mantıksal sentaks
Wittgenstein için dil, dünyanın bir
resmidir. Dilin realiteyi resmetme kapasitesi, bu resmin doğruluğu veya yanlışlığı, anlamlı
önermelerin yapısı; bütün bunlar dilin
mantıksal sentaksına uygun olmasına bağlıdır. Mantıksal sentaksla dilin
sınırları çizilebilir, yapısı anlaşılabilir. Mantıksal sentaks anlamın koşullarını düzenleyen aşkın bir
çerçevedir; bir iskelettir. Mantıksal sentaks sayesinde dilin yüzey
gramerinin ötesine geçerek, anlamlı ve anlamsız önermeleri ayırırız ; anlamlı
ifadelerin hangi kurallara göre inşa edildiğini ve anlamsızlığın neden ortaya
çıktığını belirleriz; önermelerin ve kavramların birbiriyle nasıl ilişki
kurduğunu anlarız.
Kısacası, Tractatus’ta mantıksal sentaks, dil-dünya ilişkisinin yapısal anatomisini ortaya koyar ve felsefenin görevini, bu anatomiyi açıklığa kavuşturmakla sınırlar. Filozofun mantığa dair görüşlerini açıkladıktan sonra konunun bütünleyici bir bölümü olan mantıksal sentaksa dair görüşlerini verelim.
Wittgenstein’a göre dil ile anlam
arasındaki içsel ilişki vardır. Sentaksı anlamak için ek açıklamaya gerek
yoktur. Çoğu zaman bu
açıklık keşfedilecek bir şey değil, kendiliğindendir. Ancak bazen de bir koşula
bağlıdır. [1]
Wittgenstein’a
göre anlam ve sentaks ayrı ayrı değil, birlikte işler. Sentaks sembollerin nasıl birleştirileceğini
belirleyen kuralları inceler. Bir
göstergenin neyi gösterdiğini anlamak için, onun diğer göstergelerle hangi
kurallar çerçevesinde bir araya gelebileceğini de bilmelidir. Bir
dildeki her göstergenin (kelime ya da sembol) neyi temsil ettiğini bilirsek, bu
göstergelerin bir araya geliş biçimini yani sentakslarını da anlarız. Örneğin,
mantıkta `∧`
(ve), `∨`
(veya), `→` (ise) gibi sembollerin anlamları bilinirse, bunların nasıl
birleştirilebilecekleri de anlaşılır. Eğer bir mantık sisteminde 'P'nin bir
önermeyi (bir yargı ifade eden bir cümle) ve '→'nin bir koşullu önermeyi
("eğer...ise...") temsil ettiğini bilirsek “P→Q” gibi ifadelerin
neden geçerli bir sözdizimsel yapı olduğunu anlarız. Göstergelerin anlamı önceliklidir. Kurallar,
bu anlamlar üzerine inşa edilir. Eğer
sembollerin gösterdiği şeyler belirsizse, sentaks kuralları da bilinemez.
Bu nedenle, mantıksal sentaksın
kuralları, dilin anlam yapısından türemelidir ve dışarıdan öğretilmesine gerek
kalmadan sezgisel olarak anlaşılmalıdır. Bu, sentaksın dil ile dünya arasında
kurduğu “mantıksal izomorfizm” ilkesidir.
Mantıksal
sentaksta önermenin anlamının hiçbir rolü yoktur ve realiteden bağımsızdır.
Mantıksal sözdiziminde bir göstergenin anlamının hiçbir rolü
olamaz; sözdizimi, bir göstergenin anlamına atıfta bulunmaksızın kurulmalıdır -
yalnızca ifadelerin betimlemesini varsayabilir.[2]
Bu aforizmadan anlaşılıyor ki, mantıksal sistemler
kurulurken göstergelerin anlamları değil, yalnızca biçimsel ilişkiler temel
alınır. Mantık, dünyanın biçimini yansıtan bir ayna gibidir; bu yansıma ancak
anlamdan tamamen bağımsız, saf bir sözdizimiyle mümkündür. Örneğin "∧"
işaretinin
"ve" anlamına
gelmesi mantıksal
ilişkileri
belirlemez; asıl önemli olan, göstergelerin
birbirleriyle kurduğu
biçimsel bağlantılardır. Wittgenstein burada
dilin dünyayı resmetme işlevini vurgularken, anlamın sözdizimsel yapıya
karışmasını bir kirlilik olarak görür. Bu görüş, modern mantık çalışmaları ve
biçimsel sistemlerin temelini oluştururken, dil felsefesindeki köklü bir
gerilime de işaret eder.
