22 Haziran 2021 Salı

REFERANS

 

                                               REFERANS

 

 

Referans dil felsefesinin en önemli konularındandır. Hatta denebilir ki dil felsefesi anlam referans ilişkisinden doğmuştur. Anlamdan söz edildiği zaman referanstan da edilir. Deyim yerindeyse bu ikisi birbirinden ayrılamaz. Daha doğrusu genellikle birini diğeri sayesinde anlarız; anlamı referans, referansı da anlam sayesinde anlarız.  Anlamlı bir  kelimenin ve cümlenin referansı vardır. Referans kelimenin kullanılma ve cümlenin  söylenme nedenidir.

Referansın dışındaki her şey, psikolojidir. Referansı olmayan her şey, sübjektif tasavvurdan ibarettir ve dil felsefesinden elenmelidir. İdeler, bizim ve nesneler arasına giremez; gösterge ve belirttiği nesne arasında kurulan doğrudan ilişki dışında hiçbir anlam yoktur.

Referans çok farklı türde kelime ve kelime gruplarıdır. Kelimelerle referansta bulunarak pek çok şeyi ya da durumu belirtiriz. Referans açısından baktığımızda kelimelerin anlamı yoktur; sadece referansları vardır. Referansları olan kelimeler cümlede bir araya gelerek cümlenin anlamını oluşturur. Kelime “Dikkat!”, “heyelan!”, “Yavaş!” gibi örtük bir cümle değilse ne bir şey bildirir ne de bir şey yaptırır. “Yeşil”, “Yürümek”, “usul usul”, “masa”, “kitap” bunların anlamı yoktur. Bunlara yüklediğimiz anlam bildiğimiz benzer nesnelerin  ortak özelliklerinden hareketle varsaydığımız soyut bir şeydir; hiçbir şeyin betimi değildir; hiçbir şey yaptırmaz.  Bu nedenle kelimenin anlamı nedir? yerine bunun referansı nedir?  diye sormalıdır. Kısaca söylersek, kelimeler sabit ve dayanıklı nesneleri oluşturan hareketli atomlar gibidir; sadece referanstır; ama cümlenin temel taşıdır.

Kelimenin referansı, dünyadaki  veya kültürdeki objedir; durumdur, niteliktir, eylemdir yani özneller arası realitenin, ifade tarafından belirtilen bir parçasıdır. Referansı olan kelimeler bir ide değildir; fakat göstergedir; dil dışı bir realitedir. Kelimelerin yani göstergeler     hepsinin bir anlamı olmasının nedeni kendilerinden başka bir şeyi gösteren semboller olmalarıdır. Kelimeler reele ilişkin ögeyle saf bir deiktik ilişkiyi empoze eder. Aynı şekilde fizik bir nesne, soyut bir nitelik ya da bir fiktif varlık referans olabilir.

Referansı olan kelimeler bir ide değildir; fakat göstergedir; dil dışı bir realitedir. Kelimelerin yani göstergelerşn hepsinin bir anlamı olmasının nedeni kendilerinden başka bir şeyi gösteren semboller olmalarıdır. Kelimeler reele ilişkin ögeyle saf bir deiktik ilişkiyi empoze eder. Aynı şekilde fizik bir nesne, soyut bir nitelik ya da bir fiktif varlık referans olabilir.

Referans göstergenin yani kelimenin  ve cümlenin dil dışında bir nesneye, olguya, niteliğe, duruma, eyleme göndermesidir. Referansta bulunma; dilin asıl niteliğidir. Dil referansta bulunmak için icat edilmiştir. Referans gerçek bir nesne değildir; nesneyle ilişki kurma eylemidir. Referans:  

1        Doğal nesne olabilir: Ay dünyanın uydusudur.

1.      Bir olgu olabilir: “Heyelan nedeniyle yol kapalıdır.”

2     Kültürel değer olabilir: “Kurban bayramı her yıl 11 gün erken kutlanır.”

3 İmgesel bir nesne olabilir: “Ekvatorun uzunluğu kırk bin kilometredir.”

Öbür yandan referans

a)      Ad olabilir:

A1) Ad tek bir kelime olabilir: Bu kitap oldukça pahalıdır.

A2) Ad Bileşik olabilir: Mor boyalı ahşap kapının kilidi bozuldu

b)      Özel ad olabilir: Sokrates Platon’un hocasıdır.

c)      Olay olabilir: Hastalığı uzun sürdü. 

d Soyut bir düşünce olabilir. “Matematik hocası bugün Pythagoras teoremini anlattı.”  

       e)   Nitelemeye yarayan ifadeler olabilir: Örneğin Uşak ilindeki kanyonu nitelemek için “Dünyanın ikinci en uzun kanyonu.”     

      (f) Zarf olabilir: “Dışarıda kar yağıyor.”

 (g)  Sıfat olabilir: “Bu resimde mavi hakimdir.”

 (h)  Fiil olabilir: “Onun gidişine üzüldüm.”

Sıfat olan referans yüklem özelliğini; fiil olan referans ilişki özelliğini yitirmez.

(g) ifadesini “Bu resimde renklerin çoğu mavidir.” Şeklinde yazarsak rengin yüklem;

(h) ifadesini “Üzüldüm; çünkü o buradan gitti.” şeklinde yazarsak ilişki özelliğini görebiliriz.

Bir referansın soyut olması, onun tasavvur olduğu anlamına gelmez; anlamını sübjektifleştirmez. Bütün soyutluklarına rağmen soyut düşünceler de objektiftir ve değişmez. Örneğin pi sayısı bir referanstır. Bu sayı tıpkı doğal nesneler gibi, bizim onu bilememizden ya da bilmeyişimizden bağımsız olarak vardır. Bu sayının Arkhimedes tarafından keşfi tıpkı Amerika Kıtasının bulunuşu gibi bir keşiftir.

Referans uylaşımsaldır yani herkes tarafından açık ve kesin olarak neden söz ettiği bilinir. Çünkü dili öğrenmenin ve iletişimde kullanmanın en temel koşulu referansı tanımakla olur. Dili öğrenmek referansı öğrenmektir. Her tür bildirim ve yaptırım sözcesi referansı içerir. Referansı anlayan, konuşanın maksadını da anlar. Referans değiştiğinde cümlenin anlamı da değişir.

Doğru bir referans dilin kullanım kurallarına hakim olmayı ve referansta bulunduğumuz şey hakkında doğru bilgilere sahip olmayı gerektirir.

a)      Su yüz derecede yeşerir.

Bu sözcede “yeşermek” fiilinin kullanımı yanlıştır.

b)      Nöronların ateşi çok olunca daha fazla ileti taşır.

Bu sonuncuda nöron ateşlenmelerine dair yanlış bilgi vardır.

Anlamı olan her ifadenin bir referansı vardır. Referansı olan kelimeler bir ide değildir; idelere referansta bulunamayız. “Mutlak düşünmenin en yüce ereğidir.” Buradaki “mutlak” idedir; ide doğrudan deneyimine sahip olmadığımız bir kavramdır. Referansta bulunduğumuz şey doğada ve kültürde var olan bir gerçekliktir; dil dışı bir realitedir.

Asıl anlamda özel adlar referanstır.  Özel ad bir şeye verilir ve doğrudan, derhal hazır olan bir realiteye başvurur. Örneğin “Özal”, “Turgut Özal” bireyini belirtir; doğrudan bir kişiye ya da nesneye başvurur. Fakat genel adlar da referans olabilir. Ona göre genel bir adın referansı, kavramdır.

Özel adların referanslı kullanımının üç özelliği vardır:

       1. Objenin varlığı:  Özel adın referansta bulunabilmesi için öncelikle referansta bulunduğu obje var olmalıdır ve bu objenin betimsel özellikle hakkında söylenenler doğru olmalıdır. 

2. Betimsel sözcelerin  bazılarının doğruluğu:  Özel adı kullanmanın zorunlu koşulu en azından bu özelliklerden bazılarının doğru olmasıdır.

3. Objenin bazı ayırt edici özellikleri olmalıdır:  Bir özel adın referans olarak kullanılması şunu varsayar. Referansla belirtilen objenin bazı ayırt edici özellikleri vardır.

Referans sadece tam cümleyi oluşturan ifadelerde fonksiyoneldir. Tam cümlede yer almıyorsa hiçbir ifade referans değildir. Örneğin “Bir insandır.”   “Sokrates bir insandır.”da referanstır;  tek başına “bir insandır” referans değildir.

Referansın yokluğu cümleyi anlamsız yapar. Örneğin “Baldıran içtikten sonra arkadaşlarıyla vedalaştı.” Sözcesi referansı olmadığından, anlamsızdır. Bu cümle “Sokrates baldıran içtikten sonra arkadaşlarıyla vedalaştı.”  şeklinde yazılırsa anlamlı hale gelir.

Referansın en basit ve ilk hali göstermedir. “Bu…dır.” Gösterme yoluyla referansta üç aşama vardır:

1 Muhatabın işaret edilen şeye yönelmesi

1        Onunla duyu organları yardımıyla ilişki kurması

2        Onun hakkında bir imge edinmesi.

Bu süreç tamamlandığında referans gerçekleşmiştir.

 

Referans bir ortak payda değildir; matematik bir dille ifade edersek  sayı eşitliği gibi görülemez. Örneğin “Platon’un hocası”, “baldıran zehri içirilerek öldürülen Yunanlı”, “Kendini bil!”i ilke yapan filozof” ifadelerinin ortak referansı Sokrates’tir.” denemez.  Çünkü bir kişi Sokrates adını bilmeyebilir ve bunların her birinin ayrı ayrı şahıs olduğunu düşünebilir. Bu durumda söz konusu ifadelerin ortak referanslarının Sokrates olduğu söylenemez.

Ortak referansın Sokrates olduğunun bilinmesi durumunda

ifadelerin her biri üç farklı şekilde kullanılır:

A “Sokrates, Platon’un hocası..” şeklinde ada ekleme;

B  “Platon’un hocası olan Sokrates”  ifadesinde sıfat fiil;

C “Sokrates, Platon’un hocasıdır.” Cümlesinde yüklem  olarak kullanılır.  

İlk iki kullanımdaki Sokrates, Platon’un hocası..”  ve  “Platon’un hocası olan” ifadelerinin bildirim açısından bir değeri yoktur; sadece referansın anlaşılmama olasılığı düşüncesiyle yapılan açıklamadır. Üçüncü kullanımda ise Sokrates gerçek bir bildirim sözcesidir.

Açıklamalarımızın bu aşamasında şu hayati soruyu soralım: Tıpkı kelimeler gibi cümlelerin de referansı var mıdır? Bize göre cümlelerin referansının olması mümkün değildir. Çünkü cümleler kelimeler ve özel adlar gibi gösterge değildir; referansları olan göstergelerin bir kombinezonudur. Göstergelerden yani kelimelerden  oluşan bir entitenin kendisinin de bir gösterge olması çelişkilidir.

Öte yandan göstergelerin fonksiyonu ve cümlenin fonksiyonu arasında da fark vardır. Göstergelerin fonksiyonu doğrudan işaret etmek, cümlenin fonksiyonu ise bildirmek ve yaptırmaktır. Cümleyle bir şey bildiririz veya yaptırırız. Cümlenin bu fonksiyonu yerine getirebilmesi için anlamlı olması gerekir. Referansta işaret ne ise cümlede de anlam odur. Kısaca söylersek, cümleler referansta bulunmaz.  Göstergelerin referansı, cümlenin anlamı vardır. Ancak şunu da ekleyelim: Referans gibi anlam da uylaşımsaldır.

Anlamı referansları uylaşımsal göstergelerin fonksiyonu diye nitelemiştik. Bu açıdan baktığımızda analitik denen cümlelerin gerçekte cümle olup olmadıkları problemi ortaya çıkar. Bizim bakış açımızdan şu ortaya çıkar:  “Kar beyazdır.” “Balina memelidir.” gibi sözceler gerçekte cümle ya da yargı değildir; çünkü kendilerini oluşturan göstergelerin fonksiyonu olamaz. Bu nedenle bu sözceler Kar birikti.” “Balina gemiye çarptı.” Gibi anlamlı sözcelerin  analitik cümleler izole göstergeler gibidir. “Bir cümle türü gibi görülmeleri doğru değildir.

 

Burada şöyle sorabiliriz: Referansın aktüel olması zorunlu mudur? Örneğin Günümüz Fransa’sının kralı keldir.” Gibi bir cümlenin referansından söz edebilir miyiz? Cevap şudur: Bu soruya koşullu olarak evet diyebiliriz. Koşul da konuşanın yaşadığı dönemde fiilen bir kralın olması gerekir. Eğer cümle 1700’lü yıllarda kurulmuşsa, kesinlikle doğru veya yanlış olan bir referansı vardır. Oysa günümüzde bir kişi bunu söylemişse bu cümle doğru da yanlış da değildir. O nedenle referansı yoktur. Geçmişten söz eden her sözce referanssız değildir. Örneğin “İstanbul 1400 yılında henüz fethedilmemişti.” Bu cümlenin referansı doğru olan bir olgudur yani İstanbul’un söz konusu tarihteki doğru bir durumunu ifade eder. Sonuçta referansı vardır.

Öte yandan nesnel bir durumdan söz ediyor gibi görünen bir takım ifadeler de referansızdır. Örneğin “Güneş sisteminin on beşinci gezegeni” “En büyük kare”, “Excalibur’un keskin bir ağzı vardır.” ifadeleri  böyledir; çünkü onlar hiçbir şeyle ilişkili değildir.

İnanç objelerine, mitolojik olaylara ve fiktif varlıklara da referansta bulunabiliriz. Çünkü dilin bunlara ilişkin kelimeleri kültürel olsalar da uylaşımsaldır. Örneğin keloğlan az veya çok farklarla bir resim dersinde öğrenciler tarafından hep aynı şekilde çizilir. Bu demektir ki, bir fiktif varlığın referans olabilmesi için kolektif tasavvura sahip olması gerekir. Kısaca söylersek şu ya da bu özelliğe bir şeyin bulunduğunda sosyal uylaşım varsa, bu şey vardır; ister atom, isterse Tanrı olsun, bu terimin kullanımı meşrudur.

Anlamlı;  fakat referansı olmayan hiçbir sözce yoktur. Bir sözce anlamlı ise referansı olmalıdır; bilinebilir referansı yoksa sözce değildir. Özel ad olsa bile tek  sözce, ister yalın isterse tamlama şeklinde olsun, anlamlı cümle dışında referans  değildir. İstanbul, Uludağ,  kapının mor rengi vs. gibi tekil objeler referans değildir; onların sadece tasavvurları veya çağrışımları vardır; referans tasavvur edilebilen değil, imgelenebilen nesnedir. Tasavvur ve çağrışım kişiseldir, psikolojiktir; oysa imge kolektiftir. Kolektif imge en yalın ifadesiyle resmi çizilebilen şeydir. Bir objenin imgelenebilmesi için olgu ve iletişim durumunu bildiren bir sözcede kullanılmaları gerekir.  Örneğin “uçan halı” imgelenebilir; ama tasavvur edilemez. Sonuçta kolektif fiktif ifadeler referanstır.  

Burada önemli bir sorunu ortaya koyalım: Referans ifadelerinde doğruluk değeri mi yoksa fonksiyon değer mi asıldır? Cevap şudur: Referansın temel özelliği doğru olmaları değil, fonksiyonel olmalarıdır. Doğruluk konusunda Austin gibi düşünüyoruz. Doğruluğun sözcelerin özellikleri değil; kişinin tutumunun ifadesi olduğunu düşünüyoruz. Örneğin “Çocuk vazoyu kırdı.” sözcesini alalım. Burada “doğru” ifadesi, sözceyi duyanın “Bunu onaylıyorum.” Anlamındadır. Eğer vazo kırılmamışsa   söylenen “yanlış” onaylamıyorum demektir. Buradan hareketle diyebiliriz ki, cümle olan referans ifadelerinin doğruluk değeri değil fonksiyonel değeri vardır. Bu fonksiyonda dinleyene anlayabileceği bir şey anlatmaktır.

Referansın özelliği doğrudan gönderme olmasıdır. Dolaylı bir referans olamaz. “Ahmet eşini kaybetmesine üzülüyor.” “Yaşlı bayan koronaya yakalanmaktan korkuyor.”; “Öğrenci sınavdaki başarısına seviniyor.”  “Yazar kitabının iki ay sonra yayınlanmasını umuyor.”;  “Müşteri satıcının doğru söylediğine inanıyor.” gibi katarım sözcelerini düşünelim ve şunu soralım: Bu ifadeler dolaylı referans gibi kabul edilebilir mi?  Buna hayır demek zorundayız. Bu ifadeler önerme değil, önermesel tutumdur. İnanıyor ki, umuyor ki, üzülüyor ki, sanıyor ki, gibi ifadeler önerme ekidir ve  eşini kaybetme, sınavda başarılı olma, kitabın yayınlanması vs. önerme içeriğidir. Görüldüğü gibi önermesel tutumlar heterojendir. O nedenle önerme değildir. Önerme olmadıklarından bir cümle referansı özelliği taşımazlar. Önermesel tutumları bütün yönleriyle  ileride ele alacağız. O nedenle şimdilik önermesel tutumların referans  olamayacaklarını söylemekle yetinelim.

Bir dilin terimleri neye referansta bulunur? Veya doğru yüklemleri nelerdir? Bu, aktüel ya da potansiyel empirik verilerden hareketle kolayca söylenemez; çünkü lengüistik davranışlar çok farklıdır ve onların referansları “dışarı”dan belirlenemez.

Referansı olgu ifadelerinden ibaret değildir. Referans kullanımdır. Örneğin şu cümleleri düşünelim.

(1)   Ali Ahmet’le karşılaştı.

       (2) Ali ekonomik güçlüklerle karşılaştı.

        (3) Hasan Ayşe’ye çiçek verdi.

        (3) Hasan Ayşe’yi dinlerken tüm dikkatini verdi.

(1) ve (3) nolu sözceler olgu sözceleridir ve referans cümlesidir. Bunda kuşku yoktur.

Fakat (2) ve (4) nolu sözceler olağan anlamda olgu sözceleri değildir.   Bu sonuncu sözceler olağan anlamda olgu sözceleri olmasalar da referans sözceleridir. Çünkü “ekonomik güçlükle karşılaşmak” “dinlerken tüm dikkatini vermek” belli bağlamlarda ve durumlarda kullanılan ifadelerdir. Eğer Bunların sözünü ettikleri durumları açıkça bilebiliriz. O nedenle  (2) ve (4) nolu sözceler de referans sözceleridir. 

Referansla ilgili bir hususa dikkat çekmek istiyorum. Referans kullanımdır. Bu kullanımın empirik doğrulukla ilgisi yoktur. Referans diye kullanılan her kelime uylaşımsal ise, referanstır. “Çelişme yasası sarıdır.”, “İnsanın genleri gül gibi kokar.” Sözceleri uylaşısal değildir. Bu nedenle referans olamaz.

Referansın göstergesinin Referansın doğru olmasıyla özdeş değildir; bir referansın sonradan yanlış  olduğu ortaya çıksa bile, yanlışlığı ortaya çıkana kadar referans özelliğini kaybetmez. Örneğin Kopernikus’a göre gezegenlerin yörüngeleri daireydi.

Fransız astronom Le Verrier: Güneşle Merkür arasında, Merkür’ün hareketlerini etkileyen Vulkan (Kızıl  Gezegen) adını verdiği bir gezegenin varlığına inanıyordu.”

Oysa sonradan anlaşıldı k, gezegenlerin yörüngesi daire değil; elipstir; Vulkan bir gezgen de yoktur. Bu iki durum yine de Kopernikus’un ve Le Verrier’nin ifadelerinin referanssız olduğu anlamına gelmez. Elips yörünge ve Kızıl Vulkan bir kullanımdır ve referanstır.

Dilin bütün kelimeleri referansın referansı yoktur. Ben, şimdi şurada, bu, şu gibi göstericiler de referanstır. Ancak “veya” “ise”, “o halde”, “ancak”, “yalnız”, sadece,  “fakat”  gibi sinkategorematikler  referans değildir.

 

Dil felsefesinde önemli keşiflerden biri belirsiz betimlerdir. Belirsiz betimler örneğin bir insan, herhangi bir insan, birkaç insan, her insan, tüm insanlar  gibi ifadelerdir. Burada şöyle sorabiliriz: Be lirsiz betimlerin referans mıdır? Buna “kesinlikle “evet” diyoruz. Çünkü referanslar betim değildir; gösterge ile işaret ettiği şey arasında kurulan doğrudan bir ilişkidir.

Belirsiz betim sözcelerinin referansının “Dünyanın Güneş etrafında dönmesi”nin referansından farkı yoktur. “Salonda birkaç kişi vardı.” Sözcesi şu şu durumda şu cinsiyette şeklinde betim olmasa da salonda olan kişilere gönderir.

  Referans şu ya da bu sözcenin anlamının bileşeni; anlamın arkasında duran; ulaşabildiğimiz ya da ulaşamadığımız bir şey değildir.

Referans, cümlenin kendisiyle ya da bölümlerinden biriyle bir eylemi gerçekleştirdiğimiz; etkinlikte bulunduğumuz bir şeydir. Eylem dilin belli bir kullanımında yaptığımız bir şeydir. Bir sözcelemenin bir eylem olması zorunlu olarak bir referansı olmasını gerektirir. Her referansın bir yönelimi vardır. Yani referansın referansta bulunduğu şey bellidir. Hem referansı olan bir sözceleme olmak hem de referansı başarısız ya da eksik olmak çelişkilidir.

Sözde süjeler ya da gramatikal süjeler reel bir referansa sahip değildir. Cümlenin ya da cümlenin bir bölümünün anlamlı olması, belirli bir dilde, kendilerini diğer cümlelerden ya da cümlelerin diğer bölümlerinden ayırt eden tümüyle uzlaşımsal, çok genel kullanım şartlarına sahip olmalarına bağlıdır. Cümlenin sözcelenmesi, reel, tarihi ve bağlamı belli bir olaydır. Onun durumları vardır.

 

 

Referans, konuşan tarafından gerçekleştirilen bir edimdir. Konuşan kişi bir entiteye referansta bulunduğunda entitenin var olduğunu varsayar; ama var olduğunu iddia etmez.

Lengüistik bir edim olarak referansın arkasında inanç vardır. Her referans bir inancı içerir:

Eğer bir kişi cümleyi ciddi olarak sözceliyorsa, bu sözce belli bir anlamda bir olgunun varlığına inandığını açıkça kanıtlar.

Referanstaki inanç sadece “inanıyorum” şeklindeki bir lengüistik edim değildir; ayrıca zihinsel bir edim olarak bir inanç’tır. Referansta bulunarak yaptığım şey, zihnimde olup biten şeyden, inanç eyleminden ayrılamaz. Referansta bulunma edimi hiç de bu inancı betimlemeden ibaret değildir; fakat bu edim bir inancı belirtir.

Referans için kullanılan uylaşımsal ifadeler üç gruptur:

1 Sözcelemelerin bağlamına bağlı olan ifadeler. Örneğin Ben, onlar, “…in yazarı”, “Türkiye’nin …ci/cu-cü  cumhurbaşkanı” .

2. Hangi tür nesnelere uygulanacağı konusunda az veya çok uylaşım olan ifadeler. Bunları betim derecesi en yüksek olanları özel adlardır. “O”nun, minimal bir betimsel bir anlamı vardır. “yuvarlak masa” gibi ifadeler maksimum betimsel bir anlam taşır. Fakat “kirli” ve büyük harfle yazılan “Yuvarlak Masa” gibi ifadeler orta derecede betimdir.

3.

a. Referans ve yüklemesi uylaşımsal kurallarca yönetilen, doğru kullanılan referans ifadeleri: En az betimsel olanı zamirler ve en çok betimsel olanı nesne adlarıdır.

b. Genel değil de özel uylaşımsal göndergesi olan ifadeler. En çok bilinen özel adlar bu kategoriye girer.

Referansın Gücü

Referans sayesinde anlamı belirleriz; herhangi bir söylemin gücünü  biliriz. Referans gücü tam anlaşılıyorsa başarılıdır;  değilse başarısızdır. Örneğin “Gökyüzü” gökyüzünü düşünmemizi sağlıyorsa başarılıdır; değilse başarısızdır;  “Geç kalmamak için acele etmelisin.” dinleyen tarafından anlaşılmışsa başarıdır anlaşılmamışsa başarısızdır. 

 

Referans, kelimenin ya da cümlenin objektif olarak belirttiği şeydir. Referansı dile getirebiliriz ve hep aynı şekilde anlarız; diğer deyişle referans, kelimenin ya da bir ifadenin objektif olarak belirttiği şeydir. Önermenin gücü, referansıdır. Bunun anlamı şudur: Referansa sahip olan, ilkin bir şey yaptırma gücüdür.   Önerme sadece türemiş bir anlamda referansa sahiptir. Objeyle ilişkili olan özel ad değil; fakat özel adın anlamıdır.

 

Referansı belli olan bir ifade ya da önerme belli bir etki gücüne sahiptir. Bu yüzden de performatiftir. Performatif ifadeler, semantik-sembolik bir özellik taşır yani anlamlı ve gramere göre düzenlenen kelimelerden dizisinden oluşur; potansiyel olarak bir şeyi yaptırma gücüne sahiptir. Bu potansiyel güç performatif ifadeye önceden yerleştirilmiştir; ifadede, daha telaffuz edilmeden önce bulunmaktadır ve iletişimde ortaya çıkar 

Austin’in performatif ifadeleri ya da önermeleri keşfi, referans ve etki gücü arasındaki yapay ayrımı ortadan kaldırmıştır. Austin sayesinde şunu anladık: Referansı belli olan bir ifade ya da önerme belli bir etki gücüne sahiptir.

Performatif sözcenin kaynağı olan kişiye iki yolla referansta bulunabiliriz: Sözlü ifadede ve yazılı ifadede. Sözlü ifadede referans, sözcelemeyi yapanın, “o” zamiriyle işaret ettiği şeydir; yazılı ifadede ise metnin sonunda imzası olan kişidir; çünkü yazılı metinlerde söylemeyi kaynağına doğrudan bağlayan başka bir referans biçimi yoktur.

Referans konuşanların yönelimli söz edimidir; kişi kelimeleri ya da diğer ifadeleri sözceleyerek referansı gerçekleştirir.

Konuşanlar böylece kavramlar aracılığıyla nesnelere referansta bulunurlar ve yüklemleri ifade ederler.

 

 

 

15 Haziran 2021 Salı

ANLAM KONUSUNDA 112 SERVİSİNDEN



Anlam

Anlam konusunda üç temel yanlış vardır:

la ilgili temel hatalardan biri anlamın özcü bir açıklamasını

1 Tanımcılık:  Tanımcılık anlam sorununu “Anlam nedir?” sorusunun cevabını bir tanımdan hareketle ele alır. Oysa  dil dahil insani olguları tanımlamak  formüle edilemezi formüle etmeye çalışmaktır “Anlam nedir?” anlamsızdır; anlamlı göstergelerden ayrı, kendi başına bilinebilecek bir anlam yoktur. “Anlam nedir?” sorusu “Uzunluk nedir?”, “Bir sayı nedir?” gibi so­rulara benzer ve zihni kramplara sürükler. Bütün tanımlar gibi anlam tanımı da bize anlamın zenginliğini çeşitliliği veremez; anlamlı saydığımız bütün göstergelerdeki çeşitliliği içeren bir tanım olamaz. Anlam nedir? sorusu sahte bir anlamın bir özünü aramadır; hiçbir insani olguda olduğu gibi anlamda da bir öz yoktur.

2 Teorileştirme: Bu metafizik bir tutumdur; “açıklamak, kavramsal bir çerçeveye yerleştirmektir.” İlkesinden hareket eder ; anlamı teorik anlam kavramının bir parçası gibi ele alır. Oysa

önerme, dil, kelime konusunda olduğu gibi anlama ilişkin de hiçbir teori yoktur ve hiçbir teori bunları açıklayamaz.

3 İndirgemecilik: Bu da pek çok amaçlarla söylenen ifadelerin son derece zengin çeşitliliğini göz ardı eder;  sadece betimsel ifadeleri anlamlı sözcelerin prototipi yapar. Oysa sözcelerin pek çok biçimi vardır; onları olgusal ve betimsel önermelere indirgemek basitleştirmektir

Bize göre filozofların kullandıkları anlamın gerçekliği yoktur. Kelimeler ve cümleler anlamlı veya anlamsız değildir. Aşağıda göreceğimiz gibi kelimeler referanslıdır veya referanssızdır; cümleler ise, bildirme ve yaptırma gücüne sahiptir veya değildir. Kısaca söylersek dil göndermeden ve güçten ibarettir.

Dil felsefesinde anlam lengüistik bir töz gibi kabul edilmiştir. Kelimelerin ve cümlelerin anlamından ve anlamsızlığından söz edilmiştir. Anlama ilişkin pek çok teori ortaya konmuştur. Başta anlamın zihinden ve doğadan ayrı bir kategori olup olmadığı,  doğrulama koşulları, bağlamla ilişkisi olmak üzere pek çok konu ele alınmıştır. Bütün bu tartışmalarda ve açıklamalarda anlam sanki, kelimelerin ve cümlelerin ruhu onlara hayat veren bir şey gibi düşünülmüştür. Bu anlam anlayışı bize göre dilin ilk basit ve yalın özelliklerini dikkate almayan ve metafiziğin etkisiyle ortaya çıkmıştır. Oysa Austin’le şunu anladık: Dil fonksiyonel bir araçtır; konuşma da bir etkinliktir; bildirme ve yaptırma etkinliğidir. Dili sosyal iletişim ortamında işler.

Tezimiz dilin en doğal fonksiyonunu dikkate alarak ileri sürülmüştür. Anlam kelimesini hiç kullanmadan dille her şeyi yapabiliriz. Bir soru sorabiliriz; bir açıklama isteyebiliriz; bir vaatte bulunabiliriz. Bir bilimsel konuyu tartışabiliriz; bir davada yargı kararı verebiliriz; bir maçta hakemlik yapabiliriz; bir alışveriş yapabiliriz; politik bir konuşma yapabiliriz, vaaz edebiliriz ve dinleyebiliriz,  bütün meslekleri icra edebiliriz, her türlü hizmeti alabiliriz ve verebiliriz. Anlam kelimesini bilmeyen reel toplumları biliyoruz. Örneğin Amazon ormanlarında yaşayan Piraha kabilesinin dilinde anlam kelimesi yoktur. Sesleri ve  ıslıkları kullanarak bugün bizim dille yapabildiğimiz her şeyi yaparlar. Onların iletişim biçimlerinden çıkardığımız sonuç şudur: Dilin temel fonksiyonu anlam denen mitolojik bir ögeyi taşımak değil; bildirmek ve yaptırmaktır. Fiktif bir antropoloji  yaparak dünyamızdan farklı bir gezegende yaşayan bizimkinden çok gelişmiş ve anlam kelimesini bilmeyen dilleri çok gelişmiş, bizim bilmediğimiz pek çok nüansı bilen bir toplum düşünebilirim. Bu özellik, bütün dillerde hatta yapay zekanın dilinde bile vardır. Dilin bildirim ve yaptırım özelliğini en iyi şekilde yapay zekanın eylemlerinde görebiliriz. Yapay zeka bunun anlamı nedir? diy  e sormaz ve insan iletişiminden öğrendiklerine dayanarak reaksiyonda bulunur.

Örneğin

1 “Fırtına yüzünden ağaçlar devrildi.”,

2“Vazodaki çiçek pembedir.”;

3 “Üç gün sonra kontrole gelmelisiniz.”

4. Sakın bir daha yapma

Bu sözcelerden (1) ve (2) bildirim gücüne (3) yaptırım gücüne  (4) tehdit gücüne sahiptir.

Kuşkusuz pek çok dilde anlamlı bir kelime yani gösterge olarak kullanılır. Ancak bu gösterge çeşitli dil oyunlarında farklı kullanımlara sahiptir; teknik bir terim değildir. “Anlamlı bir jest”, “Anlamsız bir tutum”, “Anlamını yitirmek” “Anlama kavuşmak” “Kapalı anlam”, “açık anlam”, “eski anlam”, “sözlük anlamı”, “teknik anlam” “düz anlam” “metaforik anlam”, “ironik anlam”  “anlamı aktarmak”, “kastedilen anlam” “anlamına gelmek” vs.  Bütün bunlar çeşitli dillerde vardır; ancak bunlar belli bağlamlarda belli etkiler için kullanılır. Onların etki gücü vardır. Güçleri kullanıldıkları bağlamda ortaya çıkar. Bunları kullanan nasıl ifade edileceğini bildiği bir niyeti bildirme niyetiyle kullanır ve muhatap da ne dendiğini anlar. Bu ifadelerin yerine semboller veya emojiler de kullanabiliriz. Uylaşımsal olmaları koşuluyla semboller ve emojiler de bu ifadelerle aynı etkiyi yaratır. Sonuç olarak dilimizden anlam kelimesini çıkardığımızda dille yapacağımız hiçbir şeyi eksik veya yanlış yapmayız.

Hangi lengüistik kategoride, kelimede isterse cümleden olsun keşfedilecek ve iletilecek bir anlam yoktur. Göstergeler yani kelimeler bir cümleye giren değişkenler gibidir. Girdikleri cümlenin fonksiyonuna yani bildirime ve yaptırıma katkıda bulunur. Fonksiyon da değişkenlerine bağlıdır. Değişkenler farklılaştıklarında fonksiyon da değişir.

1 Suya mor dağın gölgesi yavaş yavaş düştü.

2 Yavaş yavaş, Mor dağın gölgesi suya düştü

3 Suya yavaş yavaş düşen, mor dağın gölgesiydi.

4 Mor dağın gölgesiydi düşen suya yavaş yavaş.

Nolu sözcede bildirim düşme eyleminedir.

Nolu sözce vurgu suya düşme üzerinedir.

Nolu sözcede vurgu mor dağa ilişkindir

Nolu sözcede dümenin nasıllığı vurgulanır.

Cümlenin değişkenleri olan kelimeler açıklanır; ama yorumlanamaz. Açıklamak ve yorumlamak karşıttır. Eğer bir kelimenin yorumunu doğru bir yöntem kabul edersek o zaman o zaman kelimenin yorumu olan yorumu da yorumlamamız gerekir ve bu sonsuzca ileri gider.  Örneğin “Tanrı öldü.” sözünü alalım.  “Tanrı’nın ölmesi, çağdaş dünyada insan özgürlüğünü kısıtlayacak bir şey yoktur.” şeklinden bir yorum yapılsın. Bu yorumda “insan özgürlüğünün kısıtlanması”nı  da yorumlamayı gerektirir. Her yorum yorumu gerektirir. Sonuçta yorum sonsuzca geri gider.

 

Sözcelerin gücünü belirleme, bir şeyin uzunluğunu ölçüm aracıyla belirlemeye benzer. Bir emir, hangi durumla ilgili olursa olsun, sadece emir olduğu anlaşılmışsa yerine getirilebilir. Aynı şekilde şunu da diyebiliriz: Emir o zaman tümüyle analiz edilmiştir.

Şöyle anlamlı bir sözce olsun: “Akılsız başın cezasını ayak çeker.” Burada şöyle sorabiliriz: Bir kişi bize bu ifadeyi anlayıp anlamadığımızı sorsa, anladığımızı  nasıl gösterebiliriz? “Akılsız baş” “ayağın ceza çekmesi” ifadelerini doğru kullanarak.  Bir sözce  anlamlı ise, onu kelimelerinin gerektirdiği şekilde kullanmalıyız.

 

 

Anlam Öğrenilir

 

Anlamı yani cümlelerin gücünü kelimeleri kullanarak öğreniriz. Gücünü öğrendiğimiz cümleler etkindir. Anlamlı cümleyi öğrenmek adları doğru kullanmayı öğrenmektir; kullanmak da adlara ilişkin cümleyle ne kast edildiği anlamak ve buna uygun eylemde  bulunmaktır.” Anlamı öğrenme tıpkı dili öğrenme gibidir. Dil, doğal sosyal ortamda öğrenilir. Anlam da toplum ortamında öğrenilir. Anlamı öğrenen kişi, her zaman içinde yaşadığı toplumun realitesine uygun davranır, doğal verileri temel alır.

Anlam, kullanımından önce de­ğildir. Kullanım sırasında ortaya çıkar. Örneğin “Kitabın adı aklına gelmedi.” ifadesi kullanımdan önce bir anlam taşımaz.

Anlamlı bir cümle bildirim ya da yaptırım cümlesi ise bizde bir imge uyandırır; “Burada her zamanki gibi yine trafik tıkandı.” bildirimi bizi belli bir olguyu düşünmeye yöneltir. Biz hangi duruma trafik tıkanması demeyi daha önce öğrendiğimizden bu ifadeyi duyduğumuzda o durumu imgeleriz. Bu imgemize başkasına anlayabileceği şekilde iletebiliriz.

Anlam, gündelik dilde kelimelerin kullanımları sırasında öğrenilir. Anlamın öğrenilmesi, tıpkı dili öğrenme gibidir. Dil, doğal sosyal ortamda öğrenilir. Anlam da toplum ortamında öğrenilir. Anlamı öğrenen kişi, her zaman içinde yaşadığı toplumun realitesine uygun davranır, doğal verileri temel alır.

Anlamlı bir cümlenin bildirim ve yaptırım koşulları bulunmalıdır. Koşullar yoksa cümle etkili değildir.  Anlamsızlığın  nedeni olan üç  türlüdür:

1 Olguya veya kullanıma uygun olmama:   Tıkalı olmadığı halde söylenen “Burada yine trafik tıkandı.” sözcesi olguya uygun değildir; “Gelecek hafta mavi ödevleri getirin.” sözcelerini ise kullanıma aykırıdır. Çünkü “mavi ödev” dilimizin bir kullanımı değildir. alalım. O nedenle ne bir şey bildirir ne bir emri ifa ettirir.

2. Bilinmeyen anlamlılık  koşulları: “Güller karanlıkta da kırmızıdır.” sözcesini doğru yapacak koşulları bilmeyiz. Kişinin karanlıkta kırmızı bir gül düşünebilmesi bile etkinlik koşulu sayılamaz. Doğruluk koşulu olmadığından sözce bildirim değildir.

3 Sözcenin fiktif olması: Örneğin “Alaaddin’in lambasından cin çıkarak dile benden ne dilersen.” dedi.” Fiktif sözceler bildirim ya da yaptırım değildir..

Etkin olmak ile  Etkin görünmek aynı şey değildir.  Bazı sözceler etkin  göründükleri halde etkin değildir. “Çocuk meşin topun peşinden koşuyor”; bildirim etkinliğine sahiptir; ancak “Ahmet hakikatin peşinden koşuyor.” Etkin değildir.  Bu sonuncu cümle bildirim gibi görünse de gerçekte bildirim değildir. Çünkü “hakikat” kelimesinin yer aldığı cümlenin bildirdiği olguyu imgeleyemem. Sonuçta onu onaylamam ya da onaylamamam mümkün değildir.

Etkin olma bir şey, bir entite değildir. O, sadece dil aracılığıyla ortaya çıkan bağlamdan ibarettir. Bağlam yoksa, da­ğınık şeylerin çokluğuyla karşı karşıya kalırız. Bu dağınık şeyler öyle durumdadır ki, artık ne yaptırım ne de bildirim vardır.

 

Anlamın Objektifliği

Anlam gerçekte objektiftir; kişiden kişiye değişmez; kişi tarafından belirlenemez Anlamın objektifliğini sağlayan şey, referanstır; sözünü ettiği şeyin açık   ve belirli olmasıdır. “Çığ altında kalan iki kişi öldü.” bildiriminin ve “Köprüyü trafiğe açıyorum.” sözcesinin referansı yani neden söz ettiği bellidir. O nedenle bu sözceleri herkes aynı şekilde anlar.

 

 

Anlan tasavvurdan kesinlikle ayrıdır. Tasavvur, zihinde uyanan bir entitedir; sübjektiftir ve bireyden bireye değişir. Her insan bir ve aynı ifadeye farklı bir tasavvur ekler; çünkü tasavvur deneyime bağlıdır ve her insanın deneyimi farklıdır. Eğer “at” kelimesiyle farklı kişilerde uyanan tasavvurları bir ekrana yansıtabilseydik, birbirinden çok farklı imajları görürdük  Oysa Etki, objektif ve değişmezdir, uylaşımsaldır; konuşanlar topluluğu tarafından paylaşılır. Anlam zihinsel yani psikolojik bir olay değildir; her psikolojik dayanaktan kurtulmuştur, yorumcunun zihinsel özelliklerine dayanmaz. Etki objektif olduğundan, pek çok kişi tarafından kavranabilir. Ancak Etkinin objektifliği iletişimin objektifliğini sağlamaya yetmez; çünkü iletişimin objektifliği bir ek koşulu gerektirir.

Anlam  öğrenilmiş bir tepki olduğundan, sosyal bir objektiflik özelliği taşır. Sosyal objektiflik sayesinde iletişim mümkün olabilir. Örneğin bir kişi yağmurun sesini duyarak “Yağmur yağıyor” dediğinde, muhatap neden söz edildiğini anlar ve böylece iletişim gerçekleşir. “Yağmur yağıyor” sözcesi, yağmura uygun uyarımla birleşmiştir. Tüm önermeler uyaranlar yoluyla dış dünyanın olaylarına bağlanmışlardır. En teorik sözceler bile her zaman az veya çok uzun zincirlerle uyaranlara bağlanır; aksi halde söz konusu sözcelerimiz doğrulanamaz.

 

Kontrol

 

Anlam “aklımıza gelen şeyler” değildir; bir yan anlam olamaz, özgür ve sübjektif fikirler topluluğu gibi de görülemez. Anlam dünyanın bir parçası değildir; dünyayı anlatan; iletişimi ve etkileşimi sağlayan dilin kullanılma amacıdır.

Anlam keşfedilecek bir şey, anlama da keşfin gerçekleştirilmesi gibidir. Anlamadan bağımsız yani keşfedilmeden önce anlam yoktur.  Keşfedilmemiş yani anlaşılmamış söz söylenmemiş sözden farksızdır. Dinleyen bir cümleyi anladığında sanki bir şey keşfetmiş gibidir. Örneğin  dinleyen sözün, bir bildirim bir şaka, bir rica ya da tehdit,  olduğunu keşfeder gibi anlar.  “Buraya bir daha gelme!” sözünün bir teşvik değil de uyarı olduğunu anladığında sanki anlamı keşfetmiş gibidir.

Buradan hareketle diyebiliriz ki, dinleyen sözü anlamamışsa, anlam yoktur. Fakat  bu durumda dinleyen “ne demek istiyorsun?” diye bir soru yöneltebilir. Konuşanın soruyu cevaplaması bir yorum değil; açıklamadır. Örneğin “Olumlu gelişmeler nedeniyle artık bazı tedbirler kaldırıldı.” İfadesinde anlam tam ortaya çıkmamıştır; çünkü cümlenin referansı açık değildir. Bu nedenle anlamın anlaşılması kaldırılan tedbirlerin belirtilmesine yani anlamın açıklanmasına bağlıdır. Bir cümlenin anlamı, anlamının açıklanmasıdır. Bir cümlenin anlamını açıklamak için, sadece cümlenin anlamını üretmem yeterlidir. Dilimin ve ifadelerin grameri, anlamı açıklamak için birtakım imkânlar verir ve ben de onları kullanırım.

 

Ancak iletişimde anlamın açıklanması arızi durumlarda olur; her zaman açıklama gerekli değildir.

Ancak anlamı açıklarken iki şeyi şeye dikkat etmelidir:

1. Açıklama yorum olmamalıdır; dilin kullanımının sınırları içinde verilen bir imkan ya da olasılık olmalıdır.

2. Dayanacağımız ikinci açıklama, yanlış anlamadan kaçınmak için, bir başka açıklamaya, üçüncü bir açıklamaya ihtiyaç duymamalıdır.

Ek açıklamalar, düşünebildiğim tüm yanlış anlamaları değil; sadece bir yanlış anlamayı önleyebilir.

Bir ifadenin anlamını anladığımızda söyleyen bir beklentiye girer. Bu beklenti dil aracılığıyla gerçekleşir ve uylaşımsaldır. “Bu ürün organik midir?” sorusunu anladığımızda soran “evet” veya “hayır.” şeklinde bir beklenti içinde olur.

Açıklama, anlama ve anlatma arasındaki farkı ortaya çıkarır Açıklama, anlamayı anlatma değildir ve anlamayı yaratmaz; yukarıda gördüğümüz gibi, sadece ek ayrımlar önerir; diğer deyişle çokluğu artırır ve çokluk tamamlandığında, anlamama ve ek açıklama ihtiyacı yok olur.

 

Anlamı belirsizleştiren faktörler

Anlam kelimesinin genellikle problematik olmayan normal bir kullanımı vardır. Anlam, grameri belirlemez; onun tarafından oluşturulur. Ancak bazı faktörler anlamı problemli hale getirir. Bunlar:

 

1. Yüklem olmayan kelimeyi yüklem diye kullanmak: Bunun en bilinen örneği “Düşünüyorum, o halde varım” sözcesidir. Buradaki hata, yüklem anlamı taşımayan bir göstergeyi (varlığı) bir yüklem gibi kullanmaktan ibarettir.

2. Bir yüklemi ilgili olmadığı bir alanda kullanmak. Bu durum kavramların kullanım alanlarını karıştırmaya yol açar. Alanları karıştırma hatası, “tipler” denen teorinin kurallarını çiğnemektir. Bunun en iyi örneği, “Caesar (Sezar), bir ilk sayıdır.” sözcesidir. Kişi adları ve sayı adları, farklı mantıksal alanlara aittir; kişilere ilişkin yüklemler (örneğin “general”) ve sayılara ilişkin yüklemler (örneğin “ilk sayı”) buna örnektir.

 

Kelimelerin anlamına gelince; bu konuda şunları diyebiliriz: Dilde anlamsız kelime yoktur; ama hiçbir kelime bir başkasının yerine geçemez. Kelimelerin özellikleri bir sanat eserinde açıkça görünen şeye benzer. Anlam ya da düşünce kelimeye eşlik eder, demek doğru değildir; aynı şekilde, kelime önemsizdir de denemez.

Kelimelerin anlamı “özel” temel deneyimlere indirgemez; sözcelerimizin deneyimle ilişkisi son derece basit ögeleri kullanarak aydınlatılamaz; özel zihinsel durumlar tarafından belirlenemez.

Kelimelerin önermelerdekinden bağımsız anlamları yoktur. Önermelerdeki kelimeler tıpkı makinelerdeki kollar gibidir. Bir kelimenin anlamını belirtme tarzı, somut dil oyunlarında kullanılma biçimini belirlemedir.

Kelimenin anlamı ne objeyle ne de kelimeyi sözcelediğimizde veya da duyduğumuzda gerçekleştirdiğimiz deneyimlerle aynı şey değildir.

Bir kelimenin anlamı, kelimeye uygulanan kurallar tarafından belirlenir; bir kelimenin anlamı, gramatikal uzayda işgal ettiği yerdir.

Bir kelimenin anlamı dilin hesaplanmasında oynadığı rolüdür. Bu açıdan kelime satranç taşına benzer. Nasıl ki satranç ta­şının anlamı ve rolü aynı şeyse, kelimenin de anlamı cümle içindeki rolüyle özdeştir. Ve şimdi bir kelimeyle, örneğin kırmızı kelimesiyle işlem yapma tarzımızı düşünelim. Kırmızı rengi taşıyan le­kenin ya da cismin nerede bulunduğunu, şeklini, büyüklüğünü, saf olup olmadığını, başka renklerle karışıp karışmadığını, daha koyu ya da daha açık olup olmadığını söyleyebiliriz.

“Kelimenin anlamı, anlamın açıklamasının açıkladığı şeydir.” yani “anlam” kelimesinin kullanımını anlamak isterseniz, anlamın açıklaması dediğimiz şeye bakın! Bunu şöyle yorumlayabiliriz: Sadece anlamın açıklamasının demek istediği şeyle ve anlamla ilgilenelim; bunun dışında hiçbir anlam yoktur.

“Anlam, anlamın açıklamasının açıkladığı şeydir.” ifadesi kuşkusuz bir totolojidir. Bu totolojinin amacı, anlamayı betimle­mek değildir; anlamı anlamayan kişiye dolaylı olarak şunu anlatmaktır: Açıklama aracımız olan dil oyunları dışında bir açıklama biçimi yoktur. Anlamı açıklama, anlama dair bütün görüş farklılıklarını ortadan kaldırabilir.

Bir kelimenin anlaşılmayan kullanımı, tuhaf bir sürecin ifadesi gibidir. Bir kelimenin anlamını açıklama, paradigma olan örnekleri belirtmedir ve betimlemedir. Örneğin “sayı” kelimesini alalım. Bu kullanımın meşru olması için, örneğin doğal sayılar, tam sayılar, rasyonel sayılar, irrasyonel sayılar, sayma sayıları gibi prototipler­den yararlanmalıdır. “Sayı” prototipi, “sayı”nın anlamı değildir; fakat bu kelimenin anlamını açıklama aracıdır. Sadece belirli bir dil oyununa bağlı bir prototip vardır. Prototip ya da paradigma olmadan bir dil oyunu oynanamaz. Paradigma dil oyununda temsil edilmezse, kelime bizim için anlamını kaybeder.

Kelimeyi anladığını düşündüğümüz kişi, dil oyunlarına katılmıştır ve başkalarıyla karşılıklı ilişkiyi doğru olarak kurmuştur. Kelimelerin hangi anlamda kullanıldığını uy­gulama ve bağlam belirler.

 

Anlama

 

Anlamın temel birimi göstergedir. Göstergenin anlamı nedir? Bunu bilmek önemsizdir. Önemli olan, göstergenin anlamını açıklamadır. Bu anlamı açıklama, sadece basit bir açıklama değildir. Bir göstergenin anlamını açıkladığımızda, tanımlara ilişkin diğer kuralları da çıkarırız.

Bir açıklama, anlama ve anlatma arasındaki farkı ortaya çıkarır Açıklama, anlamayı anlatma değildir ve anlamayı yaratmaz; yukarıda gördüğümüz gibi, sadece ek ayrımlar önerir; diğer deyişle çokluğu artırır ve çokluk tamamlandığında, anlamama ve ek açıklama ihtiyacı yok olur. Deyim yerindeyse, anlama, kendi kendine yeter. Anlamada bize kılavuzluk eden, anlamadır.

Anlama çok farklı durumlar için kullanılır. Bu kullanımların her birine dil oyunu denir. Örneğin “Bir cümleyi ya da bir ifadeyi anlamak”, “Bir tabloyu ya da bir resmi anlamak”; “Bir müzik parçasını anlamak”; “Bir şiiri anlamak”; “Dostça ya da düşmanca bir gülümsemeyi anlamak.” Bu anlamaların hepsi, birbirinden farklı durumlar için kullanılır. Kişi hangi durumda bunlardan birini söyleyeceğini bilir ve kullanır. Bu kullanımı doğru anlayan bu kullanımla neyin gerçekleştiğini anlar. Örneğin “arkadaşına dostça gülümsüyordu.” ifadesini duyan kişi bu gülümsemenin nasıl bir şey olduğunu anlar.

Anlama, içsel bir yaşantı değildir; birinin gülümsediğini gören uzun uzun düşünüp bunun gülümseme olup olmadığını düşünmez; ya da çağrı bağlamında adının söylendiğini duyan sözü işiten, anlarken psikolojik süreçler yaşamaz. Anlama görülen ya da duyulan şeyin neye ilişkin olduğuna dair tek hamlede  gerçekleşen bir aydınlanma halidir.

Anlama göstergenin yani kelimenin yerine başka bir göstergeyi koyma değildir; göstergenin, resmin ya da modelin yerine zihinsel bir imge koymaktır. Rafaello’nun “Atina Tablosu”nu gördükten sonra onu zihnimizde canlandırabiliriz. Zihnimizde canlandırdığımız takdirde resim anlaşılmış demektir. Yazılı gösterge veya imgelenen resim canlıdır.

Anlama  birine bir kapasite yüklemeyi içerir. Konuşan şöyle düşünür: Muhatabım benim sözümü anlayabilir; kapasitesi buna müsaittir. Anlama kapasitesi yükleme “bilme kapasitesi yüklemeden farklıdır. Bir sınavda öğrencilerin anlama kapasiteleri değil, bilme kapasiteleri ölçülür. Soruları hazırlayan/lar sınava girenlerin bu soruları cevaplamayı bilme kapasitelerinin olduğunu düşünür.

Çeşidi çok olduğu gibi ölçütleri de farklı farklıdır. Aritmetik bir dizide bir sayıdan sonrasını sürdürebilmek ve bir müzik parçasını anlayabilmek; bunların ölçütleri ayrı ayrıdır. Bir yabancı dilde cümleyi anlamanın ölçütü, onu bir başka dile çevirebilmektir. Bir cümleyi anlama kapasitesi, bu cümleyi doğru olarak kullanabilme gücüdür; onu akla uygun olduğu durumlarda bilinçli olarak kullanabilme kapasitesidir.

Anlamak, bir dil sisteminde anlamaktır. Hepimiz bir dil sisteminde yaşarız ve konuşuruz. Dilsizler bile bizim dil sistemimizde yaşarlar ve bizim sözlerle gerçekleştirdiğimiz iletişimi başta işaret sistemi olmak diğer yollarla gerçekleştirirler.  Bu sistem hepimizi uylaşım çerçevesinde kuşatır. Bu sistemde konuşuruz ve dinleriz.  O nedenle anlama, zihinsel bir şey değildir; onun zihinsel süreçlerle ilgisi de yoktur. Anlamak, fark edilemez ve eterleşmiş bir etkinin varlığı da değildir.

Bir şeyi anlamak dilsel olan veya olmayan bir şeyle anlamaktır. Örneğin “bububu” kelimesiyle “Yağmur yağmazsa gezmeye gideceğim.” i anlayabilirim. Bu, açıkça göstermektedir ki, anlamanın grameri, bir şeyi tasavvur etmenin gramerinden farklıdır. Wittgenstein’da önerme, kesinlikle anlamlı bir sözcedir; çünkü önermenin doğru veya yanlış olduğunun söyleyebilmemiz mümkündür. Peki, aksi durumdaki yani doğrulanması ya da yanlışlanması mümkün olmayan önermenin statüsü nedir? Wittgenstein bunu önerme değil de sözde önerme diye niteler. Sözde önerme hem gerçek bir önermeye hem “Bu, yuvarlak karedir.” gibi saçma önermeye karşıttır.

Anlamak zihinsel olmasa da kısmen psikolojiktir. “Anlamak” ve “demek istemek” kelimelerini duyan kişinin tepkisi, kısmen psikolojiktir. Ancak anlamak tümüyle psişik süreçlerden de ibaret değildir. Anlama bir duruma ya da bir iç yaşantıya indirgenemez. Yaşanmış deneyimler, psişik fenomenler, anlama gibi görülemez. Psişik fenomenlerin özelliği belli bir süreyi içermeleridir. Örneğin şöyle diyebilirim: “Beş dakika boyunca kırmızı daireyi düşün.” Oysa anlamada süre yoktur. Anlama tasavvurlardan ibaret olsaydı, onun gerçekleştiği bir süreyi kabul etmek mümkün olurdu. Oysa anlama ve anlam bir sürede gerçekleşmez.

Wittgenstein zihinselci anlamı ve anlamayı pek çok defa eleştirir. Bir anlamda şöyle demek de doğrudur: İletişim, düşüncelerin iletilmesinden ibarettir; fakat bu, “düşünce”den neyi anladığımıza bağlıdır; herhangi bir şeyi bir kelimeyle “ifade etmek”ten veya “anlamak”tan neyi anladığımıza bağlıdır. Düşünce, düşünce olabilmek için realitenin mantıksal biçimine sahip olmalıdır.

“Anlamak” o zaman bildiğim dildeki önermeyi duyduğumda ortaya çıkan fenomendir.”

 

 

Anlama, çok karmaşık bir durumdur. O nedenle anlamaya ilişkin genel geçer bir formül yoktur. Örneğin bir matematik probleminin çözümünü anlama, ağlayan çocuğun ne istediğini anlam, bir turistin nereyi sorduğunu anlama, bir satranç oyuncusunun hamlesini anlama   gibi o kadar farklı anlama şekilleri vardır ki, bunların hepsine uygulanabilecek genel geçer bir formül yoktur. Bir ifadenin doğru mu yanlış mı olduğunu öğreniriz; daha sonra ifadeyi duyduğumuzda doğru mu yanlış mı olduğuna nasıl karar vermemiz gerektiğini biliriz.

O nedenle anlama, zihinsel bir şey değildir; onun zihinsel süreçlerle ilgisi de yoktur. Duyduğumuz sözce somut bir duruma işaret eder; cümlenin etkisini de açıkça biliriz. “Arabanın hızını azalt!” belli bir durumda söylenmiştir ve etkisi de açıktır.

 

Bir ifadeyi anladığımızda, ek bir açıklamaya ihtiyacımız yoktur. Ek açıklama ifadeyi aşmak demektir. Oysa, anlama, kendi kendine yeter. “Kardeşinden üç yaş büyüktür.” ifadesini anladığımızda kardeşinden büyük olmak nedir? gibi bir açıklama zorunluluğu doğmaz. Kısaca söylersek, “Anlamak” bildiğim dildeki önermeyi duyduğumda ortaya çıkan fenomendir.”

Anlama, kelimelerle iş görmeyi becerebilmedir; anlaşılan şeyle doğrudan bir ilişkili bir şey yapabilmektir.

Önermeyi anlamak ve duymak aynı şekilde olup biter; anlama işitmeye eşlik eder. Bu demektir ki, anlam, işitilen seslerden ibaret değildir; ama sözceyi sesli olarak işitmeden de anlamı kavrayamayız. İşitme anlamın taşıyıcıdır; ama belirleyicisi değildir. Kişi sadece belli özellikleri  taşıyan sesleri belli anlamların taşıyışı kabul eder.

Bir önermeyi anlamak, önermenin demek istediği şeyi anlamaktır yani bu önerme ne demek istiyor sorusuna cevap verebilmektir.

“Demek isteme”, bütünüyle ya da kısmen, anlam durumlarından oluşan bir etkinlik değildir. Ona, zihinsel bir etkinlik de denemez; çünkü kelimeyi yanlış bir resim yapamaya teşvik eder gibidir.

Bir şeyi demek istemek sanki birine doğru hamle yapmak gibidir. “Bu bana bir şey söylüyor.” demek “Bu bana bir şey anlatıyor.” demektir.

Bir hikâyeden çıkarılmış bir cümle, bize bir imge ile aynı tatmini sağlar. Örneğin Ömer Seyfettin’in “Diyet” hikayesini düşünelim. “Koca Ali onurunu kurtarmak için kolunu kesip kasabın önüne attı.” cümlesi  bu sahneyi temsil eden resimle aynı değerdedir.

Bir kelime örneğin ağaç kelimesi sadece “Bahçedeki ağaç ne kadar büyük” sözcesinde fonksiyoneldir.   Tek başına söylenen bir kelime bir tasavvuru çağrıştırabilir; fakat tasavvur kelimenin anlamı değildir. Tasavvur kelimenin ortaya çıktığı bir nesne durumudur. Örneğin “öğrenci” kelimesi bir kişinin zihninde  bir okul bahçesindeki çocuklar tasavvuruna yol açabilir. Fakat bu tasavvur “öğrenci” kelimesinin anlamı gibi görülemez.  Görüldüğü gibi anlamlı bir önermede bütün kelimeler anlamlıdır.

Anlamsız önerme ise aktüel referansı olmayan önermedir. Örneğin “Günümüz Fransa'nın kralı keldir.” günümüzde Fransa kralı olmadığı için anlamsızdır.

 

Anlamak, tek ve izole bir duruma ilişkin bir ifadeyi kavramaktır.  Binlerce sayfalık bir kitabın her cümlesini ayrı ayrı anlarız. Her bir cümle bağımsız bir birliktir ve dille yapılması gereken tek bir şeyi  bildirimi veya yaptırımı ifade ediyordur.

Anlama konusunda önemli bir ayırım yapmalıdır: Lengüistik ifadelerin anlaşılması ve fenomenlerin anlaşılması. Lengüistik ifadelerin anlaşılması, son derece karmaşık bağlama bağlı ve tekil ifadelerin anlaşılmasıdır; oysa fenomenlerin, anlaşılması geneldir; durumsal ya da bağlamsal olmayan bir anlama­dır. Örneğin bir bahçede çiçekleri belli bir biçimde düzenleme, lengüistik bir kod gibidir ve bir anlamı ifade edebilir.

Süjenin konuşurken başvurduğu kurallar, pek çok ku­ral arasından şu ya da bu nedenle seçilmiş değildir; onlar konuşma süreçlerinin içindedir. Anlama süreçlerini yöneten ku­ralları düşünmeden ve kontrol etmeden uygularız. Onlar dil oyununun ve uygulamasının değil; ön tarihinin parçasıdır.

Anlama, tıpkı inanma ve düşünme gibi, özel ya da belirli durumlar ya da süreçler değildir. Anlama şartlarına ilişkin herkes için geçerli kesin bir liste yoktur. Anlama şartları bireylere ve durumlara göre değişir.

 

 

Bir kelimenin anlamı

Anlama dair bu genel açıklamalar yeterlidir. Anladığımız cümle ya da sözce kelimelerden oluşur. O nedenle anlama probleminin önemli bir ayağı da kelimelerin anlaşılmasıdır. Yukarıda zaman zaman kelimenin anlamından söz ettik. Ancak bu önemli konuda daha sistematik ve bütüncül açıklamalar gerekir. Şimdi bu satırlarda kelimenin anlamı konusunu öneminden dolayı daha ayrıntılı ele alalım.

Kelimenin anlamını açıklarken bir analojiden yararlanabiliriz. Cümleyi söylemekle satranç oynamak arasında satrançtaki taşlarla cümlenin kelimeleri arasında bir benzerlik vardır.

Satrancın oynanma kuralları olduğu gibi kelimelerin de kullanım kuralları vardır. Bir kelimenin anlamı, kelimeye uygulanan kurallar tarafından belirlenir. Kurallara uygun kullanımlar toplum tarafından anlaşılır. Bu analoji kelimelerin kullanımına dair bir fikir verir; ancak her şeyi açıklamaz. Konuyu tam olarak ortaya koyabilmek için analojiyi burada bırakıp açıklamalarımıza daha somut ifadelerle devam edelim.

Şunu açıkça söyleyebiliriz: Kelimenin anlamı düşünülen değil ifade edilen şeydir. Bu nedenle konuşan kişinin kelimelerinin anlamını bilmek için, düşüncelerini değil; ifadelerinin kullanımlarını bilmeliyiz. Eğer bir kelimenin kullanımını anlıyorsak, kelimenin anlamı odur. Anlamıyorsak kelime anlamsızdır. Örneğin “Babam pamuk gibi bir adamdır.” sözünde “pamuk” kelimesinin bir kullanımı vardır. Eğer bu, bizim anladığımız bir kullanımsa pamuk kelimesinin bu bağlamdaki anlamı odur.  Eğer kullanımı anlamıyorsak kelimenin anlamı yoktur. Örneğin “Bu bahar pamuk erken açtı.” ifadesi kelimenin kullanımı değildir.

 

Tıpkı anlamlı cümleleri öğrendiğimiz gibi, kelimelerin anlamlarını da öğreniriz. Kelimenin anlamını öğrenmek, bir rengi öğrenmek gibidir. Nasıl ki bir rengi öğrendiğimizde onu bütün renklerden ayırabiliyorsak, bir kelimenin anlamını bütün diğer kelimelerin anlamlarından ayırabiliriz. Kuşkusuz öğrenmek için ayırt etmesini bilmek gereklidir; ama yeterli değildir; öğrendiğimiz doğru uygulamak da gerekir. Bu kelimenin anlamı için de geçerlidir. Gerçekte bir kelimelerin anlamını öğrendiğimiz göstermek için onu doğru kullanabilmeliyiz. Örneğin “aklını çelmek” kelimesini doğru kullandığımızda, öğrendiğimiz anlaşılır. Kelimeyi öğrenmek dil oyununu öğrenmektir; kelimeyi konuşma sırasında kullanmak da dil oyunu oynamaktır; kelimeler doğru kullanıldıklarında başkalarıyla karşılıklı ilişki doğru olarak kurmuştur. Kelimelerin hangi anlamda kullanıldığını uy­gulama ve bağlam belirler.

Bir kelimenin anlamını açıklama da, hangi  durumda nasıl kullanılacağını göstermedir.

Gündelik hayatta bir kelimenin anlamını kolayca biliriz ve bu konuda bir problem de yaşamayız; hiçbir kelime bir başkasının yerine geçemez. Kelimelerin özellikleri bir sanat eserinde açıkça görünen şeye benzer. Nasıl ki renkler ve şekiller resme kendi özelliklerini verirlerse, kelimeler de cümleye ifadeye özelliklerini katarlar.   Anlam ya da düşünce kelimeye eşlik eder, demek doğru değildir; aynı şekilde, kelime önemsizdir de denemez.

Kelimenin, kişideki çağrışımı ne olursa olsun, bu çağrışım ne kadar güçlü olursa   olsun; çağrışım anlam değildir. Örneğin Çarşamba kelimesi bir kişide mavi rengi bir başka kişide gül kokusunu çağrıştırsın; bu çağrışımlardan hiçbiri kelimenin anlamı değildir. Bir önerme anlamlı ise, onu kelimelerinin gerektirdiği şekilde kullanmalıyız. Kelimelerin kullanımı çağrışım sorunu değildir; çağrışım, dilin işleyişini belirlemez.

Kelimelerin duyulması da bilinenden farklı çağrışıma yol açmaz; olgu durumunu doğrudan kavramayı sağlar. Doktor hastaya “Diyabetiniz var.” dediğinde  hasta zihninden hiçbir şeyi düşünmez; sadece şeker hastası olduğunu anlar.

Bir önermeyi anladığımızı göstermenin açıklaması, o önermede açıklanan terimi doğru kullanmaktan ibarettir.

Kelime cümlenin anlamlı birimidir. Cümle de anlamlı birimlerin anlam oluşturacak şekilde birbirine eklenmesidir. Bu birimlerden yani kelimelerden biri anlamsız ise, önerme de anlamsızdır. Anlamsız kelime önermeyi karşıtından daha doğru ve yanlış yapmaya izin vermez. “Bu sabah gelirken trulişimbayı gördüm.” önermesi anlamsızdır; çünkü önermedeki  “trulişimba” kelimesinin anlamı yoktur. Bu nedenle doğru veya yanlış değildir. “Trulişimba” kelimesi “Bu sabah gelirken trulişimbayı gördüm.” önermesini karşıtı olan “Bu sabah trulişimba’yı görmedim.” önermesinden ne daha doğru ne de daha yanlış yapar.

 

Kelimelerin sözcelerdekinden bağımsız anlamları yoktur. Sözcelerdeki kelimeler tıpkı makinelerdeki kollar gibidir. Kolların makinenin hareketini yönlendirdikleri gibi kelimeler de anlamı yönlendirir.

Dilleri kelimelerinin anlamlı olmaları bakımından ikiye ayırabiliriz. Bütün kelimeleri anlamlı olan diller ve bazı kelimeleri anlamsız olan diller. Metafizik yapılmayan ve anlatılmayan bütün dillerin bütün kelimeleri anlamlıdır. Bu kelimelerle iletişim, bildirim ve yaptırım sözceleri oluşturulabilir. Oysa metafizik yapılan veya anlatılan dillerdeki bütün kelimeler anlamlı değildir. Örneğin İde”, “Mutlak”, “Şartsız”, “Sonsuz”, “Var olanın-Varlığı”, “Var olmayan”, “Kendinde Nesne”, “Mutlak Tin”, “Objektif Tin”, “Öz”, “Kendinde ve Kendisi İçin Varlık”, “Türüm”, “Görünüme Çıkma”, “Ayrılma”, “Ben”, “Ben-Olmayan” Hakikat, Aşkın, Varlık, Yokluk, Tin, Dasein gibi kelimeler dilin doğal  kelimeler değildir. Onlar dilde olmasına rağmen  referans olmayan kelimelerdir. Onların yer aldıkları cümleler de anlamsızdır; anlamı yönlendiremez.

Bir kelimeyi anlamak ve bir zihinsel durum arasında çok açık bir fark vardır. Bir zihinsel durum örneğin bir acı ya da bir üzüntü durumudur. Zihinsel durumun bir süresi vardır. Örneğin “Bütün gün başım ağrıdı.” ; “Sabahtan akşama kadar canım sıkıldı.” ; “O an çok heyecanlandım.” sözceleri zihinsel durumların başlangıç ve bitiş anlarını anlatır. Fakat bir kelimeyi anlamak, sürede gerçekleşen bir şey değildir. “Bu kelimeyi tüm gün boyu veya 5 Nisan 2017’den itibaren her gün anladım” diyemeyiz. Anlama zihinsel durumdan çok bir idraktir. Örneğin “Bu, zürafadır.” denildiğinde söylenen şeyin idrakine varmaktır. Burada şöyle sorabiliriz: Birbirinin aynısı olmayan; ama yine de benzeyen şeylere örneğin oyunlara ilişkin ortak zihinsel bir tasavvurdan dolayı aynı adı veremez miyiz? Buna “Evet” denemez.

Uygun kelimenin kullanılması talimat gibidir ve her talimat bir betime benzer ve betim de tıpkı talimattır.

Bir kelimenin anlamı, kullanımını yöneten uylaşım tarafından belirlenir. Oysa anlamın etkisi olumsal şartlara, özel durumlara bağlıdır. “Aristoteles Stagira’da doğdu.” sözcesindeki Aristoteles çok farklı kişilerce söylenebilir. Hepsinde Aristoteles farklı ontolojik özellikler kazanır. Örneğin “Oğlum Stagira’da doğdu.” sözcesi Aristoteles’in küçükken babası tarafından söylediğinde “babasının oğlu”; Aristoteles büyüyüp Platon’un Akademisi’ne girdiğinde Platon’un öğrencisi; Metafizik’i yazdığında bu kitabın yazarı statüsünü kazanır. Aristoteles yaşadığı sürece çeşitli belirli betimlerin konusu olur ve farklı referans özellikleri kazanır.   Kısaca söylersek Aristoteles’in anlamı sürekli değişir ve evrimleşir.

Kelimelerin nasıl anlaşılır? Bunu belirleyen, başka kelimeler değil, toplumdur. Kelimenin anlamı toplumun anladığı ve uyguladığı kullanımlar bütünüdür; toplumun davranışıdır, göz önüne getirdiği olgulardır. Sözlüklerdeki anlam, her zaman toplum tarafından onaylanmalıdır.

Kelimelere verdiğim anlam ve kelimelerin anlamları farklı olabilir. Farklılık ge­çicidir. Çünkü niyetim, kelimeleri formüle etmek değildir; tersine bir şey söylemektir; kendimi anlatabildiğim ölçüde bir şey söylerim; kelimeleri anlaşılmaz biçimde söylemek isteyemem.

Bir soru, sözcenin anlaşılmadığının işaretidir;  konuşanı ilkinden farklı ve onu açıklayan bir sözce söylemeye sevk eder. Her söylem  ve her açıklama dinleyende psikolojik bir reaksiyon yaratır. Bu reaksiyonun en somutu yabancı bir dilde duyduğum ve anlamam mümkün olan bir ifadeyi duyduğumda ortaya çıkanıdır.

Tüm kelimeler tıpkı adlar gibi öğrenilir ve iş görür; temsil ettikleri nesnelerin anlamları gibidir; her kelime bir anlam taşır. Bir kelime (ad) ve anlamı arasında gösterme ya da işaret etme ile kurulan bir bağlantı vardır; adlar söylemin bir bölümüdür. Dilin en yalın biçimlerini öğrenerek, kelimelerin çok farklı fonksiyonları olduğunu da öğreniriz. Bu fonksiyonlar örneğin, insanları, biçimleri, acıları, renkleri, sayıları vs. ifade etmeye yarar. Bir ad, gösterici bir jestle kullanılamaz; fakat sadece onunla açıklanır. An­lam dilin en basit işleyişine bağlıdır; mümkün ve reel bir şeyle uyumludur; anlamı bizimki kadar gelişmemiş bir dile de uygulayabiliriz. “Bir kelimeyi anlamak nedir?” sorusu tıpkı şuna benzer: Satranç oyununda bir taş nedir?

Bir kelimeyi anlamak, onu kullanmanın uygun olduğu durumları düşünebilmektir; onu nasıl kullanabildiğimizi bilmektir ve onu kullanabilmektir; bir kişi örneğin bir emri “normal durumlar”da vermişse, emrin ne ifade ettiğini bilir.

Bir kelimenin anlamı dilin hesaplanmasında oynadığı rolüdür. Bu açıdan kelime satranç taşına benzer. Nasıl ki satranç ta­şının anlamı ve rolü aynı şeyse, kelimenin de anlamı cümle içindeki rolüyle özdeştir. Ve şimdi bir kelimeyle, örneğin kırmızı kelimesiyle işlem yapma tarzımızı düşünelim. Kırmızı rengi taşıyan le­kenin ya da cismin nerede bulunduğunu, şeklini, büyüklüğünü, saf olup olmadığını, başka renklerle karışıp karışmadığını, daha koyu ya da daha açık olup olmadığını söyleyebiliriz.

Bir kelimenin sabit bir anlamı yoktur; o nedenle sabit anlama karşıt, yanlış veya uygun olmayan anlamdan söz edemeyiz. Metafizikçiler ve mantıkçılar kelimelerin anlamlarını incelerler ve analiz ederler; fakat analiz ederken grameri ve kullanımı terk ederler; bu nedenle onların kelimelere yükledikleri anlam keyfidir. Metafizikçilerin bu keyfiliği su arayıcının kullandığı ifadelerin anlamsızlı   ğına benzer.  Bir su arayıcısının “Suyun üç metre derinlikte olduğunu elimde hissediyorum.” dediğini düşünelim.  Kuşkusuz biz, “üç metre derinlikte”nin ve “hissediyorum”un ne anlama geldiğini biliriz; ama bu cümlenin ne anlama geldiği belli değildir; çünkü biz “üç metre derinlikte” ve “hissediyorum” kelimelerini farklı bağlamlarda kullanırız. O nedenle su arayıcının cümlesi kullanıma aykırıdır ve bu nedenle anlaşılamaz. Metafizikçi de kelimeleri kullanırken bir su arayıcısı gibi davranır. Bizim kelimelerimizi bizim kullanmadığımız bağlamda ve anlamda kullanır.

Kelimelerin, kullananlardan bağımsız, kendi başlarına anlamları yoktur; anlam, kelime aracılığıyla bağlama otomatik olarak taşınan bir şey değildir.

Anlamsız bir kelimeye anlam verilemez yani kullananların vermediği anlam, bir kelimeye yüklenemez. Bir kelimenin anlamı, sadece kullananların verdiği anlamlardan biri olabilir.

Kelimenin anlamında bir genişleme olabilir; bir kelime bazen yeni anlam kazanır. Bir kelimenin kazandığı bu yeni anlam, sadece bilim adamlarının belirlediği anlamdır. Bunun en iyi örneği “atom” kelimesidir. 1938 yılında Alman bilim adamlarının atomu parçalamasıyla asıl anlamı bölünemez olan atom kelimesinin anlamı değişti.

Alacağımız bir kararla, kelimelerin bazı anlamlarını yasaklayamayız veya anlamlarının tümünü iptal edemeyiz; anlamın sınırlarını değiştiremeyiz. Sınırları yeniden belirlenmiş kullanım için kurallar oluşturamayız ve onların nasıl uyguladıklarını da gösteremeyiz.

Kelimelerin doğru mu yanlış mı kullanıldıklarını bildiren kelimeler yoktur.  Bunu bildiren sadece toplumdur. Toplumun kullanımı kelimenin anlamıdır. Anlam, toplumun anladığı ve uyguladığı kullanımlar bütünüdür; toplumun davranışıdır, göz önüne getirdiği olgulardır. Sözlükler kelimenin kullanımının bağlamla ilişkisini bildiremez. Kullanım bağlamdadır; canlıdır ve dinamiktir; tanım bağlamsızdır ölüdür ve statiktir. Örneğin “Sen ne kitapsızsın!” bazen hakaret bazen eleştiri bazen de takdir anlamına gelir. Bunları belirleyen bağlamdır.

 

Kelimelere verdiğim anlam ve kelimelerin anlamları farklı olabilir. Farklılık ge­çicidir. Çünkü niyetim, kelimeleri formüle etmek değildir; tersine bir şey söylemektir; kendimi anlatabildiğim ölçüde bir şey söylerim; kelimeleri anlaşılmaz biçimde söylemek isteyemem.

“Bu kelimelerle ne demek istiyorsun?” Soru açıkça göstermektedir ki, muhatabımız söz konusu önermeyi anlamamıştır. Onun soruna cevap olarak bu önermenin yerine başka bir önermeyi koyabiliriz.

 

Bir kelimenin ya da bir ifadenin bir anlamı vardır demek, bunları içeren ve bir anlamları olan cümleler vardır dermektir. Bir kelimenin ya da bir ifadenin anlamını bilmek, yer aldıkları cümlelerin anlamını bilmektir.

Kelime hiçbir şeye karşılık gelmiyorsa, anlamsızdır. Bir kelimeyi anlamak ve “bir kelimeyi anladığını sanmak”, dilimizdeki ifadelerdir. Onların doğru kullanımlarının ölçütü toplumdur. Bir kelimeyi, bir kelimenin anlamını anlarsam, bu demektir ki, kelimeyi kullanımın gramatikal imkânlarını biliyorum.

 

 

 

 

Cümleyi anlamak

 

Bir cümlenin anlamı

 

Bir cümlenin anlamı ögelerinin toplamından daha fazla bir şeydir. Anlamı belirleyen biz değiliz. Nasıl ormandaki ağaçların varlık nedeni bizim onları algılamamız değilse, anlam da bizim sübjektif tasarruflarımızdan, inisiyatiflerimizden bağımsızdır.

Anlamlı olanın sadece bağlamla sıkı bir ilişkisi vardır. Bağlam da tıpkı gramer kuralları gibidir ve anlamı belirler. Örneğin bir kişi bir objeyi göstererek “Bu, budur.” dediğinde, önermesi ona göre bir anlam taşır. Bu önerme ancak bu bağlamda anlamlıdır.

Bağlam, sadece kelimelerin anlamını değil; cümlenin anlamını da belirler. Bir ve aynı cümle farklı bağlamlarda farklı anlama gelir. Bir cümlenin farklı bağlamları en iyi biçimde, tiyatro oyununda görünür. Belirli bir anlamda alınan cümlenin en iyi örneği tiyatro oyununda verilir.

“Bu cümle anlamsızdır.” ifadesi, “O, parasızdır.” gibi değildir. “X parasızdır”, “X paraya sahip değildir.” demektir. Oysa “Bu cümle anlamsızdır.” ifadesi “Bu cümle anlama sahip değildir.” anlamına gelmez; fakat “Cümledeki kelimeler, anlamı ortaya çı­karacak kombinezondan yoksundur.” demektir.

Bir cümlenin anlamı, cümleyi oluşturan kelimelerin anlamlarının rastgele bir araya toplanmasından ibaret değildir; fakat kelimelerin doğru kullanımlarıyla ortaya çıkan bir şeydir. “Onu her zaman görmedim.” cümlesinde kelimeler hiçbir şey söylemiyor değildir. Bu cümlede kelimelerin kullanımı yaşanan an­lamların çağrışımlarını çok aşar.

İki farklı cümle aynı anlama gelebilir. Bundan da şu sonuç çıkar: Anlam, cümleden çok farklı bir şeydir. Duyulan, okunan veya sözcelenen bir cümle, az ve çok uygun imgeler çağrıştırır.

Bir cümleyi anlamak, betimlenen şey hakkında bir imge edinmektir; onun içeriğini kavramaktır. Bu tüm içerik cümlede bulunur. Bu nedenle cümle, bir kuralla uyumlu olarak başka ifadelere çevrilebildiğinde anlaşılmıştır.

Anlama, kanıtlanamaz. Bir önermeyi anlama biçimi dediğimiz şey, bazen bir sembolizmi yeniden üretmeden, bir tasavvuru başka bir tasavvur moduna aktarmadan ibarettir.

Cümleyi anladığımızda bir dili de anlarız. Bir dili anlamak ise bir tekniği kullanmayı bilmektir. Dilin anlaşılması oyunun anlaşılması gibi izole önermenin anlam kazandığı bir arka plandır.

Bir cümlede kelimenin fonksiyonundan söz etmek şuna ben­zer: Sanki cümle bir mekanizma gibidir. Kelimenin de bu mekanizmada bir fonksiyonu vardır.

Bir cümlenin anlamı, cümleyi oluşturan kelimelerin anlamlarının rastgele bir araya toplanmasından ibaret değildir; fakat kelimelerin doğru kullanımlarıyla ortaya çıkan bir şeydir. “Onu her zaman görmedim.” cümlesinde kelimeler hiçbir şey söylemiyor değildir. Bu cümlede kelimelerin kullanımı yaşanan an­lamların çağrışımlarını çok aşar.

Süjenin konuşurken başvurduğu kurallar, pek çok ku­ral arasından şu ya da bu nedenle seçilmiş değildir; onlar konuşma süreçlerinin içindedir. Anlama süreçlerini yöneten ku­ralları düşünmeden ve kontrol etmeden uygularız. Onlar dil oyununun ve uygulamasının değil; ön tarihinin parçasıdır.

Anlama, tıpkı inanma ve düşünme gibi, özel ya da belirli durumlar ya da süreçler değildir. Anlama şartlarına ilişkin herkes için geçerli kesin bir liste yoktur. Anlama şartları bireylere ve durumlara göre değişir. Gündelik diller her zaman sıkı kurallar tarafından yönetilme şartını yerine ge­tirmez; dilin ifadelerinin kullanımı, her yerde sıkı kurallar tarafından belirlenmemiştir. Bu durumda iletişimin nasıl gerçekleştiği sorunu ortaya çıkar. Zihinci buna şöyle cevap verir: Konuşanların ve dinleyenlerin zihinlerinde belirsiz olan hiçbir şey yoktur. Bir cümleyi söyleyen veya dinleyen kişi, belirli kurallara göre bir hesaplama gerçekleştirir; fakat zihincinin bu açıklamasını kabul etmek iki şeyden birini kabul etmektir:

Anlamaya eşlik eden zi­hinsel fenomenler tek biçimli değildir. Anlamak, tek ve izole bir duruma ilişkin bir ifadeyi kavramaktır. Her bir anlamaya ilişkin ayrı bir hikâye vardır.

Anlama konusunda önemli bir ayırım yapmalıdır: Lengüistik ifadelerin anlaşılması ve fenomenlerin anlaşılması. Lengüistik ifadelerin anlaşılması, son derece karmaşık bağlama bağlı ve tekil ifadelerin anlaşılmasıdır; oysa fenomenlerin, anlaşılması geneldir; durumsal ya da bağlamsal olmayan bir anlama­dır. Örneğin bir bahçede çiçekleri belli bir biçimde düzenleme, lengüistik bir kod gibidir ve bir anlamı ifade edebilir.

Anlam kavramının şeyleştirilmesi yanıltıcıdır. Bu nedenle Wittgenstein anlamı kelimelerin kullanımında görmeyi önerir; fakat o, anlam teriminin yerine kullanım terimini koymaz; daha çok şunu söyler: Kullanımla ilgilenmekle, anlam konusunda tuhaf sorular sormaktan kaçınırız; çünkü kullanım, soruyu na­sıl sormamız gerektiğini bildiren gündelik bir kavramdır.

“Anlam, öncelikle kullanımdır.” demek, genellikle olduğu gibi, ifade etme biçimlerinden birini diğer biçimlerden birinin aleyhine öne çıkarmaktır.

ADLARIN ANLAMI

 

Bir adın anlamını bazen bu adı taşıyanla açıklayabiliriz. Yine de anlamlar kelimelerin kullanımından hiç de bağımsız değildir.

Nasıl ki, “kafada”, dilin düşünceyle ilişkisi içinde öğrendiğimiz bir kullanım biçimiyse, “Kelime şöyle bir anlama sahiptir.” de dilin bir kullanımıdır.

 

Gündelik dilde bütün kelimeler adlar gibi görülemez. Görülürse, örneğin (düşünmek, duymak, anlamak gibi) psikolojik kavramlar da bir adlar koleksiyonu gibi olur. Psikolojik kavramları adlar gibi görmek, Wittgenstein'a göre, en önemli felsefî hataların nedenlerindendir; adlarla ilgili bu hatalar yaygındır ve önemlidir.

Ad verme, dilin tek fonksiyonu değildir; fonksiyonlarından sadece biridir. Adların çeşitli kullanımları vardır; bu kullanımlar dil oyunlarından yalnız biridir. Bir şeyin adını söyleyen ne demek ister? Bunu anlamak için dilin çok farklı yönlerini görmelidir.

Ad vermek ve betimlemek farklı eylemlerdir. Ad vermek, dil oyununda bir hareket değildir. Hiçbir şey ona ad vermemiz için yapılmamıştır. Bir şey, bir oyunda anlamlıdır.

Adların tek başlarına anlamları yoktur. Bir ad sadece bir önerme bağlamında bir anlam kazanabilir. Adların anlam kazanabilmelerinin şartı şudur: Önermenin diğer kelimeleriyle uygun ve doğru koşullarla birleşmeleri. Çünkü bir adın anlamı ya­ni referansta bulunduğu şey, önermeler tarafından temsil edilen diğer objelerle konfigürasyonunda verilir. Adları objelere göndermeyen bir önerme sahtedir ve anlamsızdır.

Adın anlamı konusunda bir ayırım önemlidir: Adın anlamı ve adı taşıyanın anlamı. Bu ayırım yapılmazsa ciddi bir ka­rışıklığa düşeriz. Örneğin “X ölüyor.” ile “Bay X ölüyor.” önermelerinin anlamı aynı değildir. Bu sonuncuda adın anlamı yoktur “X adını taşıyan”ın anlamı vardır. İkinci Wittgenstein’a göre adı taşıyanın anlamından söz eden bir önerme saf bir anlamsızlıktır; çünkü ad bir anlam taşımaktan uzaksa, o zaman “Bay X ölüyor.” demenin bir anlamı yoktur.

Adı işittiğimizde zihnimizde onunla ilgili bir imge oluşur. Adın adlandırılan şeyle ilişkisi, adlandırılana ilişkin imgeyi çağrıştırmasından ibarettir ve anlam da adın adlandırılan şeye yapıştırılmasıdır veya adın, adlandırılan şey bize gösterildiği anda sözcelenmesidir.

Bir adın yerine başka bir adı koyabiliriz; ama bunun bir şartı vardır: Her iki adın aynı türden olması. Örneğin

Bu kitap mavidir.

Bu kitap kahverengidir.

Ben yorgunum.

Burada “kahverengi”yi ve “mavi”yi değiş-tokuş edebiliriz; fakat “yorgun” kelimesini bunlardan biriyle ve bunlardan birini de yorgun kelimesiyle değiştiremeyiz. Çünkü “yorgun”, diğerleriyle aynı türden değildir. Aynı türden kelimeleri birbirinin yerine koymak, bir önermeyi yanlış yapar; ama saçma yapmaz

Anlam, ad ve adlandırılan nesne ilişkisinden ibaret olamaz; dilin semantiği, referans ilişkisi sayesinde temellendirilemez; çünkü referansçı teori, kabul edilemeyecek bir basitleştirmedir. Gerçekte kelimeler tek bir tarzda değil; çok farklı biçimlerde verilir; adlar da çok çeşitlidir.

Her adın fonksiyonu ayrıdır. Dilin kelimelerinin iki fonksiyonu vardır: Anlamları ifade etmek ve diğer kelimelerden ayrılmak.

Özel adlar, kelimelerin özel bir türüdür. Özel adların aydınlatılması diğer kelimelerin açıklamasından farklıdır. Bunların anlamlarıyla ilgili tespitler de diğer kelimelerin anlaşılmasında ölçüt olamaz.

Özel adlar belli anlamlarla özdeş gibidir. Özel adları düşündüğümüzde ya da kullandığımızda, onlar bazı imgeleri ya da çağrışımları hatırlatmakla kalmaz; özel nitelikleri de aklımıza getirir. Wittgenstein bunu şöyle açıklar:

Kişilerden söz eden yani kişi adlarını içeren önermeler, çok farklı şekillerde doğrulanabilir. Örneğin “Sezar ordusuyla Alpleri aştı.” sözcesini alalım. Bu sözce çok çeşitli şekillerde doğrulanabilir. Bir gün Sezar’ın cesedi bulunabilir ve o zaman “Sezar ordusuyla Alpleri aştı.” sözcesi doğrulanabilir; fakat öyle metinler de bulunabilir ki, bu metinlerde Sezar’ın asla yaşamadığı ve bu adın bazı amaçlar için icat edildiği anlaşılabilir. Sonuçta Jules Sezar’la ilgili sözcelerin, onun yaşaması mümkün olması şartıyla anlamı vardır. “Kırmızı bir lekenin yeşil bir lekenin üstünden geçip gittiğini görüyorum.” dersem, bu önerme “Sezar ordusuyla Alpleri aştı.” önermesiyle aynı derecede gerçek olma olasılığına sahip değildir. Bu anlamda diyebiliriz ki, Sezar’a ilişkin bir önermenin anlamı, önceki önermenin anlamından daha dolaylıdır. Sonuçta,

Bir özel ad bir dizi betimdir. Bir özel adı olan birinin gerçekte var olmadığını ileri süren kişi, bu betimlerin tümünü değil; onlardan bazılarını inkâr eder.  Bunu Sokrates adından hareketle açıklayabiliriz: Sokrates’in  gerçekte yaşamadığını ileri süren kişi, bunu yapmakla Sokrates’in  sadece özelliklerinden ya da eylemlerinden birini inkâr eder. “Sokrates yaşamamıştır.” demek, çok çeşitli anlamlara gelir. Örneğin, “Platon’un kendi bil diyen bir hocası yoktu.”  veya “Platon’un hocası vardı; ama baldıran zehri içerek değil, sıtmadan öldü.

Sokrates’in pek çok betimi yapılabilir: Örneğin “Görüşlerini hayatıyla ödemiş filozof.”; “Felsefenin konusunu insan yapan kişi.” Gençleri topluma düşman etmekle suçlanan düşünür.

Sokrates’in anlamı Sokrates adının yer aldığı önermelere göre değişir. Bu adın a priori bir anlamı yoktur. Bir özel adın betimi, bu betimlerin tümünü içerir. Örneğin “X öldü.” demek “(1) Şurada veya burada gördüğüm (2) Şunları veya bunları yapan (3) Herkesin X diye bildiği bir kişi vardır.” demektir. X kimdir? diye sorulduğunda, bunların tümünü, bir bölümünü veya bunlara eklenecek başka özellikleri belirtmelidir. X’in anlamı bütün bunların hepsinin kendisi için doğru oldukları insandır.

Kuşkusuz X hakkındaki bilgilerimin bazılarının yanlış oldukları ortaya çıkabilir. O zaman X’in anlamını değiştiririm. Sonuç olarak bir özel adı sabit bir anlamı olmadan kullanırım. Bu durum özel adın betiminin değerini azaltmaz. Bu tıpkı bir masanın üçayaklı ve dört ayaklı olmasının onun kullanımına etki etmediği gibi.

 

 

4 Haziran 2021 Cuma

YENİ KİTAP ÖRNEĞİ

 

gösterge

 

 Açıkladığımız nedenlerden dolayı biz anlamı anlamak için önce göstergelerle ilgili açıklamalar gerekir. O nedenle dil felsefesinde göstergeye kısaca değinelim.

Göstergeler, dilin kelimeleri, jestler, mimikler, semboller, emojiler, ses tonu, doğal ya da yapay nesneler örneğin kalp veya ucu yanmış mektup, bilerek düşürülen mendil kapının dışına bırakılan bir çift ayakkabı vs. gibi sınırlanamayacak sayıdadır.  Göstergelerin pek çoğu kültürel hatta yereldir; örneğin ülkemizde bazı yörelerde okumak veya oku vermek düğüne davet etmek; oku düğüne çağrı;  okucu da düğüne çağrılan demektir. Kimileri kültürler üstüdür. Örneğin uluslararası kuruluşların adları böyledir.   

Bir dil toplumunda göstergeler yani kelimeler uylaşımsaldır; onları kullananlar ne anlama geldiklerini bilirler uylaşımsal olarak kullanırlar. Bir göstergenin kullanımı yoksa, anlamı da yoktur.

Gündelik hayatta göstergeler pek çok ise de dil felsefesi onların hepsiyle değil daha çok lengüistik göstergelerin yan,  anlamıyla ilgilenir. Lengüistik göstergeler kelimelerdir. Kelimeler anlamın göründüğü temel birlikleridir. Kelimeler yukarıda söylediğimiz gibi bağlamı belirli bir cümlede diğer kelimelerle cümle oluşturmaya yarar. Dil felsefesinde iki tür gösterge vardır: Adlar ve fiiller. Eylemlere uygulanan göstergelere fiil; kendilerini taşıyan nesnelere uygun gösterge de ad denir. Fiilsiz kullanılan ad ve adsız kullanılan fiiller asla bir söylem oluşturmaz.

Gösterge anlamın objektifliğinin kaynağıdır. Objektif anlam göstergeler üzerinde uylaşımla sağlanır.

Nasıl kanıtta kanıttan fazla bir şey yoksa,  şeye göndermezse, göstergeler de anlamlarının dışında  veya ötesinde bir şeyi ifade edemezler. Otomobil bir araçtır ve bilinen anlamın dışında örneğin hızlı gitme anlamına gelemez. Kısaca kelimeyi dilde hangi anlamda kullanıyorsak, anlamı odur.  Anlamadığımız bir şey, önerme değildir.

Kelimelerin kullanımı gramere göre olur; ancak gramer kelimelerin anlamını açıklamaz; sadece nasıl kullanılacağını belirler. Örneğin “Yeşil” eylem midir? nitelik midir? Bununa ilişkin bir gramer yoktur. Gramer “yeşil”in sadece onun nasıl kullanılacağını söyler. Gramer tek başına göstergeleri değil göstergeler kombinezonunun da kullanımını yönetir. Örneğin kapı, yeşil, kol ve metal kelimelerinin nasıl bir kombinezonu olacağını bize söyleyen gramerdir. Bu kombinezon da “Yeşil kapının metal kolu” şeklindedir. 

Dil felsefesinin amacı dilimizdeki hastalıkları tedavi etmektir. Filozof bunu yapabilmek için önce ortak dilin kelimelerinin doğru kullanımlarını iyi bilmelidir.

Kelimenin neye referansta bulunduğunu yorumla değil; kelimenin doğru kullanımıyla biliriz. Kelimeyi doğru kullanmak da tıpkı bir etiketi bir nesneye yapıştırmak gibidir. Hangi nesne ya da durum için hangi kelimeyi kullanacağımızı öğreniriz ve bunu uygulayarak öğrendiğimizi gösteririz.

 Kısmen ya da tamamen kapalı bir gösterge olamaz. Bir kelime göstergeyse kapalı; kapalıysa gösterge değildir. Ancak doğru öğrenilmemiş ya da doğru kulla­nılmamış gösterge vardır. Göstergenin özü açık olmaktır. Göstergenin rolü betime ve mesajın iletilmesine katkıda bulunmaktır. Gösterge bunlara katkıda bulunmuyorsa doğru seçilmemiştir. Örneğin “Bahçenin köşesinde büyük bir kulamba vardı.” Cümlesinde “kulamba” gösterge değildir. Çünkü zihnimizde hiçbir imge oluşturmaz. Bunun yerine “erik ağacı” yazdığımızı düşünelim. Bu yazma bir yorumdur; bu cümle” kulamba” yerine  “erik ağacı” yazmakla bir betim cümlesi statüsüne kavuşmaz. Yorumladığımız bu cümleyle iletişimde bulunamayız.

Ancak açık göstergelerde bir göstergenin yerine başkasını yazabiliriz. Örneğin Herakleitos’un yazdığı son kitap Yasalar’dı.”  cümlesini alalım. Bu cümlede açık bir gösterge Herakleitos kelimesi vardır; ancak yine de bu cümle  bir betim değildir; çünkü Yasalar’ı yazan filozof Herakleitos değil; Platondur. Bu cümlede Herakleitos yerine uygun olan bir başka göstergeyi Platon’u yazmalıyız. Görüleceği gibi bu da yorum değildir ve kullanım hatasının giderilmesidir.

Uygun ya da uygunlaştırılmış göstergelerden oluşan sözceler ise, belirlenen amacı gerçekleştirir yani betim yapar, mesajı iletir ya da imgelemeyi sağlar. Bu nedenle yorumlanmaları gerekmez.

 

Bir gösterge yorumlanmalıdır.” diye bir ilke kabul edersek, o zaman göstergenin yorumu olan yorumu da yorumlamamız gerekir ve bu sonsuzca ileri gider. Nihai bir anlam olacak nihai bir yorum da yorum da yoktur.

 

Her izole gösterge ölü gibidir. Ona hayat veren de zihinsel süreçler değildir; fakat kullanımdır. Örneğin “limon ağacı” göstergesinin tek başına anlamı yoktur. Onu “Bu limon ağacı” çiçek açtı.” Sözcesinde kullanırsak anlamı olur. Bu kullanımın doğruluk ve kullanım koşulları vardır. Bu cümleyi aralık ayında kurarsak doğruluk koşulları ve “Vazodaki limon ağacı çiçek açtı.” dersek kullanım kuralları yoktur. Kullanım kurallarını belirleyen, toplumdur.  Kısaca söylersek gösterge cümle dışında ölüdür, cümlede canlıdır.

Göstergeler sınırsız olduğu gibi sürekli değişir. Bazı göstergeler gösterge olmaktan çıkar yeni göstergeler kabul edilir. Dildeki, kültürdeki bilimdeki vs. çeşitli değişiklikler anlamlı göstergelerin sayısını değiştirir.  Göstergeler gelişi güzel her durumda ve rastgele değil; belli bağlamlarda kullanılır. Bir duyguyu bir düşünceyi, bir emri, bir yasağı, bir isteği sadece öğrenilmiş bağlamlarda ifade eder. Onların bağlam dışında kullanımlarının bir anlamı yoktur. Örneğin bir anatomi kitabındaki kalp resmi gösterge değildir. Emojiler listesindeki bir emoji bir elektronik mesaja eklenip gönderilmediğinde gösterge sayılamaz. Kısaca söylersek göstergeler gönderen ve muhatap arasında bir ilişki kurulduğunda anlam taşır.

Düşünme göstergelerle mümkündür. Rüzgârın tersine giden yelkenlinin denizde ilerleyebilmesi için rüzgâr ne kadar önemliyse, düşünce için gösterge öyle önemlidir. Göstergeler olan kelimeleri değersiz sayamayız; onların akla uygun seçimini yapabiliriz. Örneğin bir hitap cümlesine başlarken, “Sayın”, “saygıdeğer”, “değerli” kelimelerinde birini seçebiliriz. Ancak seçtiğimiz kelimelerin dışında seçmediğimiz kelimelerin değerinde bir azalma olmaz. “Sayın”ı seçmişsek “Saygıdeğer” veya “değerli” kelimeleri seçilme imkanını yitirmiş değillerdir.

Gösterge söylediğimiz gibi bizde imge uyandırır. Onun uyandırdığı  son ve kesindir. “Elinde çantası olan adam.”  Göstergesini düşünelim. Bu gösterge “Elinde çantası olan adam hızla yürüyordu.” Cümlesinde kullanılsın. Bu cümlenin empoze ettiği imge artık son ve kesindir. Çantayla oynayan, çantayı karıştıran vs. imgelerini dışta bırakır.

Göstergeler sayesinde tasavvur artık, birbiri ardına akıp gitmez; fakat karşılaştırılabilirler, çünkü durağan hale gelmiş bütünler oluştururlar. Duyulur görünüşüyle gösterge, duyulurların sınırından kurtulmamıza izin verir. Gösterge olmadan düşünemeyiz.

 

Dil bir göstergeler bütünüdür.  Göstergeler sadece iletişim dilinde değil mantıkta da vardır. Mantıklı düşünmede göstergeler sonuca ulaşırken kullandığımız “şu” (değil), “ya da”, “...ise”, “o halde...” gibi ifadelerdir.

Göstergelere ilişkin bu açıklamaların anlama dair açıklamalara           bir giriş için yeterli olduğunu düşünüyoruz. Şimdi anlam problemini ele alalım.

 

Anlam

Anlam konusunda üç temel yanlış vardır:

la ilgili temel hatalardan biri anlamın özcü bir açıklamasını

1 Tanımcılık:  Tanımcılık anlam sorununu “Anlam nedir?” sorusunun cevabını bir tanımdan hareketle ele alır. Oysa  dil dahil insani olguları tanımlamak  formüle edilemezi formüle etmeye çalışmaktır “Anlam nedir?” anlamsızdır; anlamlı göstergelerden ayrı, kendi başına bilinebilecek bir anlam yoktur. “Anlam nedir?” sorusu “Uzunluk nedir?”, “Bir sayı nedir?” gibi so­rulara benzer ve zihni kramplara sürükler. Bütün tanımlar gibi anlam tanımı da bize anlamın zenginliğini çeşitliliği veremez; anlamlı saydığımız bütün göstergelerdeki çeşitliliği içeren bir tanım olamaz. Anlam nedir? sorusu sahte bir anlamın bir özünü aramadır; hiçbir insani olguda olduğu gibi anlamda da bir öz yoktur.

2 Teorileştirme: Bu metafizik bir tutumdur; “açıklamak, kavramsal bir çerçeveye yerleştirmektir.” İlkesinden hareket eder ; anlamı teorik anlam kavramının bir parçası gibi ele alır. Oysa

önerme, dil, kelime konusunda olduğu gibi anlama ilişkin de hiçbir teori yoktur ve hiçbir teori bunları açıklayamaz.

       3 İndirgemecilik: Bu da pek çok amaçlarla söylenen ifadelerin son derece zengin çeşitliliğini göz ardı eder;  sadece betimsel ifadeleri anlamlı sözcelerin prototipi yapar. Oysa sözcelerin pek çok biçimi vardır; onları olgusal ve betimsel önermelere indirgemek basitleştirmektir

Dil filozofları anlam konusunda farkında olmadan Platoncu bir tavır takınırlar; anlamı anlamlı cümlelerden ayrı kendi başına incelenecek bir nesne gibi düşünürler.

Anlam, sözcelerden yani anlamlı ifadelerden ayrı kendi başına var olan, zihnimizde tasavvur edebileceğimiz bir şey değildir. Bu nedenle biz anlamdan, anlamlı ifadelerin özelliği olarak söz edeceğiz.

Onu ancak sözcelerde bir güç olarak, bildirme ve yaptırma gücü olarak biliriz.  Anlamlı bir sözce dış dünyada olup biten bir olguyu veya  nesnelerdeki niteliği bildiren; muhatabı bir şey yapmaya yönelten  niteliği dile getirir.

Örneğin

1 “Fırtına yüzünden ağaçlar devrildi.”,

2“Vazodaki çiçek pembedir.”;

3 “Üç gün sonra kontrole gelmelisiniz.”

Bu sözcelerden (1) bildirim gücüne, (2) betim gücüne (3) yaptırım gücüne sahiptir.

Açıklamalarımızı anlam konusundaki bazı yanlışlara işaret ederek sürdürelim:

A. Düşünülen; ama dile getirilmeyen bir cümlenin anlamı olamaz. Dil, ancak bir muhatap olduğunda vardır. Sözce de ancak muhataba söylediğinde cümledir. Kişinin düşündüğü, ama muhataba söylemediği cümleler, anlamlı ya da anlamsız değildir. Söylenmemiş hükmündedir. Sözcenin anlamlı ya da anlamsız olduğunun bilinmesi için muhataba söylenmesi  gerektirir. Anlam söylenmeden önce değildir.

2. Anlam kast etme değildir: Dilin uylaşımsal kelimelerini kullanıp bunlardan anlaşılması gerekenden başka bir anlamı kast emek mümkün değildir.

 

Anlamlı cümle, ölü göstergelere hayat vererek yaşayan önermeler oluşturur. Örneğin “Milli Eğitim Bakanlığı” Eylül, 13,  Eğitim, Karar kelimeleri tek başlarına bir şey ifade etmez. Bunlar  “Milli Eğitim Bakanlığı okulların 13 Eylülde açılmasına karar verdi” cümlesinde bir önerme oluşturur. Cümle anlamı göstergeler sisteminin ait olduğu dilden alır.

Anlam açıklanır; ama yorumlanamaz. Anlama ve yorumlamak karşıttır. Eğer bir kelimenin yorumunu doğru bir yöntem kabul edersek o zaman o zaman kelimenin yorumu olan yorumu da yorumlamamız gerekir ve bu sonsuzca ileri gider.  Örneğin “Tanrı öldü.” sözünü alalım.  “Tanrı’nın ölmesi, çağdaş dünyada insan özgürlüğünü kısıtlayacak bir şey yoktur.” şeklinden bir yorum yapılsın. Bu yorumda “insan özgürlüğünün kısıtlanması”nı  da yorumlamayı gerektirir. Her yorum yorumu gerektirir. Sonuçta yorum sonsuzca geri gider.

 

Önermenin anlamı var mıdır? Yok mudur? Bunu belirleme, bir şeyin uzunluğunu ölçüm aracıyla belirlemeye benzer. Bir emir, hangi durumla ilgili olursa olsun, sadece bir anlamı varsa tamamlanmıştır. Aynı şekilde şunu da diyebiliriz: Emir o zaman tümüyle analiz edilmiştir.

Şöyle anlamlı bir sözce olsun: “Akılsız başın cezasını ayak çeker.” Burada şöyle sorabiliriz: Bir kişi bize bu ifadeyi anlayıp anlamadığımızı sorsa, anladığımızı  nasıl gösterebiliriz? “Akılsız baş” “ayağın ceza çekmesi” ifadelerini doğru kullanarak.  Bir sözce  anlamlı ise, onu kelimelerinin gerektirdiği şekilde kullanmalıyız.

 

 

Anlam Öğrenilir

 

Cümlelerin anlamını kelimeleri kullanarak öğreniriz. Anlamlı cümleyi öğrenmek adları doğru kullanmayı öğrenmektir; anlamlı cümleleri kullanmak da adlara ilişkin cümleyle ne kast edildiği anlamak ve buna uygun eylemde  bulunmaktır. ” Anlamı öğrenme tıpkı dili öğrenme gibidir. Dil, doğal sosyal ortamda öğrenilir. Anlam da toplum ortamında öğrenilir. Anlamı öğrenen kişi, her zaman içinde yaşadığı toplumun realitesine uygun davranır, doğal verileri temel alır.

Anlam, kullanımından önce de­ğildir. Kullanım sırasında ortaya çıkar. Örneğin “Aklına gelmemek” ifadesi kullanımdan önce bir anlam taşımaz. Oysa “Bunun yüzünü tanıyorum; ama adı aklıma gelmedi”. cümlesinde  bir anlam kazanır.

Anlamlı bir cümle bildirim cümlesi ise bizde bir imge uyandırır; “Burada her zamanki gibi yine trafik tıkandı.” bildirimi bizi belli bir olguyu düşünmeye yöneltir. Biz hangi duruma trafik tıkanması demeyi daha önce öğrendiğimizden bu ifadeyi duyduğumuzda o dururumu imgeleriz.

Anlam, gündelik dilde kelimelerin kullanımları sırasında öğrenilir. Anlamın öğrenilmesi, anlama ve eylem fenomenlerinin doğrudan nedenidir. Anlamı öğrenme tıpkı dili öğrenme gibidir. Dil, doğal sosyal ortamda öğrenilir. Anlam da toplum ortamında öğrenilir. Anlamı öğrenen kişi, her zaman içinde yaşadığı toplumun realitesine uygun davranır, doğal verileri temel alır.

Wittgenstein’a göre anlamın temel birimi göstergedir. Göstergenin anlamı nedir? Bunu bilmek önemsizdir. Önemli olan, göstergenin anlamını açıklamadır. Bu anlamı açıklama, sadece basit bir açıklama değildir. Bir göstergenin anlamını açıkladığımızda, tanımlara ilişkin diğer kuralları da çıkarırız.

 

 

Anlamlı bir cümlenin doğruluk koşulları bulunmalıdır. Doğruluk koşulları yoksa cümle anlamsızdır. Eğer trafik gerçekten tıkanmışsa cümle doğruluk koşullarına sahiptir ve bu nedenle de anlamlıdır. Tıkanmamışsa doğruluk koşulları olmadığından sözce anlamsızdır. Doğruluk koşulları olmamak bakımından  fiktif sözcelerde  de anlamsız sözceler gibidir; doğruluk koşulları yoktur; örneğin Alaaddin’in lambasından cinin çıkması bir olgu değildir; doğru veya yanlış olamaz.

Anlamlı olmak ile  anlamlı görünmek aynı şey değildir.  Bazı sözceler anlamı göründükleri halde anlamlı değildir. “Çocuk meşin topun peşinden koşuyor”; anlamlıdır; ancak “Ahmet hakikatin peşinden koşuyor.” anlamsızdır.  Bu sonuncu cümle anlamlı görünse de gerçekte anlamsızdır. Çünkü “hakikat” kelimesinin yer aldığı cümlenin anlattığı olguyu imgeleyemem. Sonuçta onun doğru veya yanlış olduğunu söyleyemem.

Anlamın Objektifliği

Anlam gerçekte objektiftir; kişiden kişiye değişmez; kişi tarafından belirlenemez Anlamın objektifliğini sağlayan şey, referanstır; sözünü ettiği şeyin açık   ve belirli olmasıdır. “Çığ altında kalan iki kişi öldü.” bildiriminin ve “Köprüyü trafiğe açıyorum.” sözcesinin referansı yani neden söz ettiği bellidir. O nedenle bu sözceleri herkes aynı şekilde anlar. 

Anlam tasavvurdan kesinlikle ayrıdır. Tasavvur, zihinde uyanan bir entitedir; sübjektiftir ve bireyden bireye değişir. Her insan bir ve aynı ifadeye farklı bir tasavvur ekler; çünkü tasavvur deneyime bağlıdır ve her insanın deneyimi farklıdır. Eğer “at” kelimesiyle farklı kişilerde uyanan tasavvurları bir ekrana yansıtabilseydik, birbirinden çok farklı imajları görürdük  Oysa anlam, objektif ve değişmezdir, uylaşımsaldır; konuşanlar topluluğu tarafından paylaşılır. Anlam zihinsel yani psikolojik bir olay değildir; her psikolojik dayanaktan kurtulmuştur, yorumcunun zihinsel özelliklerine dayanmaz. Anlam objektif olduğundan, pek çok kişi tarafından kavranabilir. Ancak anlamın objektifliği iletişimin objektifliğini sağlamaya yetmez; çünkü iletişimin objektifliği bir ek koşulu gerektirir.

Anlam “aklımıza gelen şeyler” değildir; bir yan anlam olamaz, özgür ve sübjektif fikirler topluluğu gibi de görülemez. Anlam dünyanın bir parçası değildir; dünyayı anlatan; iletişimi ve etkileşimi sağlayan dilin kullanılma amacıdır.

Anlam keşfedilecek bir şey, anlama da keşfin gerçekleştirilmesi gibidir. Anlamadan bağımsız yani keşfedilmeden önce anlam yoktur.  Keşfedilmemiş yani anlaşılmamış söz söylenmemiş sözden farksızdır. Dinleyen bir cümleyi anladığında sanki bir şey keşfetmiş gibidir. Örneğin  dinleyen sözün, bir bildirim bir şaka, bir rica ya da tehdit,  olduğunu keşfeder gibi anlar.  “Buraya bir daha gelme!” sözünün bir teşvik değil de uyarı olduğunu anladığında sanki anlamı keşfetmiş gibidir.

Buradan hareketle diyebiliriz ki, dinleyen sözü anlamamışsa, anlam yoktur. Fakat  bu durumda dinleyen “ne demek istiyorsun?” diye bir soru yöneltebilir. Konuşanın soruyu cevaplaması bir yorum değil; açıklamadır. Örneğin “Olumlu gelişmeler nedeniyle artık bazı tedbirler kaldırıldı.” İfadesinde anlam tam ortaya çıkmamıştır; çünkü cümlenin referansı açık değildir. Bu nedenle anlamın anlaşılması kaldırılan tedbirlerin belirtilmesine yani anlamın açıklanmasına bağlıdır. Bir cümlenin anlamı, anlamının açıklanmasıdır. Bir cümlenin anlamını açıklamak için, sadece cümlenin anlamını üretmem yeterlidir. Dilimin ve ifadelerin grameri, anlamı açıklamak için birtakım imkânlar verir ve ben de onları kullanırım.

 

Ancak iletişimde anlamın açıklanması arızi durumlarda olur; her zaman açıklama gerekli değildir.

Ancak anlamı açıklarken iki şeyi şeye dikkat etmelidir:

1. Açıklama yorum olmamalıdır; dilin kullanımının sınırları içinde verilen bir imkan ya da olasılık olmalıdır.

2. Dayanacağımız ikinci açıklama, yanlış anlamadan kaçınmak için, bir başka açıklamaya, üçüncü bir açıklamaya ihtiyaç duymamalıdır. [1]

Ek açıklamalar, düşünebildiğim tüm yanlış anlamaları değil; sadece bir yanlış anlamayı önleyebilir.

Bir ifadenin anlamını anladığımızda söyleyen bir beklentiye girer. Bu beklenti dil aracılığıyla gerçekleşir ve uylaşımsaldır. “Bu ürün organik midir?” sorusunu anladığımızda soran “evet” veya “hayır.” şeklinde bir beklenti içinde olur.  

 

Anlamı belirsizleştiren faktörler

Anlam kelimesinin genellikle problematik olmayan normal bir kullanımı vardır. Anlam, grameri belirlemez; onun tarafından oluşturulur. Ancak bazı faktörler anlamı problemli hale getirir. Bunlar:

 

1. Yüklem olmayan kelimeyi yüklem diye kullanmak: Bunun en bilinen örneği “Düşünüyorum, o halde varım” sözcesidir. Buradaki hata, yüklem anlamı taşımayan bir göstergeyi (varlığı) bir yüklem gibi kullanmaktan ibarettir.

2. Bir yüklemi ilgili olmadığı bir alanda kullanmak. Bu durum kavramların kullanım alanlarını karıştırmaya yol açar. Alanları karıştırma hatası, “tipler” denen teorinin kurallarını çiğnemektir. Bunun en iyi örneği, “Caesar (Sezar), bir ilk sayıdır.” sözcesidir. Kişi adları ve sayı adları, farklı mantıksal alanlara aittir; kişilere ilişkin yüklemler (örneğin “general”) ve sayılara ilişkin yüklemler (örneğin “ilk sayı”) buna örnektir.

 



[1]           Wittgenstein, Recherches philosophiques § 198.