DİN FELSEFESİNİN
FELSEFESİ
Din felsefesi XVIII. Yüzyılda ortaya çıkan bir
neolojizmdir. Bu terim ilk defa bir Cizvit olan Sigismund von Storchenau
(1731-1797) tarafından kullanılmıştır.[1]
Von Storchenau Wolfçu bir filozoftu ve deizme karşıttı. Viyana’da mantık ve metafizik
okutuyordu. 1772 yılında Augsbourg’da Philosophie de Religion (Din
Felsefesi) başlığıyla kendini yazarı
olarak göstermediği bir kitap yayınladı.
Von Storchenau kitabına bu başlığı koyarken olasılıkla A. F.Ruckersfelder’in
1770 yılında yayınladığı Philosophia de religione naturali (Dinin
Doğal Felsefesi) adlı kitabının başlığından esinlenmişti.[2]
Von Storchenau bu kitabında gerçekte doğal teolojinin klasik tezlerini
savunuyordu. Ona göre hakiki felsefe doğru kullanılması şartıyla dinin en güçlü
koruyucusudur. Hakiki din, sadece Katolikliktir.
Von Storchenau’nun “din felsefesi”, terimi örneğin
panteizm gibi, sadece kavramsal bir neolojizmden ibaret kalmadı; felsefede
etkileri günümüze kadar gelen iki sonuca yol açtı. Bunlardan biri felsefenin
kullanımındaki değişikliktir. Antik Dönem’den XVIII. Yüzyıla kadar felsefe hep
ya bir kişiye ya da bir akıma izafe edilirdi. Örneğin Platon’un felsefesi,
Aristoteles’in Felsefesi, Eleacı, Stoacı felsefe gibi. Oysa “din
felsefesi”yle felsefe artık kişilere ya da akımlara izafe edilmekten
çıkmış incelediği fenomenlere referansla anılmaya başlanmıştır. Diğer sonuç ise daha önemlidir ve felsefenin
bütünlüğünü kaybetmesine giden yolu açmasıdır. “Din felsefesi”yle, deyim yerindeyse von Storchenau’nun izinden giden Hegel, tarih felsefesi, hukuk
felsefesi, gibi özel alanlar felsefesi
yapmıştır. Bugün felsefeye giriş kitaplarında yer alan her bir bölümün
başlıkları böylece 1770’li yıllarda başlayan bir süreç sonunda oluşmuştur.
Din felsefesi neolojizmini her ne kadar
Storchenau’ya borçlu isek de “Din Felsefesi” gerçek biçimini Karl Reinhold’la birlikte kazanmıştır.
Reinhold 1786-1787 yılında yazdığı Briefe ueber die
kantische Philosophie’de (Kant Felsefesi Üzerine Dersler) din felsefesinin ilk temellerini atmıştır.[3]
Bu açıklamalardan şu sonucu çıkarabiliriz: XVIII. Yüzyıldan önce bir din
felsefesinden kolayca söz edilemez.
Din felsefesinin ortaya çıkışı felsefe dışı bir dizi
gelişmenin sonucudur. Bunlar:
1. Eski
kozmoloji görüşünün terk edilmesi, felsefe ve iman arasındaki ittifakın ortadan
kalkması;
2. Batı
Hristiyanlığının din savaşlarına neden olan bir iman çokluğuyla karşı karşıya
kalması;
3. Kutsalın,
Spinoza’nın Tractatus Theologico-Philosophicus’unda dâhice ele alınmasının
neden olduğu krizi;
4. Dine
dayanmayan, felsefi olmayan; deneysel, pratik, matematiği kullanan,
filozofların ve ilahiyatçıların tartışmalarından uzak yeni bir epistemolojimin
doğuşu;
5. Kesinliğin
ve doğrulamanın nihai faktörü olarak deneye başvurma;
6. Greklerdeki
gibi özgürce felsefe yapma isteği.[4]
Din felsefesi yapan filozof, dindar insanı dini coşkusuyla baş başa bırakan
Grek filozofu gibi davranmıştır; logos’un kesinliğine başvurmuştur;
piyetistlerin söylemine karşı mesafeli davranmıştır. O, vahyedilmiş dini, doğal
denen aklın ve bu aklın herkes tarafından nüfuz edilebilir ışığıyla aydınlatılacak
bir alan gibi görmüştür.
Din felsefesinin iki temel biçimi vardır. Kavramsal
biçim ve metodolojik biçim.
1. Kavramsal biçim Hegel’le başlar ve 1920’li
yıllara kadar gelir. Hegel’in, izleyicilerinin ve Hegel’in kavramlarıyla olmasa
da onun tarzında din felsefesi yapanların biçimidir. Bu din felsefesi biçimi,
dinî bilgiyi, kavramda içkin bir sistemin en yüce bütününe yerleştirir; bu
bilgiyi biçimi bakımından sadece tasavvur olarak kabul eder; dinî bilginin, kendi başına
anlaşılamayacağını savunur ve dini anlamak için dış bir boyuta, kavramsal
boyuta indirger;[5]
Tin, Mutlak, Sonsuzluk gibi kavramların dinde içkin ve dinin özü olduğunu varsayar.
Kavramsal din felsefesi, tarihsel önermelerin
epistemolojik analizinden çok, tarihsel süreçlerin toplu anlamı, amaçları ve
yönetici ilkeleri üzerine nazariyeler olarak anlaşılan tarih felsefesinin
önemli, hatta kurucu bir unsuru olarak ortaya çıkmıştır.
Bu biçimi hazırlayan, şu iki önemli kitaptır: Kant’ın La religion dans les limites de
la simple raison’u (=Basit Aklın Sınırlarında Din (1793),
Schleiermacher'ın Discours sur la religion’u (=Din Üzerine Konuşmalar) (1799). Kant, dini felsefî bir problematik
olarak ele alan ilk filozoftur. Kant bu
kitapta hem eski felsefî teolojiyi hem de doğal teolojiyi terk etmiştir ve
doğal teolojinin metafiziğe kök salmasına karşı çıkmıştır, Tanrı fikrini değil,
dini olguyu ele almıştır; dini olguyu inanç, tasavvur ve kurum olarak incelemiştir. Böylece Kant ve din felsefesine
daha doğrusu onto-teolojiye giden yolu açmıştır.[6]
2. Metdodolojik Din felsefesi: Bu, belli bir felsefî
akımdan hareketle din felsefesi yapma biçimidir; 1920’li yıllardan günümüze
kadar gelir. Bu din felsefesi felsefede etkili olmuş akımların bakış açılarını,
doktrinlerini dine uygular; dini kavrama indirgemez; onun insanî tecrübe
açısından anlamını ortaya çıkarmaya çalışır. Varoluşçu, fenomenolojik,
hermenötik, analitik din felsefeleri gibi çeşitli biçimleri vardır.
Din felsefesi
Hegel’in Leçons sur la philosophie de la religion (=Din
Felsefesi Üzerine Dersler) (1832) adlı kitabının yayınlanmasıyla başlamıştır.
Bu kitapla birlikte din felsefesi sanat felsefesi, hukuk felsefesi, tarih
felsefesi vs. yanındaki kesin yerini almıştır[7].
Hegel, bu kitapta insanlığın dini evrimini teolojiden daha geniş bir
perspektiften kavrama çabası gütmüştür; pozitif dinleri tüm görünüşleriyle;
ritleriyle, inançlarıyla, manevi tutumlarıyla, mental ve diskürsif kategorileriyle
analiz etmiştir. Çünkü ona göre dinin bilgisi ilahiyatçıların yaptıkları gibi salt
tarihsel bilgilere indirgenemez. İlahiyatçılar dinin sadece tarihsel
formlarının anlamlarını anlamaya çalışır. Ama ilahiyatçılarda özgün bir yön
yoktur. Onlar ticari bir firmanın komileri gibidir; dini kendilerine ait
olmayan kitaplardan ve açıklamalardan alıp başkasına kendilerininmiş gibi
satarlar. Tanrı’nın hakiki bilgisi bu ilahiyatçılara yabancıdır.[8]
Din felsefesi Hegel’deki şekliyle tarih felsefesiyle
aynı dönemde ortaya çıkmıştır. Bu nedenle Hegel bir din felsefesinden çok bir
din “tarihi felsefesi”, daha doğrusu pozitif dinler tarihi felsefesi
yapmıştır. Onda din felsefesi ve tarih
felsefesi işbirliği içindedir.[9]
Bu nedenle o, imanın tarihsel yapılarla ilişkisini, dinin ve dinî kurumun
pozitifliğini kabul eden ilk filozof gibi görülmüştür.
Fakat onun din “tarihi felsefesi” yapması, pek çok
tartışmayı ve çözülmez güçlükleri de beraberinde getirmiştir. Çünkü Hegel’in
anladığı şekliyle din felsefesi, kendi sisteminin ayrılmaz parçasıydı. Hegel
din felsefesini, Evrensel Ruh’un gelişmesinde önemli rolü olan ve onu ifade
etmeye yarayan bir disiplin gibi görüyordu[10].
Gene o, bu disiplinin dinî fenomen üzerine düşünme olduğunu söylüyordu. Ancak
bu din felsefesi anlayışının kabul edilebilmesi için, Hegel’in anladığı şekilde,
Ruh’un gelişme yasasını tanıyabileceğimiz hayaline kapılmak ve Hegel olmak
gerekir.[11]
Felsefe ve din kelimelerinin yan yana gelmesi,
çelişkili değilse bile, Descartesçı ifadeleri dinlemeye alışmış kulaklarımıza
hoş gelmez.[12]
Genellikle, dinin bir problem olarak incelenmesi gerektiği düşüncesi birçok
kişiyi rahatsız eder. Fakat metafizik düşünce, bir defa uyandıktan sonra,
araştırmalarını her şeye yaymak zorundadır ve araştırmalarının sınırını düşünce
yine kendisi çizer. Bunu, onun dışında kimse yapamaz.
Ne var ki, “din felsefesi” terimin ögeleri
arasındaki ilişkinin mahiyeti sınırları ve birbiri karşısındaki konumu
yeterince açık değildir. Şu sorular söz konusu belirsizliğin kanıtlarıdır: Bir
din felsefesi yapan filozof objeyi yani dini nasıl ele alacaktır? Dinde kavramsal
açıklığı, tutarlılığı ve düşünülürlüğü mü araştıracaktır? Buna “evet” denirse,
bir inanca katılmanın ve bunu yaşamanın çeşitli biçimlerde dışavurumu olan dinî
fenomenler, filozofun kendi logos’unun
kalıbına girip otantikliğini yitirmeyecek midir? Kronolojik olarak
metafizikten önce ve ondan bağımsız olan din, bireysel bakış açısının sonucu
olan bir doktrinin iç zorunluluklarına itaat etmeyecek midir? Hem kozmosun esinlediği hem de kozmosun kozmosluğunun temeli olan ve
sadece rasyonel nedenleri bulmak için icat edilmiş metafizik kavramlar kendi
özel dili, kültürü ve kolektif geleneği olan dini hangi hakla ne kadar ve nasıl
açıklayabilecektir? Filozof dinî fenomenlerde felsefi kavramlara indirgenemeyen
özgün bir yönün olduğunu mu kabul edecektir?
Eğer böyleyse, filozof, dini fenomenler karşısında ilgisiz kalırsa felsefenin
özüne yabancı olan bir tutumu kabul etmiş, rasyonaliteye bir sınır getirmiş yani
metafiziğin söz söyleyemeyeceği bir alanı kabul etmiş olmayacak mıdır? Dini fenomenleri felsefî bir bakış açısıyla
ele almadığımızda din ve mezhep arasındaki, gerçek iman ve batıl inanç
arasındaki farkları nasıl görebiliriz ve yanlış anlamaları hangi yolla nasıl
ortadan kaldırabiliriz? Doğrusu bütün bu
soruları cevaplamak zordur.
Öte yandan bir başka belirsizlik de dinle ilgilidir.
Din terimi, XI. Yüzyılda ortaya çıkmıştır, ancak Rönesans’la birlikte inceleme
ve tanımlama konusu olmuştur. Avrupalılar din kelimesini yabancı kültürlerin,
manevî ya da geleneksel uygulamalarını belirtmek için kullanılmışlardır.
Avrupalılar bu dönemde dinle ilgili teoriler oluşturmaya Hristiyanlığın
özgünlüğünü ve diğer dinlerle benzerliklerini araştırmaya başladılar. Oysa biliyoruz
ki, çeşitli uygarlıklarda çok farklı ve pek
çok efsane, âyin, inanç ve büyü vardır. Bunlardan hangilerinin dinî denmeye lâyık olduğunu,
bunların Hristiyanlıkla ortak noktaları olduğunu söylemek zordur.[13]
Jonathan Z. Smith dediği gibi, Avrupalıların farklı
kültürlerdeki olguları ifade etmek için din kelimesini kullanmaları bir
hatadır. Çünkü Avrupalılar bu kelimeden şu sonucu çıkarmışlardır: Yabancı kültürlerde
Hristiyanlıkla ya da Yahudilikle özdeş ve aynı tipte dinî kurumlar vardır.
Kuşkusuz bu hipotez prematüredir ve büyük bir karışıklığın nedeni olmuştur.[14]
Max Müller göstermiştir ki, Avrupalıların
kullandıkları “din” kelimesinin diğer kültürlerde karşılığı yoktur. Diğer toplumların
ve öteki iman-ritüel sistemlerinin özgün fenomenleri Batılıların dinî fenomeninin
bütün modalitelerini ve tüm görünüşlerini içermez. Batılıların “din” dedikleri şey
gerçekte, çeşitli uygarlıkların kendilerine ait özel kültleridir. Örneklere
dayalı konuşmak gerekirse, diyebiliriz ki, Grekçe Latince, İbranice ve
Sanskritçe gibi eski dillerde “din” kelimesi yoktu. Sanskritçede dinî fenomeni
ifade eden pek çok kelime vardır. Dharma (yasa, düzen, âdet), Sruti
(dinleme), Bakhti (saygı, sevgi, ululama) bunlardan bazılarıdır.[15] Aynı şey Grekler için de geçerlidir.
Greklerde dinî fenomenler şu kelimelerle ifade ediliyordu. Eusebio (dindarlık,
sofuluk), Aidos (saygı, utanma), Latreia (tapınma).[16]
Bu yüzden, “din”, en az “nesne”, “varlık” ve
“yokluk” kavramları kadar geneldir;[17]
“sanat”, “toplum”, “kültür”, “tarih”, “politika”, “bilim”, “dil” kavramları
gibi toptancıdır ve belirsizdir. Her din
tanımı bir noktaya kadar keyfilik taşır; herkesi tatmin etmekten uzaktır. Örneğin
Kolakowski’nin “din tanrıların, insanların ve evrenin tarihidir”[18]
ifadesini düşünelim. Bu ifade kimine çok geniştir kimine göre dardır kimine
göre de her ikisi birdendir. Din tanımını gündelik dildeki fiilî kullanımlara
uydurmak için çok çaba gösterilmiştir. Yine de yapılan tanımlar herkesi tatmin
etmekten uzaktır.
Bütün bu açıklamalara dayanarak diyebiliriz ki,
insani olguları inceleyen bütün
disiplinler gibi din felsefesinin ne kendisi ne de objesi iyi tanımlanmış
sınırları açıkça çizilmiş, uzlaşımsal bir terim değildir; din felsefesi “paradoksal bir disiplindir.[19]”
Çünkü din felsefesi Schelling dediği
gibi her zaman felsefeye bağlıdır.[20]
Dinin felsefî açıdan incelenmesi, ilk bakışta
karma bir durum veya teolojiyle felsefenin bir uzlaşması veya bilimsel
verilerle spekülâtif ögelerin bir karışımı gibi görünür. Din felsefesinin
kaderi, dinî felsefe (philosophie confessionnelle), lâik kelâm (théologie
laicisée) veya melez bir bilim olmaktır.[21]
Din felsefesini, teolojinin, apolojetiğin, bilim tarihinin veya dinler
tarihinin yanında bağımsız bir disiplin olarak temellendirmek güçtür.
Ancak bütün bu güçlükler ve belirsizlikler din
felsefesi için bir gerçeklik olduğu kadar hatta daha çok bir görevin, din
felsefesi yapma görevinin motivasyonudur. Bu yüzden, felsefi teoloji
temel alınarak ve de jure değilse de de
facto yapılan bir din felsefesi
vardır ve biz din felsefesi yapmaktan kaçınamayız. Catulle’nin deyişiyle din
felsefesi bizim için “nec cum te
nec sine vivere posum”dur (ne seninle ne sensiz). Din felsefesi
insan kültürünün, objektif olsun ya da sübjektif, bütün görünüşlerini yansıtan
bir aynadır. O nedenle filozofların din
üzerine düşünmelerine engel olunamaz.
Din, var olmak için felsefeye muhtaç değildir. Fakat
felsefe, dinle ilgilenmek zorundadır. Din felsefesi felsefenin asla
vazgeçemeyeceği bir alandır. Din felsefesinin önemi ilgilendiği konulardan dolayıdır.
Bu konular: Tanrı, kutsal, dinî
tecrübenin çeşitleri, bilim ve din arasındaki karşılıklı etkileşim, dindar
olmayan filozofların dine itirazları, iyinin ve kötünün doğası ve içeriği, doğumun,
tarihin ve ölümün dini açıdan anlamı. Bu konuları felsefî açıdan açıklamakla,
dünyadaki yerimizi ve dünyayı aşabilen şeyle ilişkimizi belirleyebiliriz.[22]
Bireysel ve sosyal pratiklerin anlamını keşfederiz.
Eğer bir din felsefesi varsa ve bu felsefe filozofun
imgelemesinin keyfi bir ürünü değilse şunu kabul etmemiz gerekir: Din felsefesi
tarihsel dinlerde farklı derecelerde önceden içkin olarak vardır.[23]”
Din felsefesi haklı olarak dinin tüm biçimlerin konu edinir. O, bir dinî
biçimi diğerine tercih etmek zorunda değildir. Din felsefesi dinî tasavvurları
aydınlatır; bu tasavvurlarla dinî deneyim arasındaki uygunluğu veya uygunsuzluğu
dinî eylemlerin anlamını gösterir.
Din felsefesi bir din imgesi ortaya koymaz; varolan
bir dinin yerini almaz; onu iyileştirmeye çalışmaz ya da kurumlaşmış bir din
önermez. Din felsefesinin yapması gereken şudur: İnsanların çok çeşitli psikolojik
süreçler şeklinde yaşadıkları ve insan varlığının evrensel hakikatinin ifadesi
olan dinî fenomenleri, rasyonel temellerine götürmek.[24]
Bu nedenle din felsefesi olmuş bitmiş, tamamlanmış değildir. “İlk felsefeye
ilişkin inisiyatiflere ve değişikliklere bağlı olarak sürekli yeniden icat edilecek
bir şeydir.”[25]
Bir din felsefesi hiç kimseyi, önceden tatmin etme
amacını gütmez. Çünkü önceden tatmin edilmeyi isteyenler, itiraf etmeseler de,
din probleminin pozitif veya negatif belirli bir çözümünü zihinlerinde saklı
tutarlar; bu konuda daha ileri düşünmenin her türlü zevkini kaybederler. Oysa
din felsefesi, yeni bulunmuş izlenimi vermek için el çabukluğuyla önceden kabul
edilen çözümlerin, farklı bir üslupla anlatılması değildir. Din felsefesi
sürekli değişik görünüşlerle ortaya çıkan bir diyalektiğin tek, bölünmez, bir
defa yaşanan anlarından biridir. Bu diyalektiği geriye doğru sonsuzca
gidemediği için bir yerde durması gereken nedenler zinciri gibi göremeyiz. Din
felsefesi araştırmacısı, konusunun gittiği yöne ve gücünün yettiğince gitmek
zorundadır. Onun nerede ve nasıl duracağını belirlemek mümkün değildir. Kısacası
din felsefesi sürekli gelişme halindedir. Din felsefesinin bu durumu, yani
kesin ve değişmez cevapları bulma yerine, tıpkı felsefe gibi sürekli bir
tartışmayı benimsemesi onun için bir kusur değildir. Tıpkı felsefe gibi din
felsefesi de, kesin sonuçlar bakımından çok, fikirler, görüş noktaları ve
tartışmalar bakımından zengindir ve dinin gerçeğine ulaşmak için harcanan
tükenmez bir çabadır.
Din felsefesi bize sadece dinin felsefî açıdan
gerçeğini tanıtmakla kalmaz; insanı ve dolayısıyla kültürü de tanıtır. Şöyle
ki, Alain’in dediği gibi dinde her şey vardır[26],
özellikle de insan vardır. Din mükemmel antropolojik bir aynadır. Çağlar
boyunca bu ayna insanlığın bütün eğilimlerini yansıtmıştır. Bir spritüalizm ne
kadar arı ve bir monoteizm ne kadar gelişmiş olursa olsun, bize arkaik düşüncelerin
siluetini ve imgelerini verir.[27]
Din, fotoğraf makinesindeki ışığa ve görüntüye çok duyarlı bir film gibidir.
İnsanlığın bütün geçmişi bu filme kaydedilmiştir. Filozof bu filmi fotoğrafa
dönüştüren, yani görüntüleri düzenleyen kişidir. Eğer din spontane düşünceler
manzumesi olarak kalsaydı hem düşünce hayatı hem de kültür karmaşıklıktan ve
belirsizlikten kurtulamazdı.[28]
Bazılarının ileri sürdüğü gibi din felsefesi
bilincin dinî fonksiyonunun incelenmesi değildir. O, dini yaşayan bir realite
olarak mümkün kılan şartların belirlenmesidir. Dine gelince, onu insan
düşüncesinin çok geç dönemlerinde ortaya çıkan bir olgu gibi göremeyiz. Din her
şeyden önce tarihte ortaya çıkan ve insanın varlık şartlarından birini
oluşturan realitedir. Ancak din, olgu olarak insanlıkla eşzamanlı olmasına
rağmen, din felsefesinin ortaya çıkışı yukarıda söylediğimiz gibi henüz yenidir.
Filozoflar, bir
dine ister inansınlar, isterse inanmasınlar; yine de onlar en azından şu konuda
anlaşırlar. Eğer filozof insani tecrübelerin tümünü felsefenin konusu yapmazsa
görevini yapmış olmaz. Çünkü filozof bir bilgiyi geliştiren, ilerleten bilim
adamı gibi değildir. O, yaşayan düşüncenin ürünleri arasında hiçbirini dışlamadan,
geçerli olanla olmayanı araştırır. Din de, geçerliliği veya geçersizliği
araştırılacak şeylerden hatta en önemli şeylerden biridir. Din hakkında yargıya
varabilmek için onu araştırmaya çalışmak, bu konuda aklın yetkili olduğunu
kabul etmektir.
Ancak modern felsefenin din karşısındaki tavrı,
Descartes’ın tavrından farklıdır. Descartes, Ortaçağda “vahyedilmiş hakikatleri
incelemek için Tanrı’nın olağanüstü yardımına ihtiyaç vardır” demektedir. Modern
felsefe, aşkınlık ve tabiatüstü kavramlarına ne kadar merkezî bir yer verirse
versin, tanrısal hakikatlerin anlaşılmasında filozofun aklından başka bir
kaynağa dayanmaz.
Dine dair bu izlenimin daha sonraları, hatta
günümüze kadar değiştiği söylenemez. Bu durum din için bir kusur değil; onun
mahiyetinden ayrılmayan bir özelliktir. Din, kutsal ve aşkın olana yönelmedir;
onun bu özelliğini her zaman koruması gerekir. Bu koruma da dinin sadece insanî
varoluşla ilgili değişmez ve değiştirilemez cevaplardan daha doğrusu
açıklamalardan ibaret olmasıyla mümkündür. Eğer böyle olmasaydı, yani din tüm
varolanlar üzerine cevapları nihaî olmayan sorular sormaktan ibaret olsaydı
katıksız bir metafizik olurdu.
Ancak şu da unutulmamalıdır ki, din felsefesi
yapabilmek için, ister istemez dinin hangi insanî gerçekliğin ve hangi ölçüde
karşılığı olduğunu belirlemek gerekir. Gerçekte her dindar bir amentü’yü
kabul ettiği zaman neye inandığını yeterince açık olmasa da bilir ve bu bilgi,
onun tarafından, kendine özgü yolla temellendirilmiştir; onu tatmin eder. Amentü
dindara günlük hayatını yönetebilmesi için gerekli araçları öğretir. Hatta
en azından kendisinde ne olup bittiğini bilmesi için belli sayıda kavramlar ve
şemalar verir. Fakat burada şöyle bir soru sormak uygundur: Dindar, söz konusu
şemaların ve kategorilerin hangi düzeyde ve en doğru biçimde nasıl
kullanılacağını bilir mi? Buna “evet” demek mümkün değildir ve ayrıca ondan
bunları bilmesi de zaten beklenemez. Bu bilinci verecek olan, din felsefesidir.
Din felsefesi müminin dinin talimatlarını doğru olarak gerçekleştirirken, neye
inandığını ve onun inandığı şeyin ne olduğunu eleştirel açıdan ele alıp,
dindarı belirsizlikten kararsızlıktan kurtarmak zorundadır.[29]
Din felsefesi
bunu yaparken insanın karmaşık bir yapısı, olduğunu hep göz önünde tutmalıdır.
İnsan hem eylem, hem de eylemin yasasıdır; hem soyut kavramları kullanan, akıl
yürüten varlık, hem de duyumlayan ve algılayan bir şuurdur. Her bir insan
karmaşık bir insanlıktır: Bu insanlığın zirvesinde Mutlak, eteklerinde dünya
vardır; daha doğrusu Tanrı, her ne kadar
aşkın ise de, insanlıkta içkindir. Tanrı evrenin dışındadır; ama yine de evreni
içerir.
Din felsefesi, Greklerdeki felsefî teolojiden olduğu
gibi, dinî felsefeden de farklıdır. Din felsefesinin bu özgünlüğünü
anlayabilmek için felsefî teoloji ve dinî felsefe hakkında bazı açıklamalar
yapmak gerekir. Şimdi bunu yapalım ve önce
felsefî teolojiyi açıklayalım.
Felsefî Teoloji nedir?
Felsefî teoloji, dinin inanç objelerine, her tür
dinî tasavvura ve dinin bütün tezahür biçimlerine eleştirel bir açıdan yaklaşma,
bunları felsefe açısından birer metafor sayma ve bunların metaforik anlamlarını
yerine rasyonel karşılıklarını koymadır.
Felsefî teoloji, dinî bilincin içeriğini ele alır ve din felsefesine karşıttır.
Çünkü din felsefesi dinî fenomenlerin tarihsel evrimlerini de dikkate alır.
Oysa dinî felsefe, dinî fenomenin çeşitli tarihsel tezahürlerine ilgisiz kalır;[30]
dinin felsefî anlamıyla ilgilenir. Bu ilgilenmenin bir zorunluluk olduğunu
kabul eder. Örneğin Kant demektedir ki, tıpkı Dünya ve Ruh gibi Tanrı’da insan
aklının ele almaktan kurtulamayacağı aşkın bir İde’dir.[31]
Din üzerine düşünmenin tarihi, felsefenin tarihi
kadar eskidir. Bu yüzden felsefi teoloji felsefe kadar eski bir disiplindir. Teoloji
terimi ilk defa Platon tarafından Devlet’te θεολογία (theologia) şeklinde kullanılmıştır. Bu kelimeyi Platon
diyaloglarının baş kişisi olan Sokrates şairlerin ve mitolojinin tanrılarının
anlamını sorgularken kullanır.[32]
Platon teolojiden, tanrılara ilişkin mitolojik tasavvurun felsefe aracılığıyla arındırılmasını
anlar. Aristoteles teoloji kelimesini yeniden ele alır; filozofları
teolojyenlerden; felsefeyi şiirsel ve mitolojik anlatım biçimini benimseyen
teolojiden ayırır. Yine de Aristoteles şu hipotezi kabul eder: İlk
teolejyenlerin ve ilk filozofların düşünceleri ortaktı. Teolejyenlerin
“tanrılar” dediklerine, filozoflar “ilkeler” diyorlardı. Aristoteles’e göre
Homeros ve Hesiodos gibi şairlerin şiirsel olarak ifade ettiklerini Anaximandros, Parmenides ve
Herakleitos gibi filozoflar felsefî olarak
açıklamışlardır.[33]
Din cevaplar
verir; fakat yeterince soru sormaz. Oysa Grek filozofu insanın ve kültürünün
dini belirlenimi karşısında şu temel felsefi tutumu kabul eder: “Philosophicus sum, nihil
religiosi a me alienum esse puto” (Ben
filozofum, dinî olan hiçbir şey bana yabancı değildir.” Böylece filozof felsefi
aklın dinî deneyimde verilen her şeyi incelemek için yetkili ve yeterli
olduğunu kabul eder. Bu nedenle Antik dünyada filozofların çoğu haklı veya haksız
olarak dini ilgilendiren pek çok konuyu sorgulamıştır. Bu filozoflar şöyle
düşündüler: Varolanı bütünlüğü içinde kavrama isteği, tanrısal’a (θείον=theion)
ilişkin bir sorgulamayı dışta bırakmaz. Bu sorgulamanın pek çok biçimi vardır.
Tanrı’nın doğasına ve tezahür biçimlerine ilişkin
bir sorgulama Sokrates öncesi filozoflarla başlamıştır. Başlangıçtan beri bu
düşünce bazen yaşanan halk dininin eleştirisinden ibaret olmuştur.
Herakleitos’tan Sokrates’e kadar felsefi teolojinin özelliği genellikle budur.[34]
Filozof dini pratiklerle ve inançlarla kendi arasına bir mesafe koyar ve Tanrı denmeye
layık Tanrı’ya giden, gerçekten felsefi bir yolu bulmaya çalışır.
Felsefi teolojinin tutumu, dinî tutumdan farklıdır. Örneğin
Sokrates, tanrılara eleştirel bir tarzda yaklaşır, inançla dindarlık arasındaki
ilişkinin ne olduğu problemini ortaya koyar.[35] Sokrates’ten Fichte’ye kadar pek çok filozof
bu eleştirel tutumlarının bedelini çok ağır ödediler. Platon’un Eutyphron’unda
bunu görüyoruz.[36] Sokrates’in dini üzerine önemli bir araştırma
yapan Gregory Vlastos demektedir ki, “ahlak felsefesini başlatan bu filozofu Aydınlanma
Çağı’nda yaşamış biri gibi görmek yanlıştır. Siyah nasıl beyazdan
ayrıysa, Sokrates’in anladığı şekliyle din,
büyüden öyle ayrıdır. Sokrates’in dininde bir insan “duamı kabul et”
demeyecektir; Fakat Tanrı’ya şöyle diyecektir: “Senin yaptığın şeyi isteyeyim”,
“senin isteğin duam olsun!”. Sokrates’in
yeni dininde insan, saygılara susamış tanrılara yalvaran, yaltaklanmaların ve
kurbanların zoruyla onlardan, kendisinin elde edemeyeceği iyilikleri elde
etmeye çalışan bir dilenci değildir. Tanrılar, sadece iyiye doğru
yöneldiklerinde kendileri için isteyebildikleri şeyi isterler.[37]
Felsefi teolojinin ilk örneklerini Herakleitos’un
bazı fragmanlarında bulabiliriz. Bunlarda Herakleitos, eleştirel bir düşünce
ortaya koyar. Sonraki din felsefelerinde Herakleitos’un bazı konuları yer alır.
Herakleitos’un 93. Fragmanda demektedir ki, ὁ ἄναξ οὗ
τὸ μαντεῖόν ἐστι τὸ ἐν Δελφοῖς, οὔτε λέγει οὔτε κρύπτει ἀλλὰ σημαίνει. (O anax
ou to manteion esti to en Delphois, oute
legei oute kryptei alla semanainei= Dephoi’deki kahin bir şey söylemez ve bir şey gizlemez; fakat işaret eder.)[38] Görüldüğü gibi bu fragmanın konusu, Antik
Yunan’ın çok önemli bir kurumu olan kahinliktir. Bu fragmanda Herakleitos ne
açıklama ne de gizleme olmayan; fakat sadece ima eden kehanet söylemini betimlemekte
midir yoksa eleştirmekte midir? Eğer ikinci alternatifi kabul edersek, şunu
düşünmek zorunlu olur: Filozof Tanrı’dan söz edebilmek için kahinin dilinden
başka bir dil icat etmek zorundadır.[39]
Bazı Herakleitos yorumcuları demektedirler ki, bu fragmanda din dilinin işleme biçiminden
eleştiri aracılığıyla bir kopuşun belirtisi vardır ve hatta Herakleitos Tanrı’ya
ilişkin felsefî söylemi dinî söylemin rakibi yapmaktadır.[40]
Herakleitos 15. Fragmanda Dionysos ayinlerini ahlaka
aykırı bulur ve bu ahlak dışı ayinlerin dinî bir anlamı olabileceğini kabul
etmez. Dionysos ayinlerindeki bu irrasyonelliği ortadan kaldırmak için
Herakleitos, felsefî yorumu gerekli görür. Onun yorumu şudur: Bu kültlerde
ifade edilen hayat itkisi, ölüm itkisiyle işbirliği yapar.
32. fragman ise şudur: Bir, bilge Şey ve sadece o,
Zeus denmeyi hem ister hem de istemez.” Burada Herakleitos Zeus’un iki anlamı
olduğunu söyler. Bunlardan birine göre Zeus’un anlamı Mutlak’tır. (Mutlak
kavramına ilk felsefî anlamını veren, Herakleitos’tur. Diğer anlam ise tanrısal’dır.
Herakleitos’un
bu şekilde okunan fragmanı tüm Batı metafiziği boyunca felsefî teolojinin
statüsünü belirlemiştir. Böylece felsefî teoloji, Mutlak ve Tanrı üzerine, dinî
söylemden ayrı; “Tanrı’ya ilişkin kendi ölçütü”ne sahip bir söylem olarak oluşturulmuştur. Felsefî
teoloji Tanrı’yı yine de tümüyle göz ardı edemeyen bir söylem olmuştur. Tanrı’yla
metafiziğin ilişkisini dışlamayan bu söylem, Batı geleneğinin temel özelliklerinden
biridir.[41]
Ancak Antik filozofların tümünün Pagan inançlarının
sadece felsefî anlamıyla ilgilendiklerini ve onları yorumladıklarını düşünmek doğru değildir.
İnançların anlamından çok kaynağıyla ilgilenen filozoflar da vardır. Romalı
filozof Lukretius bunlardan biridir. Ona göre din, batıl inançlardan ibarettir
ve inançların kaynağı, ölüm korkusudur.
İnsanlar ölüm karşısında yetersizliklerinin farkına varmışlar, bu
nedenle korkuya ve dehşete kapılmışlardır. Bu korkularından kurtulmak için de
dini icat etmişlerdir.[42]
Felsefî teoloji her ne kadar Herakleitos’la birlikte
başlamışsa da, bu konuda Platon’un ve
Aristoteles’in çok önemli etkileri vardır. Batı kültürünün ve İslam Meşşaî
geleneğinin ayrılmaz bir parçası olan felsefî bir teolojinin ortaya çıkışında ve
geliştirilmesinde Platon’un ve Aristoteles'in derin etkileri olmuştur. Felsefî teoloji Ortaçağ’dan itibaren Tanrı’nın
varlığının kanıtları, Tanrı’nın sıfatları, Tanrı düşüncesinin belirlenimi, kötülük
problemi gibi konuları sorguladı. Her ne olursa olsun felsefî teoloji, Kant’a
ve Hegel’e gelene kadar kesintisiz olarak devam etmiştir. [43]
Günümüzde ise felsefî teoloji artık
önemini yitirmiştir. Çünkü metafiziğe ilişkin köklü değişikler, teolojik problemlerin
mahiyetini değiştirmiştir; buna bağlı olarak geleneksel felsefî problemler terk
edilmiştir. Ancak çağdaş düşüncede felsefî teoloji yapan iki filozof vardır.
Bunlar Heidegger ve Levinas’tır. Marion’un ifadesiyle felsefî teoloji Heidegger’de
“kavramsal putatapıcılık” şeklini almıştır; çünkü Heidegger Tanrı’yı
“onto-teolojik” kavramsallıkla özdeşleştirir.[44]
Bilindiği gibi “onto-teoloji” kavramını ilk kullanan, Tanrı’nın varoluşuna
ilişkin kanıtları ciddî biçimde eleştiren, Kant’tır.[45]
Son felsefî teolojyen diyebileceğimiz Levinas ise, felsefî teolojiyi “De Dieu
qui vient à l’idée” (Düşünceye Gelen Tanrı ) adlı kitabında ortaya koyar. [46]
Felsefî Teolojide Tanrı
Felsefî teolojide Tanrı, Kendinde Varlık, Sonsuz, Evrensel, Değişmezlik,
Zekâ, Mutlak, Zorunlu, Sonsuz, Değişmez, Nedeni Kendinde, Aşkın Varlık;
Birincil Neden, En Yüce Gerçeklik, Düşünülür Gerçeklik, Kendinden Daha Mükemmeli Düşünülemeyen gibi kavramların bir sentezidir ve rasyonel
birliğidir.
Felsefî
teolojinin Tanrı’sı, deizmi örtük biçimde
içerir.
Felsefî
teolog olan filozof Tanrıya entelektüel şiddet uygular. Entelektüel
şiddet Fransız sosyolog Pierre Bourdieu’nün sembolik şiddet kavramından hareketle kullandığımız bir
neolojizmdir. Bourdieu’ye göre, “toplum bireyi itaat ettirmek için, sosyal
kurumlar, değerler, hukuk kuralları gibi araçlarla bireye sembolik şiddet
uygular”. Bu açıdan bakıldığında toplumla metafizikçi arasında bir fark yoktur.
Toplumun bireye yaptığını metafizikçi Tanrı’‘ya yapmaktadır yani Tanrı’ya entelektüel
şiddet uygulamaktadır. Tanrı’ya
entelektüel şiddet uygulamak, tarihte, kültürde, dilde ve kutsal kitapta verilen
Tanrı’nın nasıl olması gerektiğini söylemek Tanrı’yı ancilla metaphysica (metafiziğin
hizmetçisi) gibi görmektir. Entelektüel şiddet uygulama, Grek filozoflarında
başlamıştır. Greklerdeki Theos, Hint-Avupa dillerinde ortak bir kök olan dei’den
gelir. Dei, ışıldamak, parlamak demektir. Theos hem pek çoktur, hem büyüklü
küçüklüdür, hiyerarşiktir, erkeği ve dişisi vardır. Oysa Grek filozofları Tanrı’yı
kendilerine göre tanımlamışlardır. Felsefî teolojinin Tanrı’ya ilişkin
çıkarımlarının entelektüel şiddet olduğu düşüncesi, özünde doğrudur; ama şiddet
kelimesindeki olumsuzluktan dolayı belki tahrik edici bulunabilir ve bu yüzden
yadırganabilir. Bu ifadeyi tahrik edici bulanları ve yadırgayanları bir noktada
anlayışla karşılayabiliriz. Ama hiç kimse şuna itiraz edemez: Felsefî
teolojinin Tanrı’sı bütün evrensellik iddialarına rağmen bireyselliğin
sınırlarını aşamayan bir ontolojinin dikte ya da empoze ettiği bireysel Tanrı’dır;
daha doğrusu Tanrı adı verilen ve nihaî gerçekliği ifade eden bir metafizik
kavramdır. Çünkü metafizikçi zorunlu olarak metodolojik ateisttir. Bilindiği
metodolojik ateizm en açık ifadesini Laplace’ın sözünde bulur: Laplace kendi astronomi
teorisini dikkatle dinleyen ve “bu teoride Tanrı nerede?” diye soran Napolyon’a
der ki, “böyle bir teori ortaya koymak için Tanrı’ya ihtiyacım yok.” Tıpkı
Laplace gibi bütün metafizikçiler filozoflar bir sistem kurmak için Tanrı’ya ihtiyaçları
yoktur. Bu nedenle onlar; kendi kavramsal düşüncelerinden yola çıkarlar. Felsefî
teolojinin Tanrı’sı bütün metafiziklere ve doktrinlere örneğin
Aristoteles’in, Platon’un, Spinoza’nın sistemine; Heidegger’in varoluşçuluğuna sistem ya da
doktrin tamamlandıktan sonra ve kılık değiştirerek yani psişesinden
arındırılmış, önceki ve asıl fonksiyonlarından soyutlanmış, göstermelik olarak,
metaforik anlam kazanarak girer; ama girmesiyle çıkması birdir. İlginç olan
şudur: Tanrı’nın metafizik sisteme ya da doktrine ne girmesinin ne onlardan
çıkmasının olumlu ya da olumsuz hiçbir etkisi yoktur. Çünkü felsefî teolojinin Tanrı’sının
metafizik sistemde ya da doktrinde hiçbir fonksiyonu yoktur. Bu Tanrı gerçekte
felsefî bir form altında ifade edilen
bir ilkedir; yalnız evrenin ilkesidir; daha doğrusu evrenin her filozof
tarafından farklı şekilde tasavvur edilen ilkesinin özel metaforik bir adıdır. Her
filozof savunmaya çalıştığı felsefî tezine uygun olarak Tanrı metaforuna çok farklı nitelik yükler ve
bu nitelikler üzerinde ısrar bütün bu farklı Tanrı metaforlarının gerçek açıklaması
şudur: Düşünülür dünyada ilkenin fonksiyonu, dinlerdeki Tanrı’nın fonksiyonu
gibidir.
Felsefî
teolojinin Tanrısı, zihin dışındaki bir realiteyi işaret eden birer gönderen değildir.
O’nu Kutsal Kitapların iman objeleri gibi de göremeyiz. O, tekil Tanrı
değildir; tekin yani sadece filozofun Tanrısıdır; belirleyicisi ve tasvipçisi
olan; ama asla tapıcısı olmayan bir Tanrı’dır.
Böyle
bir Tanrı’ya insan, Heidegger’in ifadesiyle “ne dua edebilir ne de bir şey
adayabilir ne de onun önünde saygıyla eğilebilir.[47]”
Descartes’ta ve Hegel’de olduğu gibi ne kadar dinî görünürse görünsün, Tanrı’yı
böyle anlayan teolojiler dindışıdır. Çünkü bu İlke-Tanrı’nın psişesi yoktur. Tanrı
olan Tanrı’yla yani Vahyin Tanrısıyla İlke-Tanrı’yı ayıran en önemli fark
psişedir. Allah’ın, Yehova’nın Teslis olan Tanrı’nın bir psişesi vardır; yani
o, bir ereğe sahiptir; o, bazı şeyleri
ister bazı şeyleri istemez; ad extra (kendi dışında) eylemleri vardır. Oysa
ilkenin psişesi yoktur; bir şeyi ne ister ne istemez. Onun bilinçli eylemleri
de yoktur. O sadece mantıksal bir başlangıçtır ve ondan her şey rasyonel zorunluluğa
göre çıkar.
Dinî Felsefe Nedir?
Dinî felsefe, “süjenin onayladığı bir inançtan
hareketle belirlenmiş ve ortaya konmuş felsefî düşünce üretmektir. Dinî
felsefenin amacı, bir inancı kabul etme
şartlarını ortaya çıkarmaktır.”[48]
Öncelikle belirtelim ki, nasıl konusu bilim olan
bilim felsefesi bir bilim değilse, dini ele alan din felsefesi de bir dini
felsefe değildir.[49]
Dinî felsefe Etienne Gilson’un dediği gibi “imanda gerçekten felsefe
yapılabilir” tezini savunur. Dini felsefe belirli bir inanca katılmanın
şartlarını belirlemeye çalışır.[50]
Dinî felsefe imgeye ve otoriteye başvurur. Dinî
felsefelerde iman ve akıl birbirine karşılıklı olarak yardım eder, sadece,
belli bir imandan hareketle, evrensel
olduğunu iddia ettiği bir düşünce önerilir. Kısaca söylersek dinî felsefe, bir
inanan kişinin felsefesidir.
Dinî felsefede yaratma düşüncesi belirleyicidir.
Yaratma, felsefî sorgulamadan başka türlü sorgulamalar yapmayı gerektirir.
“Descartesçılıkta ve Alman İdealizminde Newton’ın çekim yasaları ve Fransız
Devrimi’nde Kant’ın düşüncesi nasıl belirleyici olmuşsa, yaratma kavramı da
dinî felsefe için öyle belirleyicidir.”[51]
Dinî felsefe herhangi bir dinin, temel
kavramlarının, özellikle inanç ilkelerinin akla uygunluğunu göstermeye çalışır.
Din burada ne cinstir ne de türdür; sadece tekil bir olgudur. Öyle tekil bir
olgudur ki, ondan başka bu kategoriye giren başka olguların var olup
olmadıkları bile belli değildir. O nedenle dinî felsefe konusu olan din, sanki
mutlak dini temsil ediyormuş gibidir. Din hakkındaki örtük veya açık, böyle bir
tutumun felsefî bir tavır olmadığı açıktır.
Din felsefesi
din üzerine bir düşünme sıfatıyla zaman zaman dinî felsefeyle
karıştırılmaktadır. Her ne kadar, din felsefesi de dinî felsefe de
felsefenin imkânlarından yararlanmaktaysa da onları bir aynı şey saymayız. Dinî
felsefe din felsefesinden köklü bir noktada ayrılmaktadır. Dinî felsefenin ayırt
edici özelliği, dinden etkilenmiş, dini
temel kabul eden düşünce olmasıdır.[52]
Buna karşılık din felsefesi vahiy ürünü bir kutsal metinde ifade edilen
sözcelerin anlamını tarih ve kültür ışığında ortaya çıkarma çabasıdır. Dinî
felsefeler her şeyden önce bir konkordizmdir (iman ile aklı uyuşturmacılık).
Aynı anda ve aynı ilişki altında hem filozof ve hem ilahiyatçı olunamaz. Her
ikisi de olmak istenirse, ya biri ya da öbürü terk edilir.
Dinî felsefe hakiki gibi gördüğü ve felsefî
olarak incelediği vahyi temel alan her
felsefeyi belirtir. Dinî felsefe bir teolojinin sınırları içinde yapılır. Saint
Thomas, İbn-i Rüşt, Meymunides, Gabriel
Marcel, Morice Blondel, Teilhard de Chardin, gibi filozoflar dini felsefe
yapmışlardır.[53]
Din Felsefesinin Şartları
Bu satırlarda din felsefesi yaparken uyulması
gereken şartları ele alacağız. Bunları şöyle sıralayabiliriz:
1. Din felsefesi objenin özel yapısına saygı
göstermelidir; dini olgusal realitesinden kopararak sadece teorik kavramlara
indirgememelidir; dinî objeyi kavramıyla ya da sembolüyle karıştırmamalıdır. Din
felsefesi felsefeyle dinin gizli bir anlaşması gibi görülmemelidir.
Din karşısında filozof bir metafizikçi gibi değil; doğa
bilimcisi gibi davranmalıdır. Bir metafizikçi dinde anlam yerine özü, fenomen yerine
kavramı, betim yerine spekülasyonu,
tekil dinlerin yerine, bir sözcüğü koyar. Hiçbir şey betimlemeyen
metafizikçinin dinine ve Tanrısına tarihin hiçbir döneminde, dünyanın hiçbir
yerinde rastlanamaz. Onlar ne cinstir, ne türdür, ne de bireydir. Oysa doğa
bilimcisi objesini indirgemeye ya da yeniden tanımlamaya çalışmaz. Bilim adamı,
fenomeni, fenomenin belirlenimlerine uyarak araştırır.
Fakat din felsefesi araştırmacısıyla bilim adamının
objeleri karşısındaki yöntemsel tutumların birbirine benzemekle birlikte
tümüyle aynı değildir. Şöyle ki, bilim adamı yalnız objektif ve deneylenebilir
verilerle ilgilenir; konusuyla ilgili felsefî sorunları bir kenara bırakır.
Oysa tam tersine bir din felsefesi araştırmasında felsefî sorunları ihmâl etmek
mümkün değildir. Yalnız bu sorunları ele alırken spekülâtif bir bakış açısından
olabildiğince uzak durmalıdır. Şunu kesin olarak kabul etmek zorundayız ki,
dinî fenomen her ne olursa olsun, insani bir fenomendir. Bu nedenle din üzerine
düşünme, hangi düzeyde yapılırsa yapılsın veriyi aşan ve insanî süjeye gönderen
değer yargılarını işin içine katar. Buradan Henry Duméry’nin dediği gibi,
din
uzmanı itiraf etsin ya da etmesin, bilincinde olsun, ya da olmasın, metafizik
olarak asla nötr değildir.[54]
O, gizlice taraf tutar. Hatta onun araştırmalarına,
yöntemine ve kanılarına felsefî varsayımları farkında varmadan etki eder. Bu
nedenle öncelikle ve ivedilikle yapılması gereken şey, araştırmacının dayandığı
postulatları aydınlatmasıdır. Eğer bu yapılmazsa, öncelikle çözülmesi gereken
problem kontrol edilemez biçimde belirsizliğini sürdürebilir.
2. Bir din felsefesi göstericiler*
aracılığıyla ifade edilmiş söylem olmalıdır. Din hakkında sadece göstericiler
aracılığıyla dini sözceler ortaya konabilir. Çünkü din hakkında düşünmenin ve
konuşmanın somut bir referansı vardır. Bu referans, belli tarihsel durumlara,
özel mitlere, indirgenemez inançlara, belirli bir doğa ve insan tasavvuruna;
aşkınlık ya da içkinlik kavramlarına,
inanç objeleriyle kurulan özel iletişim modlarına, varoluşun, hayatın ve
nesnelerin anlamına ilişkin değişik tasavvurlara, başvurudur. Brentano’nun ifadesiyle
söylersek, biz kavramlarla değil, nesnelere, ilişkilere ve durumlara dayanarak
konuşuruz. Bu sadece gündelik söylem için değil; dinî söylem için de geçerlidir. Sonuç olarak din kelimesinin her zaman
örtük veya açık sadece tek bir referansı vardır, diğer deyişle biz, sadece şu ya da bu din
hakkında konuşabiliriz; daha doğrusu dinin ya da dindarın belli bir
özelliğinden ya da herhangi bir stüasyonundan söz edebiliriz. Bu nedenle din
felsefesi, din ve de özellikle Tanrı metafiziği olmamalıdır. Filozof din felsefesi yaparken hangi dine
referansta bulunduğunu belirtmelidir.
3. Bir din
felsefesi tekil bir dinin felsefesi olmasıdır. Çünkü tüm dinlerdeki ortak bir
özü temsil eden “evrensel bir din” yoktur. Din filozofu Grek filozofları gibi,
dini, din kavramıyla özdeşleştirmemelidir. O, dinin tekilliğine ve dini hayatın olgusallığına
saygı göstermelidir; her dinin sadece kendine özgü sözceleri, tasavvurları,
imgeleri, mitleri olduğunu kabul etmelidir; bunların, sadece ait oldukları
dinlerde anlamlı olduklarına, bu anlamın kendi bağlamları dışına taşınamayacaklarına
dikkat etmelidir. Örneğin bir Müslümanın “Allah’a inanıyorum”, bir Hristiyanın
“ Tanrı’ya inanıyorum”, Bir Nepallinin “Kumari’ye*
inanyorum”, bir Japon’un “Kami’ye**
inanıyorum” sözceleri gerçek anlamlarını sadece kendi iman-ritüel sistemlerinde
kazanır. Bu sözcelerin mantıksal statüsü
söz konusu kişilerin söyledikleri “yarın yağmurun yağacağına inanıyorum”la aynı
değildir. Yağmurun yağacağına ilişkin inanç, bir şeyin olacağına ilişkindir ve bir
beklenti halini ifade eder. Bu inanç f(x) şeklinde yazılabilir. Dinî iman
sözcelerindeki inanan kişinin zihinsel durumunu ifade eden “inanmak” fiilinin anlamı,
bütün bu sözcelerde ortak basit bir onama değildir. Dinî anlamda inanmak,
onamadan daha fazla bir şeydir. Hiçbir şeye benzemeyen Birinin, kendine özgü bir
niteliklere sahip olduğuna, hiç kimsenin yapamadığı bir şeyler yaptığına ve
insanın kaderini belirlediğine inanmaktır. Bu inanma angaje olmakla sonuçlanan bir onamadır.