Wittgenstein tezlerinin açık mantıksal
kurallara dayanmasına özen gösterir. Ona göre dilin mantıksal yapısı, dilin
anlamıyla doğrudan bağlantılıdır; bu yüzden anlam dışsal kurallarla değil, dilin kendi iç
yapısıyla kavranabilir.
Wittgenstein’a göre, dilin sınırları mantığın sınırlarıyla
çakışır; bu nedenle, sentaks kuralları yalnızca biçimsel bir düzenleme konusu
değil, aynı zamanda “ontolojik bir zorunluluk”tur. Wittgenstein’ın amacı, metafiziksel karmaşayı
bertaraf ederek, dilin ne söyleyebileceğini (ve neyi söyleyemeyeceğini)
netleştirmektir. Bu da ancak mantıksal analizle mümkündür.
Wittgenstein, ‘gündelik dil’ ile
‘mantıksal sentaksın kurallarına uyan
bir gösterge dili’ni karşılaştırır (3.323−3.325), daha önce söylediğimiz gibi ‘gündelik
konuşma dilimizdeki tüm önermelerin aslında, oldukları haliyle, mantıksal
olarak tamamen düzenli olduklarını söyler.
Mantıksal sentaks açısından önemli
olan, anlamlı bir önermede tek tek anlamlı olan kelimeler değildir; bu
kelimelerin birbirleriyle olan belirli ilişkileri içinde bir olguyu ifade
etmeleridir. Örneğin, ‘Clinton uzundur.’ cümlesinde, Clinton’a uzunluk atfeden
şey ‘uzundur’ ifadesi değil, Clinton’un boyuna ilişkin bir olguyu ifade etmeye
katkısıdır.[3]
Mantıksal sentaksın görevi dili korumak
değildir. Çünkü mantıksal sentaksın olduğu yerde dili tehdit eden bir şey
yoktur. Mantıksal sentaks göstergelerin gayrı meşru kullanımlarına veya gayrı
meşru göstergelerin kullanılmasına izin vermez. Sembolik bir dil hem gramere
hem de mantıksal sentaksa itaat eder.[4]
Wittgenstein'ın dil felsefesindeki önemli ve belki de
tartışmalı bir iddiası, "sözdizimsel olarak düzgün biçimli
anlamsızlık" diye bir şeyin varlığını kesinlikle reddetmesidir. Ona
göre, bir ifade anlamsızsa, o zaten sözdizimsel olarak da doğru kabul edilemez.
Bu durumu Lewis Carroll'ın "Jabberwocky" şiirinden "The slithy
toves wept" (Slithy toves ağladı) örneğiyle açıklayabiliriz: Bu ifadede
"the" ve "wept" gibi tanıdık İngilizce kelimeler olsa da,
"slithy" ve "toves" tamamen anlamsız, uydurma kelimelerdir.
Wittgenstein, bu uydurma kelimeler hiçbir şeye işaret etmediği için ifadenin anlamsız
olduğunu söyler. Dolayısıyla, "the slithy toves" ifadesi, kelimelerin
İngilizce sözlükte yer almaması ve hiçbir sözdizimsel kategoriye ait olmaması
nedeniyle gerçekte çoğul bir isim öbeği bile değildir. Bu görüşü desteklemek
için, "slithy" ve "toves" gibi kelimeler anlamsız
olduğundan, İngilizcenin kelime dağarcığına ait olmadıklarını ve bu yüzden bu
kelimeleri içeren daha büyük yapıların (örneğin "the slithy toves")
belirli bir sözdizimsel kategoriyegöremeyeceklerini belirtir. Sonuç olarak, “anlamsız
ad öbeği" veya "anlamsız cümle" diye bir şey olamaz.
Wittgenstein'ın bu düşüncesi, erken dönemdeki yazılarıyla da tutarlıdır; Moore
Notları'nda demektedir ki “Yeşil olmama özelliği yeşil değildir.” ifadesinin
anlamsız olmasının nedeni şudur: Burada “yeşil” kelimesi bir sıfat olarak
değil de, bir ad gibi kullanılmıştır. Oysa “yeşil olmama” açıkça bir ad
değildir. Wittgenstein Cambridge Dersleri'nde ise şöyle düşünür: Anlamsız
mantıksal biçimi olan ifadeler özne-yüklem
olarak veya kelime türlerine ayrılabilir; ancak onlar yine de anlamsızdır. Ona
göre, bir ifadenin anlamsızlığı, onu sözdizimsel olarak düzgün kabul eden
herhangi bir analizin hatalı olduğunu gösterir.
Özetle Wittgenstein, “Gramer kurallarına uyan ama anlamsız
olan cümleler.” fikrine karşı çıkar. Ona göre, gerçekten anlamsız bir ifade,
sözdizimsel olarak da düzgün sayılamaz.
Wittgenstein'ın karşı
çıktığı saçmalık anlayışında tamamen “doğal” bir yön vardır. Bu durum, doğal
dilin yaratıcı yönüne, yani “bileşimliliğine” dair sezgisel anlaşıyımızla
yakından ilgilidir. Tractatus bu noktaya büyük önem verir:
Wittgenstein'a göre
Bir önerme, eski kelimelerle yeni bir
anlam iletmelidir.[5]
Bu zorunluluk,
Önermeyi, anlamı bana açıklanmadan anlarım.[6]
şeklindeki yaygın düşüncenin bir sonucudur. Açıkçası, önceden
öğrendiği kelimeler yardımıyla daha önce hiç duymadığım bir cümleyi, ne anlama
geldiği bana açıklanmadan anlarım. Buna dilin bileşimselliği denir.
Dilin bileşimselliği, anlamsızlığa ilişkin doğal refleksimize
yol açar. Bileşimsellik sayesinde ilk
defa duyduyğumuz bir cümleyi anlayabildiğimiz gibi anlamsız kelimelerin ve
cümlelerin de farkına varırız; anlamsız söz yığınını cümle ya da önerme gibi
kabul etmeyiz.
Bir ifadede göstergeler anlamlı olsa bile ifade yine de
anlamsız olabilir. Örneğin “Platon Sokrates” ifadesi böyledir. Bu ifadenin
göstergeleri anlamlıdır; ama ifade anlamsızdır. Çünkü bir olgu durumunu dile
getirmemektedir. Oysa “Platon Sokrates’in öğrencisidir.” önermesi bir olgu
durumunu bildirir.
Wittgenstein’a göre
Mantıksal sentaksın kuralları, her bir tek tek göstergenin nasıl
anlam taşıdığını bildikten sonra, kendiliğinden anlaşılır olmalıdır.[7]
Buraya kadar söylediklerimizin sonucu şudur: Wittgenstein’da
sembollerin sentaksı, tipler teorisine ihtiyaç duyurmaz. Çünkü semboller
sentaksıyla anlamlı ve anlamsız göstergeleri bildiren kurallarımız olur. Bir
göstergeler dizisi bir olgu durumunu ifade ettiğinde, bunu anlamlandırmak
isteyen kişi için anlam açıktır; sembolik sentaksla ifade edilen olgu kendini
gösterecektir.
Bir sembolizm teorisi, bir göstergenin neyi ifade
ettiğini değil nasıl anlam taşıdığını açıklar. Buradan
hareketle şu sonuca ulaşırız: Mantıksal sentaks, bir göstergenin anlamından söz
etmeden de incelenebilir.
Dil felsefesinin temel
sorunlarından biri, kelimelerin görünüşte benzer kullanımlarının ardında yatan
mantıksal farklılıklardır. Wittgenstein, bu sorunu Tractatus'ta
ele alırken, gündelik dilde sıkça karşılaşılan bir olguyu, tek bir kelimenin
farklı 'simgeleri' (mantıksal türleri) temsil edebildiğine dikkat çeker:
Gündelik dilde, aynı kelimenin farklı biçimlerde referansta
bulunması - ve dolayısıyla farklı simgelere ait olması - ya da farklı
biçimlerde referansta bulunan iki kelimenin, önermede görünüşte aynı şekilde
kullanılması son derece sık rastlanan bir durumdur.
Örneğin, “olmak” kelimesi bağlaç (kopula), eşitlik işareti ve
varlık ifadesi olarak karşımıza çıkar; “var olmak”geçişsiz bir fiil olarak, “gitmek”
gibi kullanılır; “özdeş” bir niteleme sıfatıdır; biz « bir şeyden » söz ederiz,
ama aynı zamanda « bir şeyin » vuku bulduğunu de söyleriz.
“Kahve rengi kahverengidir.” önermesinde - ilk kelime bir addır sonuncusu
ise bir niteleme sıfatıdır - bu iki kelimenin sadece anlamları farklı değildir;,
bunlar farklı simgelerdir.[8]
Bu gibi durumlarda, göstergedeki sembolü tanımamız gerekir
(Tractatus, 3.326), çünkü gösterge, sembolün algılanabilir kısmıdır (Tractatus,
3.32); ancak bu her zaman kolay değildir. O nedenle, bazen belirli bir cümlede
bir göstergenin nasıl sembolleştirdiği konusunda yanlış bir görüşe
kapılabiliriz. Wittgenstein’a göre bu durum, çoğu (belirtilmemiş) felsefi
hatanın nedenidir (bkz. 3.323-3.324). Wittgenstein bunu söylerken şunu düşünür: “Altın dağ” veya “yuvarlak kare”
gibi ifadeler boş ontolojidir. Wittgenstein bu hatalardan kaçınmak için şunu
önerir: Aynı göstergeyi farklı semboller olarak kullanmamalıdır ve farklı anlamı
olan göstergeler de tek anlamlı şekilde kullanılamaz. Önermeleri anlamak için hataları dışlayan bir gösterge dili
[Zeichensprache] yani mantıksal gramer – mantıksal senktaks – kurallarına uyan
bir gösterge dili kullanmalıyız.
Bir gösterge dili tasarlarken iki temel kurala dikkat
etmeliyiz:
1. Her gösterge tek bir anlam taşımalıdır; hiçbir
gösterge birden fazla şeyi temsil etmemelidir.
2. Farklı anlamlara sahip göstergeler, gramatikal
kullanımları birbirinden açıkça ayrılacak şekilde düzenlenmelidir.
Örneğin, "hiç kimse" gibi bir ifade, özel isimlerin kullanıldığı
pozisyonlarda (Ali geldi) asla yer alamaz.
Anlamlı bir önerme, mantıksal biçimiyle
zaten kendini denetler (Tractatus 5.4731). Eğer bir göstergeler kombinasyonu
mantıksal sentaksa aykırıysa, bu bir “yanlış” değil, “hiçbir şey”dir. Örneğin, “Yeşil
sessizlik öfkelidir.” gibi bir ifade, gramatikal görünse de mantıksal olarak “boş”
bir dizidir, çünkü nesne-adlarının mantıksal kategorileri yani yeşil sessizlik ve öfkeli kelimelerinin bu
şekilde birleştirilemez.
Wittgenstein “dil kendini denetler”,
teziyle dilin dışarıdan kurallarla korunması gerektiğini varsayan geleneksel
yaklaşımı eleştirir; çünkü ona göre, dil
mantıksal biçimiyle hataya izin vermez. Bu yüzden, "şu kombinasyonlar
yasaklanmalı" gibi ek bir teoriye gerek yoktur, anlamsız olan, zaten
hiçbir şey söylemez.
Eğer dilin içinde gerçekten "gayri
meşru" kombinasyonlar oluşabilseydi, o zaman bu tür sapmaları engelleyen
bir “teori”ye (dışsal bir denetleyiciye) ihtiyaç duyulurdu. Ancak mantık, bu
teoriye gerek bırakmaz, çünkü sentaksın kuralları, anlamlı olanla olmayanı “a
priori” olarak ayırır.[9]
Wittgenstein’a göre
Mantıkta hata yapamayız.[10]
Bir dilin anlamlı ögelerini doğru
tanımladığımızda, anlamlı göstergelerin anlamsız birleşimleri mümkün değildir.
Doğru bir sembolizm teorisi, anlamlı göstergelerin anlamsız şekilde
birleşemeyeceğini gösterir. Böyle birleşimler zaten anlamsızdır ve bunu açıklamak
için ek bir teori gerekmez. Mantık (yani anlamlı dil), bu durumda kendi kendini
denetler.
Wittgenstein tasarladığı "sembolizm teorisi"ni tam
olarak sunmaz, ancak belirli ilişkilerin nasıl kurulabileceğine dair ipuçları
verir. Örneğin, şu gözlemi yapar:
Semboller göründükleri gibi değildir. 'aRb'de 'R' a ve b arasında yer alan bir ad gibi görünür,
ancak. 'aRb'de R’yi sembolize eden şey, 'R'nin 'a' ve 'b' arasında yer alması
değildir; a ve b arasında bir ilişki kurmasıdır. Örneğin eğer "Platon,
Sokrates'i sever" dersek, "sever" kelimesi "Platon" ve
"Sokrates" kelimeleri arasında belirli bir ilişki kurar. İşte bu
sayede ifademiz, "Platon" ve "Sokrates" kelimeleriyle
gösterilen kişiler arasında bir ilişkiyi ifade edebilir. (3.1432)
Benzer şekilde, 1914 tarihli Defterler’de şunu belirtir:
Bir özelliğin sembolü (örneğin, φx), φ'nin bir ad formunun
solunda durmasıdır.[11]
Wittgenstein, "sembolizm teorisi"ni, anlamsızlık
kavramını açıklamada kullanır.
Örneğin, 'Platon Socrates'in bir anlamı varmış gibi
görünmesinin, “Abrakadabra Socrates”in ise asla bir anlamı olacağından
şüphelenilmemesinin nedeni, “Platon”un bir anlamı olduğunu bilmemiz, ancak tüm
ifadenin anlamlı olması için gerekli olan şeyin “Plato”nun değil, “Platon”un
bir adın solunda yer alması olgusunun anlam taşıması gerektiğini gözden
kaçırmamızdır.[12]
Bu aforizmada, Wittgenstein şunu anlatmak ister: Dilde anlam
hem bireysel kelimelerin anlamlarına hem de bu kelimelerin birbirleriyle
yapısal ilişkilerine de bağlıdır. “Platon Sokrates” ifadesi, her iki kelimenin
de tek başlarına taşıdıkları anlam, yüzeysel anlamdır; ve önermesel anlam
değildir. Önermesel anlam olması için iki özel adın yan yana gelmesi yeterli
değildir; bunlar arasında ilişki kuran
bir fiil veya başka bir öge de gerekir. Örneğin Platon Sokrates’i sever.”
“Platon Aristoteles’in hocasıdır.” gibi ifadelerde bu ilişki fiil ve ad
tarafından kurulur. Oysa, “Abrakadabra Sokrates”in anlamsız olduğu hemen fark
edilir, çünkü “Abrakadabra”nın belirsizliği dikkat çeker. Ancak asıl önemli
nokta şudur: Bir ifadenin anlamlı olabilmesi için kelimelerin anlamlı olması
gereklidir; ama yeterli değildir; ayrıca bu kelimelerin gramatikal yapı içinde
doğru konumlanmalıdır ve birbirleriyle mantıklı bir ilişki kurmalıdır. “Platon”un
bir ad olarak sol tarafta yer alması gibi görünüşte basit bir gramatikal
özellik bile, ifadenin anlamlı olup olmamasını belirleyebilir. Bu bize
göstermektedir ki, dilin anlamı yalnızca kelimelerin toplamından değil, onların
birbirleriyle olan mantıksal ve yapısal bağlantılarından doğar. Buradan
hareketle diyebiliriz ki, anlamsız bir cümlede kullanılan
her kelime bağlamsızdır. Çünkü
ad sadece bir önermeden
bir anlam taşır.[13]
Hacker'a göre, Wittgenstein Tractatus'ta, göstergelerin
mantıksal sentaks kurallarına aykırı kullanımının anlamsızlık ürettiğini
savunur.
Wittgenstein'ın görüşüne göre, bir işaretin mantıksal sentaks
kurallarına aykırı kullanımı, anlamsız sözde-önermeler üretir. Örneğin, 'Bir
bir sayıdır' ifadesinde 'sayı' kelimesi, biçimsel bir kavram terimi olarak
sabitlenmiş kullanımından sapar ve bu bir kural ihlalidir.[14]
Hacker bunu iddia
ederken Tractatus 3.325'i referans göstererir. Bu aforizmadan
hareketle Wittgenstein'ın kuralların ihlal edilebileceği fikrini ima
ettiğini savunur. Ona göre, eğer bir göstergenin “doğru” kullanımı varsa, bu, yanlış
kullanımın da mümkün olduğu anlamına gelir. Mantıksal sentaks, göstergelerin
izin verilen kombinasyonlarını belirler; diğerleri dışlanır. Anlamsızlık, bu kuralların ihlalinden
kaynaklanır.
Conant ise şu ifadeleriyle “kural ihlali" yorumuna
karşı çıkar:
Wittgenstein'ın Tractatus'ta 'mantıksal sözdizimi ihlali' diye
bir kavram yoktur. “Bir bir sayıdır.”' gibi bir ifade anlamsızdır, çünkü “sayı”
göstergesi bu bağlamda bir referansta bulunmaz. Bu, kuralları çiğnemekten
değil, göstergelere anlam verilmemesinden kaynaklanır.[15]
Conant, bu argümanını Tractatus 5.4733'e dayandırır:
Her olası önerme meşru bir şekilde inşa
edilmiştir. Eğer bir önerme hiçbir şey ifade etmiyorsa, bu yalnızca bazı
bileşenlerine bir anlam vermemiş olmamızdandır.[16]
Wittgenstein'ın amacı, dilin yüzeysel grameri ile mantıksal biçim
arasındaki uyumsuzluğa dikkat çekmektir. Örneğin: "Bir nesne düştü." ile "Bir
elma düştü." cümleleri yüzeysel olarak benzer görünür, ancak mantıksal
gösterimde farklı yapılar ortaya çıkar.
Mantıksal sentaks, bu tür belirsizlikleri önleyen bir ideal
gösterimi hedefler, ancak bu, gündelik dilin kuralları ihlal ettiği anlamına
gelmez. Nitekim Wittgenstein Wittgenstein, 5.5563'te gündelik dilin mükemmel
mantıksal düzende olduğunu söyler.
Dil, sabit kurallara sahip bir oyun değildir. Wittgenstein'a
göre, bir işaretin yeni bir bağlamda kullanımı örneğin, "sayı"nın
dergi sayısı olarak kullanılması anlamlı olabilir.
Anlamsızlık, kural ihlalinden değil, anlam eksikliğinden
kaynaklanır.
Sokrates özdeştir, “özdeş” denen hiçbir nitelik olmadığından
hiçbir şey söylemez.[17]
Conant'ın vurguladığı gibi, hiçbir önerme
"yasaklı" değildir yalnızca bazı gösterge kombinasyonlarına anlam
yüklenmemiştir. Conant’ın bu analizi, Wittgenstein'ın dil felsefesindeki
anti-normatif tutumu gösterir: Dilin sınırları, kurallar tarafından değil, “anlamın
olgusal koşulları” tarafından belirlenir.[18]
[1]
Tractatus, 3.34.
[2]
Tractatus, 3.33.
[3]
Ian Proops “Logical Syntax in the Tractatus” Grammar in Early Twentieth-Century
Philosophy, 2001. p. 2.
[4]
Tractatus, 3.325.
[5] Tractatus,
4.03.
[6] Tractatus,
4.021.
[7] Tractatus,
3.337.
[8] Tractatus,
3.323.
[9]
Ibid. , p.5.
[10]
Tractatus, 5.473
[11] Defterler, 1914.
[12] Loc. cit.
[13] Tractatus, 3.3.
[14] P.M.S. Hacker'ın bu
görüşü, "Wittgenstein, Carnap and the New American
Wittgensteinians" (2003) pp. 13-14
[15] Conant,
James “Le premier, le second &le dernier Wittgenstein” Agon,
2002, p. 27.
2002, s. 195)
[16]
Tractatus, 5.4733.
[17]
Tractatus, 5.4733.
[18] Conant,
p. 33.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder