeri) kavramanın bir
yoludur ve Wittgenstein bunu "mistik" olarak adlandırır. Bu, dinî bir
mistisizmden çok, dilin ve mantığın ötesindeki bir varoluşsal kavrayıştır.
Burada şunları sorabiliriz: "Peki Mistik dediğimiz bu duygu nedir?
Tractatus'a göre hangi karşılaşmanın ürünüdür?
Tractatus'un
bütününe baktığımızda şu cevabı verebiliriz: Bu mistik duygu realite dünyasının
dışından gelen bir şey değildir. Bu duygunun kaynağı; ne olgular dünyasındaki
bir realite deneyimidir, ne ayrı bir mistik bölgedir, ne de dünyadaki herhangi
bir olguyu duyularımızla algılarken edindiğimiz değerlerin doğrudan bilgisidir.
Bu duygu, dünyanın sınırlı bir bütün olarak kavranışının ta kendisidir. Dikkatle baktığımızda şunu açıkça görürüz: Bu
duygu kendini harekete geçiren bu 'bir şey', hiçbir şey değildir
sadece dünyanın sınırlı bir bütün olarak kavranışıdır — ki bu
bütünlüğün kendisi bir olgu değildir — ve bu kavrayış, bir tür seyirle, daha
doğrusu sub specie aeterni (sonsuzluk perspektifi) olarak
nitelenen bir sezgi [Anschauung] yoluyla gerçekleşir.
Peki mistik olan duygunun
ortaya çıkmasını sağlayan, sınırlı bir bütün olarak sezgisiyle kavranan bu
dünya nedir? Kuşkusuz bu dünya, Tractatus’un ilk aforizmasında belirtildiği
gibi olgular toplamından, diğer bir deyişle «mantıksal uzaydaki
olgular» [die Tatsachen im logischen Raum]'dan ibarettir.
Mistik duygu, aşkın bir kaynaktan veya olgusal
olmayan değerlerden (örneğin dünyadaki veya ötesindeki değerlerden) değil,
yalnızca mantıksal uzayın içinden doğar. Bu duygu, dünyanın içkinliğine sıkıca
bağlıdır ve onunla tam örtüşür. Dünyanın anlamı, her türlü "öte"
fikrinden arınmış, saf bir şekilde dünyanın kendisiyle bütünleşmesidir: Var
olan, nedensizce vardır. Olgusal dünyanın dışında ne bir kaçış yolu ne de
alternatif bir alan bulunur; bu mistik deneyim, aşkınlık arayışının tersine,
tamamen duyularla algılanan dünyanın içkinliğinde ortaya çıkar.
3
Wiitegnstein’da “mistik”
konusunda ele alacağımız son aforizma şudur:
Dünyanın sonsuzluk bakış açısından
kavranışı, onun sınırlı bir bütünlük olarak kavranışıdır.
Dünyanın
sınırlı bir bütünlük olarak hissedilmesi mistik olandır.
Bir öncekinde olduğu gibi burada da “mistik”,
dünya kavramıyla bağlantılıdır, yani kozmolojiktir.
sınırlı bütünlük
??????????????
Bu önerme, mistik duyguyu
dünyanın bireysel olgularını aşan, sınırlı bir bütün olarak bütünsel ve ebedi
bir bakış açısıyla ilişkilendirir. Wittgenstein'a göre bu "sınırlı
bütün" hissi, mistik duygunun ta kendisidir; açıklanamayan, dile getirilemeyen
bir deneyimdir. Mistik olan, mantıksal dilin sınırlarının ötesinde kalır, çünkü
dil yalnızca olgular dünyasını betimler, dünyanın anlamını veya bütünlüğünü
ifade edemez. Dolayısıyla mistik duygu, sadece hissedilebilen, dile dökülemeyen
bir şeydir.
Dil, tek tek olgusal
durumları (Sachverhalte) resmedebilirken, dünyayı bir bütün olarak
resmedemez. Bu yetersizlik, "dilin dünyayı resmetme işlevinin
çöküşü"nü ve metafizik sorulara cevap veremeyeceğini gösterir.
Ancak bu suskunluk,
mistik olanın özel bir bilgi kaynağı olduğu anlamına gelmez. Dilin yapısal
sınırlılıkları bizi sessizliğe mecbur bırakır, çünkü en derin deneyimler,
hisler ve değerler dilsel ifadeye direnir. Wittgenstein'ın "sınırlı
bütün" ve "mistik duygu" kavramları tam da bu dilsel sınırlarla
bağlantılıdır. Dil tüm olguları tek tek resmetse bile, dünyayı dışarıdan bir
nesneymiş gibi bütünsel olarak kavrayamaz. Bu kavrayamayış, "dünyanın
sınırlı bir bütün olarak hissedilmesi" sonucunu doğurur.
Bu durum, dilin
anlamlılık koşullarının çöküşüdür: "Dünya" tüm var olanların sınırsız
toplamı olduğundan, onun hakkında konuşulduğunda dil anlamını yitirir. Dil bu
sınıra çarparak durmak zorunda kalır ve dünya ancak bu noktada "sınırlı
bir bütün" olarak belirginleşir. Sonuçta "sınırlı bütün" ve
"mistik duygu", dilin sınırına ulaşıldığında ortaya çıkan iki
deneyimi ifade eder. İlki, dünyayı bütünsel kavrayamamanın yol açtığı
entelektüel çöküş ve dilin sınırlarının farkına varıştır. İkincisi ise bu
farkındalığın ardından gelen, dille ifade edilemeyen manevi veya varoluşsal bir
rahatlamadır; yani mistik duygudur.
Wittgenstein, Tractatus'ta
(*6.45*) sub specie aeterni (ebedi açıdan) bakışı, dünyanın
dışından onu "sınırlı bir bütün" olarak gören aşkın bir perspektif
olarak tanımlar. Gözlemcinin bu görüşe ulaşabilmesi için dünyanın sınırlarını
aşması gerekir. Dünyayı sonsuzluk açısından kavramak, onu sınırlı bir bütünlük
olarak kavramaktır. Bu "sınırlı bütünlük" hissi ise mistik duygunun
ta kendisidir. İlk cümle kozmolojik fikri, ikincisi ise bu fikrin duygusal
tonunu özetler. Ancak bu duygu, kavramanın sonucu değil, ön koşuludur; bu
nedenle okuma sırası tersine çevrilmelidir.
Sub specie
aeternitatis
Sub specie
aeternitatis duyusu, yani
dünyanın ve hayatlarımızın bütünlüğüne dair algı, bu kurucu çerçevenin içinden
doğar. Bu çerçevede dünyayı asla tarafsız veya değerden bağımsız bir süreçle
değil, daima belirli değer yönelimleriyle yüklü estetik ve etik bir alan olarak
deneyimleriz. Tıpkı dünyanın mantıksal iskelesinin (menteşe önermeleri) a
priori olması gibi, etik ve estetik de dünyanın temel koşullarıdır ve
bize ona bir bütün olarak karşı tutumlar kazandırırlar. Wittgenstein için
bunlar diğer söylem alanları arasında birer uzmanlık konusu değildir – ki bu
geleneksel yaklaşım olurdu. Belirli bir konu alanları da yoktur, çünkü aktif
katılımımızı gerektirir: Bir varlığa atfettiğimiz estetik veya etik değer, ona
hayatlarımızda vermek istediğimiz yerden ayrılamaz. Daha ziyade, bunlar dünyaya
bütünsel yaklaşımlardır ve "her konuşmaya veya düşünceye nüfuz
ederler."
Bu bakış açısı,
Wittgenstein'ın bizi dünyayı sub specie aeternitatis (ebediyet
perspektifinden) görmeye teşvik ettiği izlenimini verir. Bu durumda o, Bernard
Williams'ın tanımladığı "dünyayı sürekli bu ebedi perspektifle görmeye
yönlendiren" filozoflar kategorisine girer. Ancak soru şudur: Bireyin,
dünyanın dışında konumlanmış değeri gözlemleyebileceği bu sözde bakış açısı
nedir? Wittgenstein bunu Tractatus'ta (6.45) sub specie
aeterni olarak adlandırır: “Dünyaya sub specie aeterni bakmak,
ona bir bütün – sınırlı bir bütün – olarak bakmaktır.” Dünyanın sınırları aynı
zamanda dilin sınırları olduğundan, bu aşkın bakış açısı dili de aşar.
Dolayısıyla, dünyayı bu perspektifle gözlemleyen kişi konuşmanın ötesinde,
sessizliğin alanındadır: Sessizlik, sub specie aeterni deneyimlenen
mistiğin tek mümkün ifade biçimidir.
Özetle, mistiğin bakış
açısı sub specie aeternitatis (aşkın) iken ifadesi
sessizliktir. Buradan hareketle Tractatus’ta değer alanı esas
olarak dile getirilemezdir: “Gerçekten de, sözcüklere dökülemeyen şeyler
vardır. Bunlar kendilerini gösterirler. Mistik olan bunlardır.” (6.522).
Wittgenstein’ın "Gösteren Öğretisi" bağlamında bu son önerme,
mistiğin söyleme değil gösterme alanına ait olduğunu vurgular: Dil mistiği
doğrudan ifade edemese de, mistik sessizlik eylemi aracılığıyla dilde kendini
gösterir.
Bu perspektiften
bakıldığında, Tractatus’un önermeleri bir tür çıraklık süreci,
okuyucuyu değer alemine yönlendiren bir hareket gibi görünür. Kitabın ‘iyi’
okuyucusu, dünyanın ve dilin sınırlarını aşmaya çağrılır. Sonuç olarak,
paradoksal bir biçimde, Tractatus’un kendi önermeleri de kitabın
ortaya koyduğu anlam ölçütlerine göre saçma hale gelir.
Drury Maurice O'Connor Ludwig
Wittgenstein: Personal Recollections (Ed: Rush
Rhees)"Conversations with Wittgenstein" (Drury) Oxford University
Press 1981 110-114,
Tractatus Logico-Philosophicus, 6.44.
Malcolm, "Wittgenstein: A Religious Point of View?" Edition, Peter
Winch Cornell University Press, 1994, p. 58.
Schopenhauer, Dünya İsteme ve
Tasarım Olarak, çev. Levent
Özşar Kabalcı Yayınevi, 2004 Cilt 1, s. 258-260.