Kişi inanmakla kendini belli yükümlülüklerle karşı karşıya getirir. Bu iman
sözceleri şu formülle ifade edilebilir: “İnanıyorum ki, X→ (Xnn Λ Xen)”,
“İnanıyorum ki Y→ (Ynn Λ Yen)”, ”İnanıyorum ki Z → (Znn
Λ Zen)”. Bu sözcelerde X, Y, Z, gibi değişkenlik özelliğine sahip olan
inanç objelerini; “n”, bu inanç objelerinin özel ve özgün nitelikleri ve “e” özgün
eylemleri olduğunu, “n” ise niteliklerin ve eylemlerin sayılarını
ifade eder. Bu mantıksal formülasyon zorunlu olarak her birinin değişken adı
olan X, Y, Z… gibi iman objelerinin çokluğunu, bunlardan her birinin kendine
özgü nitelikleri ve eylemleri olmasını gerektirir. Bunun modern mantıktaki açık
ifadesi şöyledir: P özelliğini taşıyan tekil bir X vardır. “∃x,
P(x)”.
Sonuç olarak P’yi yani Tanrılığı temsil eden ve tekil
olan x, y ve z’nin bileşeni olduğu tek X’in
yani tümel bir Tanrı’nın varlığı, mantıksal olarak çelişkili, ontolojik
açıdan imkansızdır. Bu durum,
sadece imanın objeleri için değil, dinler için de geçerlidir. Vergote’un dediği
gibi,
bir
din, eski uygarlıkların ve şimdiki toplumların sahip oldukları kozmolojik,
antropolojik, dinî tasavvurların ve etik-dinî yasalar bütününün bir parçası
değildir. Bir dindeki dinî fenomen diğer dinlerdeki dinî fenomenlere benzemez.[55]
O nedenle her
dinî fenomen, özel adı, nitelikleri ve kendine özgü eylemleri olan bir inanç objesiyle kurulan bir ilişkinin
sonucudur.
Dinlerin ve inanç objelerinin tekilliklerinin din
felsefesi açısından çok önemli bir sonucu vardır. O da şudur: Tüm dinler için
geçerli tek bir din felsefesi olamaz. Evrensel bir din felsefesi, Evrensel bir
dini gerektirir. Oysa Evrensel denen bir din yoktur. Sonuçta Evrensel din
felsefesi olamaz.
Hiçbir
evrensellik düşüncesi, reel dinleri, karşılaştırmalı fenomenolojiyle elde
edilen soyut ve sözde bilgiye indirgeyemez. Karşılaştırmalı fenomenoloji, belirli
inançları ve pratikleri içeren ve destekleyen gerçek hayatı ortadan kaldırır.[56]
Dinler arasındaki temel farklılıkları yok sayarak
karşılaştırma yoluyla belirlenecek ve sözde din felsefesi için hareket noktası
olacak ögeler artık hiçbir dine ait olmayacaktır. Çünkü bu kavramların, tarihle,
Kutsal metinle ve dindarın bilinciyle ilişkisi yoktur. Daha doğrusu bu kavramlara ait bir tarih,
kültür ve yaşantı olamaz. O yüzden tüm dinler için ortak felsefe içeriksizdir;
boş ontolojidir, hiçbir gerçekliğe tekabül etmemektedir.
3. Bir din felsefesi ibrahimi dinlerden yani üç monoteizmden sadece birinin felsefesi
olmalıdır. Monoteizmlerin dışındaki iman-ritüel sistemlerinde din felsefesi
geleneği yoktur. Bir Budistin, bir Şintoistin, bir Brahmanistin kendi
dinlerinin olsa bile bir felsefesinden söz edilemez. Budizm gibi kimi dinlerin
felsefî bir görünüşü olması onların din felsefesi olmalarını düşünmemize izin
vermez. Din felsefesi din üzerine
düşünmelerdir; ama dinin kendisi değildir.
Her üç monoteizm için geçerli tek bir din
felsefesi olamaz. Bunun nedeni din felsefesi yaparken kullanılan her
monoteistin tasavvurlarının ve bilincinin, vahyin, kurumların, kıssaların ya da
efsanelerin, Tanrısal eylemlerin ritüellerin, daha da önemlisi bütün bunların
verildiği Kutsal metinlerin farklılığıdır. Teslis, kurtulmalık doktrini (rédemption),
kilise kurumu, İncil yazarları, ilk günah, soterioloji, haça gerilme vs. gibi temel
inançlar, doktrinler ve tasavvurlar diğer iki dinde yoktur. Bir Hristiyan din
felsefesi bunlara başvurmadan yapılamaz. Bir Hristiyan için bunlara başvurmayan
bir din felsefesi din felsefesi değildir. Oysa böyle yapılan bir din felsefesi
ise Müslüman ve Yahudi için bir anlam ifade etmez. Sonuç olarak dini
çoğulculuğun etkisiyle ortaya çıkan kültürlerarası nitelik taşıyan bir din felsefesi
çabası normatif indirgemecilikten öte geçemez. Bu ise, yukarıda din
felsefesinin deiktik özelliğine aykırıdır.[57]
4. Din felsefesi bir ibrahimi dindeki intersübjektif
tasavvurlara dayanmalıdır. Din felsefesi gerçekte dinî denen fenomenler,
olaylar, kurumlar ve metinler hakkında filozofun da ait olduğu bir kültür dünyasında
paylaşılan intersübjektif tasavvurlara dayanır. Quine’ın “çevirinin
imkansızlığı” diye bilinen ünlü teorisinden[58]
hareketle diyebiliriz ki, bu tasavvurların intersübjektif olması, onların kayıpsız
ya da indirgenmemiş olmaları için kaçınılmazdır. Sadece intersübjektif tasavvurlar
özdeştir ve sadece özdeş tasavvurlar ve bunlara dayalı sözceler iletilebilir.
Filozof farklı geleneklere ait dinlerin felsefesini yapamaz. Çünkü kaynak
kültürün tasavvurları, dönüştürmeksizin ve indirgenmeksizin hedef kültürün
kavramlarına başka kültürlere aktarılamaz, iletilemez; dönüştürülmüş ve
indirgenmiş tasavvurlar ise otantik tasavvurlar olmaktan çıkmıştır. Bu durum
kültürün bütün ögeleri gibi din için de geçerlidir. Bunu Sanctus Pavlos’un
Hristiyanlığın mesajını Grek filozoflarına anlatmaya çalışmasında açıkça
görebiliyoruz. Pavlos İsa’nın ölümünden sonra Hristiyanlığı yaymak için Roma İmparatorluğunun
çeşitli bölgelerine seyahatler yapıyordu. Bir gün Atina’ya gitmişti; bu şehrin
yakınlarındaki Areopagos tepesinde toplanan Stoacı ve Epikurosçu filozoflara
İsa’nın mesajını anlatmak istedi. Onlara vahyin otantik modlarıyla konuştu.
Ancak bu çeviri gerçekte imkansızdı ve Grek filozoflarının zihin dünyalarında
bir karşılığı yoktu. O nedenle bu filozoflar ilk defa duydukları sözlerden
hiçbir şey anlamadılar ve bunu Pavlos’a söylediler. Pavlos da sözlerinin
anlaşılması için Hristiyanlığın söylemlerini Grek felsefesinin diline çevirmeye
çalıştı.[59]
Ancak gerçekte bu çeviri imkansızdı. Çünkü İsa’nın mesajının Greklerin
literatüründe karşılığı yoktu. Bir başka örnek Greklerin theos’dur. Bu kelimeyi
Greklerdeki tasavvuru koruyarak bizim dilimize çevirmek imkansızdır.
5. Din felsefesi vahye dayanmalıdır. Çünkü yukarıda
söylediğimiz gibi din felsefesi XVIII. Yüzyılda “Katoliklik felsefesi”
olarak ortaya çıkmıştı. Bu durum, din
felsefesinin vahiy semantiğine bağlı
olmasını gerektirir. Vahiy her üç monoteizmde az veya çok farklı olsa da kendi
vahyinin içeriğini dikkate almak, her üç din felsefesi için de zorunluluktur.
“Vahiy tarihsel içkinlikte verilmiştir. Bu neden üç din
olumsal olgular arasında yer alır; aynı zamanda insan bilincinden ayrılmayan
yapılara dayanır.”[60]
Aksi halde dinin insan için ne varlığı ne de anlamı söz konusu olurdu. Vahiy
ürünü veya kurumlaşmış dinde filozof, en
uygun felsefî yöntemle, dindarın deneyimini ve dini tutumunun altında yatan
kategorileri ifade etmeyi az veya çok başarabilir. Din felsefesinin böyle bir
görevde başarısız olacağı a priori söylenemez.
Her vahiy gerçekte, bir ruhsal durumu dile getirir.
Bu ruhsal durumda, duygu ve ihtiyaç, korku ve umut, düşünce ve araştırmadan
daha büyük bir rol oynar. Gene orada sezgi ve muhayyile, inceleme ve
tefekkürden önce gelir. Kuşkusuz dinî hayatta, her zaman ruhun içeriğini analiz
etme, ruhu harekete geçiren güçlerin önemini ve dinî hayatla ilgili fikirlerin
değerini anlama ihtiyacı durmadan artar. Fakat bu ihtiyaçtan doğan böyle dinî
düşünce, bir din felsefesi yapmak anlamına gelmez. Çünkü dinî düşüncenin
ilgilendiği problemler bizzat dinden doğar; ama dinin kendisi asla bir problem
olmaz. Dinî düşüncede din şüphe etmeden kabul edilen bir veridir; bundan dolayı
akıl yürütmenin hem hareket noktasıdır, hem de içeriğini belirler. Gene dinî
düşünceye göre diğer bakış açıları, dini bakış açısına göre bağımsız
değillerdir ve kendi başlarına, hiçbir güçlüğü çözemezler. Evrensel bir logos
etkinliği olarak, önceden programlanmayı ve yönlendirilmeyi kabul edemez.
Her şeyi olduğu gibi dini de bir problem olarak kendi bağımsız ilkelerine göre
incelemek ister. Özel vahiylerin ötesinde ya da üstünde bir vahiy yoktur. Özel
vahiy Mutlak’tan sudûr etmiş gibi görülemez.
Filozof sadece özel bir vahyin sınırları içinde din felsefesi yapabilir.
Özel vahiylerin bir senkretizmi de olamaz. Vahiy, bireysel bir dine imkan
vermediği gibi, dinin felsefe karşısında bir gerilemesi veya geriliği gibi de görülemez.
Din çeşitli bilinç düzeylerinde yaşanabilir. Bu
bilinç düzeylerinin hepsi aynı değerde değildir. Bilinç düzeylerinin farklı
olmasının nedeni, dinin karmaşık ögelerden oluşmasıdır. Dinin kabul ettiği
şekliyle tarih, efsane estetik duygu, adalet sosyal ve kişisel sorumluluk gibi
çeşitli kategoriler vardır. Dindar insan sadece bunları bulmakla yetinmez;
onların haklılığını ve doğruluğunu kabullenir ve onları özgür bir inisiyatifle
yönlendirir. İşte din felsefesi dinî tutumlar konusunda akıl yürüterek, onların
ilkelerini kavramaya çalışarak, onları aydınlatır.
Bu durumda din felsefesinin bir tür teolojik
fonksiyon üstlendiği söylenebilir mi? Buna “evet” denemez. Çünkü
ilahiyatçıların görevi bundan çok farklıdır. İlahiyatçının görevi, iman alanını
düzene koymaktır. Bunu yaparken o, imanın içinde kalır. Din filozofu dine imanın
içinden bakmaz; o inanmak zorunda değildir. Onun bakış açısı bu nedenle imandan
her zaman bağımsızdır. Fakat bu bağımsızlık dine yararlı olmaya engel değildir.
Çünkü filozof dinî tecrübe üzerinde düşündüğü zaman, inanan kişinin kabullerine
ya da tutumlarına kaynaklık eden varsayımları aydınlatır. Bu çok önemli konuda
ilahiyatçının söyleyeceği hiçbir şey yoktur; bu konuda sadece filozof konuşur.
Ancak filozofun işi ilahiyatçının görevini yapmasından sonra başlar.
XIX. yüzyıldan beri din felsefesinin konusunun
pozitif dinler olduğu kabul edilir. Pozitif dinlerden de tebliğcileri ya da
kurucuları olan, tarihte ortaya çıkmış dinler, örneğin, Müslümanlık,
Hristiyanlık, Yahudilik, Hinduizm, Budizm gibi dinler anlaşılır. Bazı yazarlar bunlara Brahmanizmi
de eklerler.[61]
“Pozitif dinler” kategorisinin ilk bakışta objektif bir ölçütten yoksun olduğu
görülüyor. Çünkü Budizm’i, Hinduizm’i ve Brahmanizm’i içine alan bir
kategorinin, Konfüçyanizm’i, Taoizm’i ve Şintoizm’i niçin dışarıda bıraktığı
pek anlaşılamamaktadır. Asıl önemlisi, Hinduizm’i, Budizm’i ve Brahmanizm’i
“pozitif” diye nitelemek yanlıştır. Çünkü “pozitiflik”in asıl anlamı, tek olan Tanrı’ya
bilme, isteme, yaratma, sevme, bağışlama, ödüllendirme gibi olumlu nitelikler yüklemektir. “Pozitif” denen
dinlerden bazılarının örneğin Budizm’in gerçekten din olup olmadıklarının
tartışmalıdır.[62] O nedenle eğer din felsefesi pozitif dinler
ifadesini “ibrahimî dinler” diye anlamak gerekir. Bu şartla din felsefesi
“pozitif dinler” felsefesidir. Bu pozitif dinlerin felsefesi 1770’li yıllarda
belirlenen “din felsefesi semantiği”ne uygundur. Çünkü başlangıçta din
felsefesi bir Katoliklik Felsefesi olarak ortaya çıkmıştı. Bugün bu din
felsefesi semantiğini bir “gelenek semantiği” “ibrahimî dinler semantiği”
şeklinde ifade edebiliriz; ama “farklı ve uzak gelenekler semantiği”nden söz edemeyiz.
1. Din Felsefesi ve İman Objeleri (Allah,
Tanrı, Yehova)
İman
Objeleri Kavram Değildir
Bir iman
ojesi (Tanrı, Allah, Şiva) vs. niçin kavram değildir? Kısaca buna değinelim.
Açıklamalarımıza başlarken şu soruyu soralım: Kavram nedir? Kavram Latince
“tümüyle içermek”, “kendinde oluşturmak” anlamlarına gelen concipere fiilinden türemiştir. Kavram, pek çok deneysel ya da zihinsel objenin
genelleştirme yoluyla zihinde oluşturulan bir düşüncesi ya da tasavvurudur.
Kant’a göre kavram çeşitli duyumlamaları birleştiren şeydir. XX. Yüzyılda Frege
ve Carnap, kavramları soyut entiteler gibi gördüler.[63]
Konuyu
ayrıntıya boğmadan bu tanımlardan şu temel sonuçları çıkarabiliriz: Kavramın
temsil ettiği objeler çoktur. Kavram, özel durumları, tikel nitelikleri yok
sayar, sadece ortak özellikleri dikkate alır; soyutlama ya da genellemedir.
Buna göre bir Tanrı kavramı kabul etmek, şunları içerir: Tüm tanrıların
hepsinde ortak özellikler vardır. Onların tanrılar olmalarının nedeni bu ortak
özellikleridir. Ortak özelliklerin dışındaki özellikler tanrılarda
ilinekseldir. Oysa gerçekte Tanrının kavram yapılmasından ya da sayılmasından
doğan bu durum kabul edilemez. Çünkü iman objeleri özel adları olan
varlıklardır. Özel adların kavramı olamaz. Örneğin Fatih Sultan Mehmet, Platon,
Kant, Hegel kavramlarından söz etmek saçmadır. Her kavramlaştırma, bir indirgemedir.
Halbuki, bu kişilerin her biri kendi özel ve indirgenemez niteliklerinin
toplamından ibarettir. Bunları temsil eden nitelik ya da nitelikler yoktur. Bu
kişiler kendi niteliklerine dayanarak sadece betimlenebilirler. Bu betim de ancak
protokol sözcelerle yapılabilir. Kişilere ilişkin ortak norm, ölçüt veya ilke
konamaz. “Ortak yön” olgusal bir durum değildir; ortak yönün belirlenmesi de
bir betim olamaz. “Ortak yön” sadece; mantıksal bir soyutlamadır. Sonuç olarak “bireylerin
ortak yönü” düşünülmesi imkansız irrasyonel bir şeydir.
Buradan
hareketle diyebiliriz ki, Kur’anın Allah’ı, İncil’in Teslis olan Tanrı’sı,
Tevrat’ın Yehovası, Nepalli’in Kumarisi,
Japonların Kami’si Greklerin Zeus’u Spinoza’nın
doğayla özdeş Tanrı’sı ve Manihaizmin Hürmüz’ü gibi çok farklı Tanrı entiteler,
ontolojik olarak birey statüsündedirler. Bu nedenle onların da kavramı yoktur. Tanrı
kavramının zihin dışında bir referansı yoktur.
Bu nedenle Tanrı belirli bir referansı olmayan bir kelimedir.
Açıkça
görülüyor ki, “Tanrı kavramı” metodolojik olarak yanlıştır; mantıksal olarak çelişkilidir
ve semantik açıdan anlamsızdır. Gerçekte
Tanrı yoktur ya da içi boş bir sözdür. Burada denebilir ki, söz konusu
entitelerde bütün farklılıkların ötesinde ortak bir tanrısallık vardır. O nedenle
Tanrı’dan söz ederken tanrısallığı söylemek isteriz. Oysa bu düşünce doğru
değildir. Çünkü Tanrısallık Grek tözcülüğünün etkisiyle önerilmiş metafizik bir
kavramdır; referansı yoktur. Referansı olmadığı için tanrısallık, dindarın
açısından iletişim objesi olamaz. İnanç-ritüel sistemlerinde saygı, korku ve
tapınma konusu olanın özünlü nitelikleri vardır. O, her şeyden önce bir kavram
değildir; bir Şahıstır; bu Şahsın özel bir adı vardır. Onlar Tanrı değildir.
Yehova’dır, Allah’tır, Shiva’dır, Zeus’tur.; İzis’tir, Oziris’tir, Mitra’dır. Bunların
her birinin özünlü nitelikleri ve ad extra (dış dünyada) eylemleri
vardır. Onlar niteliklerinden ve eylemlerinden ayrı; genellik ve soyutluk
içinde düşünülemezler. Tanrı’yla inanan kişi karşı karşıyadır. Sürekli bir
iletişim ve karşılıklı ilişki içindedir. Bu iletişimin yeri, zamanı, biçimi,
dili hatta kelimeleri Tanrı tarafından
belirlenmiştir. Biz Tanrı’dan değil, sadece belli bir iman-ritüel sistemindeki ego (ben)
diyen birinci tekil ve çoğul şahıs zamirleriyle
konuşan özel adı olan bir objeden söz edebiliriz.
Özel Ad ve Betim
Olarak Tanrı
Din felsefesi araştırmacısı her şeye rağmen Tanrı’ya,
belirlenimler yüklemek ve semantik bir biçim vermek için, bir ad vermek
gerektiğini, bu amaçla göndergesel bir çerçeve’ye ihtiyacı
olduğunu unutamaz. Bu göndergesel çerçeve de kültürden
gelmektedir. “Çağdaş semiyotik Tanrı üzerine konuşmanın, evrensel
logos’un ulaştığı zorunlu gerçeklik üzerine değil; belirleyiciliği
ne olursa olsun kültürel bir değer üzerine konuşmak anlamına geldiğinin
söylemektedir.”[64]
Bu disipline göre kültürde din filozofunun ele alacağı tanrısal belirlenimlerin
sayısı sınırlıdır. Filozof da dilin oluşturduğu, toplu “göndergesel çerçeve”nin
bir uzmanıdır. Sonuçta, Tanrı’nın belirlenimleri ne olursa olsun, bu belirlenimler
sadece kendilerini betime izin veren bu “göndergesel çerçeve”de anlatılabilirler.
Bir iman objesi çok erken öğrendiğimiz kelimelerden
biridir. Bu objenin sadece adını değil; tüm niteliklerini, bizimle, evrenle ve
tarihle ilişkilerini de öğreniriz. Ona ilişkin öğrenmediğimiz hiçbir şey yoktur.
Yalnız bu öğrenme, nesnelere ilişkin öğrenmeden kesinlikle farklıdır. Nesnelere
ilişkin öğrendiğimiz bilgiler, dış dünyadaki gerçekliğin bir parçasıdır ve
bizim onamamızdan bağımsızdır. Oysa Allah ya da Tanrı tanıklığına güvenilen
kişinin söylediklerinin onanmasından başka bir şey değildir. Dolayısıyla dinî
iman nedensellik düzleminde bir olgusal zorunluluğa bağlı olarak edilen bilgiye
karşıt olarak güvene göre gerçekleşen psikolojik düzlemde bir katılmadır. Bir
imanı öğrenmek, sadece iman inanacağımız varlığın bize teklifini basit bir
onaylama değildir. Bu öğrenmede inanan kişi aktiftir. Çünkü iman, inanılan
varlıkla dünya, hayat ve insan gerçeği arasında bir uygunluğun gözlemlenmesidir. Bu
uygunluk kabul edildikten sonra iman son ve kesin şeklini alır; kişinin inkar
ve kuşku dışında her zaman kabul edeceği içeriğini kazanır. İmana sonradan
hiçbir şey eklenmez. En mükemmel metafizikçi,
dahi bir bilim adamı veya bir din tarihinin en büyük teolojyeni, başlangıçta
sahip olduğumuz imanın içeriğini zenginleştiremez. Biz başlangıçta neye
inanıyor idiysek bilimsel birikimimiz, entelektüel gücümüz ne kadar artarsa
artsın, yine ona aynı şekilde ve aynı
tarzda inanırız. Bu nedenle imanın taklidi ve tahkiki diye ikiye ayrılması
teolojik değildir. Bu, Yunan felsefesinin, daha doğrusu Yeni Platonculuğun
etkisiyle ortaya çıkmış metafizik-gnostik-mistik bir anlayıştır. Tahkiksiz iman
oluşmaz. Ancak tahkikin bilim adamı, filozof veya teolojyen gibi yapılma zorunluluğu
yoktur. Her inanan kişi bunu kendi tarzında yapar. İman objesinin evrende
bulunuşuyla dünyanın yapısı arasında bir çelişki olmadığını daha doğrusu
dünyanın yapısının böyle bir objenin varlığını gerekli kıldığını naif biçimde
onaylar. Eğitim durumu ve zeka düzeyi ne olursa olsun hiçbir kimsenin imanı,
iman olarak bir başkasının imanından ne
daha üstün ne daha aşağıdır. Ne gerçekte çoktan elenmiş metafiziğin kanıtları,
ne bilimsel bilgilere dayanarak yapılan çıkarımlar bize dinlerin özel adı olan
iman objesini veremez. Mantıkta ve bilimde özel ad yoktur; özel addan söz
edildiğinde bu bilimden ve mantıktan değil imandan gelir. Farklı dinlere hatta
mezheplere mensup kişiler bir ve aynı mantığın ya da bir ve aynı bilimsel yasanın
kendi inandıkları varlığın örtük biçimde ifade etiğini söylemektedirler. Oysa
bu daha önce inanılan bir iman objesini el çabukluğuyla ve gizlice mantığa ve
bilime sokmak demektir. Sadece bir dine hatta yalnız bir mezhebe hizmet eden mantığın
ve bilimin gerçekten mantık ve bilim olduğunu söyleyebilecek tek bir kişi
olamaz. Böyle bir mantıkçı, metafizikçi ya da bilim adamı, mantığa, bilime ve
dine teolojik
şiddet uygulamaktadır. Çünkü mantığa ve bilime onların doğasına uymayan
bir görevi ve dine de Tanrı’nın sadece bir varoluş probleminden ibaret olduğunu
empoze etmektedir. Kulluk, itaat, dua, gibi konular ne mantıkta ne de bilimde
vardır. Oysa bunlar dinin özüdür. Mantıkçı ve bilim adamı, çelişkili bir deizmden
daha fazla bir doktrini savunamaz. Oysa deizm felsefî bir doktrindir; ama
kutsal kitaplarda verilen din değildir.
Kısaca söylersek gerçek bir iman objesi, yazılı ya
da sözlü kutsal metinde verilmiştir. Bir iman objesi keşfedilecek bir varlık
değildir. Onun ne düşündüğü sadece insana ilişkin deyimi olan ve sadece insanları
empati ile anlayabilen filozof tarafından bilinemez. Allah ya da Tanrı kendi
amacını sadece kendisi açıklarsa bilebiliriz. Tanrısal zihne gitmek imkansızdır.
Dinî bağlamların çok değişik ve çeşitli biçimleri
vardır. Bunlar ilahîler, mezmurlar, dinî hikâyeler, dinî yasalar
(légistlation), meseller, hikmetli yazılar ve peygamberlerin haberleri vs.dir.
Filozoflar bu çeşitli bağlamların hepsini incelemez; ancak sınırlı sayıdaki
bağlamları, yani geniş anlamda dinî önermeleri konu edinirler. Filozofların analiz
ettiği bu önermeler, inananların Tanrı üzerine söyleminden (discours), sonuç
olarak yaşayan din dilinden ve onun nesnelleşmesinden ibarettir.
“Filozof onu yeniden keşfediyor gibi yapamaz; sadece
onu yeniden ortaya çıkarır ya da kullanır. Dinî iman, Tanrı kelimesiyle
ilişkili sui generis bir onama modudur.[65]”
İman objelerinin her birinin doğası nedir? Bu soruya
cevap olarak diyebiliriz ki, bunlardan her biri bazen özel addır ve bazen de
betimdir. Örneğin “Allah” kelimesi sadece Allah’ı göstermeye yaramaz. Onun
inananlar ve bunu terim olarak kullananlar için kognitif içeriği vardır. Bu
konuda Mill’in Tanrı’ya ilişkin açıklamalarından hareket ediyoruz. Mill
demektedir ki, “Tanrı, kelimesi sadece
tek bir referansı olan özel bir addır hem de
yan anlam olarak belirttiği özel addan farklıdır yani sadece bir
referansı değil, ayrıca anlamı da vardır.[66]
Bu açıdan bir Tanrı sadece tek bir terime referansı olan bir özel addır hem de
yan anlam olarak belirttiği şeyden farklıdır yani onun sadece bir referansı
yoktur ayrıca bir anlamı da vardır. Bu nedenle sorun şunu anlamaktır: Tanrı nin
referansı ve anlamı nedir? Allah, Tanrı veya Yehova doğrudan doğruya bunlara
başvuran özel, mantıksal bir ad mıdır? Ya da bunların kendileriyle birlikte
olan betimlerden dolayı anlamı ve referansı olan kelimeler midir?
Bunlardan her biri özel ad rolü oynuyor gibidir.
Çünkü var olduğu örtük biçimde kabul edilen bir bireyi ya da varlığı betimlemektedir.
Filozoflar genellikle özel adlar olan Allah’a,
Yehova’ya ve Teslis olan Tanrı’ya sadece Tanrı derler ve bunu tüm bu özel
adların betimi gibi kabul ederler. İnanan kişi betimin şartlarını sorgulamaktan
çok, bunlara bu adlarla ya da diğer isim ve sıfatlardan biriyle hitap ederler.
Bu adların kendilerine kendileri tarafından verildiğini kabul ederler. Fakat
Allah, Tanrı ya da Yehova adının kullanılması,
zorunlu olarak bunların doğalarının ne olduğunu söylemez.
Pragmatik Dönemeç
ve Tanrı
Bize
öyle geliyor ki, herhangi bir iman objesi
(Allah, Tanrı, Yehova vs.) problemi
herhangi bir problem değildir. Bu problem insanî sübjektifliğin temellerine
bağlı olarak incelenmelidir. Bunun anlamı şudur: Herhangi bir iman objesi, tüm
metafizik ve teolojik doktrinlerin dışında insanla ilişkisi içinde
kavranmalıdır. Burada akla şöyle bir soru gelebilir: Tanrı’yla ya da Allah’la insan
ilişkisi birtakım kavramlar aracılığıyla kurulduğu için, doktrinal
açıklamalardan uzak durabilmek her zaman mümkün müdür? Böyle bir diyalogun
ancak tarihte yoruma bağlı olarak üretilmiş ve kültüre yerleşmiş kavramlarla
gerçekleştiği kabul edildiği takdirde, bu itiraz haklı gibi görülebilir. Ancak
biz bu ilişkinin sadece “dil oyunları” çerçevesinde betimlenebileceği
kanısındayız. Dil oyunlarından kastettiğimiz şey de “kutsal kitaplar”daki ifadelerdir.
Kuşkusuz dil oyunları hayat biçimlerine bağlıdır. Bu nedenle her toplumun farklı
hayat biçimleri ve sonuçta kendine özgü dil oyunları vardır. Öte yandan bir ve
aynı toplumda dil hayat biçimleri değiştiğinde, dil oyunları da değişir. Kısaca
söylersek dil oyunları göreceli ve kültüreldir. Oysa din dili oyunları göreceli
değildir. zaman ve mekan dışı olmaları anlamında evrenseldir. Toplumlara ve
dönemlere göre değişmez. Tıpkı ahlaka ilişkin tasavvurumuzun değişmemesi gibi iman
objesinin grameri ve din dili oyunları değişmez. Onlar tarih ve kültür üstüdür.
Bu durum aynı dine inananların birbirini anlamasını hatta ortak duygulanımlara
sahip olmasını sağlar.
Kutsal
kitabın dili şunu gösterir: Tanrı ve insanın, deyim yerindeyse, bir ve aynı
düzlemde karşı karşıya gelen iki şahıstır.
Biz
biliyoruz ki, “iman objelerinin varlığı” ve “İman objelerinin bilinmesi” her
zaman a priori doktrinal bir çerçevede ve spekülatif yöntemlerle
ele alınmıştır. Filozoflar ve ilahiyatçılar iman objelerini Herakleitosçu
Logos’la keşfetmeye ya da ona ilişkin tasavvurumuzun, tecrübelerimizin hepsiyle
olmasa bile çoğuyla uygunlunu göstermeye giriştiler. Onu mantıksal ve
metafiziksel olarak ilk kabul etiler. Bir Tanrı kutsal kitaplarda “Ben” diye
konuştuğu halde O’nun “ego”sunu göz ardı ettiler. Bazen de O’nu dinî bir
tecrübenin konusu yaparak, tek yönlü bir ilişkinin pasif objesi haline getirdiler.
Allah’ı
ya da Tanrı’yı bir bilgi konusu değil de, iletişim fiilinin süje-objesi gibi
görmek O’nun varlığını dolaylı yoldan çözmek değildir; tam tersine böyle bir problemin olmadığını kabul
etmektir; sonuçta problemin sadece biçim değil; aynı zamanda içerik
değiştirmesidir. Bu problem değişikliği bize göre 2500 yıllık metafizik
gelenekte bir tarihsel dönemeçtir. Ben bu dönemece pragmatik dönemeç diyorum.
Şunu öncelikle belirtmeliyiz ki, pragmatik dönemeç Allah (Tanrı)
-insan arasındaki diyalogun yapısının aydınlatılmasıyla açıklanabilir.
Bu yeni
yerde Allah(ya da Tanrı ) sorunu,
spekülatif değil de pragmatik bir sorun olarak ortaya çıkar. Allah’ın şahsiyeti,
tıpkı benimki gibi, O’nun konuşmasıyla, söz edimini gerçekleştirmesiyle varoluş
fiilinin kaynağı olur. Allah ve insan, nöbetleşe söylenen sözün
gerçekleştirdiği bu pragmatik aktivite boyunca, diyalogun şahısları olarak
ortaya çıkarlar. İletişimin hakim fonksiyonu çerçevesinde düzenlenen bir dil
teorisinin kurulması, karşımıza acil bir görev olarak çıkmaktadır. Bu teorinin
görevi de Tanrı ve insan arasındaki diyalogta kullanılan dilin mekanizmasını
aydınlatmak olmalıdır.
Tanrı probleminin,
“O’nu bilme” ve kanıtlamadan ibaret değil de, O’nunla diyalogun tasvirinden
ibaret olduğunu kabul edilmesi, ancak günlük hayatımızda başkalarıyla
kurduğumuz diyalog modeline göre açıklama yapmayı gerekli kılar. Böyle bir
açıklama bir Tanrı tasavvurunun mahiyetini de dikkate almayı gerektirir. Diğer
deyişle bu diyalogun mahiyetini açıklarken, bir Tanrı kavramından yola çıkmalıdır..
Şunu da
kabul etmek gerekir ki, diyalogdaki bu Tanrı tasavvuru, ne diskürif düşünceyle
ne de bilimsel yöntemlerle elde edilmiş değildir. O, kültürel bir aksiyomdur.
Bu nedenle onun evrenselliği sadece zihinsel yapıların, şimdi, şurada ve şu
şekilde dışavurumundan başka bir şey değildir. Tanrı-insan diyalogunu ancak dilin
söylemde aydınlatılmasıyla mümkündür. Dilin hem inter sübjektiviteyi, hem de
sübjektiviteyi söylemde düzenleyen ve onların temeli olan mekanizmayı belirlemekle
mümkün olur.
Tanrı’yla
insanın diyalojik ilişkisi, teorik bir problem değildir. Eğer o, tesadüfen
böyle bir problem gibi görülseydi bile, çözümü olmazdı. Bu ilişki, deyim
yerindeyse afektif bir zeminde kurulur. Bu nedenle duyusal katılmaya yabancı
hiçbir kritere göre değerlendirilemez.diyalojik ilişkinin teorik bir problem
olmamasının başka bir nedeni, bu ilişkinin formülleştirilmesinin imkansız
oluşudur. Süjenin kendisiyle ilişkinin mutlaklaştırıldığı kartezyanizmin
tersine, Tanrı ve insan bir muhatap
olarak ontolojik bir imtiyaza sahiptir. Örneğin Allah tabiattan çok insanı
muhatap alır. İnsan, bir muhatap olan Allah hakkında objektifliği kesin bir
bilgiye sahiptir. İnsanın tıpa tıp benzeri değil de insanı andıran bir var olan
Allah, imanla oluşturulmuş Başkası’dır. Tıpkı deneysel objelerin varlığı gibi
Allah’ın varlığını bana bildiren şey akıl değildir.
Burada
çok önemli bir ayırım yapmak gerekir. Tanrı’nın hipotetik olarak ya da gerçek olarak varlığını
kabul etmek başka şeydir, var olduğu takdirde zihnimle nasıl kavrayacağımı veya
dünyaya ilişkin tecrübelerimle nasıl uyuşturabileceğimi düşünmek başka şeydir.
Bize Tanrı’nın varlığı önce dille verilir, sonra O, hayatımızda ve tecrübe
dünyamızda bir yere yerleştirilir.
Tanrı’ya İlişkin Lengüistik
Kategori
Geleneksel
din felsefeleri bir iman objesi problemini aydınlatmaya çalışırken, O’nun bir
şahıs olmaktan çıkarır; O’nu bir akıl realitesine indirger. Filozof, düşünen
bir süje olarak iman objesini bütün
tanrıların katıldıkları bir tanrısal hakikati kurgular. Bu tutum bir tür zühttür
(ascetizm); çünkü gerçek amaçtan yüz çevirmektir. Geleneksel din felsefeleri bir
iman objesiyle örneğin Allah’la ya da Tanrı’yla insan arasındaki ben-sen
ilişkisini bir düalite, bir karşı kutupluluk çerçevesi içinde ele almaz; tam tersine,
seni genel benin içinde ya da beni genel senin içinde eritir. Oysa karşı
karşıya olan iki süjenin diyalojik ilişkisini koparmak, Allah’ı ya da Tanrı'yı,
karşısında afektif bir tavır takındığımız varlık olmaktan çıkarak, genel ve
soyut kavramlarla betimlemek, onları tecrübe etmek değildir.
Bu
konuda çağdaş felsefe farklı bir yön izler. Çağdaş felsefeye göre Allah’ı ya da
Tanrı’yı ve insanı bir söylemde karşı karşıya getiren şey, söz değişimidir. Allah
ya da Tanrı bir diyalogun keşfedilecek objesi değildir; sadece onlara hitap
edebiliriz. Onların sadece hitap objesi olmalarının kabulü bizim için, dünyaya
ilişkin bir söylemin nispeten etkisözel bir boyutu ile bir açıklama boyutu arasında
belli bir bağlantı olmasını garanti eder. Kuşkusuz bu bağlantı düşünülmelidir.
Bu korelasyonda kulun inandığı Varlığa samimi yönelişlerini ve inanılan bu
Varlığın insana sonsuz güvencesini buluruz.
Bu geçişli
ve karşılıklı ilişkiyle evren aydınlanır ve gene evren tanrısal anlamların
kavşağında bir düzene kavuşur.
Allah’la
ya da Tanrı’yla insan arasındaki ilişkinin gerçekleştiği yer, belli bir yerde
gerçekleşen insanlar arası ilişkiden farklı olarak, söylemdir, ancak bu söylem,
tabiatsız da değildir. Çünkü insan hem tabiî bir varlıktır, hem de tabiatta
yaşamaktadır. Tabiat bu ilişkinin kurulmasının aracıdır. Eğer bu aracı
olmasaydı, bu diyalojik ilişki, aynadaki bir ilişkinin belirsizliğinde kaybolup
giderdi.
Performativitenin Din
Diline Uygulanması
Dile bu
bakış açısının ilk uygulaması yaratmaya, kutsal kitaplardaki yaratmadan ve
dünyanın Yaratıcısı Tanrı’dan söz eden önermelere uygulanabilir. Edimsözel yöntemin
uygulama bununla sınırlı değildir. Kutsal kitaplardaki diğer ifadeler veya ifade
grupları ve hatta genel olarak din dili bu yöntemle ele alınabilir.
Şimdi
başta yaratma fiili olmak üzere din diline bu yöntemin nasıl uygulanacağını
görmeye çalışalım. Kutsal kitaplarda yaratmadan ve dünyanın yaratıcısı Tanrı’dan
söz eden dilin ayırt edici özelliği ima edici oluşudur. Oysa ima edici ifadeler,
edimsözel dilin bölümüdür. İma edici ifadelere şu örnekler verilebilir:
Örneğin, 1. “otoritenize itaat ediyorum” dediğimde, gelecekte bazı fiilleri
gerçekleştirmeye söz veririm; 2. İçten davranışınızdan dolayı size teşekkür
ediyorum dediğimde, örtük biçimde minnettarlığımı belirtirim; 3. “Şükürler
olsun!” dediğimde duygularımı ifade ederim. 4. “Hayatı bir oyun gibi görüyorum”
dediğimde, hayata karşı tutumumu ifade ederim.
Vahyin
dili bazı realiteler ilişkin bilgi veren, açıklayıcı bir dil değildir. Vahyin
dili performatiftir. Tanrı insanlara onların karşısında kendisini yükümlülük
altına sokan ve Kendi içindekini ifade eden bir olayda ve bir fiilde hitap
eder. Ve insanın Tanrı’ya hitap ederken kullandığı dil, aynı şekilde ima eden bir
dildir. İnsan Tanrı karşısında kendini yükümlülük altına sokar ve Tanrı’ya karşı
tutumunu ifade eder.
Burada
yine de metodolojik bir güçlük vardır. Din dilinin analizi gündelik dile göre
yapılmıştır. Gündelik dilin analizini Kutsal Kitab’ın diline uygulayabilir
miyiz? Buna Evans gibi analitik din filozofları olumlu cevap vermektedirler.[67]
Onlara göre din dilinin, gündelik dil analizi temel alınarak yapılması hiç de
çelişkili değildir. Analitik felsefeye göre gündelik dil, gerçekte tabiî
yerinde göz önüne getirilen dildir. Böylece hukuk dili hukuksal aktiviteler
bağlamında incelenmelidir. Aynı şekilde, dinde kullanılan ifadelerin
incelendiği bağlam da kutsal kitap dilidir. Bu nedenle Kutsal kitap dili basit
bir dil oyununa indirgenemez.
Analitikçilerden
bazıları din dilinde tek problemin anlam problemi olmadığını; bunun yanında
hakikat problemi olduğunu söylemektedirler. Onlar bu konuda şöyle
demektedirler: Tanrı’nın varoluşu
sorunu, Tanrı’nın bilinebilirliği sorunu
(Tanrı var mıdır? sorunu), Tanrı insan aklıyla bilinebilir mi sorunu gibi
sorunlar hakikat sorunlarıdır. Oysa bize göre kutsal kitaplarda böyle sorunlar
olamaz. Çünkü vahiy, Gönderen Tanrı’yla gönderilen insan arasındaki sözlü bir
bildirişim-iletişimdir. Bu Bildirişim-iletişimin gerçekleştiğini kabul etmek,
zaten vahyi gönderenin Tanrı olduğunu kabul etmektir. Vahiy gönderdiğine kesin
biçimde inanılan Tanrı’nın var olup
olmadığını sorun yapmak bu nedenle vahyin imkanını ortadan kaldırır ki, bu
durum bir savı kanıtsamadan başka bir şey değildir. Tanrı’nın varoluşu bir kültürel ve pedagojik bir
husustur. Tanrı’nın varoluşu, O, bir
aksiyom olmamasına rağmen, aksiyomatik bir kavramın varoluşuyla aynı statüye
sahiptir. Bunun anlamı şudur: Tanrı tasavvurunun içeriği kültür tarafından
doldurulur. Tanrı diskürsif söylem konusu olmadığı gibi, etkileri ve
belirtileri duyularla gözlemlenebilen tabiî bir fenomen de değildir. Hakikat
bir Platoncu kavramdır ve otantik dinin yaşanan bir realite olmaktan
uzaklaştırılarak metafizikleştirilmesine neden olan terimlerden biridir. Hakikî
sıfatının birçok sıfatta olduğu gibi isimleştirilmesi hem Müslüman dünyada hem
de Hristiyan dünyada dinin anlaşılmasında pek çok bulanıklığa neden olmuştur.
Örneğin
Kur’an açısından konuya bakarsak şunları söyleyebiliriz: Kur’an’da hakikat
kelimesinin kullanıldığını göremeyiz. Burada sadece hak sıfatının
çeşitli bağlamlarda kullanımı vardır. Kelimenin Allah’la ilgili kullanımında al-sabitu
rubiyyatuhu (Uluhiyeti sabit olan, Kuran X, 33); al-sabitu ilahiyyatuhu
(tanrılığı sabit olan), anlamları vardır. Kur’an, hak sıfatını;
yalan olan uydurma mabutlar olan batıl ilahlardan ayrır (, XXXIX, 29). Hak
aslında kelime Kur'ân-ı Kerîm'de batılın zıddıdır. Lebid’in meşhur “ Doğrusu
Allah’tan başka her şey batıldır” mısraında görüldüğü gibi İslam’dan önce
kelime bu anlamda kullanılır.[68]
Dinî semiyotik açısından konuşacak olursak,
dinî önermelerde Tanrı, problematizasyon
konusu değil; aksiyomatizasyon konusudur. Tanrı bu önermelerde ifade edilen
anlamları anlamak için belirlediğimiz son temeldir. O, bütün temellerin temeli
olmayan temelidir. Wittgenstein'ın diliyle söyleyecek olursak O, hakkında konuşulan
değil; gösterilendir. Tanrı’nın ne olduğunu belirlemeye çalışmak, O’nu kendi
dışında başka bir kategoriye indirgemek demektir. Bu ise temel kavramıyla
çelişiktir. Söylediğim bu nedenlerden dolayı Jean
Ladriere’in “Hakikat sorunlarının incelenmesi, anlam sorunlarının
incelenmesinden önce gelmelidir”[69]
şeklindeki görüşe katılmanın doğru olmadığını düşünüyorum.
Bize
göre bu önemli hususları belirttikten sonra edimsel din felsefesinin açıklamasına
kaldığımız yerden devam edebiliriz. Edimsel din felsefesi özellikle, kutsal
kitaplardaki yaratma olgusundan hareketle temellendirilmeye çalışılır; bunun dışında
yaratmayla dolaylı ilgisi olarak terimlerden de yararlanılır. Burada yaratma Tanrı’nın
imasına dayanarak aydınlatılır; dilin
kullanımları açısından şu üç farklı görünüşüyle ele alınır: Edimsel, anlatımsal
ve nedensel. Önce edimsel gücü inceleyelim.
Yaratma Kavramının
Edimsözel Görünüşü
Kutsal
kitaplarda yaratma insanın yaratılışına
benzer bir şekilde sunulmuştur. Tanrı kendine bağlı bir statüde, özel bir rolü
olacak şekilde ve pozitif bir değerle yaratmıştır. Tanrı insanı yaratmakla kendini
ona karşı yükümlülük altına sokmuştur. Tanrı insanla kendi arasında bir ahit
yapmıştır ve bu ahdi düzenlemede inisiyatifi kendisi almıştır. Bu ahitle
belirlenen Tanrı-insan ilişkisi, Rab-kul, Emreden-emredilen ilişkisi
şeklindedir. Tanrı’nın bir amacı vardır
ve insana bu amacını gerçekleştirme görevini vermiştir. İnsanın bir değeri
vardır. Ancak bu değer, insanın özünde biyo-psişik yapısında varolan bir değer
değildir; Tanrı’nın ona teveccühünün bir
sonucudur. Kutsal kitaplarda Tanrı’ya inanmak, O’nu Rab kabul etmek, insana bir
emanet veren, değer veren Varlık olarak görmektir. Fakat Tanrı insana merhamet edeceğine dair söz vermiştir.
Sonuç olarak Tanrı’nın sözü hem bir
karar, hem bir gerçeklik, hem de bir taahhüttür.
Şimdi
dünyanın yaratılışını göz önüne getirelim. Evrenin yaratılması Kutsal
kitaplarda söz aracılığıyla yaratma olarak sunulmuştur. Tıpkı insan gibi evren
de Tanrı’ya bağımlıdır. Tanrı yaratıklarından her birine bir rol ve özel
fonksiyon vermiştir. Tanrı onları iyi olarak görmüştür. Nihayet Tanrı kendini
yaratıklarına karşı taahhüt altına sokar; yarattığı varlığın düzenini
koruyacağına söz verir.
Sözün
yaratıcı gücü, aynı zamanda kararın, gerçekliğin ve taahhüdün gücü şeklinde
ortaya çıkar. Kutsal kitaplar açısından bakıldığında Tanrı’ya inanmak , yaratıcı
sözün bu farklı edimsel özelliklerini kabul etmektir. Yaratık Tanrı’yı kendi
yaratıcısı olarak tanır; kendi yaratık statüsünün ne olduğunu bilir; bunu da, Tanrı’ya
karşı davranışını ve Tanrı’ya verdiği sözü tuttuğunu anlatarak, kendini Tanrı karşısında
aktif rol oynayan biri gibi görerek yapar.Tanrı kadar insan da etkindir. Tanrı insanlara
şöyle der: “Sizlere kullarım olarak var olmanızı emrediyorum.” (Karar).
İnsanlar buna şöyle karşılık verirler: “Tanrım! Hizmetinizdeyim” (Davranış). Tanrı’nın
sözü: “Sizi tabiatta görevlim olarak
yarattım” (Karar). İnsanın cevabı: “Bize verdiğin görevleri yerine
getireceğiz.” (Taahhüt). Tanrı’nın sözü:
“Yaratıkların iyi olduğunu kabul ediyorum.” (Yargı kararı). İnsanın cevabı:
“yargınızı kabul ediyorum.” (Davranış) Tanrı’nın sözü: “Sizi her zaman sevmeyi vaat ediyorum.”
(Taahhüt). İnsanın cevabı: “Size güveniyorum.” (Bağlanma). Kutsal kitaplarda
örtük biçimde cereyan eden bu diyalog, onlarda Tanrı’nın fiilinin etki eden bir fiil olduğunu gösterir;
yaratmayı etkisel bir söylem gibi kabul eder.[70]
Toplu Tapınma Dilinin
Edimsözelliği
Toplu
tapınma fiilinde iman değişik yollarla ifade edilir. Bu yolları, pek çok
olmakla birlikte, üç kategori altında toplayabilir. Bunlar, sözlü ifade
biçimleri, bedensel ifade biçimleri ve sembolik ifade biçimleridir. Sözlü ifade
biçimi bazen bir ezgiyle bir arada olan dilin bir kullanımıdır. Bedensel ifade
anlamlı güç olarak bedenin belli bir davranış tarzıdır. Sembolik ifade ise,
yerler, giysiler, çeşitli tabiî nesneler gibi şeylerdir. Bu üç ifade biçimi
birbirini karşılıklı olarak destekler. Bu kültürel ifadelerin tam bir analizi
onların karşılıklı etkileşimlerinin karmaşık modalitelerinin açıklamasını
vermek zorundadır.[71]
Biz bu başlık altında sözlü tapınma dilindeki sadece ifadeleri ele almak istiyoruz.
Böylece dil analizinin imanın tapınmadaki ifadesine ne gibi katkıda bulunduğunu
bir ölçüde belirmemiz mümkün olur.
Tapınma Dili Nasıl İş Görür ?
Tapınma
dilinin nasıl etkin olduğu problemi, temel bir problemdir. Açıktır ki, bu dil
bilgi veren terimler şeklinde analiz edilemez: Bu dil, olayları anlatmaktan,
nesneleri tasvir etmekten, teorik hipotezleri formüle etmekten tecrübenin
sonuçlarını açıklamaktan, bilgisel içerikleri anlatmaktan ibaret değildir. Onun
ayırt edici özelliği, belli bir eylem biçimi olması, herhangi bir şeyi
gerçekleştirmesi, kısaca bir işlevselliğe sahip olmasıdır. Tapınma dili, sadece
toplu tapınmanın dışında olan bir fiilin sözlü yorumu değildir. Toplu tapınma
dilini incelemek için uygun teorik bir çerçeve, Austin’in çalışmalarının
ardından geliştirildiği şekliyle, pragmatik çerçevedir. Esasen burada Searle
tarafından dil edimleri teorisine dayanacağız.[72]
Dil edimleri teorisi, Austin’in performativite ve dilin edimsözel gücüyle
ilgili teorisinin geliştirilmiş biçimidir. Bu bağlamda konuyu şu soruyla daha
iyi formüle edebiliriz: Toplu tapınma dilinde işin içine giren cümlelerin ayırt
edici edimsözel gücü nedir? bu soruyu sorduğumuz anda hemen şunu fark ederiz:
Eğer en azından Searle’ün anladığı anlamda “edimsözel güç” kavramını göz önüne
getirirsek, bu soruya basit bir cevap veremeyiz.
Çünkü toplu tapınma dili çok karmaşıktır.
Böylece onda bir çağrı olan, bir ikrarı bildiren (“.....kabul ediyorum”), bir
isteği anlatan, bir övgüyü seslendiren, bir inancı ortaya koyan, bir isteği söyleyen,
bir emri duyuran cümleler vardır. Daha kesin bir analiz bu listeyi zenginleştirmeye
ve bu kategorilerde yeni ayırımlar yapmaya izin verir. Böylece toplu tapınma
dilinin edimsözel modalitelerinin az veya çok tam bir kategorileştirilmesini
elde ederiz. Bunu yapabilmek için, bu farklı edimsözel biçimlerin nasıl tek bir
dile ait olduklarını, toplu tapınma dilinin oluşturulmasına nasıl katkıda
bulunduklarını, kısaca toplu tapınma dilinin birliğini nasıl sağladıklarını
anlamak gerekir. Öyle görünüyor ki, toplu tapınma dilinin birliği ne
sözdizimsel, ne de semantik tipte birlik değil; fakat pragmatik türde
birliktir. Toplu tapınma dilin özgünlüğü, gerçekleştiricilik (opérativité)
modudur ve gerçekleştiricilik farklı bileşenleri birleştirir. Yukarıda ortaya
koyduğumuz sorunu bu defa performativite terimine daha genel bir anlam vererek
şu soruyla yeniden ele alabiliriz: Toplu tapınma dilinin ayırt edici edimsözelliği
nedir? Bu soruyu cevaplayabilmek için, toplu tapınma dilini oluşturan ve teker
teker ele alına cümleleri değil; fakat bizzat dili ve onun işleyişinin genel
ilkelerini dikkate almak gerekir. Performativite terimi, belirli edimsözel güç
anlamında değil; fakat “genel gerçekleştiricilik ilkesi” anlamında alınmalıdır.
Sadece bu ilkeden hareketle, hem toplu tapınma dilinde söz konusu olan özel
edimsözel fiillerin birbiriyle nasıl bütünleştiğini, hem de kendilerini bu dil
bağlamında etkileyen özgün modaliteleri anlayabiliriz. (Böylece istek
cümleleri, bazı istek fiillerini tehlikeye atmaz. Burada dualar söz konusudur.
Bir isteği dua yapan şeyi açıkça belirtmek gerekir). Toplu tapınma dilini bir
bütün olarak ya da cümlelerin belli bir fonksiyon icra ettiği bağlam olarak
kavramalıdır; söz konusu cümlelerinin analizlerinin ilk aşaması özgün edimsözel
güçleri aydınlatmaya izin verir.[73]
Kurum Olarak
Toplu tapınma Dili
Toplu
tapınma dili özellikle “biz”i ve “sen”i kullanır. “Biz”deki çoğul biçimi,
konuşanların çok kişi olduklarını, fakat tek bir konuşucularmış gibi kolektif
bir biçimde davrandıklarını gösterir. İnananlar topluluğu söz edimlerini
üstlenir. Diğer taraftan “sen” (yani Tanrı
) tapınanlar topuluğun karşısında fizik
olarak mevcut biri değildir. Toplu tapınma dili Tanrı’ya hitap eder. Tanrı, dil düzeylerinde “sen”in yer aldığı bağlam
sayesinde ortaya çıkar. Böylece “Ya Rabbi!” teriminin kullanılmasıyla, inanan
için Tanrı’nın ortaya çıktığı sözün, toplu tapınma dili tarafından
gerçekleştirilen tekrar sayesinde Tanrı, insanın karşısındaki “Sen” olur.
Toplu
tapınma dili, “istemek” “dua etmek” “minnettar olmak” gibi bazı karakteristik edimsözel
fiilleri kullanır. Bu fiiller genellikle zımnen ifade edilmişlerdir: Emir
kipinde formüle edilen ifadeler, ifade edilmeyen bir performatifi işin içine
dahil ederler. “Ya Rabbi! Bizi duy.” Şu tarzda açıklanmalıdır: “Ya Rabbi! Bizi
duyman için sana yalvarıyoruz.” Oysa bu tür fiiller, güvenme, saygı,
minnettarlık, itaat, tövbekarlık vs. gibi belli tutumları varsayan edimsözel
fiilleri ifade ederler. Bu fiiller, cümlenin telaffuz edilmesinden dolayı uygun
fiilin gerçekleştiği anda kullanılır. Edimsözel fiil, telaffuz edilmesiyle ortaya
çıkacak tutumun bir tasviri değildir; bu fiilin fonksiyonu bu tutumun var
oluşuna işaret etmek de olamaz; o, adeta bu tutumun kendisidir. Edimsözel fiil,
kendini dile getirmeyi destekleyen edimsözel fiilden dolayı gerçekten tutumu
ortaya çıkartır.
Bu
birkaç açıklama toplu tapınma dilinin nasıl bir endüktör olduğunu anlamaya izin
verir. “Biz” aracılığıyla tapınan topluluğun üyeleri bazı edimsözel fiilleri
üstlenirler ve adeta bu fiillerin varsaydığı tutumlara sahiptirler. Diğer
taraftan tapınan topluluk “sen” şeklindeki şahıs zamirini kullanarak, toplu
tapınmanın yeniden ele aldığı ve “Ya Rabbi!” gibi yakarma terimlerinin işaret
ettiği metinlerde kendilerine Konuşan’ı muhatap olarak alırlar. Tutumlar bu
terimlere anlamlarını vermeye yardım eder. Ters yönde bu terimler, kendi
yananlamlarıyla tutumların muhtevasını özgünleştirirler. Oysa tutumlar, sistem
oluştururlar, birbirini güçlendirirler. Toplu tapınma dilinin fonksiyonu, konuşanların
duyusallığında yansıması olan bazı özgün fiillerin gerçekleştirilmesidir.
“duyusallık” burada temel anlamıyla alınmıştır. Duyusallıkta ne coşku, ne de
duygu söz konusu değildir; fakat bunların da kaynağı olan realiteyle çeşitli
tezahürleri içinde uyuşmamıza izin veren kurucu alırlık söz konusudur. Toplu
tapınma dili bizi Tanrı’dan gelen, yani kutsal metinlerin okunmasıyla haber
verilen realiteyle karşı karşıya getirir. Toplu tapınmadaki bütün sözler,
ruhu önerdikleri ve gerçekleştirdikleri
şeyi dinlemeye hazırlarlar.[74]
Şunu diyebiliriz ki, ilk anda sadece henüz belli bir biçim almamış ve farklılaşmamış
olan şey, toplu tapınma sırasında söylene sözlerden dolayı yavaş yavaş belirli
ve somut bir biçim alır ve ruhla mister arasında bir uyuşma hali olur.
“Biz”in rolü üzerinde söylenen şey toplu tapınma dilinin
hangi anlamda kurum olduğunu gösterir. Bu dilin üstünlüğü insanları inandıkları
Tanrı’yı murakabe etmelerini sağlamanın yanında, aynı araçlar, yani kutsal
metinler sayesinde bir topluluk
oluşturmalarıdır. Toplu tapınmaya katılardan her biri “biz” diyerek, aynı anda, aynı sözler sayesinde,
başkaları tarafından gerçekleştirilen fiilleri üstlenir. Bu fiillerin kesin
kurallara göre yapıldığı görmüştük; onların özgün nitelikleri vardır ve onlar
şu veya bu konuşunun isteğine bağlı değillerdir. Herkes bu fiilleri üstlenerek,
âdeta söz fiilleri tarafından belirlenen objektif bir mekanda birbirleriyle
karşılaşırlar. Bu karşılaşmada topluluk oluşur. Burada bir tümevarım etkisinden
söz edebiliriz. Dil, kendinden önce ve kendi dışında oluşturulan bir topluluğun
ifadesi değildir. O, böyle bir topluluğun tasviri de değildir. Dil, topluluğun
oluşturulma yeri ve aracıdır. Dil toplu tapınmaya katılanların hepsine, aynı
fiilleri üstlenme imkanı verir.
Fakat bu tespitten daha ileri gitmek gerekir. Edimsözel
fiillerin yanında onların dayandıkları
ve çok iyi belirlenmiş önermesel fiilleri uygun hale getirdikleri
içerikler de vardır. Toplu tapına dili sadece istek ya da kabul etme dili
değildir. O, örneğin “kudretini göster!” gibi çok iyi belirlenmiş şeyleri
ister; “bize imanı nasip ettiğin için sana şükürler olsun!” gibi iyiliklerden
dolayı minnettarlığı içerir. Böylece toplu tapınma dili, belli bir realiteyi
verir. Oysa bu realite, dinî topluluğu oluşturan, toplu tapınmada ve toplu
tapınmayla etkili olur.[75]
Çünkü toplu tapınmada sözleri telaffuz eden, bu sözlerden kendisinin
tutkunluğu, birliği ve niteliğiyle ilgili veriler çıkaran topluluk çok daha
geniş bir topluluğun hücresidir.
İmanın İfadesi, Değişmezlik
ve Anlam Durumu
Şunu
görmek önemlidir: “İnanmak” fiilinin iki temel kuruluşu vardır; bu iki kuruluş
birbirine indirgenemez; bu husus artık kesinlikle ortaya konmuştur. “İnanmak”
fiilinin gündelik dildeki kullanımı (türemiş şekliyle... e inanıyorum
= je le crois), dinî anlamda kullanımı (türemiş şekliyle... e inanıyorum = je
crois en) bir ve aynı şey değildir. J. L. Mackie gibi bir yazar, sistematik
teoloji alanında, aksiyom kesinliğine kadar gitmeden, bu alanı tümdengelimli
bir sistem gibi görmeye çalışır.[76]
Fakat daha önceden A. Tarski, gönderme (référence)[77],
hakikat ve tatmin edilebilirlik (satisfiabilité) kavramlarını mantıksal olarak
belirginleştirebileceğimizi göstermişti. O zaman açıktır ki, din dilinin
sözdizimsel uygunluğunu, bizzat dilin iç normlarına bağlı kalarak, Kutsal Metni
ve Geleneği ölçü alarak değerlendirmekle yetinemeyiz. Artık dogmatik teolojinin
aksiyomları ve yaşayan din dilinin ilkeleri arasındaki sistematik tutarlılığı
incelemek yeterli değildir. Hem zaten, “Tanrı, tarihin içindedir ve bununla
birlikte, O’nda değişme yoktur” gibi önermelerde ortaya çıkan görünüşteki
çelişki, sonradan anlambilimsel tipte bir araştırmanın kaçınılmaz olduğunu
gösterir. Uygun olmayan referans konularını reddederek, “Tanrı” veya Tanrı’ya
uygulanan “değişme konusu olma” — veya “yetkin” gibi terimlerin uygun kullanımları
konusunda karar vermek gerekir. Sistematik teolojinin sözdizimsel yapısında
ortaya çıkan tuhaflıkları yok etmenin tek vasıtası budur.[78]
Aynı zamanda Tanrı hakkında, (O’nun var olduğu ve nasıl olduğu gibi) bir şeylerin
tasasını taşıyan teolojik önermelerin göndergesel kaynağını aydınlatmak
gerekir.
İmanın
ifadesinin tarihselliği problemi gerçek bir problemdir. Çünkü kaçınılmaz olarak
şu iki durumun belirlediği bir durum karşısındayız: Bir defa iman bir dilde
ifade edilir; daha doğrusu çeşitli dillerde anlatılır. Bunlar, Kutsal Kitab’ın
dili, tapına dili, dogmatik tanımların dili, teolojinin dili vs.dir. Dil hem
iletişim aracı olarak hem de imanın objektif yönünü oluşturan bir içeriği nüfuz
edilebilir kıldığı için, kaçınılmazdır. İman, birbirine ayrılmaz şekilde bağlı
iki boyutu sübjektif boyutu ve objektif boyutu içerir. Sübjektif boyuta göre
iman bir tasvip ve bir tecrübedir. Fakat tecrübe olarak tasvibin dayandığı ve
imanın objektif boyutunu oluşturan realitenin hayatımıza karışmasıdır. Diğer
taraftan sadece tecrübe olarak insan
hayatında bir yükselmeyi gerçekleştiren ve inandığımız realite, dilde görünür.
Diğer taraftan dil, kımıldayıp duran,
farklılaşan, sürekli bir değişim sürecine maruz kalan ve aynı zamanda her biri
indirgenemez orijinalliğe sahip belirli tarihsel topluluklara bağlı çeşitli
diyalektlere bölünmüş bir realitedir.
Bu
şartlarda şunu kabul edebilir miyiz? İmanın ifadesi, değişikliğe neden olan
tekamül ve bölünme fenomeni tarafından kaçınılmaz olarak etkilenmiştir.
İnananlar topluluğu tarafından hermenötik durumda kabul edildiği şekliyle iman
tecrübesinin içeriği o zaman aşılmaz bir görecilik tarafından belirlenmiş olmaz
mı? Eğer dil dağılmaya ve bozulmaya boyun eğerse, yine de imanın günümüzdeki tecrübelerin,
bağlanmak istediği aslî tecrübelerle uygunluğunu nasıl açıklayabiliriz? Ne
kadar samimi olursa olsun, sadık kalma isteği
ve ifadenin tarihsel göreceliği arasında ortadan kaldırılamaz bir
gerilim yok mudur? Daha açık konuşmak gerekirse, iman kaçınılmaz olarak ifade
biçimine bağlı değil midir? Ve o zaman iman kontrol edemediği ifade biçimi
tarafından yönetilmez mi?
Özetle
problem, imanın ifadesinde, imanın değişmezi gibi kabul edilecek herhangi bir
şeyin bulunup bulunmadığını ve buna paralel olarak göreceliğin sınırlarının ne
olduğunu ve tarihin ifadeyi hangi anlamda etkilediğini bilmektir. Özellikle
analitik görünüşleri içinde düşünülen dil felsefesi planında olduğu kadar
lengüistik planda, dile ilişkin günümüz araştırmaları bu tür sorunların aydınlatılmasına
ne tür katkıda bulunabilir? Bu bağlamda bilinmesi gereken, budur.
Burada
ilk önce şunu belirtmek gerekir: Dil konusundaki araştırmalar henüz başlangıç
halindedir. Bu nedenle sadece öncelikli metodolojik problemleri belli bir
kesinlikle ortaya koyabiliriz. En basit yapılar düzeyinde, gerçekten tatmin
edici çözümlerini bulamadığımız, çok karmaşık problemlerle karşı karşıya
bulunmaktayız. Şunu umuyoruz ki, ya da en azından bazı okullar umuyor ki,
gerçek bir gün dilbilim, bir kesinleşmiş bir model üzerine kurulacaktır. Fakat
şimdilik soyut modellerin keşfi ve gerçek lengüistik arasında pek az ilişkin
olduğunu kabul etmemiz gerekir. Bu durum, dili incelemesi alanında, başlıca
problemin, teori ve somut realite arasındaki problemin çözülmekten uzak olduğu
anlamına gelir. Belki de bu problemin gerçek ve etkin biçimde henüz ortaya
konamadığını söylemek gerekir. Oysa burada karşılaştığımız problem son derece
karmaşıktır. Önce semantiği, son derece türemiş bir özellik taşıyan bir dil söz
konusudur. Bu dil, sembollerden,
metaforlardan ve analojilerden yararlanır.; sonuç olarak bu dilin taşıdığı
anlamlar, kesin olarak öncelikli kesin anlamlar olmayan; fakat mahiyeti
anlaşılmaktan uzak değişim işlemlerini içeren karmaşık bir süreç temelinde iş
görürler. Çok uzun tarihsel bir sürece bağlı bir değişmezlik sorununu böylece
ortaya koyduk. Böyle bir sürece hakim olmamıza izin veren teorik araç
kullanılabilir olmaktan uzaktır. Bu şartlarda sadece, az veya çok yetersiz
yaklaştırımlarla yetinebiliriz. Ve bu yaklaştırımların rolü, problemimizi ele
almanın nedeni olan dini iyi kötü kavramamıza yardımcı olmalarıdır.[79]
Din Felsefesi ve Fenomenoloji
Fenomenolojik yöntem,
nesnelerin iç özüne doğru yönelmek için, fenomenal dünyadan vazgeçen bir
tutumun ifadesidir. Dünyaya tabiî yaklaşımın bu tersine çevrilmesinde, özün bu
iç sezgisinde, mistik ve zühttekine
benzer bir öge vardır ve bu tersine çevrilme, durağan bir metafiziğin
ifadesidir; bir bilgi fiili yardımıyla, sonsuza dek sabit olanla birleşme
isteğinin dışa vurumudur. Öz kavramıyla norm kavramının özdeşleştirilmesi,
zihinsel bir durumu gerektirir; bu zihinsel durumda kapalı ve bir eleştirinin
sarsmadığı bir dünya görüşü egemendir. Hayatın manevî biçimleri, ilk
verildikleri şekilleriyle, böylece, ezelî özün dolaysız örnekleri olabilir.
Epistemoloji alanında fenomenolojik yöntem, böyle kültürel bir durumun gerçek ifadesidir. Fakat gelenekten
aldığımız anlamlar evreninin birliği ve dolaysız kesinliği, tarihsel bir
kaderle ilişkisini keser kesmez; ezelî özle değil de, değişen fenomenlerle
ilgilenir ilgilenmez, fenomenoloji en derin
anlamını kaybeder. O, bu durumda sadece var oluş probleminin hakkını verebilir
ve son derece eleştirel ve biçimsel bir tutuma sürekli karşı çıkmanın anlamını
koruyabilir.
Fakat, bu avantajlarına rağmen, fenomonolojiye, metot düzeyinde ve
ilkeler düzeyinde, önemli itirazlar yapılmıştır. Bu itirazların odak noktası, öz/varoluş
ilişkisidir. Fenomenolojik realizm için öz, birliğe, ortaklığa
(convergence) bağlıdır; bu birlik ve ortaklık ise, arızîdir ve bir bireydeki
farklı özlerden bağımsızdır. Bireyin, katıldığı öz konusunda, var oluşu dışında
hiçbir üstünlüğü yoktur. Fenomenolojide bireyin iç sonsuzluğu ve ezelî anlamı
ortadan kalkar. Bu sonuç, özellikle tarih için mukadderdir. Gerçekte
fenomenoloji, tarihsel olayın biricik ve yaratıcı
karakterini kavramak için hiçbir vasıtaya sahip değildir. Din felsefesini örnek
alacak olursak, fenomonolojik yöntem, her deneysel din karşısında, hem aşkın,
hem de içerik ile dolu bir özün bulunduğunu göstermek zorundadır. Bu özün, ya
belirli bir dinin genel çizgilerine sahip olması (yöntemin somut
kullanımlarında ortaya çıktığı gibi), ya da yeni bir dinî ideal teşkil etmesi
gerekecektir. Birinci durumda kabûl edilemez bir gelenekçilik doğacaktır; bu
gelenekçilik de, tabiatüstü yönteme çok yaklaşır. İkinci durumda, sadece, metot
bilimi değil de; peygamberce ve dinî bir sezgi söz konusu olduğunda, yaratıcı
bir akılcılıktan kaçınabiliriz.
Yine de öz ve kural kavramlarını özdeşleştirmek
söz konusu değildir. Öz kavramı, sadece biçimsel bir özelliği koruduğu zaman,
tarihin içeriği ile dolu olabilir ve tarihten hareketle, bilinçli biçimde
yaratılan ve geleneklerin tarihsel bir serisinin işaretlerini tam olarak
taşıyan bir kavramla özün ilişkisi, gene o zaman kurulabilir. Fenomenoloji şu
alternatifi yerine getirir: O, ya her hususî fenomende özün sezgisine sahip
olmak için, bireysel ve tarihsel bir gerçekliği, özün önemsiz bir tezahürü
olarak açıklar, ya da hususî bir fenomeni, öz sezgisinin malzemesi olarak kullanmayı
onaylar. Fakat o zaman bu onaylama fenomenolojik olamaz. Öz bir fenomene, bir
matematik üçgenin gerçek üçgene bağlandığı gibi bağlandığı zaman, yani fenomen sadece
somut bir aydınlatma olduğu zaman, fenomenoloji haklıdır.
Fakat tarih konusunda fenomenoloji haksızdır.
Fenomenoloji
bütün betimsel olma iddiasına rağmen bir realojidir yani realite üzerine
spekülasyondur ve elli yıl önce ölmüştür.. Her ölüme gösterilen
reaksiyonda çoğunlukla söz konusu fenomeni yeniden doğmaya zorlayan ve kendi
köklerine dönüşle tezahür eden bir yeniden canlanma hareketi vardır.
fenomenoloji, bilimlerin krizini olduğu bir çağda doğdu; o, bu krize cevap
olarak başka bir yöntem önermez; fakat daha çok, bilgilerimizin açıklığıyla ve
bilgi edinme biçimimizle ilgilenir.
Husserl’in temel şu iki varsayıma yöneltilen
eleştiriden kurtulamaz:
a) Bilinç bir iç deneyim değildir.
b) Özün sezgisi yoktur. “Tümelleri
görebiliriz” şeklindeki Husserl’in varsayımı kanıtlanamaz ve bir anlamda hayali
düşüncedir. Bu ikinci nokta en önemlisidir. Çünkü sadece Husserl’i değil; her fenomenolojiyi
ilgilendirir. Fenomenolojinin özünde, mental bir gözle özleri ve onların
karşılıklı ilişkilerini görebileceğimiz iddiası vardır. Oysa Wittgenstein
göstermiştir ki, bu tür mental gözümüz yoktur ve böyle bir gözümüz olsaydı,
iletişim girişimi olarak felsefede kullanılamazdı. Wittgenstein’ın bu kanıtlaması
çok basittir ve aynı zamanda tümüyle yıkıcıdır. Bir mental göze ilişkin örtük
ya da açık varsayım, Platon’dan beri geleneksel felsefenin tümünde ortaktır. Öz
sezgisi doktriniyle birlikte Husserl, sadece bu varsayıma teorik bir temel sağladı.
Husserl’in sezgi teorisi reddedilince,
bundan nasibini sadece fenomenoloji değil; artık sona gelmiş olan uzun felsefî
gelenek de alır. Bu durumda bazılarının korktuğu, bazılarının umduğu gibi,
felsefe son bulmaz; fakat yeni bir felsefe dönemi başlar. Descartes’tan
Husserl’e felsefe şu metodolojik ilkeyi izlemiştir: Sadece açıkça
görebildiğiniz şeyi öne sürünüz. Eski ve yeni felsefe arasındaki fark, kelimeler
ve şeyler arasındaki fark
değildir; fakat daha çok, her şeyi saf, izole bir sübjektiflik açısından inceleyebiliriz şeklindeki varsayım ile intersübjektif iletişim anlamamızın otantik
ve orijinal ortamı olduğundan her şeyi intersübjektif açıdan incelemeliyiz
şeklindeki varsayım arasındaki farktır.[80]
Bütün bu eleştiriler din felsefesini de
ilgilendirir. O nedenle fenomenolojik bir din felsefesi bütün bu zaafları
içermek zorundadır.
[1] Greisch, Jean, Paul Ricœur: L'itinérance du sens, Million, Grenoble, 2001, p. 402. Henri Duméry, bu
terimi ilk defa Hegel’in kullandığını söyler (Din Felsefesi Yazıları I,
derleyen ve çeviren, Zeki Özcan, Alfa
Yayınları, İstanbul, ) 2001, s. 105.
Oysa C. Taliaferro’ya göre İngilizcede “din felsefesi” terimini defa
XVII. Yüzyılda Ralph
Cudworth kullanmıştır. Bu konuda bkz. (C. Taliaferro, Evidence and Faith:
Philosophy of Religion Since the Seventeenth Century, Cambridge: Cambridge
University Press, 2005.
[2] Greisch, Buisson ardent…, p. 32.
[3] Frank, M. A. D., Dictionnaire des sciences
philosophiques V, 1873, p. 391.
[4] Greisch,
Buisson, p.
49.
[5] Grosos, Philippe, Système
et subjectivité, Vrin, Paris,
1996, p. 176.
[6] Greisch, “Phénoménologie de la religion
et sciences religieuses” dans Approches scientifiques des phénomènes
religieux, Beauchesne, Paris, 1997, p.
[7] Vancourt, Raymond, La pensée
religieuse de Hegel, PUF,
Paris, 1971, 33.
[8] Hegel, Philosophie de la religion T. I,
Paris, 1876, p. 62.
[9] Greisch, Phénoménologie de la religion,
p. 199.
[10] Seye, Boucounta, Hegel croyant et penseur de la
religion, Paris, 2008, p. 46.
[11] Duméry, Henri, “Bir Din Felsefesi Mümkün
müdür?”, Din Felsefesi Yazıları I,
içinde, Alfa Yayınları, İstanbul, 2001, p. “106.
[12] Vieillard-Baron, Jean-Louis, “La
condition de possibilité d’une philosophie de la religion”, dans Introduction
a la philosophie de la religion, Édité par Francis, Cerf, Paris, 1989,
p.9.
[13] Ibid., p. 12.
[14] Smith, Jonathan Z., « Religion, Religions,
Religious », dans Critical Terms for Religious Studies (ed. Mark C. Taylor), Chicago,
1998, pp. 281-282.
[15] Müller Max, Essais sur l’histoire de la
religion, Paris, 1872, p. 34.
[16] Dubisson, Daniel, L’Occident et la religion,
Complexe, Bruxelles, 1998, p. 34.
[17] Kolakowsk, Leszek, Philosophie de la religion,
traduit de l’Anglais, Jean-Paul Landais, Fayard, Paris, 1989, p. 11.
[18] Loc.cit.
[19] Marco, Olivetti, “Implication
sociologiques des approches
contemporaines en philosophie de la religion”, dans Penseé la religion, Présentation
de Jean Greisch, Beauchesne, Paris, 1991, p. 165.
[20] Schelling, Leçons inédites sur la
philosophie de la mythologie, Jérôme
Millon, Grenoble, 1997, p. 108.
[21] Duméry, Henry, “Bir Din Felsefesi
Mümkün müdür?” Din Felsefesi Yazıları I,
içinde, Alfa Yayınları, İstanbul, 2001, s. 106.
[22] Taliaferro,
Charles, “Philosophie analytique de la religion”, traduit de lAnglais, Alexis
Masson, Revue
internationale de philosophie, 57, p. 223-226.
[23] Zac, Sylvia, La philosophie religieuse de
Hermann Cohen, J. Vrin, Paris, 1984, p. 31.
[24] Lasson, Cours de la philosophie de la
religion, Sämtliche Werke, Leipzig, 1930, p. 50.
[25] Jacques, Francis, “Transformation de la
philosophie de la religion”, dans Contemporary Philosophy Volume 10: Philosophy of Religion, edited, by
Guttorm Floistad
, New York : Springer, 2010, p. 35.
[26] Alain, Éléments de philosophie, Gallimard, 1941, p. 248-250.
[27] Duméry Henry, Philosophie de
la religion, T. I, P. U. F. Paris, 1957, p. 2.
[28] Duméry, Henry, Philosophie de la religion, T.I, p. 1.
[29] Duméry, Philosophie de la religion I, p.
3.
[30] Greisch, “Phénoménologie de la religion”,
p. 199.
[31] Kant, Critique de la raison pure,
XXX.
[32] Platon, République, 379a
Platon’dan ve Aristoteles'ten günümüze kadar teoloji ve teolojyen kavramlarının
tarihsel evrimi konusunda bkz. Dictionnaire critique
de la théologie , sous la direction de J.-Y. Lacoste, 3e édition revue et augmentée,
PUF, Paris, 2007, pp. 1140-1146.
[33] Aristote, Métaphysique, livre A, ch.3, 983 b
29 ve livre B, ch.4, 1000 a 9.
[34] Greisch, Buisson…, p. 27.
[35] Léon Robin, La pensée grecque, Renaissance du Livre, Paris, 1923, p. 167.
[36] Bu konuda bkz. Platon Euthyphron,
2 b.
[37] Vlastos, Gregory, Socrate, ironie et philosophie,
trad. Cathrine Dalimier, Aubier, Paris, 1994, pp. 219-248.
[38] Heraclite, Fragments, 93.
[39] Greisch, Buisson…, p. 28.
[40] Loc. Cit.
[41] Greisch, Buisson…p. 29.
[42] Lucrèce, De la nature, traduction, introduction et notes, par H.
Clouard, Garnier-Flammarion, Paris, 1969, V, v, 1222-1230.
[43] Bu konuda bkz. Bernard Seve, La
question philosophique de l’existence de Dieu, PUF, Paris, 1994.
[44] Marion, Jean-Luc, L’idole et la distance,
Livre de Poche, Paris, 1991.
[45] Kant, Critique de la raison pure,
dialectique transcendantale, Livre II, chapitre 3, 7e section.
[46] Levinas, Emmanuel, De Dieu qui vient à l’idée,
Vrin Paris, 1982.
[47] Heidegger, “Identité et différence”,
Gallimard, Paris, 1990, p. 290.
[48] Greisch, Jean, Wittgenstein’da Din Felsefesi, Çev.
Zeki Özcan, Asa Kitabevi: 13, Erkam Matbaacılık, İstanbul, 1999, p. 22.
[49] Vieillard-Baron, J. L., “Philosophie et
religion”, dans Encyclopédie de la philosophie universelle, Vol. 4, PUF, Paris,
1998, p. 46.
[50] Duméry,
Henry, Critique et religion, Sedes, Paris, 1957, p. 8.
[51] Tosel, A, Kant révolutionnaire,
PUF, Paris, 1990
[52] Harald, Höffding, Philosophie de la religion, IIe édition, traducteur
J. Schlegel, Paris, 1909, p. 1
[53] Viellard-Baron
Jean-Louis, “ La philosophie et la religion”, dans Encyclopédie philosophique
universelle, vol.
IV : Le discours philosophique, sous la direction d’André Jacob, P.U.F., Paris,
1998, p. 2464.
[54] Critique,
p. 29.
* Yazılı ya da sözlü
bir sözcede göstericiler sözcelemenin özel durumunu belirleyen kelimeler
ya da ifadelerdir. Bir göstericinin göndereni sadece iletişime giren muhataplarla ilişkisine bağlı olarak tanımlanabilir. Göstericiler, birinci tekil
ve çoğul şahıs ve iyelik zamirleri (ben, sen, biz, siz; benim, senin bizim
sizin vs.), işaret sıfatları (bu, şu, işte vs.) yer ve zaman zarflarıdır (burada,
şurada, bugün, yarın, dün, iki gün içinde, bu sabah).
* Kumari, Nepal’de
yaşayan ve kutsal olduğuna inanılan genç kızdır. Bu Tanrıça Shiva’nın karısı
olan Parvati’nin temsilcisidir; XVIII. Yüzyılda yapılmış sarayında yaşar; zaman
zaman ayin sırasında tapınağın balkonundan
halka görünür (Z.Ö).
** Kami, ölenlerin ruhlarını öte dünyaya
götüren Tanrı (Z.Ö).
[55] Vergot, Antoine, “Le regard
psychologiques sur les faits religieux”, dans Approches scientifiques des faits
religieux, sous la direction de Jean Joncheray, Beauchesne, Paris,
1997, p. 178.
[56] Ibid., p. 179.
[57] Kültürlerarası Din Felsefesi konusunda
bkz. Arvind Sharma The
Philosophy of Religion and Advaita Vedanta: A Comparative Study in Religion and
Reason (1995).
[58] Bu teori için bkz. W.V.O, Quine, Le
mot et la chose,
[59] Brito Emílio, Dieu et
l'être d'après Thomas d'Aquin et Hegel, Presses universitaires de
France, Paris, 1991.
[60] Duméry, Critique et religion, Problèmes
de méthode en philosophie de la religion, Société d’édition et
d’enseignement Supérieur, Paris, 1957, p. 12.
[61]
Grand Larousse encyclopédique en dix volumes: Ram-Stre, Librairie Larousse, 1964.
[62] Bu konuda bkz. Bernard Faure’un Le bouddhisme, Le Cavalier bleu, Paris, 2004, adlı kitabının “Bouddhisme n’est pas une religion, mais une philosophie”
(Budizm Bir Din Değildir, Fakat Bir Felsefedir” başlıklı bölümünün, 35-67.
Sayfaları. Budizm’in din olmadığına ilişkin daha pek çok çalışma vardır.
[63] Putnam, Hilary,
“Signification de la signification” , dans Le langage, traduit par Pascal Ludwig ,
Garnier Flammarion, Paris, 1997,, p. 78.
[64] Jacques, Pierre, “Prolégomènes à une
définition sémiotique de la religion” dans Religiologiques, 19, (printemps 1999, p. 231.
[65] Jacques, Francis, p. 42.
[66] Mill, J. S., Système de logique et inductive,
1843, édition électronique, p. 38.
[67] Ladrière, p. 98.
[68] İslam Ansiklopedisi, Hakk
maddesi.
[69] Ladrière I, p. 99.
[70] Ibid., p. 116.117.
[71] Ladrière II, p. 55.
[72] Bu konuda kullandığımız kaynak, Searle,
John, R., Actes de langage, Hermann, Paris, 1996 baskısıdır.
[73] Ladrière II, p. 56.
[74] A.g.e., p.60
[75] A.g.e., p. 61.
[76] J. L. Mackie, “Evil and
Omnipotence”, Mind, vol. LXIV, 1955.
[77] Şimdiki bağlamda sözün bir dildışı
(extra-linguistique) hakikate uygun olma gücüne gönderme diyeceğiz.
Söylem obje olarak anlaşılmaktan çok, kendi olmayan şeyle ilgili olduğundan,
aracılık değeri taşır.
[78] Kşz. I. Crombie, in New
Essays, Op. Cit.
[79] Ladriere II, p. 85-87.
[80] Bouveresse, Jacques, Le mythe de l’intériorité, Les Editions du Minuit, Pari,
1987, p. 25.
👍
YanıtlaSilTebrikler kıymetli hocam
YanıtlaSilHer üç monoteizm için geçerli tek bir din felsefesi olamaz.
YanıtlaSilÇevirinin imkansızlığı...
Vahiy dilinin performatifliği...
Unutulması mümkün olmayacak Önemli tezler sayın hocam
Önemli tezler