İNSANİ OLGULAR BİYOLOJİK OLGULAR GİBİ GÖRÜLEMEZ
V. İNSAN VE TOPLUM BİLİMLERİNDE DOĞALLAŞTIRMA
İnsan ve toplum bilimleri, günümüzde doğallaştırma (naturalisation) denen bir akımın etkisi altında-dır. Bu akımın etkisiyle artık doğal süreçlerle ya da yapılarla açıklanmayan insani bir alan hemen hemen yok gibidir.
Her ne kadar Boudon bu durumu moda diye nitelese de Ruwen Ogien’in dediği gibi
Tek bir hafta geçmiyor ki, bilim adamı ya da filozof, herhangi bir şeyi doğallaştırmayı önermesin.
Doğallaştırmanın tek ideali vardır: İnsani fenomenleri doğal fenomenler arasına yerleştirmek; psişik, sosyal ya da kültürel hayatımızın şu ya da bu görünüşünün doğal temellerini araştırmak. Doğallaştırmayı savunanlar ontolojiyi, amaçlılığı, anlamı, özgürlüğü* empatiyi*, inançları, kültürü, ekonomiyi, hukuku, epistemolojiyi, etiği ya da genel olarak normatif zekâyı; kıskançlık ya da kin gibi sözde tutkuları; etik, estetik ve kognitif normlarımızı doğallaştırmaya çalışırlar. Onlara göre bilimsel ya da etik normlarımız türlerin tarihi boyunca gelişen doğal ayıklamanın doğal sonuçlarıdır. Bu normların başarılarını açıklayan şey, onların hakikî ya da akli oluşları değildir, fakat fizik ya da sosyal çevremizde hayatta kalmayı sağ-layan değer taşımalarıdır. Kuşkusuz doğallaştıran önermeler, doğallaştırmayı dışlayan önermelere kar-şıttır.
Biz bu satırlarda insan ve toplum bilimlerine egemen olmaya çalışan bu eğilim hakkında genel bil-giler sunacağız. Açıklamalarımızın sonunda onun bir eleştirisini yapacağız.
Sözlerimizin başında temel bir konuyu vurgulayalım: Doğallaştırma, aşağıda göreceğimiz gibi, doğal olmayanı bazen eleyici, bazen de indirgeyicidir. İster indirgeyici, isterse eleyici olsun, bütün doğallaş-tırmalar gerçekte doğalcı bir monizmdir; doğal olmayan kavramlara açıklama gücü tanımaz; bilimsel fenomenlerin, son tahlilde doğal fenomenler olduklarını söyler; insan eylemlerinin ancak doğa bilimsel yöntemle açıklanabileceğini kabul eder.
Ancak ne var ki, insan ve toplum bilimlerinde, insanın ve eylemlerinin doğal nesnelerden ve süreç-lerden, köklü ayrılığı bir aksiyomdur. Bu aksiyomun temeli Greklere kadar gider. Bilindiği gibi Batı felsefesine göre insan zihni doğanın dışındadır, doğa yasalarına uymaz, ama doğayı tamamlar. Doğa ve zihin, birbirinden kopuk değildir, aralarında bir ilişki vardır. Bu anlayış Platon’a kadar gider. Doğa-insan ilişkisi Platon’a göre ruhla kurulur. Platon bu ilişkiyi şöyle açıklar: Ruh İyi’ye katılır ve ondan pay alır. İyi, kendisine katılan ruhun hareketini belirler. Bu katılma bir determinizm değildir. İnsan dav-ranışında ruh, İyi’ye uyar. Realitelerde ideal biçimin bir yansıması vardır. Ruh sayesinde insan, bu yan-sımayı bilir; hem fizik düzeni hem de ahlâk düzenini tanır; En İyi’ye nüfuz eder. Platon ruha, bedene ve bunların karşılıklı ilişkilerine dair görüşleriyle, düalizmin esin kaynağı olmuştur.
Aristoteles Platoncu düalizmi korur. Ona göre de insan ve doğa arasında bir ilişki vardır; fizik doğayı gözlemleme ve en iyiyi seçme birbirinden ayrı değildir. Ama Aristoteles bu ilişkiyi başka türlü ele alır. Onda yaşamsal yetilerin bir antropolojisi bulunur. Bu yetiler birbirine bağlıdır. Örneğin düşünme hem imgeyle hem de bedenle mümkündür. Beden, hayatı taşır ve organize eder. Aristoteles’te beden ve ruh birbirinden ayrılamaz. Beden-ruh düalizmi Descartes’ta da vardır. İnsan ve toplum bilimcileri söz ko-nusu düalizmi doğa- kültür, bedensel-zihinsel, biyolojik-psikolojik karşıtlığı şeklinde sürdürürler. On-lar, insan ve toplum bilimleriyle hayat bilimlerinin ilişkisini bu karşıtlık temelinde ele alırlar.
Doğallaştırma düalizme karşı çıkar; Platon’un Batı Düşüncesine kök salmış zihin/beden düalizmini bilimden dışlar. Doğallaştırmaya göre bilim konusu olan fenomen, fiziksel karakterdedir. Kültürel, zi-hinsel vs. denen sözde fenomenler doğa bilimlerindeki fenomenlerle aynı şey değildir ve bu durumla-rıyla bilimsel açıklama konusu olamaz. İnsani fenomenler, ancak doğa bilimlerinin diline çevrilirse ya da doğal fenomenler gibi görülürse, bilimsel tarzda açıklanır.
Doğallaştırma birdenbire değil, bir süreç sonunda ortaya çıkmıştır. Peki, bu süreç ne zaman ve kimle
* Örneğin Amerikalı filozof özgürlüğü Liberté et neurobiologie adlı kitabında nörobiyolojik süreçlerle açıklamaktadır. Fi-lozun oldukça ilginç bu kitabı tarafımızdan çevrilmektedir (Z. Ö. ).
* Bu konuda bkz. Empatinin naturalizasyonunu anlatan makale.
başlamıştır? Şimdi bunu açıklayalım.
Bugünkü doğallaştırmanın ilk örneklerine Sperber’e göre XVIII. yüzyılda rastlanır. Bu yüzyılda or-taya çıkan insan ve toplum bilimleri doğallaştırma projesine sahipti. Ancak onlar bu amaçlarına tümüyle ulaşamadı. Sahlins ise doğallaştırmayı XVII. yüzyıla, Hobbes’a kadar geri götürür. Bilindiği gibi Hob-bes’a göre “İnsan insanın kurdudur.” Çünkü Hobbes bireyci bir toplum anlayışına sahiptir, fakat o, top-lumu “doğal hâliyle” düşünür. Bu düşünce tümüyle özel, bir “kaynak miti” oluşturur. Toplumların ço-ğunun dinî bir kökeni olduğu hâlde, Hobbes toplumun kaynağının vahşilik olduğunu söylemektedir. Daha sonra Adam Smith, Hobbes’un düşüncelerini sosyal bir tasavvura dönüştürmüştür. Darwin ise Smith’in doğallaştırılmış bir tasavvuruna sahiptir. Sumner’a gelince, o, Darwin’i topluma yeniden uy-gular ve Wilson, sosyal Darwinizmi yeniden icat eder.
Günümüzdeki anlamıyla doğallaştırmanın ilk izlerine Schilick’te rastlanır. Schilick, psiko-fizik dü-alizmi reddetti. O, kanıt olarak şunu ileri sürüyordu: Zihinsel terimlerle ya da fizik terimlerle konuşmak, aynı fenomenleri şu ya da bu biçimde betimlemektir. Bununla birlikte Schilick, fenomenleri fizik feno-menler gibi ele alma eğilimindeydi. Böylece o, zihinsel durumları merkezî sinir sistemindeki süreçlerle özdeşleştiren doğallaştırma eğilimini belli bir ölçüde öncelemişti
Günümüzde doğallaştırma ilkin1950’li yıllarda kognitif devrim’le başladı. Kognitif nörolojik bilim-ler 1970’li yıllarda sistematik bir programa kavuştu. Söz konusu bilimler zihni, doğalcı bir bakış açısın-dan ele almışlardır. Kognitif bilimleri model alan psikologlar ve sosyologlar doğallaştırmayı kendi di-siplinlerine uyguladılar. Zihin felsefesiyle ilgilenen filozoflar da bu sürece katıldılar. Son yıllarda do-ğallaştırma teolojide ve ahlâkta uygulanmaya başlandı.
Jacob’a göre doğallaştırma, katı bir monizmdir:
Monizme itaat etmek, kimyasal psikolojik, lengüistik ekonomik, sosyolojik ve kültürel süreçlerin fiziksel süreçler olduklarını kabul etmektir.
İnsan ve toplum bilimlerini doğallaştırmak, kognitif bilimlerin bazı programlarını uygulamakla mümkündür.
Peki, doğallaştırma ilke olarak doğru muydu? Fransız semantikçi Rastier’ye göre doğru değildi. Bu yüzden o, kognitif bilimlerin doğalcılığı benimsemelerini eleştirir ve şöyle der:
Denebilir ki, kognitif bilimler, doğallaştırma kurbanı olmuşlardır; oysa doğallaştırma onlar için hiç de gerekli değildir. Doğallaştırma programı XIX. yüzyıl klasik pozitivizminin ve XX. yüzyıl yeni pozitivizminin bir devamıdır. Bu program kognitif bilimlerin kognisyonda kültürel faktörleri kabul etmelerini yasaklamıştır. Bu nedenle doğallaştıran kognitif bilimler, kültürel antropolojinin yerine fiziksel antropolojiyi koyar.
Oysa doğallaştırmacılara göre doğallaştırılan kültür ilinek gibi görülemez, çünkü insan fizyolojisinin ürettiği bir şeydir. Bu nedenle kültüre göre yaşamak insanın özel bir niteliğidir.
Peki, birtakım insan ve toplum bilimcisi neden doğallaştırmayı benimsedi? Cevap olarak diyebiliriz ki, insan ve toplum bilimlerinin meşruiyet sorunu başlangıçtan günümüze her zaman var oldu. Bu bi-limler, XIX. yüzyılda fiziği model alarak bu sorunu çözmeye çalıştılar. Fakat bunda başarılı olamadılar. Günümüzde ise meşruiyet için başka bir umut doğdu. Bu da kognitif bilimlerin sonuçlarıydı. İnsan ve toplum bilimcileri kendi disiplinlerini doğa bilimlerine yaklaştırabilmek; yumuşak ve katı bilimler ara-sındaki farkı azaltabilmek için kognitif bilimlerin ne tür imkânlar sağlayabileceğini araştırdılar.
Doğallaştırma doğa bilimleri ve insan ve toplum bilimleri arasında temel bir süreklilik olduğunu kabul eder. Psikoloji doğa bilimlerine diğer bilimlerden daha yakındır. Diğer deyişle o, en çok doğal-laştırılmış bilimdir. Ancak psikolojideki bu doğallaştırmanın sonuçlarına ilişkin farklı değerlendirmeler vardır: Örneğin Guillaum Le Blanc’a göre doğallaştırma öncesi psikoloji tümüyle sübjektivite vokabü-lerinden ibaretti. Doğallaştırmayla birlikte psikoloji benin özdeşliğine yeniden dönmeyi başaramadı ve öldü.
Ken Wilber ise demektedir ki, psikoloji bir disiplin olarak ölmüştür; davranışçı, psikanalitik, hüma-nist, transpersonel yaklaşımlar çöküş dönemindedir. Artık psikoloji günümüzde bilinç psikolojisi olma-lıdır. Wilber bu bilinç psikolojisine entegral psikoloji adını verir.
Pierre Henri Castel de “La fin de la psychologie depuis les années 80: renouveau scientifique ou ruine d’espoirs illusoires?” (1980’li Yıllardan Sonra Psikolojinin Sonu: Bilimsel Yenilenme mi ya da Aldatıcı Umutların Sonu mu?) adlı ansiklopedi makalesinde şöyle yazar: Psikoloji ölmüştür, 1980’den beri kavramsal gelişmeler bunun yavaş yavaş bilincine varmadır. Klinikçileri ve kognitivistleri birbirin-den ayıran son krizler, psikolojiye öldürücü darbeyi vurmuştur.
Görüldüğü gibi doğallaştırma yalnız bir paradigma değişikliğinden ibaret kalmamakta, kimi disip-linlerin varoluşuna ilişkin tartışmalara yol açmaktadır.
Doğallaştırmayı savunanlar iddialarını çeşitli deneyimlerle desteklemeye çalışırlar. Bu deneyimlere şu üç örnek verilebilir.
1. Hayatı hep iyi yönden gören ve hiçbir olumsuz duygu taşımayan; korku da nefret de duymayan bir kişinin beyni incelendiğinde görülmüştür ki, bu kişinin beyin bademciği kireçlenmiştir.
2. Beynin bir bölümü –cortex frontal dorsolatéral-beyin içi manyetik bir uyaranla duyarsızlaştırıldı-ğında ultimatum oyununda reaksiyonlar değişir. Ultimatum oyununda iki kişiden biri olan A, B’ye bir paylaşım teklif eder. B, A’nın teklifini kabul etme ya da reddetme hakkına sahiptir. Eğer B, A’nın tek-lifini kabul ederse, paylaşım A’nın belirlediği orana göre yapılacaktır. B, A’nın önerisini reddederse, hiçbir şey alamayacaktır. A’nın B’ye paylaşım teklifi şudur: Kendisine 80, B’ye 20 oranı. B, normal olarak hiçbir şey alamayacağını bile bile bu teklifi reddeder. Çünkü oranı haksız bulur. Ama B’nin bey-nine bir akım verildiğinde bu teklifi kabul eder.
3. Danimarka Aarhus Üniversitesinde görevli Uffe Schjoedt ve ekibi, bir grup Hristiyan üzerinde araştırma yaptılar. Bu bilim adamları duanın beyindeki etkilerini manyetik rezonansla (MR) ölçtüler ve şu sonuca vardılar: Tanrı ile konuşma, bir dostla konuşmaya ve dertleşmeye benzer.
Araştırma çerçevesinde, katılımcılara önce ezbere bildikleri dualar okutuldu. Sonra Tanrı’yla konuş-maları istendi. Her iki uygulama sırasında manyetik rezonansla (MR) beyin faaliyetleri gözlemlendi. Uffe Schjoedt gözlemin sonuçlarını şöyle ifade etti: Duayı ezberden okurken, beyinde belli bir bölge aktiftir. Bu bölge, başka bir metni okurken aktif olan bölgeyle aynıdır. Oysa, Tanrı’yla konuşurken aktif olan bölgeler, bir arkadaşla konuşurken, dertleşirken faaliyete geçen bölgelerle aynıdır. Tanrı’yla konu-şanlar O’nu, gerçek bir kişi gibi algılamışlardır.
Bilim adamları, bu sonuçlardan sonra kontrol deneyi yapmaya karar verdiler ve aynı kişilerden Noel Baba ile konuşmaları istendi. Noel Baba’ya iletilen dilekler sırasında ise beynin bilgisayar oyunu oy-narken faaliyete geçen bölgeleri aktif hâle geldi. Bilim adamları, Noel Baba’nın var olmadığını bilen katılımcıların, bu nedenle onun tepkisini ölçmeye gerek duymadıklarını kaydettiler.
Doğallaştırmacılar yukarıda verdiğimiz örneklerde görüldüğü gibi zihinsel fonksiyonları beynin belli bölgelerine yerleştirirler. Kuşkusuz beyinde belli yere yerleştirme yeni bir şey değildir. Pek çok Mısır papirüsü ve Antik Yunan’dan kalan yazılı belgeler, kafa travmaları ve davranış bozuklukları arasındaki ilişkiyi gösterir. Antik Yunan’ın mirası olan “hücre doktrini”, bütün Orta Çağ’a geçmiştir; Rönesans Düşüncesi’nde yer etmiştir. Yetilerin beyinde lokalizasyonuna ilişkin ilk tam sistemi F. J. Gall ortaya koymuştur.
Doğallaştırmanın bugün iki önemli sorunu vardır. Bunlar: Araştırma yapanların sayıca azlığı; poli-tika, hukuk, din, para ya da sanat gibi sosyal bilimleri ilgilendiren pek çok konunun doğal dünyada açıkça yer almamasıdır.
Doğallaştırmacılar, doğallaştırmayı ve doğallaştırmayla sonuçlanan süreci birbirinden ayırırlar. On-lara göre doğallaştırma günümüzün bir yöntemidir ya da eğilimidir.
V.1. Doğallaştırma Türleri
Günümüzde dört türlü doğallaştırma vardır: Ontolojik, epistemolojik, antropolojik ve metodolojik doğallaştırma. Epistemolojik ve ontolojik doğallaştırmalara, katı doğallaştırma da denir. “Katı” sıfatı burada Quine’ın “épistémologie naturalisée”de (Doğallaştırılmış Epistemoloji) anladığı anlamdadır. Adı geçen yerde Quine, doğallaştırmayı psikofiziğin ve psikolojinin fiziksel niteliklere indirgenmesi
diye anlar.
Şimdi doğallaştırma türlerini kısaca açıklayalım.
1. Ontolojik Doğallaştırmacılık:
Ontolojik doğallaştırma, gözlemlenebilir fizik objeler ya da nitelikler lehine, psikolojiden, ahlâktan ve sosyolojiden bütün felsefi terimleri dışlar. Buna göre biz, sadece fizik teorilerimizin temel vokabü-lerlerinin referansta bulunduğu objeleri açıklayabiliriz. Bu nedenle tüm diğer objeler dışlanmalıdır. On-tolojiden dışlanacak objeler ya da nitelikler psikolojinin ahlâkın ya da sosyolojinin alanına aittir. Bunlar örneğin “tasavvur”, “yönelim”, “toplum”, “devlet”, “uygarlık” gibi objeler ya da niteliklerdir. Doğalcı kişi, bütün bu terimleri, gözlemlenebilen fizik objelere ya da nitelikler yararına elemeye çalışır.
Ontolojik doğallaştırmacılar maksimalist ve minimalist diye ikiye ayrılır. Maksimalistler fiziksel olmayan tüm kavramları elerler. Minimalistler ise, fiziksel olmayan bazı yüklemlerin, fiziksel yüklem-lerle asimetrik bağ’ını kurmak mümkün olduğu durumlarda açıklamalar için yararlı olduklarını kabul ederler. Fakat ister maksimalist isterse minimalist olsun, her iki doğallaştırmacı da fiziksel olmayan yüklemlerin, fiziksel nedensel kavramlara başvurmalarını reddeder.
2. Epistemolojik Doğallaştırmacılık:
Epistemolojik doğallaştırma, sebeplere başvuran “yorumlayıcı” ya da “anlayıcı” yöntemlerin yerine, nedensel ya da fonksiyonel açıklamaları koyar. Epistemolojik doğallaştırma daha karmaşıktır, ama “daha liberaldir.” O, doğal nedenlere ve genellikle de biyolojik yararlılık ölçütlerine başvurur. Biyolojik yararlılığa başvurmanın epistemolojik doğallaştırma açısından üç sonucu vardır: Daha karmaşık, daha güçlü ve daha liberal olmak.
Epistemolojik doğallaştırmaya göre insan ve toplum bilimlerinde analiz yaparken, doğa bilimlerinin kullandıkları kavramlar ve ilkeler doğa bilimlerinin kavramlarıyla ve ilkeleriyle uyumlu olmalıdır; bu konuda özellikle psikolojik kategorilerden yararlanılmalıdır. Sebeplerle açıklamanın yerine, nedensel ya da fonksiyonel açıklamayı koymak gerekir. “Epistemolojik olarak doğallaştırmak”, psişik ya da sos-yal fenomeni (örneğin utanç, dini inançların sürekliliği gibi) açıklamak için evrimci (Darwinci) hipo-tezler önerir. Belirtmek gerekir ki, epistemolojik anlamda doğallaştırma her zaman ontolojik doğallaş-tırmayla uyumlu değildir. Gerçekte fizik açıklamalarda fiziksel olmayan objeleri ya da nitelikleri kabul etmenin pek çok nedenleri olabilir. Doğalcı epistemoloji, doğalcı ontolojinin empoze ettiği her şeyi ka-bul etmek zorunda değildir.
3. Antropolojik Doğallaştırmacılık: Doğallaştırma akımında en makul olanı, bize göre antropolojik doğallaştırmadır. Antropolojik doğallaştırma şunu savunur: Yapabildiğimiz ya da düşünebildiğimiz her şey, yapabildiğimiz ya da düşünebildiğimiz şeyin ötesine gidemez, çünkü biz, ne isek oyuzdur. Antro-polojik doğallaştırma, ontolojik ve epistemolojik doğallaştırmanın karşıtıdır. O, özellikle makro sosyal şartların ve mikrolokal karşılıklı etkileşimlerin uzlaştırılmasında bir açıklama biçimi olarak etkilidir.
4. Metodolojik Doğallaştırmacılık:
Metodolojik Doğallaştırmaya göre doğa bilimleriyle insan ve toplum bilimlerinin arasında yöntem açısından özsel birlik vardır ya da olmalıdır; bu nedenle bireysel ve toplumsal fenomenler; ahlâk, din ve zihin maddi dünyaya entegre edilmelidir.
Metodolojik doğallaştırma temelde bir yöntem monizmidir. Bu monizm, doğanın dışındaki her te-melden vazgeçer; sadece doğal açıklamayı kabul eder. Metodolojik monizm yalnız metodolojik bir is-tekten ibaret değildir. O, ontolojik ve metafizik iddiaları da içerir; her şeyi fizik yüklemlere indirger.
Bu doğallaştırma açısından bilim konusu olan entiteler iki türlüdür: Doğrudan veri olan entiteler ve indirgenmiş entiteler. Fiziksel, kimyasal ve biyolojik yani doğal entiteler doğrudan veridir. Oysa eylem-ler, inançlar ve tutumlar gibi insani fenomenler ya da semantik özellikler indirgenmiştir. Bu sonuncular ontolojik anlamda doğal olmasa da metodolojik anlamda doğal objeler gibi görülebilir; kognitif yapılara ve nörofizyolojik süreçlere indirgenebilir. İndirgenmiş halleriyle insani fenomenler ve semantik özel-likler, tıpkı doğal olgular gibi açıklanmalıdır. Bu nedenle insan ve toplum bilimleri doğa bilimsel yön-temi kabul etmelidir; insan ve toplum doğal olguyla aynı şekilde incelenmelidir; onlar doğa bilimsel olmayan bir yolla ele alınamaz.
Metodolojik doğalcılık ne indirgemecilik ne de bilimciliktir. Çünkü indirgemecilik, insan ve toplum bilimlerinin konularının doğal varlık olduğunu savunur. Bilimcilik ise, doğa bilimlerinin yöntemleriyle insan ve toplum bilimlerinin ayrı olduğunu ileri sürer.
Kuşkusuz insani fenomenlerin ve semantik özelliklerin dışında amaçlı durumlar ya da anlamlar var-dır. Peki, metodolojik doğallaştırma, anlam karşısında nasıl bir tutum takınmaktadır? Onu elemeyi mi düşünmektedir? Yoksa başka bir yol mu önermektedir? Cevap olarak diyebiliriz ki, doğallaştırma, an-lamı doğal olgu gibi görmez, ama onu elemeyi de düşünmez; sadece onun doğal eş değerlerini bulmak gerektiğini söyler. Kognitivist doğalcılık anlamı, doğal bir tür gibi ele alır. Onun açısından bazı şeyler (kelimeler, cümleler vs.) anlamlıdır; diğer şeyler (bulutlar, taşlar vs.) anlamsızdır.1 Anlam amaçlı du-rumlar olduğundan, hem semantik hem de nörobiyolojik terimlerle açıklanmalıdır; bu iki açıklamada birleştirilmelidir; semantik açıklamanın nörolojik açıklamayla hiyerarşik ilişki içinde olduğu kabul edil-melidir.
V.2. Doğallaştırmanın Uygulama Biçimleri
Doğallaştırma nasıl uygulanmıştır? Şimdi bunu sosyolojide psikolojide, teolojide, ahlâkta ve felse-fede ifade edildikleri şekilleriyle görelim
Sosyolojide doğallaştırma, gerçekte sosyal olayları fizyolojik faktörlerle açıklama olarak başlamıştır ve 1964’te İngiliz biyolojist William Donald Hamilton tarafından geliştirilmiştir. Sosyolojik doğallaş-tırma bir indirgemecilik değildir yani sosyal olguların gerçekte fiziksel olgulardan ibaret olduğunu sa-vunmaz. O, sosyal bilimler teorilerini veya kavramlarını doğa bilimlerine veya kavramlarına indirge-meyi önermez.
Sosyolojik doğallaştırma, gerçekte bir genelleştirmedir; Amerikalı filozoflar Hilary Putnam ve Jerry Fodor tarafından zihin felsefesinde geliştirilen fikirleri uyuşturarak şunu ileri sürer: Sosyal olgular nö-rofizyolojik süreçlerde ortaya çıkar. Bu nedenle sosyal fenomen diye özel bir fenomen yoktur. İçlerinde sosyal fenomenlerin de bulundukları tüm fenomenler doğaldır. Sosyal olguları kavramak için kendilerini ortaya çıkaran doğal süreçleri aydınlatmalıyız.
Sosyolojik doğallaştırma sosyal bilimlerde kullanılan kavramların yerine kavramlar topluluğu önerir; sosyal alanın sınırlarını yeniden belirler. Bu belirleme sonunda, sosyal fenomenler kategorilerini doğal fenomenler kategorilerine açıkça uydurmaya çalışır.
Doğalcı programın amacı, Büyük bir Teori –Auguste Comte’un düşündüğü şekilde sosyal dünyanın fiziği- olmak değildir. Fakat orta ölçekli modellerin birbirine eklemlenmesidir. Dünya, kozmosun çok küçük bir gezegenidir. Bu gezegende milyonlarca canlı yaşar. Sosyal dediğimiz şey sadece insanın bir görünüşüdür. Bu sosyal hayat, her türden sayısız faktörün olası olmayan karşılaşmalarının sonucudur. İnsanların sosyal hayatlarının fizik, kimya veya hatta moleküler biyoloji tarafından incelenen fenomen-lerin nispeten basit ve sistematik özelliklerini göstermemesi için pek de neden yoktur.
Bourdieu demektedir ki,
Sosyal fenomenlerin doğallaştırılması, bireylerin kullandıkları sübjektif kategoriler ve objektif kategoriler arasından mükemmel bir uyumdan doğar. Doğallaştırmayla bireylerin dünyaya ilişkin deneyimleri, onları kendilerinin ötesine, evrensel olmaya götürür.
Günümüzdeki sosyolojik doğallaştırma, sosyobiyoloji diye anılır. Sosyobiyoloji Amerikalı biyolojist Edward Osborne Wilson tarafından 1975’te yayınlanan Sosyobiyoloji adlı kitapla popüler olmuştur.
Wilson, toplu hâlde yaşayan böceklerin davranışlarını uzun süre inceledikten sonra insan topluluk-larını da tıpkı böcek toplulukları gibi ele aldı. Araştırmasının sonuçlarını adı geçen kitabında açıkladı.
Sosyobiyoloji evrim teorisinin bir genelleştirilmesidir ya da çevreye uyuma ilişkin denklemin
1 Jacob, Pierre, Pourquoi les choses ont-elles un sens? Odile Jacob, Paris, 1997,
yeniden biçimlendirilmesidir. Sosyolojik doğallaştırma, Darwin’den esinlenen, özgeciliğin olmadığı bir modeldir. Sosyobiyoloji kognitif bilimlerin bazı programlarından yararlanır.
Sosyobiyolojinin iki ilkesi vardır:
1. Hayvan topluluklarında rastlanan hiyerarşinin temeli genetiktir. Bu hiyerarşi saldırganlık ve ege-menlik davranışlarına bağlıdır.
2. Buyurganlık bazı canlılarında doğuştandır; oysa diğerleri itaat etmek için programlanmışlardır. Bu hem böcekler hem de insanlar için geçerlidir.
Bir bireyin bütün davranışları şu temel yasaya itaat eder: Kendi genetik özelliklerini mümkün olduğu ölçüde sonraki kuşaklara geçirmek. Böylece saldırganlık ve özgecilik, genlerin potansiyel güçlerinin aktüelleşmesinden başka bir şey değildir.
Sahlins’e göre iki tür sosyobiyoloji vardır:
1. Vülger sosyobiyoloji. Bu, bir insanın sosyal davranışını insan ihtiyaçlarının ifadesi olarak açıklar. O zaman biyolojik dışavurumlar ve sosyal sistemlerin özellikleri arasında tam bir örtüşme vardır. Fakat bir kurumun işleyişi ve onu ortaya çıkaran motivasyonlar arasında zorunlu bir ilişki yoktur. Örneğin saldırganlığın temelinde çok çeşitli motivasyonlar vardır. Aynı şekilde potlaçta olduğu gibi bağış hem saldırganlığı hem de özgeciliği ortaya çıkarabilir. Vülger sosyobiyolojinin bilmediği şey, biyolojik ve kültürel arasına, sembolleştirme ve yorum olan, sonuçta endeterminasyona yol açan kültürün girdiğidir.
2. Bilimsel sosyobiyoloji: Buna göre sosyal davranış geçerli evrimci ilkelerle; özellikle genotipin maksimizasyonu ilkesiyle doğrulanabilir. Sosyobiyolojiye göre sosyal davranışı belirleyen, anne-baba-nın türetici gücü en yüksek noktasına çıkarma zorunluluğudur. Bu nedenle önemli olan, insanın genle-rinin maksimumunu taşımasıdır. Sosyobiyolojistler özgeci davranışları böyle açıklarlar.
Sosyobiyoloji determinist, cinsiyetçi ve ırkçı bir ideoloji olmakla suçlanmıştır. Jared Diamond’a göre tarihin akışını belirleyen, toplulukların biyolojik açıdan farklı oluşları değildir, fakat ayrı ortamlarda yaşamalarıdır.
Psikolojide doğallaştırmanın en uç noktası psikobiyolojidir. Psikobiyoloji 2000 yılında ortaya atılmış bir neolojizmdir. O, saldırganlık, annelik, duyusallık, haz, korku, coşku, şiddet, düşünme ve dil gibi psikolojik fenomenleri; insanın psikolojik dinamiğinin önemli faktörlerini, biyolojiden hareketle temel-lendirir.
Teolojideki doğallaştırmaya nöroteoloji denir. Nöroteoloji dinî inançları beynin mekanizmalarıyla açıklamaya çalışır; Tanrı algısı ve beynimizin fizyolojisi arasındaki ilişki üzerine eğilir. Nöroteologlara göre beyin insanın varoluşuna anlam verir; böylece insan, yaşanması güç bir dünyada yaşamayı başara-bilir. Genetik olarak her durumda insan dinî inançları kabul edebilecek bir yapıdadır. İnanmak beynin işleyişinin sonucu ortaya çıkan bir ihtiyaçtır. Bilincimiz ve imanımız nöronlarımızın işleyişinin sonuç-larıdır. Tanrı insan beyninin bir ürünüdür. Duayı nöro-kimyasal süreçlere indirgeyebiliriz.
Ahlâkta doğallaştırma, evrimciliğin, sosyal Darwinizmin ve sosyobiyolojinin etkisiyle ortaya çıkan bir akımdır. Bu akım, değerleri ve ahlâki davranışları empirik verilerle açıklamaya çalışır; etiği doğa bilimsel bir temele oturtmayı amaçlar. Söz konusu akım bunu yaparken pek çok klasik konuyu deneysel veriler ışığında yeniden ele alır. Örneğin filozoflar ahlâki değerlerin ontolojisi, evrenselcilik ve görece-lilik arasındaki çatışma, ahlâki erdemler, determinizm ve özgürlük arasındaki ilişki, doğuştan ve kaza-nılmış sorunu, olgularla değerlerin ilişkisi gibi konuları empirizmin ışığında ele alırlar. Ahlâki doğallaş-tırmanın yararlandığı empirik disiplinler şunlardır: Evrimci biyoloji, kognitif bilimler, ahlâk psikolojisi, kültürel antropoloji. Bu doğallaştırma çeşitli açılardan eleştirilmiştir ya da onun sınırları gösterilmiştir.
Doğallaştırma felsefede de etkili olmuştur. Bu etkiyle zihin felsefesinde doğalcı akım ortaya çıkmış-tır. Doğalcı zihin felsefesi şu soruyu sorar: Zihinsel fenomenlerin doğadaki yerleri nedir? Gerçi bu so-runun evrensel olarak kabul edilmiş bir cevabı yoktur. Fakat “Sosyal fenomenlerin doğadaki yeri nedir?” sorusundan daha iyi ortaya konmuştur.
Doğalcı zihin felsefesinin konusu mental olgular, yönelimli durumlar ve semantik niteliklerdir. O, zihindeki olguları nedensel tarzda açıklar;2 açıklamayı, güçlü bir zorunluluğa itaat ettirir; doğa
2 Bu konuda bkz. Élisabeth Pachérie, “Naturaliser l’intionalité”, dans La philosophie cognitive, sous la direction de Élisabeth Pachérie, Joëlle Proust, Éditions Ophyrs, Paris, 2004, pp. 17-34.
bilimlerinin de bu açıklamaları kabul etmelerini ister. Bu açıdan zihinsel entiteler ya da semantik özel-likler ile fiziksel, kimyasal, biyolojik entiteler arasında fark yoktur. Örneğin bir amaç hem fizik özellik-lere (beyinde sinir akımlarının bir bütününün harekete geçmesine) ve hem de semantik özelliklere yani bu amacı içeriğine (ulaşılacak amaca) sahiptir. İndirgemecilik, zihinsel durumları dışlamak yerine onları değiştirmeyi, onların doğal eş değerlerini bulmayı önerir.
Felsefede doğallaştırma düşüncesi 1990’lı yılların ortalarında ileri sürüldü. Amerikalı filozoflar Fred Drestke, Jerry Fodor, Ruth Millikan, onları izleyen Fransız epistemologlar Jean Petitot, Pascal Engel, Joelle Proust, Elisabeth Parcherie, Pierre Jacob, Dan Sperber, insan zihninin doğallaştırılması düşünce-sini ileri sürdüler. Marc Jeannerod’a göre kognisyonu doğallaştırmak, kognitif süreçleri biyolojik zo-runluluklarla açıklamaktır. Beyin diğer organlar gibi bir organ olduğundan, onun ürettiği davranışlar ve tasavvurlar, fizyolojik zorunluluklara uyar. Entelektüel işleyişi bozan bilinç yitimi, Parkinson gibi lez-yonlar, otizm ve depresyon gibi psikiyatrik durumlar bunun tanığıdır.
Filozof Dretske’ye göre zihnin doğallaştırılması, başka bir bakış açısına gönderir. Ona göre fizik nedensellik hem maddeyi hem de zihinsel tasavvurları yönetir. Görüldüğü gibi bu, sıkı sıkıya bir para-lelizmdir. Nasıl ki, bir bilgisayarda programın sembolik mantığı ve maddenin durumu (elektrik akımı) arasında bir paralelizm varsa zihinsel bir tasavvurun semantik içeriği ve ona uygun fizik durum arasında bir paralelizm vardır.
Zihin felsefesi hem kognitif psikolojiden hem de psikoloji felsefesinden ayrılır. Kognitif psikoloji, zihinsel fenomenleri reel organizmalarla inceleyen bir disiplindir. Psikoloji felsefesi ise, deneysel psi-kolojinin yöntemlerini, kavramlarını ve sonuçlarını inceler. Zihin felsefesi ise zihinsel fenomenleri doğ-rudan değil, zihinsel kavramlar aracılığıyla analiz eder.
Zihnin doğallaştırılması genel kavramı altında pek çok biçim vardır.
Zihinsel fenomenlerin doğallaştırılmasından sekiz eğilim ortaya çıkmıştır:
1. İndirgemecilik: Buna göre zihinsel fenomenler ve semantik nitelikler her ne kadar doğa alanına ait değillerse de onları oluşturan ya da onların altında duran doğal süreçlere bağlanmalıdır. Zihinsel olan, doğal özelliği açık olan nörolojiye indirgenmelidir. İndirgemeciliğe göre, bir zihinsel fenomenin, psiko-lojik terimlerle yapılan her betimi, saf ve basit biçimde, nörolojik terimlere çevrilebilir.
2. Elemecilik: Zihinsel alanı yeniden kavramsallaştırır ve doğal entitelere bağlanmayan bütün kav-ramları eler. Elemecilik zihinsel durumları nörolojik süreçlere indirgemek yerine, onların özgün varo-luşlarını yadsır. O, daha çok nörolojik bilimlere dayanır; gerçekte zihinsel denen durumların olmadık-larını savunur.
Elemecilik sıkı sıkıya doğalcıdır. Elemeciliğe göre insani fenomenler fizik fenomenler değildir, çünkü insani fenomen diye bir şey yoktur. Bu fenomenler dünyaya ilişkin objektif kavramımızdan elen-melidir. Popüler psikolojinin zihinsel kavramları, büyücülüğün kavramlarının statüsüne benzer bir sta-tüye sahiptir. Onlar daha kesin bilimsel bir teori (nörolojik bilimler teorisi) yararına ortadan kalkmaya mahkûmdur. Bu tezi ileri sürenler zihinsel durumların bulunmadığını kanıtlamak için yapay zekâ kav-ramından yararlanırlar. Onlara göre yapay zekâ insan beynine benzer. Elemeciliğin iki postulatı vardır:
a. Yapay zekâ modelleri insan beyninin işleyişiyle uyumludur. Bize göre beyin yapay zekâ modeline göre açıklanamaz. Çünkü modellerle açıklama, sadece keyfi olarak tanımlanmış bir araştırma çerçeve-sine saygı gösteren açıklamalardır.
b. Modeller zihinsel fenomenleri bizi bütün olarak verirler. Bu görüş de sadece bir düştür. Etkilerinde kaldığımız duyulur deneyimler ya da qualia zihinsel durumların etkileri olacaklardır ve onları varlıkla-rını kanıtlayacaklardır.
Fodor’un dediği gibi, elemeciliğe inanmak zordur. Çünkü elemecilik, “popüler psikoloji empirik te-oridir” şeklindeki temelsiz bir teze dayanır.
3. Yumuşatmacılık: Buna göre bir fenomeni doğal fenomen saymanın ölçütleri yumuşatılabilir. Her zihinsel fenomenin psikolojik kategoriler yardımıyla yapılan betimi nörolojik kategorilere indirgene-mese de nörolojik fenomen olduğu kabul edilebilir. Sonuç olarak, yumuşatmacılık, minimal ve indirge-mesiz bir doğalcılıktır.
4. Normatifleştirme. Bu, Dennet tarafından savunulur. Dennet radikal doğallaştırmacılık ile düalizm
arasında bir yerdedir. O demektedir ki, popüler psikolojinin açıklamaları betimsel değildir. Bu açıkla-malar normatif kuralları içerir. Söz konusu kurallarla başkasının kendi zihinsel içerikleri konusundaki açıklamalarını yorumlarız.
Dennet reel ya da özünlü yönelimlilik ile satranç oynayan bir programa yükleyebildiğimiz yönelim-lilik gibi türemiş yönelimliliği birbirinden ayırır. Yönelimlilik, organizmaların ya da yapay nesnelerin davranışını uygun tarzda açıklama düzeyinde kabul ettiğimiz yönelimli farklılık sayesinde vardır.
5. Modülleştirme: Bu, “modüler” denen periferik sistemlerden hareket eder. İnsan zihnine ilişkin modüler ve evrimci kompozisyon en temel postulatı şudur: İnsani fenomenlerin açıklaması kültürden bağımsız olmalıdır.
6. Anomalileştirme: Davidson’ın görüşüdür. Davidson’a göre anti-realizm psikolojik açıklamanın fizik açıklamaya indirgenemezliğinin zorunlu bir sonucu değildir. Davidson-özdeşlik-durum tezinin bir versiyonunu anomal monizm’i savunur. Anomal monizmin üç öncülü vardır:
a) Nedensel ilişkiler, mental durumlar (örneğin inançlar, istekler) ve fizik durumlar (örneğin kassal hareketler) arasında kurulur.
b) İki olay arasındaki her nedensel ilişki, onları ilişkilendiren kesin bir yasanın varlığını gerektirir.
c) Kesinlikle psiko-fizik yasalar yoktur (zihinsel kavramlar anomaldir). Buradan şu sonuç çıkar: Her zihinsel durum ya da olay, aynı zamanda fizikseldir.
7. Kripkeci doğallaştırma: Kripke, fiziksel olmayan bir fizikalizmi savunur. O, özdeşlik teorilerine karşı modal düşünceler ileri sürer. Sübjektif duyum sadece moleküllerin hareketinin belli bir dereceye ulaşmasıyla mümkündür. Fakat zihinsel durum, fiziksel durumlara zorunlu olarak özdeş değilse, mole-küllerin hareket derecesine de özdeş değildir.
8. Churchland’cı doğallaştırma: Filozof Paul Churchland’a göre zihinsel aktivite nöronal dayana-ğıyla açıklanmalıdır ve nöroloji lehine psikolojiyi ortadan kaldırmalıdır.
V.3. Doğallaştırmanın Eleştirilmesi
Kuşkusuz Platoncu düalizmin terimleriyle düşünme ve konuşma deyim yerindeyse entelektüel gen-lerimize kök salmıştır. Bu nedenle doğallaştırma projesinin ciddi tepkilerle karşılaşması kaçınılmazdı. Gerçekten de öyle olmuştur. Doğallaştırmaya “insan indirgenemez” formülü altında toplanabilecek pek çok görüşle karşı çıkılmıştır. Ama öbür yandan özellikle nörolojik bilimlerin gelişmesiyle doğallaştırma, deneysel verilere dayanarak tezlerini daha güçlendirmektedir. Kısaca söylersek bugün insani fenomen-lerin biyolojik terimlerle açıklanıp açıklanamayacağı konusundaki tartışmalar şiddetlenerek sürmekte-dir. Böyle bir çalışmada söz konusu tartışmaları daha ayrıntılı biçimde ele almak mümkün değildir. Ama yine de yukarıdaki açıklamalar bu konuda bir fikir verebilir. O yüzden sözü uzatmaksızın doğallaştır-maya yöneltilen eleştirileri görelim.
Eleştirileri tek tek ele almadan önce şu önemli konuya dikkat çekelim. Eleştiriler nasıl yapılırsa ya-pılsın hepsinin ortak bir çıkış noktası vardır: Halk psikolojisinin yasalarının tümüyle farklı bir statüye sahip olduğu düşüncesi. Davidson demektedir ki, kesin psikolojik yasalar yoktur. Her psikolojik genel-leştirme bir ceteris paribus’u* içerir yani sadece normal şartlarda geçerlidir. Bu şartlar ise, ancak psiko-lojik vokabüleri yeniden kullanmakla belirlenebilir.
Bilindiği gibi insan ve toplum bilimlerinin araştırma programları bağımsızdır. Bu bağımsızlığın te-melinde şu postulat vardır: Bireysel ya da toplumsal bir fenomenin nihai nedenleri, motivasyonlar ve sebeplerdir. Fenomenden sorumlu aktörler bunlara itaat ederler. Bunlar ilke olarak anlaşılabilir. Burada şöyle sorabiliriz: Nörolojik bilimlerin çok ilerlemiş olmaları insan ve toplum bilimlerindeki araştırma programlarının bağımsızlıklarını ortadan kaldırır mı? Buna “evet” demek pek doğru görünmüyor. Çünkü yukarıdaki örnekler beyni anormal (kireçlenme) ya da manipüle edilmiş (akımla duyarsızlaştırıl-mış) insan eylemlerinin ya da tasavvurlarının nasıl etkilendiğini gösterir. Ama normal, doğru çalışan bir beyne ilişkin tespitler değildir. Bu örneklerdeki durumu şu soruyla ortaya koyabiliriz: Beyindeki
* Latince deyimin tam biçimi şöyledir: Ceteris paribus sic stanbius. Bu deyim “her şey eşit olduğunda” diye çevrilebilir.
anomali ya da manipülasyon algıları ve kararları nasıl etkiler?
Bilinçsiz ya da yarı bilinçli zihinsel süreçler nörolojik ve genel olarak biyolojik olayların sonuçlarına uygundur. Ancak şu da kesindir ki, bireysel ya da toplumsal bir fenomeni açıklamak için fenomenlerden sorumlu bireylerin motivasyonlarından ya da sebeplerinden hareketle nihai nedenleri ortaya koymalıdır. Yukarıdaki ikinci örnekteki B’nin A tarafından yapılan 80/20 oranındaki paylaşım önerisini reddetmesi sadece maddi çıkarla değil, ayrıca âdil ya da âdil olmayan kavramlarını işin içine dâhil etmeyi gerektirir. Eylemler, fizik, kimya ya da moleküler biyolojinin incelediği fenomenlerin basit ve sistematik özelliğini taşımaz.
Doğallaştırma çabaları her şeye rağmen zihinsel durumları doğallaştırmayı başaramamıştır. Duyum-lamalar, tasavvur içerikleri, zihinsel nedensellik ve zihinsel durumla fizikalist natüralizme karşı direnir.
Peter Winch’e göre insan davranışlarına uyguladığımız kavramlar, mantıksal olarak daha doğal fe-nomenlere uyguladığımız kavramlardan farklıdır.
Doğallaştırmacılar insani fenomenleri doğal fenomenlerin bir varyasyonu gibi görürler. Bu durum, yaşlı bir insanı bir zamanlar genç olan kişinin tümüyle değişmiş bir hâline benzetmek gibidir. Wittgens-tein’ın dediği gibi varyasyon olarak gördüğüm şeyin, varyasyonu olan şeyle artık olması gereken bir benzerliği yoktur.
Doğallaştırmaya en önemli eleştirilerden birini Wittgenstein yapar. Wittgenstein, olgucu olmayan bir realizmi savunur. Ona göre kurallara, anlama ve zihinsel içeriklere ilişkin reel ya da objektif olgular yoktur. Düşünceye fenomen adını vermek, onu belirsizleştirmektir.
Wittgenstein doğallaştırmayı Remarques sur la philosophie de la psychologie (Psikoloji Felsefesi Üzerine Düşünceler) adlı kitabında eleştirir. O bu kitabında demektedir ki, çağrışımın ve düşüncenin beyindeki süreç olduklarını kabul edemeyiz. Bundan daha doğal hiçbir şey yoktur. Düşünce süreci, be-yinsel süreçle açıklanamaz. Konuştuğum veya yazdığım zaman kuşkusuz, beynimde bir itkiler sistemi harekete geçer. Düşüncelerim bu sistemle uyumludur. Fakat bu hareketli sistem, yine de düşüncelerimi açıklamaz. Çünkü şu soruların cevabı yoktur: Bir itkiler sistemi, niçin düşüncelerimle uyumlu olmak için merkezi bir yönde hareket etsin? Böyle bir düzenleme niçin kaostan doğmalıdır?
Beyin ile zihinsel durumlar arasındaki ilişkiyi bir tohumdan çıkan bitki örneğiyle açıklayabiliriz. Bilindiği gibi aynı tohum tanelerinden hep aynı bitkiler çıkar. Tohumun, kendisinden çıkan bitkiyle ortak hiçbir yönü yoktur. Tohumdan çıkma, bitkinin kendisini değil, ortaya çıkma hikâyesini anlatır. Aynen düşünce de böyledir. Düşüncemiz, yazımız ve sözümüz beynimizde olup bitmektedir. Ama bey-nimizin, onların nedeni olduğunu gösteren bir sebep yoktur.
Kimi psikolojik fenomenler, psikolojik araştırmaların konusu olamaz, çünkü onların karşılık geldik-leri hiçbir fizyolojik durum yoktur.
Yıllardır görmediğimiz bir insanı, karşılaştığımızda yine de tanırız. Bu tanımanın sinir sistemlerimde bir nedeni var mıdır? Ne ve hangi biçimde olursa olsun, herhangi bir şeyin niçin sinir sistemimde sak-lanması gerekir? Yıllarca görmediğim kişi sinir sistemimde niye bir iz bırakmalıdır? Psikolojik olan, neden fizyolojik olandan başka yasalara itaat etmesin?
Psiko-fizik paralelizme ilişkin ön yargı, ilkel bir gramer kavramının ürünüdür. Çünkü fizyolojinin aracılık etmediği psikolojik fenomenler arasında bir nedensellik kabul edersek, o zaman bedenin ya-nında bir ruhun varlığına inanırız; tinsel canlı bir varlığa inanırız.
Bir A nesnesini bir B nesnesinin varyasyonu olarak görmenin fizyolojik bir açıklamasını düşünelim. A’yı B olarak gördüğümüzde birtakım süreçler ortaya çıkar. Ve bunlar davranışımızda pek çok şeyi açıklayabilir. Örneğin A’yı gördüğümde sanki B’yi görüyormuşum gibi davranmanın sebebini göstere-bilir. Oysa gerçekte davranışı retinadaki ya da beyindeki süreçler kadar doğrudan algılarım.
Demek istiyorum ki, fizyolojik açıklama ilk bakışta bize yardım ediyor gibidir. Ama bu açıklamanın gerçekte sadece düşüncelerin katalizörü olduğunu hemen fark ederiz. Fizyolojik açıklamayı sadece, on-dan kurtulmak için işin içine koyarız.
Fizyolojik süreçlerin terimleriyle düşünmek psikoloji alanında kavramsal problemlerin açık bir du-rum için, tehlikelidir. Fizyolojik hipotezlerin terimleriyle düşünmek ya hipotezler olmayan güçlüklerin bir serabını ya da hiçbir şey çözmeyen çözümleri çözmektir. Bu durumu iyileştirmenin en iyi yolu,
tanıdığım kişilerin gerçekten bir sinir sistemine sahip olup olmadıklarını kesinlikle bilmediğimi düşün-mektir.
İnsanın ve bilincin doğallaştırılması çağdaş “kognitif fonksiyonalizm”de çok sık ve daha ince ayrım-larla yapılır. Doğallaştırmanın “temel mekanizma”sına ilişkin pek çok teori vardır. Bu teoriler tasavvur-ları ve anlamları dış dünyadan doğan enformasyonel bir akışın sonucu gibi ele alır. Fonksiyonel şema inandırıcı ve daha gerçekçi gibi görünüyor. Çünkü insan zihni dışarıdan gelen enformasyonları özüm-seme gücüne sahiptir. Bununla birlikte tasavvur ve kognisyon sistemlerini doğal realitelerdeki göster-gelere bağlamak bir şeydir, zihni doğallaştırmak başka şeydir. Zihin, maddileştirmeye her zaman az veya çok direnir. Zihni maddileştirme, onun özel bir içeriğini varsayar.
Zihinsel durumları göremeyiz ve onlara dokunamayız. Bu nedenle düşünceyi deneysel bilim alanın-daki terminolojilerle ifade edemeyiz.
Günümüzde bilginin durumu, insan zihninin iç mimarisine ilişkin şu ya da bu sistemi kesin biçimde kabul etmeye izin vermez. Bu tasavvur tipini işe karışmaları insan ve toplum bilimlerinin pratikleri dü-zeyindedir. Bu bilimleri yeni kazanılmış bilgilerin fonksiyonuna bağlı olarak doğallaştırmak söz konu-sudur.
Bir zihne inanç ve istek yüklemek son derece normatif bir hipotezi, betimlenen davranışın karmaşık-lığını kabul etmeyi gerektirir. Buna rağmen inançlar ve istekler gerçekten zihinsel durumlar değildir.
Bir süjenin zihinsel durumlarının özdeşliği, bu konuda bir radikal yorum teorisinin söyleyebildiği şey tarafından tümüyle tespit edilmiştir. (Radikal yorum kavramını esinleyen, Quine’ın radikal çeviri kavramıdır. Lengüistik davranışın yorumu, rasyonalitenin a priori ve oluşturucu ilkelerine dayanır. Bu ilke yorumlanan süjenin davranışından, tutarlılığa ve hakikate ilişkin ilkeyi çıkarmamızı gerektirir. Yan-lışlığın ve irrasyonelliğin sadece hakikat ve rasyonalite temelinde anlamı vardır. Bir inanca sahip olmak, başkasında bu inancı kabul etme yatkınlığına sahip olmaktır. İnançlara sahip her varlık, inanç kavramına sahiptir. Karşılıklı etkileşim hâlindeki iki süjeyi, üçüncü bir objeye bağlayan bu yorum süreci, zihinsel durumların var oluşu için gerekli asgari şarttır.
Mental fonksiyonların nörolojik korelatları problemi, dil üzerine incelemelerle birlikte çok yoğun biçimde ele alındı. Günümüzde bu çalışmalar tüm zihinsel aktiviteleri içerecek şekilde genişledi. Ancak beyinsel koordinatlar bulma çabası ciddi eleştirilerle karşılaştı. Bu eleştiriyi yapanlara göre beyinsel bölgeye yerleştirme belirli bir semptoma bağlı bir lezyonun yerini belirlemeyi, bir fonksiyonun yerini belirleme gibi sunulmaktadır.
Doğallaştırma programı gerçekte referansta bulunulan durumun doğasına göre çok farklı projeleri önerir. Kum tanesi, medüz ya da beyin; bunların her üçü de doğanın parçasıdır. Fakat hepsinin itaat ettikleri organizasyon kuralları aynı mıdır? Kum tanesini incelemek için fiziğe jeolojiye başvururuz. Eğer beyin tartışmasız biçimde doğal dünyaya aitse, onun işleyişini inceleyecek en iyi bilim hangisidir? Fizik, kimya, biyoloji, fizyoloji, genetik, evrim teorisi, yapay zekâ; bunlardan hangisi tek başına beynin bilimi olabilir? Niçin psikoloji beyni incelemesin?
Bu soruların kesin bir cevabı yoktur. Zihni doğallaştırma programı bu nedenle oldukça belirsizdir ve doğa ve zihin gibi iki soyut realiteyi yapay biçimde karşıt kabul eden Descartesçı düalizmin tuzağına düşer.
Pascal Engel ise Philosophie et psychologie (Felsefe ve Psikoloji) adlı kitabında psikolojizmi şu şekilde niteler:
Psikolojizm genel olarak bir karıştırma anlamına gelir. Bu, psikolojik olmayan ve haksız yere psi-kolojik doğası olduğu varsayılan şeyi, psikolojik doğası olan şeyle karıştırmadır. Daha doğru deyişle psikolojizm, bir kavramın, bir entiteler bütününün psikolojik terimlerle açıklanması ya da analiz edil-mesidir. Bu açıklama ya da analiz biçimi meşru gibi görülemez.
Psikolojizm yanlıları, insani olan her şeyi insan psikolojisine ilişkin teorilerde aracılığıyla yorumla-maya çalışır. Psikolojistlerin indirgemeciliği açıklamayla sınırlı değildir. Onlardan bazıları bilgi teorisi-nin kaynağını bile psikolojiye dayandırır. Piaget’yi psikolojist bilgi teoricilerine örnek olarak verebiliriz.
Psikolojistlere göre insanbilimlerinin konusu insanda gerçekten insani şey olmalıdır. Bu bilimler
sadece insana özgü niteliklere bağlı olan fenomenleri incelemelidir. Sosyal bilimciler ise, antropolojik alanı büyük ölçüde aşan kolektif fenomenleri ön plâna çıkarırlar; insanın ancak, demografi, sosyoloji gibi kolektif hayatı inceleyen bilimlerin genel ilkelerine göre incelenmesi gerektiğini söylerler. Bu tez şöyle bir düşünceye dayanır: İnsan bir taraftan içinde yaşadığı özel topluluğa bağlıdır, diğer taraftan evrensel insan mahiyetine sahiptir. Bu iki durum birbirinden kesinlikle ayrıdır. Bu görüş, fizik ya da sosyal ortamın etkisiyle kazanılmış olanı, doğuştan olana karşıt sayar.
Popper tıpkı Husserl gibi psikolojizme kesinlikle karşıdır; psikolojiye dayalı bilgi teorisi ortaya koy-mayı kesinlikle reddeder.3
3 http: //perso. orange. fr/fred. fabre/pres. htm
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder