30 Mart 2022 Çarşamba

"VARDIR"IN MEŞRU OLAN VE OLMAYAN KULLANIMLARI

                              "VARDIR"IN MEŞRU OLAN VE OLMAYAN KULLANIMLARI

Varoluş sözceleri felsefede her zaman önemli karışıklığa neden olmuştur. O nedenle burada konu hakkında biraz ayrıntıya girelim.

Filozoflar “Mutlak varlık”tan söz ettiklerinde “Varlık”ı tanrılaştırdılar. Kavram olarak Mutlak Varlık’taki “varlık” hipotetiktir, gramatikal bir özneden başka bir şey değildir, “Mutlak” da yüklem olamaz. Bu iki kelimenin yan yana gelmesi dil ötesi bir şeyi varsayar. Bu nedenle “Mutlak Varlık”ın yer aldığı cümleler anlamsızdır. “Mutlak Varlık”ın monoteist kültürlerde Tanrı veya Allah karşılığında kullanılmaları kesinlikle yanlıştır.

Biz burada “Mutlak Varlık”la ilgili dilsel problemlerden çok şu sorunu ele alacağız: “Varlık” nesneye ilişkin bir bildirim olabilir mi? Bir şeye “vardır” demek doğru mudur? Doğruysa hangi durumda ve anlamda “vardır” diyebiliriz.

Dünyanın bütün dillerinde varoluş, anlamlı önermeler kurmaya izin vermez. Gelişmişlik derecesi ne olursa olsun herhangi bir dil varlığı, nesnenin yüklemini yapmaz. Örneğin; çocuğuna bir Eskimo fok balığını, bir Afrikalı zürafayı anlatırken “Fok vardır.”, “Zürafa vardır.” şeklinde değil, “Şu foktur.”, “Şu zürafadır.” diye anlatır. Dil, başlangıçta göstererek öğretilir ve öğrenilir. Gösterme, adı nesneye bir etiketi yapıştırır gibi yapıştırma demektir. Öğrenme de bir bellemedir, öğrenilen adı nesneye yapıştırılmış bir yazıyı okuma gibidir. Kısaca nesnelerin adları ve varoluşları birlikte öğrenilir. Sadece var olanın adı vardır.

Varoluşla ilgili önermeleri ifade etmeye çalıştığımız gündelik dilin cümleleri, yapısal bakımdan kusurludur yani yanlış oluşturulmuştur. Bir varoluş yargısı bir obje hakkında bir şey söylemez. Bir şeyin var olduğunu söylemek, onu nitelemek değildir. Varlık yüklem gibi görülemez. Örneğin; “Dünya vardır.”, “Aristoteles vardır.”, Tanrı vardır.” şeklindeki önermeler totolojidir; onun hakkında hiçbir şey söylem bir nitelik bildirmez, çünkü varoluş bir objenin niteliği, bireylerin otantik bir yüklemi olamaz. Her anlamlı sözce, bir obje ve bir durum arasında doğrudan bir ilişki kurar veya ilişkinin yokluğunu bildirir. “Su sıcaktır.”; “su” ile “sıcak” arasında bir ilişki kurarız. “Su sıcak değildir.” dersek böyle bir ilişkinin olmadığını söyleriz. Oysa “Su vardır.” dersek “su” ile “varlık” arasında, bir ilişki kurmayız. Çünkü “varlık” bir durum değildir.

Var olmak özel ve özgün bir içeriğe sahip değildir. Bu nedenle var olduğunu söylediğimiz objelere ilişkin hiçbir belirlenimde bulunmayız. Oysa “Deniz dalgalıdır.” dersek denize ilişkin bir betim yaparız. Varoluşun bir içeriği olsaydı bazı objelerin varlığını reddedebilirdik ve var olmayan nesnelerin bulunduğunu ileri sürebilirdik, örneğin, “Yuvarlak kare vardır.” diyebilirdik.

Varlık bir nitelikse o zaman bir obje hakkında bir şey söyleriz. Örneğin; “Gözlük masadadır.”, “Kaldırımdaki insanlardan bazıları acele yürüyorlardı.” sözceleri “gözlük” ve “insanlar”ın durumlarına dair bildirimlerdir. Varlık, nitelik olmadığından olumsuzlanamaz. Örneğin; “Gözlük vardır.”, “Yeryüzünde insan vardır.” yargılarını düşünelim. Bu yargıların olumsuzlarını söylemeyiz; “Gözlük, yoktur.”, “Yeryüzünde insan yoktur.” diyemeyiz. Bir yargı olumsuzlanamıyorsa bir bildirim değildir. Yani “gözlük” ve “insanlar” hakkında hiçbir şey bildirmez.

“X vardır.” demek, “En az şu özellikte X vardır.” demektir. Bir özel ad taşıyana, mantıksal bir çelişki yükleyebilmemiz için onun en mantıksal çelişki dışında kalacak bir niteliği olmalıdır. Kısaca söylersek bir şeyin var olduğunu söylemek, bu şey hakkında bize hiçbir şey öğretmez. Konuşmak her zaman bir şeyin var olduğunu dillendirmek, örneğin, “Kumaş vardır.” sözcesini telaffuz etmek değildir, tersine bir şeyi hangi durumdaki olduğunu bildirmektir, örneğin, “Reyonda 2 m. uzunluğunda gri renkte kumaş vardır.” demektir.

Kuşkusuz “varlık” kelimesinin anlamlı olarak kullanıldığı önermeler de vardır. Örneğin;

1.    “Dördün kare kökü vardır.”;

2.    Sadece bir İstanbul vardır.”;

3.    “Adı Turgut Özal olan bir Cumhurbaşkanı vardır.”;

4.    “Cüzdanımda yüz lira vardır.”

 

gibi önermeler. Bunlarda “varlık”, “yokluk”un karşıtına işaret etmez. Bunlardan (1)’de (4)’ün sahip olduğu bir şey, (2)’de bir şehrin bütün şehirlerden güzel olduğu, (3)’te Turgut Özal’ın bir kişi değil, tarihte yaşamış biri olduğu ve (4)’te cüzdanda yüz liranın bulunduğu anlatılır.


26 Mart 2022 Cumartesi

 

                     PROTOKOL SÖZCELER

                                                              

 

Viyana Çevresi’nin temel tezlerinden biri de şudur: Bilginin ve bilimin ilk ögelerini oluşturan sözceler deneyim ürünüdür. [1] Bilimsel yapının temeli şu şekildeki sözcelerden oluşur: Şu anda veya şu durumlarda, şu gözlemlenmiştir ya da sınanmıştır.[2] Temel sözceler bir gözlemcinin doğrudan deneyimini ve algılamasını betimler. Carnap bunlara “protokol sözceler” adını verir. Bütün karmaşık sözceler protokol sözcelerine indirgenebilir.

Viyana empirizmine göre duyumlamalar protokol sözceler biçimini almalıdır. Protokol sözceler bir kişinin şu anda ve şurada hissettiği şeyi betimlemeye izin verir. Onlar kesinlikle doğrudur. Bilim, fizik realiteye ilişkin tam bir teori elde etmek için bu sözceler arasındaki ilişkileri anlamalıdır.

Protokol, Grekçe πρωτοκολλον’un (protokollon)’un Batı dillerindeki karşılığıdır. πρωτοκολλον Grekçe’de “ilk” anlamına gelen πρῶτος (protos) ve yapıştırmak demek olan κολλα’dan (kolla) bileşiktir.

Protokol Antik Dünya’da bir parşömen ruloya yapıştırılan ilk sayfa demekti. Orta Çağ’da kelime, onaylanmış edimlerin anlatıldığı küçük yazı anlamına geliyordu. Günümüzde protokol, noter belgesi demektir. Görüldüğü gibi Carnap “protokol”u modern anlamda kullanmaktadır.

O nedenle dünyadan söz etmek protokol sözceler ortaya koymaktır. Şimdi bu konuyu açıklamaya çalışalım.

Carnap ve Neurath protokol sözceler ifadesini 1930’lu yıllarda kullandı. Hangi tür sözceler protokol sözcelerdir? Carnap ve Neurath arasında bu konuda bildiğimiz doktriner tartışma yapılmıştır. Bu tartışmaya ilişkin çevirisini sunduğumuz makale oldukça önemli bilgiler vermektedir. Protokol sözcelerin doğasına ilişkin bu tartışmada iki karşıt tez vardır. Birinci teze göre protokol sözceler duyu verilerine dayanır. Carnap bu tezi savunur. Neurath’ın savunduğu ikinci teze göre ise, protokol sözceler bir gözlemcinin duyu verilerine ilişkin açıklamalarından ibarettir.

Temel sözceler çok tartışıldı ve bu tartışmalar hâlâ sürmektedir. Bu sözcelerin en çok tartışılan yönleri şunlardır: Algısal deneyimin sübjektif görünüşü gözleme mi aittir? Temel sözceler konuşanın özel deneyimlerinin mi yoksa herkesin gözlemlediği olayların mı betimidir? Bu sözceler, kuşku duyulamayan, reddedilemeyen ya da yanlışlanamayan sözceler midir? Özel bir sınıfın var oluşunu temel sözceler gibi kabul etmek doğru mudur[3]?

 

Bu konudaki tartışmalar ne olursa olsun şunlar kesindir: Protokol sözceler:

1. Wittgenstein'ın 1921’de Tractatus'ta yaptığı analizden türer. Burada Wittgenstein demektedir ki, bileşik bir sözcenin anlamı ve doğruluğu onu oluşturan sözcelerin doğruluğuna bağlıdır. Bileşik sözcenin ögeleri de bileşik olabilir. Wittgenstein'a göre felsefî analizin amacı nihaî, temel sözcelere ulaşmaktır. Peki, bu nasıl olabilir? Temel nesne durumlarının mantıksal tablolarını elde etmekle ve adları düzenlemekle. Adları düzenlemek, basit şeylerin mümkün düzenlemesini yapmaktır. Nihaî sözcelere ulaştığımızda analiz son bulur. Protokol sözceler bir ölçüde mantıksal tablolar gibi görülebilir.

2. Protokol sözceler bilimin bir temelini bulma kaygısına cevap verir; temel sözcelerin doğruluğuna ya da yanlışlığına ilişkin kesin cevap arayışıdır. 1934’te Schlick “her bilginin sarsılmaz ve kuşku duyulmaz temelini sağlayan bir sözceler sınıfının araştırılmasın”dan söz eder. Protokol sözceler doğrulanabilirlik ilkesine cevap verir.

Protokol sözceler bir türdür ve onların cinsi “elemanter sözceler” ya da “temel sözceler”dir. Schlick'in “deneyim saptamaları” dediği başka türde temel sözceler de vardır. Bu “deneyim saptamaları”nın özelliği ben merkezli (örneğin ben, şimdi, şurada)  ifadeler olmalarıdır. Oysa protokol sözceler (örneğin (X yerinde, t ânında şöyle bir şey) objektif ifadelerdir.

Protokol sözceler etkin süjenin duyu deneyleri yardımıyla ifade edilmelidir, çünkü duyu deneyleri bilginin kesin temelidir. “10 cm. uzunluğundaki ipe asılmış 1 gr.lık bir kütle 3 cm. genişliğinde bir salınım yapar.” şeklindeki bir klasik gözlem sözcesini alalım. Bu tür sözcelerin duyusal veriler kadar kesin statüleri yoktur.[4] Bunlar ancak duyuların doğrudan gözlemlerine dayanan cümleler aracılığıyla ifade edilmelidir. Sonuç olarak bilimsel teorilerin tüm vokabülerini sadece gözlem teorilerini kullanan sözceler yardımıyla ifade edebiliriz. Her bilimsel “sözce şu ya da bu anda, şu ya da bu yerde, şu ya da bu durumda gözlemlendi, gözlemleniyor veya gözlemlenecektir.” şeklindeki sınırlı sayıda protokol sözcelerine indirgenebilmelidir. Yine de bilimsel teorilerde “elektron”, “manyetik alan” gibi indirgemenin daha zor göründüğü terimler vardır. Carnap’ın “teorik terimler” dediği bu tür terimler, teorinin tümüyle gözleme dayalı vokabülerine çevrilebilir mi? Carnap 1928’de yayınladığı Dünyanın Mantıksal Kuruluşu adlı kitabında bu soruya Mach gibi olumlu cevap verir. Carnap bu kitabında bilen süjenin duyulur deneyimlerini sisteminin temel ögeleri gibi görür.[5] Ona göre sözcelerin karmaşıklık düzeyleri arasında hiyerarşi vardır. Bu hiyerarşide her üst düzey sözce, aşağı düzey sözceye indirgenebilir. Bu indirgeme Carnap’a göre “konstrüktif tanımlar” dediği şeyle yapılır. Bu tanımlamalar sözceleri değiştirmeye izin verir; üst düzey sözcelerin eşdeğerini verir. Sonuç olarak Carnap’a göre her bilimsel sözceyi duyulur deneyimler gibi, en aşağıdaki objelere dayanan bir sözceye indirgemek mümkündür. Bir bilimsel teorinin tüm terimleri, protokol sözcelere çevrilebilir, teori sadece gözlemlenebilir realitelere dayanan genel yasalar aracılığıyla ifade edilebilir.[6]

Carnap 1934 yılında yazdığı La syntaxe logique du langage’da, (Dilin Mantıksal Sentaksı) elemanter yaşantıların yerine indirgenemez veriler olarak gözlem protokollerini koyar. Gözlem protokolleri denetlenebilme bakımından psikolojik doğadaki elemanter yaşantılara üstündür. “Bir kelime ancak bu kelimenin bulunduğu sözceler protokol sözcelere yani duyusal deneyimlerimizi ifade eden elemanter sözcelere indirgenebilirse anlamlıdır.”[7] Bilimin sözceleri protokol sözcelerden türetilemez. Bilimin sözcelerinin protokol sözcelerle ilişkisi, zayıf doğrulama sayesinde kurulabilir. Carnap Les fondements logiques des probabilités’de (Olasılıkların Mantıksal Temelleri) şunu ortaya koyar: “Her tümevarımsal akıl yürütme, olasılık terimleriyle bir akıl yürütmedir. Tümevarımsal mantığın bütün ilkeleri ve teoremleri, analitiktir.[8]

Carnap’a göre protokol sözceler deneysel verileri ifade eder ve objektiftir, çünkü onlar, bireysel algılar arasındaki biçimsel ilişkileri betimler ve algıların nicel, sübjektif içeriklerini soyutlar. Bilimsel betim, objelerin özlerini değil; fakat sadece yapılarını içerebilir. İnsanları dilde birleştiren şey, yapısal formüllerdir. Bu formüllerde ortak bilgilerin içerikleri kendiliklerinden hazırdır.[9] Kırmızılık ve haz gibi sübjektif nitelikler, bilginin değil; sadece deneyimin nitelikleri gibidir. Optik, sadece bir kör tarafından ilke olarak akla uygun görülen şeyi kabul eder.

Moritz Schlick de benzer bir görüşü savunur. O demektedir ki, bilme kapasitemiz, ifade etme ve tasavvur etme kapasitemize bağlıdır. İfade edilebilen her şey, bilinebilir.[10]

Fakat Neurath, protokol sözcelere ilişkin bu görüşlere katılmaz, çünkü o, doğrulama ilkesine sıkı sıkıya bağlı kalır. Ona göre protokol sözceler de doğrulanmalıdır. Protokol sözceler, reddedilebilme imkanı olan sözcelerdir. Bir sözceyi belirleyen şartlardan biri, doğrulanabilmesidir.[11] Fiziğin tüm yasaları ve sözceleri değişebilir. Aynı şey protokol sözceler için de geçerlidir. Neurath, şöyle düşünmektedir: Saf protokol sözceleri belirlemek için araç yoktur. Dilin temel sözceleri, protokol sözceler değildir; fakat belirsiz ve analiz edilmemiş terimler stokundan ibaret gündelik dilimizin sözceleridir. Neurath, gündelik dilden hareket etmeyi ve fizikçinin bilimsel diline ulaşana kadar gündelik dili metafizikten arındırmayı önerir.

Carnap’ın ve Neurath’ın görüşlerini tümüyle paylaşmayan Schlick, protokol sözcelerin doğrulanma zorunluluğunu kabul eder. Fakat o, şuna da dikkat çeker: Neurath, dilin göreceliliğinden çıkmak için bilimsel dilin iç tutarlılığını dikkate almanın zorunlu olduğunu söyler. Fakat açıktır ki, dilin iç tutarlılığı kavramı tatmin edici değildir. İç tutarlılığı hakikatin ölçütü diye alırsak, perilere ilişkin uydurma hikayeleri, doğru diye kabul etmemiz gerekir.[12] Kuşkusuz Schlick şunu kabul ediyordu. Tutarlık, hakikatin zorunlu bir şartıdır; ama bu, yeterli değildir. Gerçekte bilimsel dili daha tutarlı hale getirmek için, bilimsel dilden elenmesi gereken sözceleri seçmek için bir ölçüt zorunludur. Bu ölçüt de olgulara uygun olmadır. Perilere ilişkin hikâyeleri bilim dilinden dışlamanın tek yolu budur. Schlick bu ölçütün de temel sözceler dediği şey olduğunu söyler; temel sözceler’in protokol sözcelerle hiç de aynı şey olmadıklarını belirtir. bu temel sözceler gerçekte deneysel gözlemleri birbirine bağlamazlar; fakat bilimsel dilin ve empirik realitenin temas noktalarını oluştururlar. Realite ve bilgi arasındaki bu temas noktaları, Schlick tarafından hipotezler olmayan tek sentetik sözceler gibi görülür. Sadece bu sözceler bilimsel hipotezlerin tutarlı bir sisteminin olgular ortasında bir yol bulmalarına izin verir.[13]

 



[1] Hervé, Les limites de la connaissance, Odile Jacob, Paris, 2000, p. 26.

[2] Ayer, Langage…, p. 108.

[3] Armengaud, Françoise, “ Protocolaires énoncésEncyclopædia universalis.

[4] Loc. cit.

[5] Ibid.,   p. 26.

[6] Loc. cit.

[7] Carnap, R., “Dépassement de la métaphysique par l’analyse logique du langage”, dans Manifeste de Cercle de Vienne, sous la direction d’Antonia Soulez, PUF, Paris, p. 158.

[8] Godin, p. 807.

[9] Malherbe, p. 57.

[10] Schlick, M., “Le tournant de la philosophie”, in Expériences,  théories et méthodes, sous la direction de Sandra Laugier et Pierre Wagner, Vrin, Paris, 2004, p. 83.

[11] Malherbe, p. 58.

[12] Schlick, “Le tournant de la philosophie”, p. 86.

[13] Loc. cit.

4 Mart 2022 Cuma

Searle’ün Zihin Anlayışına Eleştiri

 

          Searle’ün Zihin Anlayışına Eleştiri

        1 Dış gerçeklik açısından:

Bu eleştirimizde zihnin gerçekten var olup olmadığını  ele alacağız. Konuyu şu soruyla açıklamaya başlayacağız: Zihin ontolojik olarak var mıdır?” Yoksa hipotetik bir kavram mıdır?

Bu konuda şunları söyleyebiliriz: Zihin Searle’ün iddia ettiği gibi doğal biyolojik değil; Batı kültürünün bir kavramıdır. Homerosta’ki  ruh tasavvurunun evrimleşerek günümüze gelmiş şeklidir. Ruh Homeros zamanında  hayat anlamına geliyordu ve soluk almak demek olan ψυχή’yle (psykhe),  eş anlamlıydı.  Grekler bu kelimeye daha sonra çok farklı etkinliklerimizin merkezi anlamını verdiler. Düşünme de bu etkinliklerin en önemlisiydi. Descartes  yukarıda psikolojik ögeler söylediğimiz gibi kavramı sekülerleştirmek için psikolojiden arındırdı beynin ve nöronların görüntülenmesiyle nörolojik-biyolojik bir temele dayandırılmaya çalışılan   hipotetik ve  mit bir kavramıdır. Bir inanç konusudur.  İster entelektüel isterse duyusal aktivitelerimiz olsun; bunların vuku buldukları bir yer gibi anlaşılan zihin yoktur. Algılama fark etme hatırlama, umma, korkma bekleme vs. gibi kapasitelerimizin/yatkınlıklarımızın yeri zihindir.” mitolojisi, Batı düşüncesinde zihni mekânsallaştıran bir metafordur.  Bu metafor “duyguların yeri kalptir.” mitolojisinden hiç de farklı değildir.

Zihnin gerçeklik değil de metafor olduğunu ileri sürerken şu üç gerekçeye dayanacağız:

A. Varoluş niteliklere sahip olan şeyin doğrudan deneyimi açısından: Nitelikler, nitelikler olarak yoktur; bir şeyin nitelikleri olarak vardır. Ya da var olanı özgün nitelikleriyle biliriz. Niteliklerin nede bulunduğunu doğrudan gözlemleriz.  Örneğin kırmızılığı gülde, yeşilliğin yaprakta, yumuşaklığın pamukta, yuvarlaklığın kürede vs. olduğunu biliriz. Bulunmaya ilişkin gramer şudur: “Adı…  olan ve … niteliğine sahip bir şey vardır.  Bu deneyimin sonucunda “X, ..dir.” Örneğin “Kitap kapağı denen ve rengi mavi olan bir nesne vardır.” Deneylemek duyu organları yetersiz ise görüntüleme teknikleriyle yapılabilir. Örneğin atomların elektronların deneyimi böyledir.

Zihne gelince; ona ilişkin doğrudan bir deneyim yoktur. Onun varlığı İnsanın zihinsel denen durumlarının deneye değil de birinci şahıs tanıklıklara dayanarak ifade edilir. “Üzülüyorum.”, “Seviniyorum.”, “Mutluyum.”  gibi içsel durum ifadeleri olgu sözceleri değil, yaşantı ifadeleridir.

Burada temel problem şudur: Yaşantılar fenomen midir? Kişinin içinde bulunduğunu düşündüğü durumlar yani yaşantılar fenomen değildir. Fenomenin özelliği  nesnel bir şeyde gözlemleyenden bağımsız olarak ortaya çıkma görünme ve gerektiğinde deneyimlenmedir. Fenomen referansta bulunabildiğimiz  bir deneyim objesidir. Oysa yaşantılar karşımızda görünen ve işte diye işaret edebildiğimiz bir olgu değildir; gramerle ifade edilmiş durumlar olarak vardır.  

Zihin filozofları gibi Searle de “fenomen”in uylaşımsal gramerini terk eder; yaşantıları zihinsel fenomenler diye niteler. “İçsel yaşantı olan fenomen”, bu kavrama dayanarak yapılan açıklamaları anlamaya izin vermez.  

Bu biraz da uzun açıklamalarımızın sonucu şudur: Eğer yaşantılar bir fenomen değilse ve zihinsel bir fenomenden söz edemezsek bu durumda kendisinde zihinsel fenomenlerin göründüğü bir zihinden de söz edemeyiz.  Kısaca Zihin bir addan ibarettir.   

2  Reel antropoloji açısından. Bu açıdan “zihin” tıpkı beynimiz dahil bedenimizin organları gibi bütün kültürlerde  var olan bir kavram değildir.

Reel antropoloji  dünyanın çeşitli yerlerinde yaşayan ve Batılı insanla karşılaşmamış, onunla hiçbir yakınlığı ve benzerliği olmayan, ondan asla etkilenmeyen toplumların ya da topluluklara  ilişkin araştırmalardır. Reel antropolojik veriler de bu araştırmaların sonuçlarıdır.  Örneğin  aborjinlere Eskimolara  pirahalara dair antropolojik araştırmalarımız bize onların kültürleri, dilleri, dünya görüşleri vs. gibi konularda bilgiler verir. Bu bilgiler insani olguların anlaşılmasında ve açıklanmasında son gereklidir ve  derece yararlıdır.   

Reel antropoloji açısından baktığımızda diyebiliriz ki, zihin sadece Batı kültürünün bir kavramıdır. Bu kavramı bilmeyen pek çok halk vardır. Yine onların psişik hayatı vardır. Bir şeye inanırlar, üzülürler, sevinirler, bir şeyden pişman olurlar, korkarlar vs. Zihin filozoflarının zihinsel fenomenler dedikleri şeyler Batılı olmayan toplumları dikkate aldığımızda sadece içsel kapasite ve yatkınlık fiilleri’dir.  İnsanların bu fiilleri ifade edebilmeleri için hangi durumlarda ve hangi kelimelerle ifade edileceklerini öğrenmeleri yeterlidir. Bu öğrendikten sonra bunları dile getirebilirler;  “korkuyorum”, “üzülüyorum”, “seviniyorum” vs.  gibi birinci tekil şahıs fillerle başkalarına anlatabilirler. 

3 Fiktif antroploji açısından: Fiktif antropoloji ise reel antropolojik verilerden hareketle yapılan çıkarımlardır.”  Fiktif antropoloji: Bizimkine az veya çok  benzeyen ve dilimizi hiç bilmeyen bir topluluk olsun. Onların üyeleri  bizim aramızda yaşasın.  Onların zihni olmadığını düşünelim.  Onlar bizim eylemlerimizi gözlemlesinler; ne zaman hangi eylemleri yaptığımıza baksınlar. Bir süre sonra bizimi eylemleri yapma nedenimizi anlayacaklardır. Biz onların dilini onlar da bizim dilimizi öğrenebilirler ve bizimle iletişim kurabilir.  Böylece onlar düşüncelerini duygularını acılarını, hoşnutsuzluklarını, depresyonlarını, yaşama sevinçlerini vs. bize ifade edebilirler. Zihinsiz olmalarına rağmen reaksiyonlarının zihni olan insanların reaksiyonlarıyla  aynı olduklarını görebiliriz.  olan kişiler asıl ifade ederler? Bizim için bunu bilmek de önemlidir. Daha iyisi şunu keşfettik: Fizyoloji ve psikoloji laboratuvarlarımız bu insanlara dair, doğru ve bilimsel bilgiler verebilir; çünkü onların dilleri dâhil, reaksiyonları tümüyle ruhu olan insanların reaksiyonlarıyla aynıdır. Onlara yazımızı,  sayı saymayı, kafadan hesap yapmayı öğretebiliriz. Onlara düşündüklerini,  kafadan hesaplama yaptıklarını, üzüldüklerini, sevindiklerini, umut ettiklerini vs. dikkate alarak şöyle diyebiliriz: Sanki sizin de bizimkine  benzeyen bir zihniniz vardır.  Onlar bunu kabul etmeyeceklerdir ve şöyle diyeceklerdir: Biz sizden sizin dilinizi ve hesaplama biçimini vs. öğrendik. Sizin sahip olduğunuz şeye zihne biz sahip değiliz; bu nedenle sizin sahip olduğunuz zihni bilemeyiz. Sizin bize öğrettiğiniz kafadan hesaplamayı, verdiğiniz emirleri spontane olarak yaparız.

Bu zihne sahip olmayan bu spontane insanlar bizi yeterince tanıdıklarında ve analiz ettiklerinde bizden farksız davranırlar. Onların bizim gibi davranabilmeleri için bir zihne sahip olmaları gerekmez.  

Burada şu tezi ortaya koyabiliriz: Kapasite ve tepki eylemlerinin iki türü vardır.

1 Dil öncesi kapasite/tepki eylemleri. Bunlar doğal  eylemlerdir, çocukların ve hayvanların eylemleridir.  Biyolojik/psikolojik  ihtiyaçların ve dışsal faktörlerin etkisiyle yapılır ve bireyin doğasından içkindir. Bu eylemler  oldukça sınırlıdır.

2  Dille birlikte olan tepki/kapasite eylemleri: Bu eylemler dilsel ifadelere ihtiyaç duyarlar. Kişi içsel yaşantılarını dille fark eder ve yaşar. İçsel yaşantılara yol açan faktörler çok çeşitlenmiştir. Bir ve aynı adı taşıyan içsel yaşantının da pek çok nüansı vardır Bir kişi bir yaşantısını çeşitli zamanlardaki yaşantılarıyla karşılaştırabilir.  Bunlar bir sürede olup biter. Üzüntü, sevinç, mutluluk vs. Bir etkinin süresiyle veya bir etkiyi hatırlamanın süresiyle sınırlıdır. Etkinin hissedilmesi veya hatırlanması fiziksel ya da psikolojik sürelerde bir yaşantıya yol açar. Bu etki de ancak dilin işin içine girmesiyle mümkündür. Dilimizin kelimelerini kullanmadan bir etkiyi hissedemeyiz ve hatırlayamayız; sonuçta yaşayamayız. Bu nedenle zihin filozoflarının zihinsel fenomenler dedikleri içsel yaşantılar dille algıladığımız dünyayı yine içsel konuşma ile yaşarız.

Antropolojik araştırmaların sonucu şudur: Zihin, kültürel bir kavramdır; her toplum bu kavramı bilmeyebilir; ama insanın zihinsel diyebileceğimiz kapasiteleri vardır. Gramatikal ifadeler bize şunu gösterir: Anlamak, bilmek vs. gibi pek çok zihinsel terimler, kapasitelerimizin bir sonucudur. Zihin, büyük ölçüde bir kapasiteler sistemidir. Örneğin görme, konuşurken kelimeleri hatırlama, bu sistemin bir parçasıdır; alfabeyi ezberleme ve satranç oynama gibi bazı kapasiteler, egzersiz sonucunda aktüelleşir; bunların bazıları da otomatik olarak işler. Dili öğrenme ve gramere uygun kullanma, kafadan hesaplama, sorular sorma, sorulara cevaplar verebilme, bu kapasitelerin sonucudur. Kültür ve uygarlık durumları ne olursa olsun, insanlar, bu kapasiteleri kullanarak soyut işlemler yapabilirler; çeşitli duygulanımlar yaşarlar; bu duygulanımlarını söylemlerle ifade ederler. 

 

7 Şubat 2022 Pazartesi

Pragmatizmin Hakikat Teorisi

Pragmatizmin Hakikat Teorisi

 

Bilindiği gibi pragmatizm, ilk önce hakikati araştırmanın bir yöntemi olarak ortaya çıktı; bu nedenle onun, başlangıçta araca özgü fonksiyonu vardı. Ancak pragmatizm bir süre sonra araç olmaktan çıkarak Deweyci anlamda, araçsallığa dönüştü; yani hakikate ilişkin teori oldu. Deneycilikten daha radikal ve pozitivizmden daha itaatkâr bir doktrinin doğmasına yol açtı. Bu durumu James, İtalyan pragmatist Pappini’den ödünç aldığı bir imgeyi kullanarak şöyle açıklar: Pragmatizmin teorilermiz içindeki yeri, bir oteldeki koridorun yerine benzer.”[1] Bununla anlatılmak istene şudur: Pragmatizm, tıpkı otelden herhangi birine yerleşir gibi şu veya bu teoriye yerleşmez, koridorun, oteldeki bütün odalara geçişi sağlamasına benzer biçimde, teoriler arasında özgürce dolaşmaya izin verir. Hakikate ilişkin teorilerin değerini ancak pragmatizmi ölçü alarak belirleyebiliriz. Ancak “pragmatizmi uygulamak için de hakikat için de hakikat ve anlam konusundaki pragmatik teoriyi göz önünde bulundurmalıyız.”[2] Pragmatizmin anlam ve hakikat teorisi, bu doktrini, gelişigüzel kullanmamıza izin vermez.

Sürekli olarak davranışa ve sonuçlarına başvurulması, anlam konusunda şu yeni ölçütü kabul etmeyi gerektirir: Özel sonuçlar, bir kavramın anlamına dair tek ölçüttür; kavramın hakikatini test etmenin tek aracıdır. Kavramlarımızın pratik değeri vardır. İhtiyacımız olan şey, bize yarar sağlayan fikirlerdir.”[3]

James’in Pragmatizm adlı kitabında pragmatizmi ilginç bir biçimde demokratik  doktrin diye nitelemektedir. Ona göre söz konusu doktrinin, esnek bir yapısı; zengin, tüketilemeyen bir görünüşü vardır. Onun sonuçları, hepimizin annesi tabiat kadar yararlıdır.”[4]

James’in bu formülü, pragmatizm karşıtlarının sandığından daha az yararcıdır; aynı şekilde o, kinik ve vahşi kapitalizme iddia edildiği kadar hizmet etmez. James’e göre zaman içinde en yararlı oldukları anlaşılan fikirler, gerçektirler. Fakat bu “gerçek” sıfatını hangi anlamda anlamalıyız?  Kuşkusuz bu gerçeği, Greklerden beri kabul edildiği şekliyle “adequatio res et intellectus” (varlığın düşünceyle uygunluğu) diye anlayamayız. James kendi hakikat anlayışına, “hakikatin genetik teorisi” adını verir.[5]  Bu genetik teori nesnelerin durumlarını formüle etmeye çalışmaz; bazı önermelere “doğru”, bazılarına da “yanlış” demekle yetinmez. Pragmatiste göre hakikat, sağlık, zenginlik ya da deney yaparken harcadığımız güç gibi, olgusal durumda farkına vardığımız bir şeydir.

Bu söylenenlerden anlıyoruz ki, bize hayatî çıkar sağladığı sürece bir fikrin hakikat olduğunu kabul edebiliriz. Böyle bir hakikat anlayışı doğal olarak, objektif hakikatin varlığını savunanların itirazlarıyla karşılaşır. Objektif hakikat taraftarları şöyle sorarlar: James hakikati başarıyla özdeşleştirirken, ticaret ekonomisinin temeli olan ilkelerden birini, yani bir şeyi değerli kılan, onun satılmasıdır, ilkesini hakikat alanına transfer etmiyor mu? “Tanrı fikrinin hakikî bir fikir olduğunun, tarihte başarılı ve yararlı olmasından daha iyi kanıtı yoktur” derken yaptığı şey böyle bir transfer değil midir?” Bize göre rasyonalistler James’e itiraz ederken haksız davranmaktadırlar. Çünkü onlar pragmatizmi realite karşısında takınılan bir tavır olmaktan çok, bir doktrin gibi görmektedirler, ya da görmek istemektedirler.Oysa pragmatizm, evrensel  gerçekliğin ne olduğuyla değil; sadece tikel ve özel olguların insan için değerini ve anlamını düşünmektedirler. Aynı tutum Tanrı için de geçerlidir; o, anti-entelektüalist bir tutumu benimsediği için, Tanrı'nın gerçekliği problemiyle teorik tartışmalar düzeyinde ilgilenmemektedir; sadece O’nun yararlı bir fikir olduğuyla yetinmektedir. 

James Tanrı fikrinin pragmatik değeriyle ilgili şu önemli soruyu sorar: “Tanrı’nın varlığı, nasıl olup da insanın gerçekleştirdiği tecrübeyi daha canlı ve daha zengin hale getirmektedir?”[6] Ona göre büyük metafizik sistemlerin hepsi, bu sorunun cevabını bulmaya çalışmak zorundadırlar.  Verilen cevapların realiteye uzak ya da tahminî olmasının önemi yoktur. Eğer Kant’ın “Neyi umabilirim?”, ya da James’in “Dünya bana neyi vaat ediyor?” [7] şeklindeki soruları, hakikati belirleme çabalarımızın temel problemi yapılmazsa, materyalizm ve teizm arasındaki ihtilâf, kısır çekişme konusu olmaktan çıkamaz. İdealizm bile bu çatışmayı önleyemez. James’e göre materyalizm ve teizm arasındaki bu sağırlar diyaloguna sadece pragmatik yaklaşım son verebilir.

Materyalizmi, metafizik doktrinlerinden dolayı değil; fakat yüksek çıkarlarımızı sürekli biçimde garanti altına alamadığı için ve ilgilendiği konular en uzak umutlarımızı hiç tatmin etmediği için eleştirmeliyiz.[8]

James, materyalizmin insan umutlarını karşılamaktan uzak oluşunu belirtirken bir analojiye başvurur; onu yanılmaların okyanusunda batan bir Güneşe benzetir. Teizme gelince, teist diye nitelediğimiz doktrinlerin tümü, konuları vaad dolu  bir dünya olan dinî inançların farklı yorumlarından doğmuşlardır; bu doktrinler arasındaki anlaşmazlık, doğrudan doğruya dinîdir. James’e göre hayatımızın bazı anlarında öyle duygular taşırız ki, onlar bize vaadlerle dolu bir dünyada yaşadığımızı hissettirir; gene bu duygularda sevinci, terk edilmişliği ve güven duygularını keşfederiz. Dinî duygunun hayatımızdaki yerine ilişkin James’in görüşü, kendi din felsefesinin açıkça belirtmediği temelidir. Söz konusu temelin kaynağı, Kitab-ı Mukaddes’tir (Is. 21, 11). James bu bölümden hareketle düşüncelerini şöyle ifade eder:

Duyulur tecrübeden ibaret olan arka avluya hapsedilmiş olan ruhumuz, fildişi kulesinde yaşayan zekâya sürekli olarak şunu sorar: “Ey gece bekçisi! Ne haberlerin var? Gece bize umut getiriyor gibi midir?[9]

Kuşkusuz James’in kendisinden haberler zekâ, pragmatik zekâdır; bu zekâ sadece “katı rasyonalizmler”i kızdırabilen, “felsefî Protestanlık”ın bir ifadesidir.

 

Bir ve Çok: Çoğulcu Hipotez

Pragmatik yöntemin kavramları kullanma biçimini açıklarken James, şu sözlerinden anlaşılacağı gibi, Herakleitos’un ırmak imgesinden yararlanır: “Pragmatik yöntem, kavramlar karşısında, onlara duyduğu hayranlıkla kendisinden geçmez; tam tersine, tecrübe ırmağına dalmak için, onları  kendi yanında taşır.”[10] Burada şöyle bir soru kaçınılmazdır: Kavramlar böyle bir maceraya girişmek için mi üretilmişlerdir? Onları yanımızda taşımak, bizi boğulmak riskiyle karşı karşıya bırakmaz mı? Bu soruların cevabı, James’in bütün felsefî problemlerin en önemlisi gibi gördüğü, başka bir sorunun cevabına bağlıdır; o soru da şudur: Nesnelerin çokluğu karşısında nasıl bir tavır takınabiliriz? Filozofa göre bu soruya verilen cevaplar iki fikir etrafında kümelenir: Bir tarafta, “tekçi çözümler”, diğer tarafta “çokçu çözümler.”

Pragmatizm, karşıt bu iki açıklama arasında bir denge kurmaya, onların arasını bulmaya çalışmaz. James’in pragmatizmi eklektik değildir; daha çok ortak duyuyu tatmin eden çoğulculuğa yakındır; nesneler ortak duyuya hem birleşik, hem de kısmen ayrı gibi görünürler; bundan dolayı ortak duyu mutlak birlikten uzak.[11]

James’in çoğulculuğu “noetik” çoğulculuktur.[12] Noetik sıfatı bize gösteriyor ki, çoğulculuğu savunan kişi şu üç etki alanı arasında gidip gelir: Ortak duyu  ve onun ürünü olan seküler tecrübeler; ortak duyunun sözde açıklıklarıyla pek çok defa hesaplaşmak zorunda kalan bilimsel düşünce, felsefeye özgü  eleştiri. Pragmatizm, rasyonalitenin bu üç düzeyi arasında bir hiyerarşik düzen kurmayı bize yasaklar. Çünkü James’e göre bu üç kavramdan hangisinin diğerlerinden daha önemli olduğuna karar vermek mümkün değildir. Onların her üçü de insan doğasına uygundur; entelektüel açıdan ekonomiktir ve yararlıdır; bundan dolayı hepsi de gereklidir.  Onlar, hakikat oluşlarının nedenlerini kendi içlerinde taşırlar. Onların her biri hayatın belli bir bölgesi için gereklidir. Ortak duyu, bilim ve felsefe; bunların en hakikî olanı hangisidir? “Bunu sadece Tanrı bilir.”[13]

 

William James, pragmatizmin köklerini, çok gerilere, Sokrates’e kadar götürür ve tarihteki pek çok önemli filozofun pragmatist olduklarını söyler. O, Pragmatizm adlı kitabında bu konuda şunları der:

Pragmatik yöntemde yeni hiçbir şey yoktur, Sokrates onun ustasıydı. Aristoteles, onu sistematik biçimde uyguluyordu. Locke, Hume, Berkeley bu yöntem sayesinde önemli hakikatleri ortaya koydular; onun araçlarını kullanarak gerçeğe yararlı oldular. Oysa pragmacılığın bu öncüleri, onu ancak parçalar halinde kullandılar. Onlar sadece pragmatizme bir giriş yapmışlardı. Pragmatizm denen yöntem, günümüze gelinceye kadar genelleşmemişti, evrensel bir görevin bilincine varamamıştı. Ben bu göreve inanıyorum, konuşmalarımın sonunda size de bu inancı aşılayabileceğimi sanıyorum. Herhangi bir yerde bir ayrım meydana getirmeyen bir ayrım, hiç bir yerde var olamaz. Felsefenin bütün görevi, bu dünya formülü ya da şu dünya formülü doğru olduğu takdirde, hayatımızda ne gibi değişikliklerin olacağını göstermektir.

 

 

Hilary Putnam’a göre James’in algı teorisi, “insan yüzlü bir gerçekçiliği, deneyci bir temelden hareketle geliştirmek için yapılan bir teşebbüstür. Onun Pragmatizm adlı kitabında bunu açıkça görebiliriz. O, özellikle bu kitabın “Pragmatizm ve Hümanizm” başlıklı bölümünde söz konusu düşüncelerini geliştirir. Buradaki görüşlerini okuduğumuzda Sartre’ın Varoluşçuluk Bir Hümanizmdir  şeklindeki manifestosunu keşfedebiliriz.[14] Burada James’in Pragmatizm adlı kitabıyla ilgili şu önemli soruyu sormak gerekir: Onu, “pragmatizm, bir hümanizmdir” şeklinde sunan bir manifesto gibi okuyabilir miyiz? Eğer okuyabilirsek, bu okumaya haklı kılan şey nedir? Şimdi bir iki soruyla bu soruları cevaplamaya çalışalım.

Önce şunu belirtelim ki, pragmatizmle hümanizmi özdeş olarak sunduğu satırlarda James, düşüncelerini diskürsif bir tarzda değil; retorik bir üslupla ifade eder. Onun bu retoriğinin Schleiermacher’ın Din Üstüne Söylevlerdeki retoriğiyle ilgisi yoktur. James’in bu bölümdeki bazı düşünceleri doğrudan din felsefesiyle ilgilidir. James burada pragmatizmin, bir dünya görüşünün yansıması olmadığı konusunda ısrar eder. Ona göre pragmatizm bitip tükenmez metafizik tartışmalara bir son vermeyi sağlayacak yöntemdir.[15]

James’te ne tür bir hümanizm söz konusudur. Bu doktrinin karşıtlarına göre James’in pragmatizmi, yaşlı Protagoras’tan miras olarak alınmıştır. Bu hümanizmin gerçekliğinin kanıtı, sadece filozofun doktrininin gerçek olduğuna inanmasıdır. Pragmatizm karşıtları şu cümleleriyle James hümanizminin gerçekte antihümanizm olduğunu iddia ederler: “Hakikatlerimiz  kendimizin ürettiği şeylerdir diyen sofist mizolojiden etkilenen pragmatist, kuzu postuna bürünmüş büyük ve kötü bir kurttur.[16] Bu eleştirilerde bir haklılık payı var mıdır? Bize göre buna olumlu cevap vermek zordur. Gerçi James, hümanizm ilkesini formüle ederken “realitenin belirlenmesinde insanın payını yok etmek imkânsızdır”[17] demektedir. Ancak onun bu sözünü, pragmatizm karşıtlarının iddia ettikleri gibi, realiteyi insanın keyfiliğine terk etmek diye anlamamak gerekir. Bu söz, bize göre gerçekte, sadece geleneksel metafiziğin evrensellik ve zorunluluk idealinin bir yanılgı olduğunu göstermeyi amaçlamaktadır. Bundan dolayı pragmatisti kötü niyetli saymak doğru değildir. Kaldı ki, pragmatizm karşıtlığının, iyi niyetliliğin bir ürünü olduğunu gösteren nesnel bir ölçütümüz de yoktur.

 


 

 



[1] James, William, Le Pragmatisme, traduit par Le Brun, avec une introduction par H. Bergson, Editeur Ernest Flammarion, Paris, 1911, p. 64.

[2] James, Le Pragmatisme, p. 78.

[3] James, Le Pragmatisme, p. 67.

[4] James, Le Pragmatisme, p. 87.

[5] James, Le Pragmatisme, p. 78.

[6] James, Le Pragmatisme, 100.

[7] James, Le Pragmatisme, 107.

[8] James, Le Pragmatisme, 107.

[9] James, Le Pragmatisme, 120.

[10] James, Le Pragmatisme, 123.

[11] James, Le Pragmatisme, 154.

[12] James, Le Pragmatisme, 156.

[13] James, Le Pragmatisme, 177.

[14] James, William, Le Pragmatisme, pp. 216-245.

[15] Ibid., p. 56.

[16] Ibid., p. 220.

[17] Ibid., p. 230. 

WITTGENSTEI'IN FRAZER ELEŞTİRİSİ

 

WITTGENSTEIN’IN FRAZER ELEŞTİRİSİ

ıklamalara Hata ile Başlamak ve Hatanın Yerine Hakikati Koymak Gerekir.

Bu demektir ki, hatanın kaynağını keşfetmek gerekir; yoksa hakikatten söz etmek hiçbir şeye yaramaz. Hata, herhangi bir şey onun yerini aldığında açıklamaya giremez.

Bir kişiyi hakikat hakkında ikna etmek için hakikati saptamak yeterli değildir; hatadan hakikate giden  yol’u da bulmalıdır.

Kuşku suyuna sürekli dalmam gerekir.

Frazer’ın insanların büyüye ve dine ilişkin düşüncelerini açıklama biçimi tatmin edici değildir: Bunları hatalar  olarak sunmaktadır.

Sonuçta Augustinus İtiraflar’ın her sayfasında Tanrı’ya yakardığında hata ediyor muydu?

Fakat denebilir ki, hata etmiyor idiyse, dini tümüyle başka kavramları ifade eden Budist Rahip ya da başka biri hata etmiyordu. Fakat onlardan hiçbiri bir teori ortaya koyması dışında hata etmiyordu.

Âdeti -örneğin kral-rahibin öldürülmesini-açıklamayı isteme fikri bana bir başarısızlık gibi geliyor. Frazer’ın yaptığı her şey açıklamayı kendi gibi düşünenler için doğru diye sunmaktan ibarettir. Bütün bu âdetlerin hasılı sanki saçmalıklar gibi sunulmaları çok dikkat çekicidir.

Fakat bu, sadece insanların bütün bunları saf saçmalık diye yapmaları koşuluyla doğrudur.

Örneğin Frazer bize açıklamaktadır ki, kral en olgun döneminde öldürülmelidir; çünkü ilkellerin inancına göre aksi halde  onun ruhu canlılığını sürdüremez. Eğer böyleyse, o zaman yine de  bu âdetin ve bu inançların sadece nerede birlikte olduklarını;  âdetin bir görme biçiminden doğmadığını; fakat her ikisinin toplumda olduğunu söyleyebiliriz.

Genellikle bugün sık sık şu olmaktadır: Bir insan bir âdeti, dayandığı hatayı gördükten sonra terk eder. Fakat bu durum yalnız insanın, uygulamadan vazgeçecek şekilde hatasını farkı ettiğinde ortaya çıkar.  Oysa bir halkın dini uygulamaları söz konusu olduğunda bu durum yoktur. Bu nedenle bir hata söz konusu değildir.

Frazer demektedir ki, büyüdeki hatayı keşfetmek çok zordur; ve bu nedenle uzun süre uygulanmakta devam eder; çünkü örneğin yağmur yağdırmaya yönelik bir büyünün er veya geç kesinlikle etkili olacağı anlaşılır. Fakat o zaman insanların saha sonra, er veya geç yağmur yağmadığını fark etmemelerini kesinlikle hayret vericidir.

İnanıyorum ki, bu açıklama girişimi bir başarısızlıktır; çünkü  bildiğimiz şeyi sadece doğru olarak aktarmak ve buna hiçbir şey eklememek zorundayız ve açıklamayla elde etmeye çalıştığımız tatmin doğrudan verilmelidir.

Ve burada kesinlikle tatmin edici açıklama yoktur.

Frazer bize Nemi Ormanı’nın Kralı’nın tarihini anlatırken, burada dikkat çekici ve korkunç bir şey olup bittiğini açıklayan üslubuyla bir şeyler eklemektedir.

Fakat “Bu, niçin olmuştur?” sorusuna “Çünkü korkutucudur.” Diye cevap verildiğinde gerçekten cevap verilmiştir. Bu edimde bize görünen, korkutucudur, yücedir, uğursuzdur, trajiktir vs. ama hiç de yadırganacak ve anlamsız değildir. Bu durum bu edimi doğurur.

Burada sadece betimleyebiliriz  ve şöyle diyebiliriz: İnsan hayatı böyledir.

Betimlenen şeyin bizdeki izlenimiyle karşılaştırılan açıklama çok belirsizdir.

Her açıklama bir hipotezdir.

Oysa hipotetik bir açıklama örneğin aşkın acı verdiği kişinin acısını pek de dindirmez; onun acısını yatıştırmayacaktır.

Düşünceler itişip kakıştıklarında dışarı çıkamazlar; çünkü hepsi İlk önce çıkmayı isterler ve çıkışı bloke ederler. “Ölümün görkemi” ifadesini Nemi Kral—Rahibiyle ilgili bu hikayeye bağladığımızda iki şeyin tek bir şey olduğunu görüyoruz.

Kral rahibin hayatı, bu ifadeyle söylemek istediğimiz şeyi aydınlatır.

Ölümün görkeminin pençesine aldığı kişi bunu bu tür bir hayatla ifade edebilir. —Bu, doğal olarak bir açıklama da oluşturmaz; tersine sadece bir sembolü yerine bir başkasının yerine koydurur. —ya da bir seremoninin yerine bir başkasını.

Dini bir sembol hiçvir kanı’ya dayanmaz.

Ve sadece hata kanıya uygundur.

Şunu demek istiyoruz: Bu olay ve bu başka vuku bulmuştur; o halde gülebiliyorsan gül.

Dini pratikler ya da kral—rahibin dini hayatı günümüzün otantik herhangi bir dini pratiğinden, örneğin günah çıkarmadan farklı doğada değildir. Günah çıkarma anlaşılabilir; ama açıklanamaz.

Portresini yakmak. Sevgilinin resmini okşamak. Bu, doğal olarak, hiç de resmin temsil ettiği şey üzerinde kesin bir etki yaptığımız inancına dayanmaz. Bunun amacı bir tatmini sağlamaktır ve bunu gerçekten elde eder: Daha doğrusu hiçbir şey amaçlamaz.   Böyle davranalım.  O zaman bir tatmin duygusuna sahip oluruz.

Sevgilinin adını da sevebiliriz; o zaman adın, sevgilinin yerini nasıl aldığı açıkça ortaya çıkar.

Aynı vahşi, görünüşte düşmanını öldürmek için onun resmini okla deler ve oturduğu gerçek kulübe şeklinde ağaçtan yapar ve okunu resim kurallarına göre değil; zanaat kurallarına göre yontar.

Bir cansız nesneye tıpkı bir insana davrandığımız gibi davranabiliriz; düşüncesi. İlke burada kişileştirme ilkesidir.

Ve büyü burada her zaman bir sembolizm ve dil fikrine dayanır.

Bir isteğin sembolü eo ipso gerçekleştirilmesinin sembolüdür.

Oysa büyü bir isteği temsil eder: Bir isteği ifade eder.

Arınma olarak vaftiz. Bir hata sadece büyü bilimsel olarak yorumlandığında ortaya çıkar.

Anne bir çocuğu evlatlık edinmek için elbisesinin içinden geçirdiğinde burada bir hata olduğuna ve çocuğu kendisinin dünyaya getirdiğini düşündüğünü sanmak doğru değildir.

Nesnelere ve olaylara ilişkin ve yanlış bir tasavvura dayanan işlemleri büyü işlemlerinden ayırmalıdır. Örneğin hastalık sanki bir sıvı halde ya da sıcak bir durummuş gibi bedenin bir bölümünden diğerine geçer ya da hastalığın yönünü değiştirmek elimizdeymiş gibi konuştuğumuzda. O zaman yanlış yani uygun olmayan bir imge sahibi oluruz.

Frazer’da manevi hayat ne kadar dar! Sonra: Kendi döneminin İngiliz hayatından başka bir hayatı anlamakta ne kadar güçsüz! Frazer’a göre aslında bir İngiliz rahibi olmadığı halde aptal ve iğrenç olmayan hiçbir rahip tasavvur edemez. Bu nedenle onun taşıdığı ad insan için kutsal olamaz.  Yine de bir yandan ona verilen en önemli araçtır ve diğer yandan doğumu sırasında boynuna asılan bir gerdanlık gibidir.

Frazer’ın açıklamaları ne derece aldatıcıdır? Diğer yandan —inanyorum— gerçekte şunu fark ettik: İlkel âdetleri gerçekten icat edebiliriz ve bu herhangi bir yerde onlara gerçekten rastlamamışsak, bir rastlantı olabilir. Diğer deyişle bu +adetlerin düzenlenmesi sağlayan ilke Frazaer’ın açıkladığından çok daha genel, ve tüm olasılıklarını tasavvur edebileceğimiz şekilde ruhumuzda (zihnimizde) da bulunan  bir ilkedir. Örneğin bir kabilenin kralını kabilenin her insanının görebileceğini düşünebildiğimiz gibi, kimsenin göremediğini de tasavvur edebiliriz. Herkesin kralı görmesi durumunda az veya çok ilineksel bir durum vuku bulmaz; kral insanlara görünür. Belki kimse ona dokunma hakkına sahip değildir. Schubert’in erkek kardeşinin, Schubert’in partitisyonlarını bölümlere ayırdığını ve bu belli ölçüdeki bölümleri gözde öğrencilerine verdiğini düşünelim. Dindarlığın işareti olarak bu davranış biçimi diğeri kadar kamuoyunun bilmediği partitisyonları herkesten korumaktan ibaret tutum kadar anlaşılabilir. V eğer Scubert’in erkek kardeşi partitisyonları yakmış olsaydı bu, dindarlık belirtisi olarak anlaşılabilirdi.

Gerçekte Frazer’ın açıklamaları son tahlilde bizdeki bir eğilime başvurmasaydı hiçbir şekilde açıklama olamazdı.

Yeme ve içe sadece ilkel için değil; bizim için de tehlikeler içerir. Bunlardan korunmayı istemekten daha doğal hiçbir şey yoktur ve şimdi bu tür korunma tedbirlerini düşünebiliriz. Fakat bu tedbirleri hangi ilkeye göre icat ederiz? Açıkça biçim bakımından tüm tehlikeler insan için doğrudan doğruya görülebilen çok basit tehlikelere indirgenebilir şeklindeki ilkeye göre.  Sonuç olarak bizden kültürsüz insanlara hastalık baştan göğse geçer vs. dedirten aynı ilkeye göre. Doğal olarak kişileştirme bu basit imgelerde önemli bir rol oynayacaktır; çünkü insanlar ruhlar) insan için tehlikeli olabilir.

Bir insan görünüşüne sahip insan gölgesi ya da yansıması, yağmur, fırtına, ayın evreleri, mevsimlerin birbirini izlemesi, hayvanların insanların birbirileriyle ve insanla  benzerlikleri ve farklılıkları; ölüm, doğum ve cinsel hayat fenomenleri ; kısaca insanın yıldan yıla çevresinde birbirine çok şekilde bağlanmış biçimde  algıladığı her şey düşüncesinde (felsefesinde) ve âdetlerinde önemli bir rol oynayacaktır: Bu, açıktır ya da kesinlikle, gerçekten bildiğimiz şeydir ve ilginç olan şeydir.

Alice Harikalar Ülkesinde’de (III. Kısım) büyü, en çorak şeyi anlatılınca kuruduğunda.

Bir hastalığın büyüyle tedavisi sırasında ona hastayı terk etmesi gerektiği işaret edildiğinde.

Bu tür bir büyü tedavisinin betiminden sonra her zaman şu demek yeğlenir: Eğer hastalık bunu anlamazsa bunu ona nasıl söylemek gerektiğini bilmiyorum.  

Kesinlikle, ateşin herkesi etkilemesi gerektiğini söylemek istemiyorum. Ateş başka herhangi bir fenomenden; bu insan fenomeninden veya şu insan fenomeninden başka bir fenomen değildir. Gerçekte gizemli fenomen özel bir fenomen değildir; sıradan herhangi bir fenomen gizemli olabilir. İnsan zihnini uyanıkken niteleyen şey  bir fenomenin onun için önemli olmasıdır. Hemen hemen diyebiliriz ki, insan tören yapan  hayvandır.  Bu, kısmen yanlış kısmen saçmadır; fakat bunda bir doğru bir şey de vardır.

Yani böylece antropolojiye dair bir kitapla başlayabiliriz: Yeryüzünde hayatı ve insanların hayatını düşündüğümüzde şunu fark ederiz: İnsanlar besin sindirme vs. gibi hayvani diyebildiğimiz edimlerin dışında ritüel diyebildiğimiz özgün bir nitelik kılığında edimler gerçekleştirirler.

Fakat böyle olduğu halde bu edimlerin ayırt edici özellikleri nesnelerin doğası konusunda insanların yanlış düşünceleridir diyerek devam etmek bir saçmadır. (Frazer büyü esasen sahte fiziktir, sahte tıptır, sahte tekniktir vs. dediğinde bu şekilde davranır).

Tersine, ritüel edimin ayırt edici özelliği ister gerçek isterse sahte olsun hiç de bir kavram, bir kanı bir, ritüelin parçası olduğu için ritüel de olabilen — inanç— değildir.

İnsanın imgelemesinden haz çıkardığını açık kabul edersek, bu imgelemenin bir resim imgesi ya da estetik bir model olmadığına dikkat etmelidir. Bu, karmaşık, heterojen ögelerden oluşan bileşik bir yapıdır. O zaman sesli ya da yazılı göstergeleri kullanan işlemi olayların “tasavvura dayalı imgeler”ini kullanan işleme karşıt yapamayız.

O zaman tüm dil alanına izler bırakmalıyız.

Frazer: “Bu âdetlerin, kurbanların hayali varlıklardan korkular nedeniyle kabul edildikleri kesin gibi görünüyor…” Fakat o zaman Frazer niçin hayali varlığı kullanıyor?” O, bu batıl inancı çok iyi anlar; çünkü bunu kendisi için doğru kullanımı olan bir batıl inanç kelimesiyle açıklar.

 Yada daha çok: O bununla şunu fark etmişti: Vahşilerin uygulamalarının lehine bizde bir şey konuşur.Bir yerlerde insanüstü insani varlıkların olduğuna inanmayan ben “Tanrıların öcünden korkuyorum.” Dediğimde bu şunu gösterir: Bununla bir şey demek veya bu inanca zorunlu olarak bağlı olmayan bir duygulanımı ifade etmek isteyebilirim.

Frazer bir insanın hataen öldürülebileceğine inanabilir. İlk okul okuma kitaplarında şunu buluruz: Attila şimşek tanrısının kılıcına sahip olduğuna inandığından büyük savaşlara girişti; çünkü vahşiler  tinsel işlerin anlaşılmasından yirminci yüzyılda yaşayan bir İngilizden çok da uzak değillerdir.  Onun açıklamaları bu vahşilerin adetlerinin anlamından çok daha değersizdir.

Tarihsel açıklama, bir evrim hipotezi biçimini alan açıklama sadece verileri toplamanın – onları snoptik bir tablosunu vermenin bir biçimidir. Bu verileri karşılıklı ilişkilerine dayanarak düşünmek ve onların zamandaki evrimlerine ilişkin bir hipotez ortaya koymaksızın onları genel bir tabloda gruplandırmak mümkündür.

Kendi tanrılarını diğer halkların tanrılarıyla özdeşleştirmek. Tanrıların adlarının aynı anlama sahip olduklarını sanırız. “Ve böylece tapınaktaki koronun yeri bir gizli yasayı belirtir” Bununla Frazer’ın olguları guruplama biçimi hakkında konuşmak istenir. Bu yasa, bu düşünce; şimdi onu bir tasavvurda “sinoptik”  bir hipotezle veya bir bitki şemasına benzer biçimde dini bir seremoni şemasıyla; fakat aynı zamanda tek bir olgusal gerecin gruplanmasıyla tasavvur edebilirim.

Sinoptik tasavvur kavramı bizim için çok temeldir. O tasavvur biçimimizi nesneleri görme biçimimizi temsil eder (Weltanschauung’u görünüşte çağımızın ayırt edici özelliği olan bir tür  dünya görüşü Spengler).

Bu sinoptik tasavvur karşılıklı ilişkileri anlamamıza yani kesinlikle görmemize izin verir. Aracı terimlerin keşfinin önemi buradan gelir.

Fakat hipotetik, aracı bir terim böyle bir durumda sadece dikkatimizi sadece benzerliklere, olguların bağlantılarına doğru yöneltmelidir. Aynı şekilde bir elipsi bir daire haline doğru tedrici olarak ilerleterek daire biçimi ve elips arasındaki bir iç ilişkiyi aydınlatırız; bununla amacımız olgularda belli bir elipsin tarihsel olarak bir daireden geldiğini öner sürmek  (evrim hipotezi) değildir; fakat sadece bakışımızla biçimsel bir korelasyonu kavramayı arıtmaktır.

Fakat aynı evrim hipotezini şöyle düşünebilirim: O biçimsel bir korelasyon görünüşünden başka bir şey değildir.

(Bu açıklamalar önceden daktiloyla yazılmış düşüncelere ekli değildir.)

[Şunu demek isterim: Bu insanların anlayışlarını betimlemek amacıyla”ghost)  Frazer’ın elinin altında kendisinin ve bizim çok iyi bildiğimiz “a ghost” (hayalet) ya da “shade” (gölge)  kelimeleri vardır. By vahşilerle bizim yakınlığımızı bundan daha iyi gösteren hiçbir şey yoktur.]

(Örneğin, Frazer şöyle betim yapsaydı: Vahşiler bir düşmanı öldürdüklerinde başlarının düştüğünü imgelerler; bu gerçekte başka bir şeydir.  Burada bizim betimimiz hiçbir batıl inanç ya da büyü içermez.)

Doğrusu bu özellik sadece “ghost” ve “shade” ifadelerine özgü değildir ve ayrıca  kendi kültürümüzdeki “ruh” ve “zihin” (Spirit) dikkate almamızın pek fazla   önemi yoktur.

Bunun yakınında ruhumuzun yediğine ve içtiğine inanmamız değersiz bir şeydir.

Tüm bir mitoloji dilimize kök salmıştır.

Ölümü dualarla uzaklaştırmak ya da ölümü öldürmek; fakat diğer yandan ölüm bir iskelet gibi bir anlamda ölü gibi “ölüm kadar ölü” diye tasavvur edilir. “Hiçbir şey ölüm kadar ölü değildir.” Burada realiteyi tasavvur etmemizi sağlayan imge şunu düşünmekten ibarettir: Güzellik, ölüm vs. saf (konsantre) tözlerdir; oysa onlar güzel bir objenin içeriği gibi sunulmuşlardır.  Ve burada “obje” ve “karmaşık” hakkındaki bizzat benim düşüncelerimi kabul etmiyor muyum?

Eski ritlerde son derece gelişmiş bir jest dilinin kullanımına sahibiz.

“Buğday kurdu.” Kuzey Almancasına (Mecklembourg) ifadedir ve buğday tarlalarındaki bir tür mitolojik varlığı, verimlilik ruhunu  belirtir; hasat sırasında kovulduğu için son ekin demetine sığınır (Kşz. The golden Bough , the corn-spirit as an animal chapitr, XLVIII çevirenin notu).

Ve Frazer’ı okuduğumda her an şunu söylemeyi arzu ederim: Bütün bu süreci, bütün bu anlam değişikliklerini sözel dilimizde de buluruz.  Son ekin demetine gizlenen şeye ve aynı şekilde onu derleyen kişiye “buğday kurdu” denildiğinde[1] burada çok iyi bildiğimiz lengüistik bir fenomeni buluruz.

Kendimi şöyle düşünebilirim: Ruhumun barınağı gibi olan dünyevi bir varlığı seçme imkanına sahip oldum ve ruhum pek de iyi göremediğim bu varlığı mekan olarak ve bakış açısı olarak seçti. Örneğin ruhum kendini bu güzel mekanla göstermekten tiksinebilirdi. Kuşkusuz ruh bununun için kendinden çok emin olmalıdır.

Diyebiliriz ki, “Her bakış açısının büyüsü vardır.”; fakat bu yanlıştır. Şöyle demek doğrudur:  Her bakış açısı onu önemli gören kişi için önemlidir (fakat bu, kişinin onun başka türlü  görmediğini söylemek değildir.) Evet bu anlamda her bakış açısı eşit önemdedir.

Evet, başka birinin beni yerim göz önüne alındığında dünyanın özsel ve önemli bir parçası olarak  küçümsemesine aldırmamam önemlidir.  

Bir insanın bir ormandaki bir ağaçta dünyaya gelmesi elinde olsaydı, en güzel veya en yüksek ağacı araştıran insanların; en küçüğü seçen  başkalarının, orta boyda ya da ona yakın bir ağacı seçen   insanlar da olurdu; fakat diyorum ki seçimin nedeni felsefi düşünce değildir; fakat diğerine daha yükseğini seçtiren nedendir ya da nedenin bu türüdür.  Hayatımıza karşı hissettiğimiz duygu, inanıyorum ki, bedenimizi doğmadan önce seçtiğimize ilişkin mitolojinin ya da inancın kaynağında bulunan  dünyadaki bakış açısını seçebilen  böyle bir kişinin duygusuyla karşılaştırılsın.  

İnanıyorum ki, ilkel insanı niteleyen şey,(Frazere’ın söylediğinin tersine) kanılarına göre davranmak değildir.

Pek çok örnekler arasında yağmur mevsimi geldiğinde insanların yağmur yağdırmasını istedikleri bir yağmur kralı betimini okuyorum. Oysa bu demektir ki, onlar onun yağmur yağdırabileceğini gerçekten düşünmüyorlar; aksi halde bunu, ülkenin “çorak ve (susuzluktan ç.n.) yanmış bir çöl” olduğu kurak mevsim boyunca istemeleri gerekirdi. Çünkü  insanların bir gün aptallıklarından dolayı yağmur kralına bu fonksiyonunu kabul edersek, onlar önceden yağmurun martta başladığı deneyimine sahiplerdi ve gelecek yıl için yağmur kralını görevlendirirlerdi.  Ya da insanlar şafak ritüllerini  gece değil; güneş doğduğunda sabahleyin yaparlardı: o zaman fenerlerini yaktırırlardı.

Bir şey kızdığımda bazen yere ya da ağaca vs. sopamla vururum. Fakat gene de yerin sorumlu olduğuna ya da vurmanın bir şeyi uzaklaştıracağına inanmam. “Öfkemi akışına bırakırım.” Ve bu tür eylemlerin hepsi ritüellerdir. Bu tür edimlere içgüdüsel edimler diyebiliriz – ve ben bir zamanlar inandım ki ya da atalarım  inandı  ki, yere vurma bir şeyi uzaklaştırıyordu şeklindeki tarihsel bir açıklama hiçbir şey açıklamayan batıl bir hipotezdir. Önemli olan, bu edimin bir cezalandırma edimiyle benzerliğidir; fakat bu benzerliği saptayacak bir şey de yoktur.

Bu tür fenomenin sahip olduğum bir içgüdüyle ilişkisi bir defa belirlenince bu kesinlikle istenen açıklamayı yani bu özel güçlüğü gideren açıklamayı oluşturur. Ve içgüdü tarihimin daha derin bir incelemesi o zaman başka yollar arar. Bu, bazı insan ırklarını meşe ağacını kutsamalarına götüren bir neden olmadı; fakat bunun sebebi  meşe ağacıyla birlikte yaşamalarıdır; bu onların tercihleri değildir; insanlar köpek ve pire gibi birlikte doğmuşlardır (Eğer pireler bir ritüel belirleseydi köpeğe taparlardı.)

Diyebiliriz ki, bu ritüelleri ortaya çıkaran meşenin ve insanın birliği değildir; fakat tersine bir anlamda onların ayrılmasıdır.

Gerçekte entelektüel uyanış hayatın ilk zemininden, asli temelinden uzaklaşmakla gerçekleşir (seçimin doğuşu) (uyanan ruhun biçimi tapınmadır)

II

Numaralar Altın Dal’ın tek ciltlik baskısının sayfalarına gönderir.

Sayfa 168 (Arkaik toplumun belli bir aşamasında kral ya da rahip doğa üstü güçlerle donatılmış görünür ya da tanrısallığın bir tecessümü gibi kabul edilir ve doğanın işleyişini az veya çok bu inancın etkisi altında düşünüldü…)

Bu demek değildir ki, halk bu güçlerle donatılmış efendiye inanıyor ve efendi çok iyi biliyor ki bu güçlere sahip değildir veya bir çılgınsa veya aptalsa bilmez. Tersine onun gücüne ilişkin düşünce doğal olarak deneyimle - halkın ve kendinin deneyimiyle uyuşabilecek şekilde oluşturulmuştur. Doğrusu bu konuda genellikle belli bir münafıklığın rolü vardır ve insanların yaptıkları her şeyde münafıklığı görmek kolaydır.

Sayfa 169. (Eski zamanlarda imparatorluk tacı başta, ayaklarını, ellerini ya da  vücudunun herhangi bir bölümünü oynatmadan her sabahleyin saatlerce tahtta oturmuş olarak kalmak zorunluydu; şöyle düşünüyordu: O, bu yolla barışı ve rahat yönetimi koruyabilir…)

Toplumumuzda en azından benim toplumumda bir insan çok güldüğünde dudaklarımı gayr-ı ihtiyari kilitlerim, sanki böyle yapmakla onun da dudaklarını kapalı tutabileceğine inanırım.

Sayfa 170. (Ona yağmuru yağdırma ve durdurma gücü yüklenir…)

 Burada Frazer’ın sunduğu şöyle bir saçmalık vardır: Bu halklar sadece fenomenlerin tuhaf bir yorumuna sahip oldukları halde doğanın işleyişi konusunda tümüyle yanlış (hatta akla aykırı) bir tasavvura sahiplermiş gibidir. Bu demektir ki, onların dğa bilgisi, bunu yazsalardı temelde bizimkinden ayrı olmazdı. Sadece onların büyüsü bizimkinden başkadır.

Sayfa 171: (…kralın saygınlığına katkıda bulunmayı amaçlamayan bir yasaklar ve dini hükümler ağı…) Bu, doğru ve yanlıştır. Kişiyi korumanın saygınlığı değildir; fakat ondaki tanrılığın âdeta kutsallığıdır.

Bu, çok basit görünebilir: Büyü ve bilim arasındaki fark bilimin ilerlemeci oluşu ve büyünün olmamasıyla açıklanabilir. Büyü kendindeki bir evrimin yönlendirmesine sahip olmamasıdır.

Sayfa 179. (Malezyalılar  insan ruhunu kişinin içindeki küçük bir insan gibi düşünürler; insandakiyle aynıdır…)

Ruha çokluk yüklemede yetersiz modern bir teorinin beden çokluk yüklemesindekinden daha çok gerçeklik vardır.

Frazer bu konuda Platon’un ve Schopenhauer’ın doktrinlerine sahip olmadığımıza dikkat etmiyor.

Bugün felsefede çocukça (çocuksu) pek çok teori vardır; fakat çocuksu ögeleri daha az dikkat çeker.

Sayfa 614. (Avrupa’da Ateş Bayramları) [2]

 

Bana göre en dikkat çekici şey tüm bu ritüellerdeki benzerliği dışındaki çeşitliliktir. Şurada veya burada sürekli yeniden görünen, ortak yüz çizgilerine rağmen bir çehreler çokluğudur. Ve yapmak istediğimiz şey, ortak bileşenleri bağlayan çizgileri çizmektir. O zaman nesnelere ilişkin vizyonumuzun bir bölümü yoktur ve bu eksik bölüm bu tabloyu kendi duygularımızla ve düşüncelerimizle ilişkilendirir. Nesnelere derinliğini veren, bu bölümdür. Bütün bu uygulamalarda gerçekte fikirlerin çağrışımlarına benzer ve eksik olan bölüme yakın bir şey görüyoruz.

618. (Güçlü bir sürtünme kıvılcımlar saçar saçmaz yaşlı kayın ağacında biten ve çabucak tutuşan bir tür kayın ağacı mantarı atıyorlardı; ateş gökten gelmişe benziyordu ve ona pek çok erdemler yüklüyorlardı.…)

Ateşin böyle bir ayla (nimbe) ile çevrilmiş olması gerektiğini hiçbir şey onaylamaz. Ve ateşin “gökten gelmiş gibi göründüğünü” söylemek ne kadar tuhaf! Hangi gökten? Hayır! Ateşin bu şekilde görüldüğü asla kesin değildir- fakat tam olarak bu, düşündüğümüz şey olarak.

Burada sadece hipotez duruma derinlik veriyor gibidir. Ve Nibelungen destanının* Siegfried ve Brunehilde arasındaki tuhaf ilişkileri nasıl açıkladığını hatırlayabiliriz. Yani Siegfried, Brunehilde’i daha önce görmüş gibidir. Oysa açıktır ki, bu âdete derinlik veren şey bir insanı yakma edimiyle ilişkisidir. Varsayalım ki, at oyununda olduğu gibi insanları ata biner gibi birbiri üzerine bindikleri bir bayram sırasında bir âdet olsun; burada bir atı ve binicisini düşündüren bir insanı taşıma biçiminden başka hiçbir şey göremeyiz. Fakat âdetin daha önce pek çok halkta köleleri binek olarak kullanma ve böylece bineme bayramının ortaya çıktığını bilseydik o zaman çağımızın masum âdetin daha derin ve daha az masum bir şeyi görürdük. Sorun şudur: Bu özellik, diyelim, cenaze töreni yüz yıl önce uygulandığı şekliyle Beltan ateşi uygulamasına bağlı mıdır? Ya da sadece bu uygulamanın ortaya çıkışına ilişkin hipotezin doğrulandığı durumda mıdır?

İnanıyorum ki, bunun cenaze töreniyle ilgili olduğu izlenimini veren şey, açıkça modern uygulamanın iç doğasıdır ve insan kurban etme hakkında bildiğimiz gerçekler bize sadece uygulamayı göz önünde bulundurmamız gereken yönü belirtiyor.

 



[1] “Buğday kurdu” Kuzey Almanya’da (Mecklem­bourg) kullanılan bir ifaddedir; buğday tarlalarında var olan bir tür mitolojik varlık, verimlilik ruhu anlamına gelir. Hasat sırasına kovulan bu ruh son demete sığınır (voir Frazer, Le Rameau d’Or, « L’esprit du blé comme animal », chapitre XLVIII).

 

 

 

 

[2] Beltan Bayram XVIII. Yüzyıla kadar İskoçyanın yüksek bölgelerinden kutlanıyordu.

*  Nibelungen Destanı (AlmancaNibelungenlied) , Ren Nehri kıyısında, eski Worms şehri civarında geçer.

Destanda Pagan inançları ile beraber Hristiyan inançları ve törenleri de bulunmakta ve kral-senyör-vassal ilişkisi de Destan'ın Orta Çağ’a ait izler taşıdığını göstermektedir.