12 Aralık 2021 Pazar

DİLİ DOĞRU KULLANMAK MANTIĞA İHTİYAÇ DUYURMAZ

 

                                                                            MANTIK

Yukarıda demiştik ki dilin iki temel fonksiyonu vardır: Bildirim ve yaptırırım.  Bunlar gramer ve sentaks kuralları ile gerçekleştirilir. Burada şöyle sorabiliriz: Dilde gramer ve sentaks kurallarından başka kurallar örneğin mantık kuralları yok mudur?  Anlamlı ifadeleri yöneten gramer kuralları gibi doğru düşünmeyi ve çıkarım yapmayı yöneten kuralların da olması gerekli değil midir?  Şimdi bu konuyu ele alalım.

    Mantık Nasıl Ortaya Çıktı

Açıklamalarımızı başında önce mantığı ortaya çıkış nedenini açıklayalım. Mantığın doğasını işleyişini anlamak için bu, önemlidir.

Bilindiği gibi mantığın kurucusu Aristoteles’tir. Aristoteles niçin mantık kuralları oluşturmak istedi? Cevap şudur: Aristoteles’e göre insanlar her zaman iyi akıl yürütmezler; bazen de yanlış çıkarımlarda bulunurlar. Bunun nedeni onların düşünmelerini yönetecek sistematik kurallar olmamasıdır. İyi akıl yürütmenin kuralları ya da ilkeleri belirlenirse, o zaman yanlış akıl yürütme önlenir. Bu nedenle öğrencilerine akıl yürütme sanatının ilkelerini ve kurallarını açıklama ihtiyacı duydu; tüm olgulara uygulanabilen genel soyut mantıksal ilkelerden ve kurallardan oluşan bir meta bilim olan mantık düşündü.

Aristoteles’e göre mantık, kavramların ve analizlerin nasıl kullanılacağını öğretmelidir. Bunun için önce kavramın ve yargının ne olduğu açıklanmalıdır. Filozof bunları kendisinden sonra Organon adı verilen kitaplarında ortaya koyar.  Organon “çalışma âleti” demekti.  Mantık Aristoteles’in  kendi metafiziğine bir giriş bilimiydi. Bu giriş biliminin iki ayağı vardır: Aristoteles’in on kategorisi ve klasik Grekçe. Eski Grekçede kategori κατηγορία (katêgoria) nesneye yüklenebilen nitelik  demekti. Kategori Aristoteles’te daha çok yüklem anlamına kullanılır.

Aristoteles’e göre kategoriler varlık hakkında konuşma tarzıdır; ilk ve değişmez hakikatlerdir; bireylerin asıl özellikleri bu kategorilerde  içkindir. Mantık kategorileri kullanarak onlarda var olan nitelikleri önermeler yardımıyla zorunlu hakikat olarak ortaya çıkarır.

Aristoteles varlık hakkında çok çeşitli şekillerde konuşmayı mümkün kılan on kategori kabul eder. Bunlar 1. Ousia (öz, töz, örneğin”insan”, “at”) 2. poson (nicelik, örneğin “iki karış”) 3. poion (nitelik örneğin “beyaz); 4. pros ti (ilişki, örneğin “iki katı”, “yarısı”, 5. pou (yer örneğin “Lisede”) 6.  pote (ân, zaman örneğin “dün”, “geçen yıl”;  7. keisthai (Bir durumda olmak örneğin “yatar vaziyette”, “oturmuş halde”); 8. ekhein (sahip olma örneğin ayakkabısı olmak) 9. poiein (davranmak, yapmak örneğin “kesmek”, “yakmak”)     10., paskhein (maruz kalmak,. .e uğramak örneğin “kesilmek”, yanmak”).

Grekçe ayağına gelince şunu diyebiliriz: Aristoteles mantığı tümüyle klasik Grekçenin imkanları kullanılarak oluşturulmuştur. Aristoteles Grekçenin sözlüksel ve gramatikal kategorilerine hapis olmuştur; üstelik Grekçenin tüm imkanlarını kullanmak yerine sadece mantık oluşturmada uygun olduğunu düşündüğü ögelerini almıştır. Aristoteles mantığının Grekçeyle ve Grekçe grameriyle ilişkisini Frege mantığının Almancayla ve Almanca gramerle  ilişkiyle karşılaştırabiliriz. Frege’nin modern mantıkta uygulanmak için kendi dilinden hareketle icat ettiği kavramsal yazı hiçbir dilde gündelik hayatta asla kullanılmaz.  İnsanlar dili hep bildikleri şekilde kullanarak bildirimde bulunurlar.  Aristoteles’in mantığının da Frege’nin kavramsal yazısı gibi olduğunu düşünebiliriz. Çünkü bu mantık a) Grek dilini iyileştirmemiştir; çünkü böyle bir amacı yoktu; üstelik kendi dilinin imkanlarını kullanmıştır. B) Düşünmeyi daha sistematik ve anlaşılır biçime getirmemiştir. Çünkü Grekler aşağıda göreceğimiz gibi Aristoteles  mantığı olmadan dillerinin imkanını kullanarak düşünebiliyorlardı. Aynı şekilde başka filozoflar da felsefe yaparken Aristoteles’in mantığından yararlanmıyorlardı. Kısaca mantığın doğru düşünmenin kurallarını, zorunlu  ya da evrensel yasalarını  verdiği düşüncesi bir mittir.   

Mantık dilin değil; metafiziğin organonudur. Sadece metafiziği ve Aristoteles’in anladığı ve yaptığı metafiziği temellendirmek için özel bir düşünme tarzıdır;  töze kategoriler yükleme biçimidir. Oysa töz de kategoriler de bir mittir. Bu nedenle gündelik hayatta kullanılmaz. Dili kullananlar eğitimi mesleği kültürü ve dili ne olursa olsun; hangi etkinliği yaparsa yapsın Aristoteles mantığını bilmeden ve kullanmadan, düşündüğü şeyi en doğru biçimde ifade edebilir; yaptığı şeyi en mükemmel biçimde yapabilir.

Kısaca gündelik dilde olmayıp da mantıkla keşfettiğimiz ortaya çıkardığımız hiçbir derin ayrım  ve doğruluk yoktur. Bütün ayrımlara mantık yapmadan önce sahiptik. Kelimelere dair ayrımlar, metafizikçilerinki gibi soyut, mantıkçılarınki gibi biçimsel değil,  doğaldır; özellikle kelimelerin mantıksal analizlerinden üstündür; realiteyi, mantıkçıların biçimsel ifadelerinden daha iyi anlatır.

Aristoteles kitaplarında mantık kelimesini kullanmadı. Mantık kelimesi büyük olasılıkla Cicero zamanında ya da daha sonra kullanılmış olmalıdır.  Öte yandan Aristoteles, mantığı bir âlet organon gibi görmedi; sadece “diyalektik” anlamında mantıksalı kullandı. Mantık için organon  adını kullanan İ.S. II. yüzyılın sonunda ve III. yüzyılın başında yaşayan Yeni Platoncu İskenderiyeli Afrodisyas’tır. İskenderiyeli Afrodisyas’tan itibaren şu soruluyordu: Mantık bir bilim midir, bir sanat mıdır, teorik ya da pratik bir inceleme midir? Afrodisyas’a göre basit bir âlettir; daha doğrusu bir temaşa aracıdır. Aristoteles mantığın ilkelerinden veya yasalarından da söz etmedi. Filozof Organon’da yasayı hukuki anlamda ilkeyi de ontolojik anlamda kullandı. Aynı şekilde iki yerde zekâ diye çevirebileceğimiz Noûs’tan söz etti; bir yerde de sadece “noûs ruhtadır.” demektedir. Aklın yasalarından da söz etmez.

Afrodisyas bugün Aristoteles’in Kategoriler, Önermeler, Birinci Analitikler, İkinci Analitikler, Topikler ve Sofistik Deliller kitaplarını bir araya topladı ve hepsine birden Organon  adını verdi.  Afrodisyas’a göre mantık bilimin özellikle teorik bilimin organonudur.  Organon yorumcusu  Ammonius Saccas (yaklaşık MS. 3. yy.), Aristoteles’in saydığımız bu altı kitabına Aristoteles’in yazdığı Poetika ve Retorik adlı kitaplarını ekledi.*

Kuşkusuz mantık Aristoteles’in ortaya koyduğu şekliyle kalmamış, tarihin çeşitli dönemlerinde bazı düzeltmeler, ekler yapılmış ve geliştirilmiştir. XIX. yüzyılın sonunda klasik mantığın yanında sembolik mantık  ortaya çıkmıştır. Günümüzde fizikteki gelişmelere bağlı olarak pek çok mantık türünden söz edilmiştir. Bu satırlar mantık üzerine bir araştırma değildir; mantığın fonksiyonu üzerine bir sorgulamadır. Bu nedenle mantık konusunda daha fazla açıklama yapmamız gereksizdir.

Burada Antik ve hatta Ortaçağ’ın önemli metinlerinin en azından bazıları için şunu söyleyebilirim: Bu metinler yazarlarının kağıt kalemle veya bilgisayarda yazarak son şeklini verdikten sonra yayın evine gönderdiği ve redaktörlerin düzeltip yayınladıkları metinler değildir. Pek çok faktöre bağlı olarak yazarlarından sonraki dönemlere tam metin olarak intikal etmemişlerdir, eksiklikler, kopukluklar çeviri yanlışları yorumlar  ve hatta az veya çok eklemeler, çıkarmalar vs.  içerir. Kimi bölümlerin otantikliği oldukça tartışmalıdır. Kısaca söylersek bunlar  zaman içinde az veya çok şöyle veya böyle değişikliğe uğramışlardır; bize “evrimleşmiş bir metin” olarak intikal etmişlerdir. Evrimini tamamlayan klasikler son derece heterojen olan düşünce tarihinin homojenleştirilmesinin bir aracı yapılmışlardır. Maalesef felsefe tarihçileri birkaçı dışında bu klasiklerin evriminden söz etmemektedir.

Bunu Kategoriler üzerinden örneklendirebiliriz. Kategorilerin otantik metin olup olmadıkları tartışmalıdır.  Tıpkı metafiziğin bazı bölümleri gibi bu kitabın da en azından bazı bölümlerinin Aristoteles’e ait olmadığı ileri süren görüşler vardır ve bu görüşler, metnin otantikliğini kabul eden görüşler kadar ciddidir. Batı dillerinde bu konuda pek çok tartışma vardır. Bizim bu tartışmaları burada ele almamız mümkün de gerekli de değildir. Fakat biz söylenenleri dikkate alarak şunu diyebiliriz: Kategoriler tıpkı metafizik gibi evrimleştririlmiş metindir.  

Burada Aristoteles mantığının Ortaçağ’da kullanımıyla ilgili bir değerlendirme yapmak istiyoruz. Ortaçağ’da İslam Dünyasında ve Hristiyan dünya mantık iki amaçla kullanılmıştır: a) Rasyonel felsefe yaparken b) Teolojik amaçlarla. Aristoteles mantığın rasyonel felsefe için kullanımında bir problem yoktur. Çünkü  Ortaçağ rasyonalistleri mantığı tıpkı Aristoteles gibi metafizik yapmak için kullanıyorlardı.  Oysa Aristoteles mantığının teolojik amaçlarla kullanılması büyük bir yanlışlıktı; çünkü mantık teolojik amaçlarla icat edilmemişti. Yukarıda söylediğimiz gibi Aristoteles mantığı dünyadaki her nesnedeki bireysel töze  kategorilerden birini yüklemedir.  Her bir önerme bir kişi ya da töz hakkındadır. Töz yani birey dokuz kategoriden birini yüklem olarak alır.  On kategorinin her biri empirik dünyanın özelliklerinden soyutlamayla elde edilmiştir. Aristoteles’in bildiği bir dünyadan hareketle ve bildiği bir dünyayı anlatmak için belirlediği kategoriler, bilmediği bir dünyanın bilmediği varlıklarını ve bunların dünya ile ilişkilerini anlatması imkansızdır. Örneğin töz kategorisi birey olan insanı ya da nesneyi ifade eder. İnsan ve nesne empirik bir varlıktır ve nitelikleri de empiriktir. Oysa teologların mantığı uygulayarak açıklamaya çalıştıkları Tanrı insan ya da nesne gibi töz değildir. O’nun dünyadaki bulunuşu ve dünya ile ilişkileri doğrudan gözlemlenemez.  O nedenle tözleri ilişkin önermeler oluşturmak için kullanılan mantık  Tanrı’yı anlamak ve anlatmak için kullanılamaz; töze yüklenen kategoriler Tanrı’ya yüklenemez; Tanrı mantıksal çıkarımların konusu olamaz.

Bunun en açık kanıtı Aristoteles’in kendisidir. Aristoteles Tanrı ya da Noûs için töz terimini kullanmaz; çünkü o, saf fiildir. Onda aktülleşmemiş hiçbir şey yoktur. O kaynaktır; ama taşıyıcı değildir. Oysa her tür töz niteliklerin taşıyıcısıdır. O nedenle töz olmayan Saf Fiil halinde olan İlk’e  nitelikler yüklenemez. Aristoteles’in Tanrısı kategoriler yardımıyla  değil,   karşıtlık aracılığıyla verilmiştir. Bu Tanrı hareket etmeyen hareket ettiricidir; hem düşünen hem de düşünülen varlıktır. Empirik dünyada bireysel tözlerde bulunmayan karşıt nitelikler onda bulunmalıdır. Karşıtlıkları içermesi onun mantığın objesi olmamasını gerektirir.  Buradan hareketle diyebiliriz ki, mantık olumsallığın kaynağı olan ve karşıtlık ya da  a priori açıklık ile verilen varlıklara Tanrıya değil olumsal varlıklara uygulanır.   Kısaca söylersek İ.S. ilk yüzyılda apolojistlerle başlayan ve günümüze kadar gelen inanç objelerine mantığın uygulanması tarihin en büyük metodolojik yanlışlarındandır. Başka bir deyişle teolojik ifadeleri önerme kategorisine dahil edemeyiz.

 

Mantık konstrüksiyondur

Aristoteles’ten sonra Aristoteles’in bu düşüncelerinden hareketle idealize edilmiş ve evrenselleştirilmiş  bir mantık tasavvuru ortaya çıktı. Buna göre mantık düşünmenin organonu yani aracıdır.  Düşünmede mantığın rolü doğada doğa yasalarının rolü gibidir. Mantık Nasıl doğada olguları yöneten doğa yasaları varsa düşünceyi yöneten mantık yasalarının olduğu bu yasaların da evrensel oldukları söylenmiştir. Her tür bilgiyi öğrenmenin aracı diye kabul edilmiştir.

Bu satırlarda Aristoteles mantığıyla ilgili değerlendirmeler yapacağız. Ancak bu değerlendirmemizi yaparken, dil felsefesinin ortaya çıkışından sonraki gelişmeleri dikkate alacağız. Çünkü tarihsel dönemler kendi koşullarından Dil felsefesinin olmadığı bir dönemi eğer bugünden hareketle değerlendirirsek metodolojik yanlışlık yaparız.

Bu mantığın ortaya çıkışını yüzyıllarca kullanılmasını hatta yasalar gibi zorunlu evrensel kabul edilmesini; gerek Aristoteles’in kendi döneminde gerekse sonraki yüzyıllarda problemsizmiş gibi görülmesini anlayabiliriz. Aristoteles mantığını bugün de akıl yürütmenin zorunlu apaçık ilkelerini veren ve bu ilkelerin her tür yargıya başarıyla uygulanabileceğini kanıtlamış meta bilim gibi görebilir miyiz? Buna “evet.” demek pek de mümkün değildir.

 

 

 

Mantıksız yapamaz mıyız?

Bu kısa tarihsel bilgiler şunu göstermektedir: Orta çağda olduğu gibi bugün de mantık hakkında çeşitli tasavvurlar vardır. Bu tasavvurlara göre mantık aklın evrensel yasalarıdır; düşünmenin ilkeleridir; bilime, hakikat araştırmasına giriştir, bilimin ve araştırmanın temelidir; hatta Afrodisyas’a gördüğümüz gibi mistisizmin aracıdır. Mantıkçıların mantığın doğasına ilişkin bu düşüncelerinden hiçbiri Aristoteles’in mantığa yüklediği görev değildir. Aristoteles’te ve sonuçta mantığın kendisinde yoktur; mantıkçıların mantığı mitolojileştirme çabalarının ürünüdür. Mantıkçıların ekledikleri bir tasavvurdur; sonuçta spekülasyondur

Burada şunu soralım: Aristoteles mantığı bir keşif midir? Eğer bir keşifse Grekler mantığın keşfinden önce hiç düşünmüyorlar mıydı? Yargıları hep kuşkulu belirsiz ve güvenilmez miydi?  Sonu bir karikatüral tabloya dönüşecek bu soruları uzatmadan Aristoteles öncesi Greklerin mantığa ihtiyaç duymadan hayatlarını doğal olarak sürdürebildiklerine dair açıklamalar yapalım.

 Her toplum gibi Grekler de dili belli bağlamlarda söylenen belli ifadeler şeklinde kullanıyorlardı; dil oyunları oynuyorlardı. Hiçbir Grek Aristoteles’in konuşurken, karar alırken, düşüncesini ifade ederken, iletişimde bulunurken  Aristoteles mantığına dayanmıyordu. Onlar Aristoteles’in mantık kitaplarını da okumamıştı. Aynı şekilde tarihte bir avuç felsefeci ve mantıkçı dışında dünyanın hiçbir yerinde insanlar Aristoteles mantığına dair bilgiye asla sahip değillerdi. Günümüz modern mantığını da bilmiyorlardı.

Grekler Aristoteles’in Organon’u yazmasından önce mükemmel biçimde düşünebiliyorlardı. Gündelik hayatlarını organize edebiliyorlardı; yasamacılar kendi deneyimlerine göre en uygun yasayı yapıyorlardı; yargıçlar yasaya uygun kararlar alabiliyorlardı. Yöneticiler toplumları için iyi diye düşündükleri şekilde yönetiyorlardı. Hekimlik Aristoteles’ten çok önce kendi yöntemlerini bulmuştu. Bazıları bugün bile uygulanan tedavi biçimleriyle hastalıkları iyileştiriyordu. Matematik de hekimlik kadar ileriydi; Euklides’in icat etmediği sadece ifade ettiği teoremlere sahipti. Bu teoremleri insanlar kanıtlama teorisine sahip olmasalar da  günümüzdeki kadar kesin biçimde kanıtlıyorlardı. Üstelik Grek filozofları bu bilgi birikimini kullanıyorlardı. Kısaca söylersek mantık icat edilmeden önce mantığın yardımı olmadan pek çok büyük eserler ortaya koydu.[1]

Mantık Greklerde felsefenin gelişmesine katkıda bulunmadı; Greklerin tarihten silinmesine engel olamadı. Orta Çağda farklı kültür havzalarında  ve modern dünyada etkili olduktan sonra

“şimdi hemen hemen ölü bir disiplindir.”

Onu ayağa kaldırma çabaları ne geneldir ne de güçlüdür. Çağdan düşünce önceki iki yüzyıl gibi artık mantığa coşkulu biçimde bakmıyor; çalışmalarını, ihtiyacı olmadığını düşündüğü mantıktan yardım almadan sürdürmektedir.[2]

Görüldüğü gibi Aristoteles mantığı bir keşif değil kuralları olan dilden hareketle biçimselleştirmedir; yani kurallardan kurallar türetmedir. Kurallar türetebilmek için de prototip ifadeler kabul etmek gerekir. Prototip cümleler de metafiziğe girişi sağlayacak ifadelerden oluşmalıydı. Bu nedenle gündelik hayatta bir ihtiyacı karşılamaktan uzaktı. Mantık dili  yani sözceleri   yönetmek için icat edilmemiştir. Mantığın metafiziğe giriş olmasının sonuçları son derece önemlidir: Aristoteles mantığı gündelik hayatımızda kullandığımız ifadelerin prototipi olamaz. Bu nedenle gündelik  hayatımızı Aristoteles mantığına başvurmadan yaşarız.

İnsanlar mantıkçılardaki akıl yürütme kurallarını yani mantığın ilkelerini bilmeseler de doğru düşünebiliyorlardı; akıl yürütmede hatalardan kaçınabiliyorlardı; bir düşünme hatası olduğunda bunun nerede olduğunu belirlemeyi biliyorlardı.

Öbür yandan mantıktan habersiz olan insanlar bilgi ürettiler, keşiflerde bulundular, bilim yaptılar; denizlerin en dibinden uzayın derinliklerine uzanan araştırmalar yaptılar; dünyanın yedi harikasını yaptılar, uygarlıklar kurdular; bilimsel devrimleri gerçekleştirdiler; insan ömrünü uzattılar, organ nakilleri yaptılar, çocuk ölümlerini azalttılar  salgınları önlediler, yapay zekayı  insanlığın hizmetine sundular; yaşanır bir dünyanın daha da yaşanır olması için çaba gösterdiler; açlığın yoksulluğun savaşların önlenmesi için uluslararası kuruluşlar oluşturdular; köleliği büyük ölçüde kaldırdılar; insan hakları kadın hakları hatta hayvan hakları konusunda pek çok ilerleme kaydettiler vs. Bunları çoğaltabiliriz.

Soru şu: İnsanlar tarihte ve günümüzde çok önemli şeyleri gerçekleştirirken Aristoteles’in hangi soyut ilkelerinden ve çağdaş  mantıkçıların hangi, içeriksiz  P ise Q’yu; P veya  Q, P ve Q”, P ancak ve ancak Q’dur gibi formüllerinden yararlandılar? Hangi somut problemlerini örneğin enflasyonun nasıl önleneceğini, ihracatın nasıl artırılacağını, bölgesel bir savaşın nasıl önleneceğini     hangi mantık kitabından hareketle bulmayı denediler? 

Cevap sorunun içindedir.

 



* Organon’daki mantıksal ifadeler konusunda bkz. Aytekin Özel, ORGANON VE MANTIK Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2008/2, c. 7, sayı: 14, ss. 147-160.

[1] Önsöz’ümüzde kitabımızda dipnot vermeyeceğimizi söylemiştik; fakat mantğın günümüzdeki durumuna ilişkin bu açıklamayı bir kaynağa dayandırma gereği hissettik Çünkü kimi okuyucular bu cümlenin bize ait olduğunu düşünebilir ve bu nedenle yadırgayabilir. Kaynağımız şudur: Barthélemy Saint-Hilaire, Logique d’aristote. tome un preface aux catégorıes traduction française : Introduction aux catégories par porphyre, Librairie Ladrange, Paris, 1838.

  [2] Revue des travaux et comptes rendus de ses séances, Volume 5 p. 179.

 

11 Aralık 2021 Cumartesi

METAFİZİK KUŞKU MİTOLOJİSİ: HAYAT KUŞKUYA DEĞİL KESİNLİKLERE GÖRE YAŞANIR.

                                                               DİL VE KESİNLİK

Dili öğrenirken kesin, kuşkulu veya araştırılması gerekenleri de öğreniriz. Hayatımız kesinliklere dayalıdır. Dil kesinlikleri anlatmak için icat edilmiştir. Bildirim, yaptırım ve iletişim hep bazı kesinliklerin varlığını gerektirir. Dil felsefesi bu nedenle metafizikçiler gibi İHTİYAT KUŞKUSUNU ya da ihtiyaten kuşkulanmayı temel almaz. Anlamlı sözcelerle ilgilenir. Anlamlı bir sözce kesin, güvenilir deneyime ve bilinebilir referansa bağlıdır. Duyu deneylerimizin uylaşımsal adları vardır. Adlar kesinliklerin taşıyıcısıdır. Uylaşımsal kesinlikler olmasaydı, onları sembolize eden adlar da olamazdı. Sözcelerimizdeki yüklemler kesinliğin garantisidir. Yüklemler fiiller ve sıfatlardır. “Çocuk koşuyor.”, “Hava sıcaktır.” Sözcelerindeki “koşma” ve “sıcak” yüklemleri referansın “çocuk” ve “hava” açık ve kesin durumunu bildirir.  Çocuğun koşmasından, havanın sıcaklığından emin olmadığımız durumlar da olabilir. Ancak emin olamama nedeni yüklemlerin belirsizliği değil, bizim  algı koşullarımızın elverişsizliğidir. Algı koşulları uygun olmadıklarında, bir şeyden emin olmayabiliriz. Ancak bu koşulların hangi durumlarda var olduklarını da biliriz.

Kuşkuculuk metafiziğin kendisi gibi anlamsızdır. İlk defa sofistlerin kesin bilginin imkanından kuşku duydukları mitolojisi kabul edilir. Sofistlerle ilgili bu tez, tarihsel açıdan temellendirilemez; çünkü söylenenler kesin belgeye dayanmaz; olgusal açıdan imkansızdır. Sözü uzatmadan söyleyeyim: Sofistlere atfedilen tezler doğru olsaydı; onlar iddia edildiği gibi duyumların kesin bilgisinden kuşku duysalardı, hiçbir sofist gördüğü evin ev mi yoksa ağaç mı olduğuna; ev olsa bile kime ait olduğuna; en yakının örneğin eşinin ve çocuğunun kim olduğuna  karar veremezdi.  Oysa Sofist gündelik hayatını herkes gibi yaşadığına göre epistemolojik Alzeimer olamazdı; bir takım kesinlikler kabul etmiş olmalıydı. Örneğin ücretli ders veren bir sofist, öğrencisinin avucuna koyduğu nesnenin para olduğundan ve ücretin karşılığı olup olmadığından emindir.  Bu bile sofistlere dair söylenenlerin doğru olmadığını göstermeye yeter.

Peki, metafizikte sofistlere yüklenen önce “yıkıcı” diye nitelenen sonra da  hakikate yürüyüşte “ilk ve atılması gerekli adım” gibi görülen, “kutsallaştırılan  kuşku” niye bu kadar abartılmıştır?   Cevap şudur: Duyumlamaları değersizleştirerek insanı dünyadan koparıp hayali bir düşünülür dünyanın vatandaşı yapmak için.  

Kuşkuya dair rasyonalistlerin bu iddiaları kendi tezlerini meşrulaştırmak bir tuhaf karikatürdür ve tarihin hiçbir döneminde hiçbir toplumda böyle bir eğilim olmaz.

Kısaca söylersek her şeyden ve gereksiz kuşku sözde kuşkudur; her toplumda her kültürde ve her dönemde hayat öğrenilmiş kesinliklerle yaşanırHayatta temel güvenmedir. “Yanılmamak için her şeyden kuşkulanmalısın.” diyen filozofa iman derecesinde güvenme de buna dahildir.  “Düşünüyorum.” diyen kuşkucu filozofun kendisinin düşünüp düşünmediğinden emin olması ve bir kişinin bu  filozofa inanması çelişkilidir. Düşünen kişinin düşünmekte olduğunu düşünmem imkansızdır. Birinci şahıs sözceleri kesinliğin temeli olamaz; sadece yaşantının ifadesidir; “...yorum.” diyen kişilere sadece inanırız.

 

Biz bu satırlarda tarihsel tartışmalara girmeyeceğiz; sadece dilimizin kesinlik kaynağı olduğunu açıklayacağız.

Adımızdan, dünyada yaşadığımızdan, dünyanın biz doğmadan önce var olduğundan, bugün haftanın hangi gün olduğundan, gökyüzündeki güneşten; konuştuğum dilin Türkçe olduğundan, karşımdaki bilgisayar ekranından, oturduğum  koltuktan vs. asla kuşku duyamam; bunların varlığını sorgulamam. Bunlar ve benzeri kesinlikler dilimize o kadar kök salmışlardır ki,  bildirimde ve yaptırımda bulunurken onları referans olarak kullanırız ve bunda da hiç tereddüt etmeyiz. Bu kesinlikler sayesinde başkaları bizi anlayabilir; biz de başkalarını anlayabiliriz.  Başkalarınca anlaşılma sözcelerimizin kesinliğine bağlıdır. 

Temel kesinliklerimizden kimileri kültüreldir. “Adım Z’dir.”; “Bu rüzgara poyraz denir.”; “Bugün Salı’dır.”; kimileri de doğal nesnelere ilişkindir.  Örneğin “Otomobiller kendi kendilerine hareket eder.”; “Ay dünyadan küçüktür.”, “Bebekler doğduklarında konuşamazlar.” “Parktaki şu ağaç kızıl dikendir.” Kimileri de olgu durumlarına ilişkindir.  “…dan beri burada yaşıyorum.”, “Hiç Afrika’ya gitmedim.”. Bunlardan hangisi söz konusu olursa olsun; bu temel kesinliklerimiz deneyle ve mantıksal çıkarımla elde edilmemişlerdir; kendiliklerinden açıktır. Onlar ne doğrudur ne de yanlıştır; kesin gerçektir. Onların öyle oldukları sarsılmaz bir kesinlik taşır. Onlara ilişkin sözcelerimizin kesinliğinden kuşku duyamayız. Onların gerçekliğini temel alan her sözce rasyoneldir ve doğrulaması da yoktur.

Temel kesinliklerimiz genellikle matematiğin ya da mantığın önermelerine çok benzer yani genel ve kesindir. Onlar matematik ve mantık önermeleri kadar açık formüle edilmemiştir; ama deneysel temelleri vardır. Test etmek, onaylamak, reddetmek, tahmin etmek gibi eylemler, ör­tük biçimde bu tür kesinlikleri varsayar. Temel kesinliklerimiz olmadan bir şeyi test edemeyiz; onaylayamayız. Bir bilmeceye verilen cevabı onaylamak ya da onaylamamak için kesin cevabını bilmelidir. Bir şeyi reddebilmemiz  için bir gerekçe olmalıdır;  tahminde bulunarak yazı atarak bir yargıyı reddedemem. Dünyanın yüzyıl sonra da var olacağını tahmin eden kişi, dünyanın uzun bir geçmiş sahip olduğunu bilir; bu kesinlik ona tahmininde bir dayanak olur.

Dilimizle verilen veya öğrendiğimiz kesinlikler mantıksal yargıları dışlar. Örneğin “Dünyanın beş dakika önceden itibaren var olduğunu düşünmek” metodolojik olarak yanlıştır. Bu sözce olgulara ilişkin olduğundan mantıksal çıkarımın değil empirik  bildirimin konusudur.

Asla aldanamadığımız bazı empirik önermeler olmasaydı, aldanıp aldanamadığımızı bilmezdik. Dayanacağımız bir­takım kesinlikler olmasaydı, “bilmek”, “bilmemek”, “aldanmak” gibi kelimeler anlamsız olurdu.  Kısaca söylersek bir dil varsa temel kesinlikler de vardır.

İnsanlar bazen duyuları tarafından yanıltılsalar da her şeyin kuşkulu olduğu düşünmezler. Genellikle yanılmadığımızı düşünmek, hep yaptığımız bir şeydir. Çoğunlukla duyuların tanıklığına güveniriz. Duyularımın beni yanılttıkları durumlar genelleştirilemez. Çay bardağındaki kaşığın kırık göründüğünü; ama gerçekte kırık olmadığını bilirim. Çünkü sağlam çay kaşığını koyduğumda bardaktaki çay kaşığı kıramaz. Renk körü değilsem, trafikte yeşil ışık yandığında aracımla ışıklardan geçerim; yanan ışığın yeşil olduğunda ne ben ne de hiç kimse yanılmaz ve trafik akar. Nesnelerin kesinlikle var olduklarına inanırız; fiziksel varlığımızı sürdürmenin bu kesinliğe bağlı olduğunu ve onu gerektirdiğini kabul ederiz.

Kesinlik doğal ve sosyal gerçekliğin temelidir. Dilin ilk fonksiyonları bu gerçekliği ifade etmesidir; insanın insan olmasının koşuludur. Kesinlik yoksa söylem de mümkün değildir. Kelimelerimiz farklılıklara ilişkin açık bilincimizi ifade eder. Farklılıkların bilincine ilişkin kelimelerimiz vardır. “Gök mavisi” maviler içinde bir farklılığı belirtir.  Farklılığı belirten her kelime bir referans olabilir ve her referans da bir kesinliğin dile getirilmesidir. Kesin olmayan nesne ya da durum referans olamaz. 

Kesinlik belirsizliğe karşıttır; ama flulukla karşıt değildir. Örneğin karşıda gördüğüm karaltının bir çalı mı yoksa bir insan mı olduğundan emin olmayabilirim. Ama onun bir uçak ya da dağ olamadığından emin olurum.  Kısaca söylersek kesinliğin karşıtı belirsizlik değil fluluktur. Belirsizin grameri farklıdır.  Belirsizlik, olasılığın olmadığı bir durumdur. Bir ay sonra Türkiye’de neler olabilir? Bu belli değildir. Buna ilişkin olasılık bile yoktur. Oysa fluluk olasılık içerir. Olasılık düşünülebilen bir durumdur. Oysa belirsizlik düşünülemez. 

Kuşkuya gelince, her kuşku özel durumlarda ortaya çıkar. Kuşkuyu gidermek için yöntemler vardır. Bu yöntemler daha önce bildiğim şeylerin ve özel nedenle ortaya çıkan kuşkuların nasıl giderileceğini bildiğim yöntemlerdir.  Örneğin markette kavanozdaki balın organik olduğundan kuşku duyarsam, kuşkuyu gidermemin yolu bellidir. Ürünün sertifikasına bakmak.

Bir filozof bir kesinlikten örneğin bu sandalyenin gerçek olduğundan kuşku duyarsa, dilimizdeki kuşku kelimesine yüklediğimiz anlamı terk ediyor demektir. Sokaktaki insan karşısındaki sandalyeden kuşku duymayı zorlama, yapmacık veya gerçeğe aykırı diye görmez; bunu sadece ve açıkça anlamsız sayar. O, çok haklı olarak şöyle der: “Şu an gördüğüm gerçek bir sandalye değilse, bir sandalye görmenin ne olduğunu bilmiyorum.”

 Kuşku duyamadığım pek çok kesinlik vardır.  İki eli ve iki ayağı  bulunduğundan; adının X olduğundan  kuşku duyabilecek yeryüzünde tek kişi yoktur.

 Gündelik hayat “gerçek”in öğrenilmiş, empirik gözlemi­ne dayanır. Kuşkulanmak için belirti varsa kuşku meşrudur; belirtisiz kuşku anlamsızdır.  Gözlem kuşku duymayı gerektirmiyorsa yani kuşku duymamızı gerektiren sebep yoksa “Bu gerçek midir?” diye sormanın bir anlamı yoktur. “Bunu nereden biliyorsun?” Bu, bütün bildirimler hakkındaki en yaygın sorudur. Kişi bu bildiğini iddia ettiği şeyi nereden öğrendiğini gösteremiyorsa, bilgi değildir. Hatta iddia bile değildir. “Neye dayanarak biliyorsun?” sorusu gündelik hayatta sadece belli bağlamlarda ve kuşkuyu gidermek için sorulabilir.

Kuşkunun var olabilmesi için anlamlı bir soru olmalıdır. Anlamlı sorudan önce ve her şeye her duruma dair olan bir kuşku, kuşku olgusuna uyamaz. Çünkü kuşku her konuda değil bir konuda ve kabul edilmesi çelişkili görünen bir şeyden dolayı ortaya çıkar.

Her şeyden kuşku duymayı reddedemeyiz; çünkü anlamsızdır. Anlamsız olan reddedilemez. Kuşku için kuşku metodolojik değil, patolojiktir.

Kabul etmeliyiz ki,  dilimizde meşru hatalar ve kuşkular vardır. Fakat her şey hatalı ve kuşkulu da değildir. Hata ortaya çıkmadan düzeltilemez; kuşku belirmeden giderilemez. Hata etmemek ve kuşkulu duruma düşmemek için her şeyi baştan hatalıymış ve kuşkuluymuş gibi davranmak İHTİYAT KUŞKUSUNU KESİNLİĞİN ÖNÜNE BİR PERDE GİBİ KOYMAK, METODOLOJİK OLARAK YANLIŞTIR. Hata ve kuşku konusunda ihtiyat, sonuçla ilgili değil bildirimin doğru olması için gerekli titizliği göstermede olur. Yargıya varmadan önce hata etmemek için kuşkuya saplanmak, ihtiyat dili değildir. Kuşku yargıdan veya çıkarımdan önce değildir; yargıya vardıktan veya çıkarım yaptıktan sonradır. Descartes’ın yaptığı gibi bazı durumlarda yanılmamdan veya bazı kişilerin beni yanıltmasından her şeyin kuşkulu olduğunu düşünmem yanlıştır. 

Kuşku sadece bir dil oyununda işlevseldir. Bu dil oyunları çeşitli şekillerde ifade  edilir: “Bundan kuşkuluyum.” “Bundan emin değilim.” “Bunu kabul etmem zor.”; “Bana pek de doğru gelmiyor.”; “Buna inanmak zor.” “Yeterince ikna olmadım.”  “Yanlış olma olasılığı var.” gibi kullanımların her biri kuşku oyunudur. 

Kuşku ancak kesinlik varsa mümkündür.  Bir konuda kesinliğin ne olduğunu bilmeyen kuşkulanamaz. Çünkü kuşkulu bir durum bildiğimiz kesinliğin bulunup bulunmadığındaki kararsızlıktır.  Ve geçici bir durumdur. Bu karasızlığın yani kuşkunun nasıl giderileceği bellidir.

Nesneyle, durumla olguyla karşılaşmadan önce kuşku yoktur. Kuşku, kuşkulanabilecek bir şeyle karşılaştıktan sonra ortaya çıkar. Kuşku bir şeyden durumdan ya da olgudan kuşkudur. Her şeye dair ama hiçbir şeyle ilgili olmayan kuşku septik kuşku ve aynı şekilde ihtiyat kuşkusu olan kartezyen kuşku içeriksizdir ve meşru değildir; anlamsızdır.    

Her şeyden kuşkulanan kişi, gerçekte kuşkulanmayı başaramaz: Her kuşku ve her onama oyunu, kabul edilen, sarsılmaz bir sis­temde oynanır.

Gündelik hayatta asıl olan kuşku değil, kabuldür. Gündelik hayatımız uylaşımsal kesinlikler üzerine dayanır.

Öğretim oyununda kuşkuların anlamı yoktur; fakat bu sorular daha karmaşık başka bir oyunda anlamlı ve meşrudur.

 Kuşku sorular şeklinde ortaya konabilir. Doğru ve meşru sorular vardır; temelsiz ve anlamsız sorular vardır. Bu konuda şu dört örneği verebiliriz:

1. Özel adlara ilişkin sorular: Örneğin “Adın nedir?”, anlamlı bir sorudur; fakat ben “Adım Ahmet midir?” diye sorsam, bu soru anlamsızdır. Adımdan kuşku duyamam. “Adım Ahmet’tir” açık­ça, bir bilgi değildir; çünkü onu temellendiremem. Adımın Ahmet olması, kuşku duymadığım bir temel kesinliktir.

2. Bilimsel dile ilişkin sorular: “Yeryüzü ne zamandan beri vardır?”, bilimsel bir sorudur. Oysa “Yeryüzü yüz yıl önce var mıydı?” sorusu anlamlı değildir. Bir başka örnek: “Tarihte Fatih denen bir kişi yaşamıştır.” ifadesini doğru kabul ederiz; fakat Fatih hakkında bize anlatılan her şeye inanmayız; çünkü ona dair söylenenlerde yanılgılar, yanlışlar ya da buna benzer şeyler vardır. O nedenle Fatih hakkında onaylanabilen ve onaylanamayan şeyleri ayırmalıdır.

3. Doktor- Hasta İlişkisine dair. Yaraladığı elini gittiği doktora göstererek “Bu, bir eldir” diyen kişi bilgi vermez; anlamsız bir cümle söyler. “Elimi ya­raladım” derse, bu, bir bilgidir; çünkü bunun bir elim olduğuna eminimdir.

4. Felsefî Dil Oyunu: Bir kişi karşısındaki ağacı göstererek “Bunun bir ağaç olduğunu biliyorum.” derse, bu, bağlamsız bir sözdür. Fakat “Biriyle bilgi problemini tartışırken ona “Bunun bir ağaç olduğunu biliyorum ve bilgi duyumlama ürünüdür.” cümlesi anlamlıdır.

Bazı önemeler eksen ifadelerdir. Eksen önermelerin sayımı dökümü yapılamaz; bu önermeler şunlardan ibarettir denemez. Eksen önermeler kültüre, kişiye ve eğitim durumlarına göre değişebilir. Fakat bütün farklılıklara rağmen bazı eksen önermeler herkes için ortaktır. “Güneş doğudan doğar; batıdan batar.”; “İnsanlar bebeklikten ihtiyarlığa doğru bir hayat çizgisi izler.” “Ülkemdeki yabancı olmayan  herkes dilimi konuşur.”,  “Masam yerini değiştirmediğimde hep şuradadır.”, “Yürünebilecek her yerde yürüyebilirim.”; “Yönümü değiştirmezsem arkamdaki nesneleri göremem.” “Karanlıkta göremem.” “Kendime rica edemem.” “Hayvanlarla sohbet edemem.” “Sabahleyin uyandığımda dünkü insan olduğumdan kuşku duyamam.”  “Havada uçamam.” Bu önermelerden kuşku duyulamaz. Onlar deneysel olmalarına rağmen doğrulanamaz. Bunların mantıksal, normatif bir fonksiyonları vardır. Eksen önermeler ve diğer deneysel önermeler arasında bir ilişki bulunur. Eksen önermeler kendileri deneylenemese de deneysel önermelerin temelidir. Eksen önermelerin deneysel önermelerdeki rolünü açıklamak için “kapı menteşeleri”, “ırmak yatağı”, “kanalizasyon boruları”, “arka-plan” gibi metaforları kullanabiliriz. Bu metaforlar değişebilirliğe kar­şıt olarak sağlamlığı ve sabitliği ifade eder. Kapı menteşelerin çevresinde döner; su boruların içinden akar; bilme, araştırma ve sorgulama eylemleri de böyledir yani sadece sarsılmaz bir temelde, bir kesinlikler ekseninde yapılabilir. Kesinlik kavramı, Descartes’ın entelektüalist kesinlik kavramına karşıttır; tüm büyük mitler gibi Descartesçı mit de bir aldatmacadır.

Kesinliklerin çoğu araştırmalarımızın, yargılarımızın ve eylemlerimizin temelindedir. Bunlar doğrudan bağlandığımız ha­kikatlerdir. Bunlara “objektif kesinlikler” adını ve­rebiliriz. Objektif kesinlikler, sübjektif kesinliklerden ayrıdır. Sübjektif kesinlik ise, tümüyle benimsediğimiz; en küçük kuşku duymadığımız ve başkasını ikna etmeye çalıştığımız bir kanı durumudur. Kişinin bir şeyden kuşku duymaması sübjektif uygunluk için yeterlidir. Oysa objektif uygunluk tümüyle kişisel kesinlik olmaz; çünkü olguyla ilgilidir. Objektif kesinlik herkes tarafından paylaşılmalıdır.

Bu sübjektif kesinlik, uygulamalarda içkin bir güvenden çok, sübjektif bir açıklık düzenindedir. Sübjektif açıklık iki şekilde, dolaylı veya doğrudan ifade edilebilir. Örneğin “Benim için ve başkaları için kesinlikte saptanmıştır ki, .. ” gibi bir ifade dolaylı anlatımdır.

Eksen önermeler sayesinde tarih içi önermeleri ve tarihsel önermeleri ayırabiliriz. Örneğin “Yeryüzü benden uzun zaman önce vardı.” önermesi tarih içidir. “Tarih içidir.” demek, “kesin, asla değişmeyen” demektir. “Tarih içi” önermeler tıpkı ırmak yatağının kenarındaki kayalar gibidir. Kayalar sağlamdır; değişmez, en azından gözle görülecek kadar değişmez. Tarih içi önermeler de böyledir; kesin ve değişmez bir özellik taşır. Tarihsel önermeler ise, dünyaya ilişkin tarihin bel­li bir döneminde keşfedilen kesin hakikatleri ifade eder, ırmak yatağının kenarındaki dalgaların şuraya buraya yığdığı kumlar gibidir; tarihsel süreçlerde ortaya çıkmıştır ve değişme potansiyeli taşır.

Görüldüğü gibi tarih içi önermeler, sağlam önemelerdir (değişmez kesinliklerdir); kuşkusuz normalde deneylenemez ve belli bir dil oyununda kesinlik olarak iş görür. Aktüel önermeler ise değişken önermelerdir; (kesinliklere dayalı diğer önermelerdir.) Yalnız burada bir şeyi önemle belirtelim: Kaya ve kum metaforlarını dikkate alarak sağlam ve değişken önermelerin arasında değişmez ve her zaman var olan bir sınır olduğunu düşünmemeliyiz. Bu, düşünce yanıltıcıdır. Metaforik tarzda konuşursak, kayalar bazen ufalanıp kum yığınlarına karışabilir; yani sağlam kesin önermeler değişken önermeler içinde yer alabilir; daha karmaşık bir dil oyununun bir parçası olabilir. Bu nedenle sağlam önermelerle değişken önermeler arasına kesin bir sınır çizilemez. Sağlam önermeler daha karmaşık dil oyununa girerse ne olur? O zaman sağlam önermeler deneysel açıdan incelenebilir, problematik hale getirilebilir ve bir araştırma konusu yapılabilir. Önerme davranışları, yeniden dalgada gerçekleştirilebilir: Biçimsel olarak sağlam olan ve akıcı empirik önermeler için yönlendirici gibi iş gören bazı önermeleri düşünebiliriz. “Aynı önerme belli bir anda deneyimle doğrulanacak şey olarak başka bir anda doğrulamanın kuralı olarak görülebilir.” Fakat işe kuşkuyla başlanamaz; sadece güvenle yani kara kutular olarak iş gören, bize aktarılmış kesinlikler temelinde öğrenmekle ve bilmekle işe başlayabiliriz. “Öğrenmek, doğal olarak inanmaya dayanır.” Diğer anlarda bazı kara kutuları keşfederiz.

Kesinliklerin temeli (“düşüncelerin aktıkları yatak”), dünya imgesi, sistem diye de anılır; çünkü kesinlikler bir binanın bölümleri gibi birbirine bağlanır. “Dünya imgemizi oluşturan sistem sadece tüm kuşkuların çarparak kı­rıldıkları kaya değildir; o, aynı zamanda tartışmalarımızın temeli olan, doğrulamalarımızın onaylandığı çerçevedir. Doğru kabul ettiğimiz her şeyin doğrulanması ya da yanlışlanması, bir sistemin içinde yer alır. Ve bu sistem, kesinlikle tüm yargılarımız için, az çok keyfi veya kuşkulu bir hareket noktası de­ğildir; tersine bir kanıt adını verdiğimiz şeyin özüne aittir. Sistem, kanıtlamaların hareket noktası olmadığı gibi, onların hayati ortamları da değildir.

Bu dünya imgesine, ne önceden ne de şimdi doğruluğuna inandığım için sahip değilim. O, doğruyu ve yanlışı ayırt etmemin temeli olan ve miras olarak aldığım arka-plandır.

Yanlışa ilişkin bir dil oyunu yoktur bu nedenle yanlışı araştıramayız; görsel izlenimi dokunma duyusuyla araştıramayız.

Doğru ve yanlış oyununun şartı ve temeli olan bu zemin ne doğrudur ne de yanlıştır. Temel, temellendirilemez, temel, bir tanedir; “böyle”dir, “başka türlü” değildir. “Böyledir”, kültürel bir yargıçlığın sembolik şiddeti değildir, fakat daha çok, sağlam olarak tespit edilmiş ve akıl tarafından öncelikli bir inceleme ol­madan güvendiğimiz şeyin otoritesidir. Kesinlik ne sübjektif bir içe ne de objektif bir aşkınlığa bağlıdır; insanların bir şeyi kesin kabul etmeleri onun kesinliği için yeterlidir. 

Bütün dilsel ifadelerimiz sosyal kullanımdır; hayat biçimlerimizde gerçekleşir. Tek başımıza emin olamayız, fakat bir toplumda emin oluruz. “Bundan tümüyle eminiz” hem birbirinden emin hem de bilimin ve eğitimin bir araya getirdiği insanlardan oluşan bir topluluğa ait olduğumuz anlamına gelir.

Bir sürü şeye inanmayı ve inandığımız şeylere göre davranmayı öğreniriz; inandığımız şeylerden sistem oluştururuz. Bazı kesinlikler öğrenilmiş kesinliklerdir. Bunlar dünyada bulunuşumuzu ve insanlarla bir arada yaşamamızı mümkün kılar.  Bu nedenle onlar değişmez ve onlardan vazgeçemeyiz.

Kesinliklerimiz hayat biçimlerinde verilmiş inançlar toplamından ibarettir ve öğrenilmişlerdir. Descartes hayat biçimlerimize bağlı kesinliklerimizi göz ardı eder; kendi tasavvur dünyasına kapanmış bir solipsist gibidir. Descartes’ın “düşünüyorum”un sentaksı “düş görüyorum”un sentaksından farksızdır. Bunların her ikisi de anlamsızdır. Bir insan nasıl düşünde düş gördüğünü gö­remezse, düşünen kişi de düşünmekte olduğunu düşünemez yani düşünme hem bir eylem hem de eylemin bir objesi olamaz. Kartezyanizmin bu hatası bilindiği gibi Aristoteles’ten beri var olagelen bir hatadır; çünkü Aristoteles’te Noûs düşünmekte ol­duğunu da düşünen bir düşünme eylemdir.

Düşünmekte olduğumu düşünme” hatasının nedeni dilin kullanım kurallarının yok sayılmasıdır. “Düşünmeyi düşünme” bir dil oyunu değildir; çünkü dilin kolektif kullanımını ihlâl etmiştir.

Dil oyunları kullanımlarımızı iyileştirir ve ifadenin bir özü olduğu düşüncesini terk etmemizi sağlar. Yanlış oynanmış bir dil oyunu bazen kolektif bir eylem sorununa yol açabilir. Bazı insanlar dile karşı içgüdüsel isyan duyarlar. Dil oyunları sayesinde onlara güven verebiliriz. Dil oyunlarını terk edenler, insanlara yabancılaştıklarını fark ederler; kendilerini anlatamazlar ve başkalarını da anlayamazlar ve onlarla ilişki kuramazlar.

 

 

 

7 Aralık 2021 Salı

ORTAÇAĞ'IN BÜYÜK HATASI: MANTIĞI TEOLOJİK AMAÇLARLA KULLANMAK

                  ORTAÇAĞ'IN BÜYÜK HATASI: MANTIĞI TEOLOJİK AMAÇLARLA KULLANMAK  

Burada Aristoteles mantığının Ortaçağ’da kullanımıyla ilgili bir değerlendirme yapmak istiyoruz. Ortaçağ’da İslam Dünyasında ve Hristiyan dünya mantık iki amaçla kullanılmıştır: a) Rasyonel felsefe yaparken b) Teolojik amaçlarla. Aristoteles mantığın rasyonel felsefe için kullanımında bir problem yoktur. Çünkü  Ortaçağ rasyonalistleri mantığı tıpkı Aristoteles gibi metafizik yapmak için kullanıyorlardı.  Oysa Aristoteles mantığının teolojik amaçlarla kullanılması büyük bir yanlışlıktı; çünkü mantık teolojik amaçlarla icat edilmemişti. Yukarıda söylediğimiz gibi Aristoteles mantığı dünyadaki her nesnedeki bireysel töze  kategorilerden birini yüklemedir.  Her bir önerme bir kişi ya da töz hakkındadır. Töz yani birey dokuz kategoriden birini yüklem olarak alır.  On kategorinin her biri empirik dünyanın özelliklerinden soyutlamayla elde edilmiştir. Aristoteles’in bildiği bir dünyadan hareketle ve bildiği bir dünyayı anlatmak için belirlediği kategoriler, bilmediği bir dünyanın bilmediği varlıklarını ve bunların dünya ile ilişkilerini anlatması imkansızdır. Örneğin töz kategorisi birey olan insanı ya da nesneyi ifade eder. İnsan ve nesne empirik bir varlıktır ve nitelikleri de empiriktir. Oysa teologların mantığı uygulayarak açıklamaya çalıştıkları Tanrı insan ya da nesne gibi töz değildir. O’nun dünyadaki bulunuşu ve dünya ile ilişkileri doğrudan gözlemlenemez.  O nedenle tözleri ilişkin önermeler oluşturmak için kullanılan mantık  Tanrı’yı anlamak ve anlatmak için kullanılamaz; töze yüklenen kategoriler Tanrı’ya yüklenemez; Tanrı mantıksal çıkarımların konusu olamaz.

Bunun en açık kanıtı Aristoteles’in kendisidir. Aristoteles Tanrı ya da Noûs için töz terimini kullanmaz; çünkü o, saf fiildir. Onda aktülleşmemiş hiçbir şey yoktur. O kaynaktır; ama taşyıcı değildir. Oysa her tür töz niteliklerin taşyıcısıdır. O nedenle töz olmayan Saf Fiil halinde olan İlk’e  nitelikler yüklenemez. Aristoteles’in Tanrısı kategoriler yardımıyla  değil,   karşıtlık aracılığıyla verilmiştir. Bu Tanrı hareket etmeyen hareket ettiricidir; hem düşünen hem de düşünülen varlıktır. Empirik dünyada bireysel tözlerde bulunmayan karşıt nitelikler onda bulunmalıdır. Karşıtlıkları içermesi onun mantığın objesi olmamasını gerektirir.  Buradan hareketle diyebiliriz ki, olumsallığın kaynağı olan ve karşıtlık ya da  a priori açıklık ile verilen varlıklara değil mantık olumsal varlıklara uygulanır.   Kısaca söylersek İ.S. ilk yüzyılda apolojistlerle başlayan ve günümüze kadar gelen inanç objelerine mantığın uygulanması tarihin en büyük metodolojik yanlışlarındandır. Başka bir deyişle teolojik ifadeleri önerme kategorisine dahil edemeyiz.

 

 

5 Aralık 2021 Pazar

METAFİZİKÇİLERİN YANILGILARININ BEŞ NEDENİ

 

                                   METAFİZİKÇİLERİN YANILGILARININ BEŞ NEDENİ 

1. Dilin kullanım ölçütlerine aykırılık. Bunun en bilinen örneği Descartesçılıktır. Descartes düşünme eylemini yani “Düşünüyorum.”u ifade ederken dilin kullanımını terk etmiştir. Bütün dillerde “düşünmek” nesnesi olan bir fiildir; her zaman bir şeyi; örneğin bir kişiyi, bir olayı veya bir durumu düşünmektir. Oysa Descartes “düşünme”nin nesnesini ortadan kaldırmıştır; “…i düşünüyorum.” demesi gerekirken sadece “Düşünüyorum.” demiştir; düşünmeyi düşündüğünü iddia etmiştir; böylece dilin doğal işleyişini terk etmiştir.

2. Zihnincilik: Bu eğilime göre zihin, dünya gerçekliğini kavramlar yardımıyla yansıtan bir aynadır.  Bunun en tipik örneği Kant’tır. Ona göre felsefi düşünmenin vazgeçilmez araçları şunlardır: İlk neden, Mutlak, cisim olmayan bir ruh; “iç dünya”, zihin, “kategoriler”, “rasyonel ideler” ve “a priori biçimler”. Oysa bu kavramramlar referans olamazlar; anlamlı bir sözceyle gerçekleştirilen bildirim ya da yaptırım ifadeleri olamaz.

3. Algıları  değersizleştirmek: Filozoflara göre duyular yanıltıcıdır, geçicidir ve görecelidir. Bu nedenle onlara güvenilemez. Duyusal bilgi en iyi ihtimalle olsalık içerir; bilginin en alt basamağıdır.  Oysa gerçek bilgi akılla elde edilen kavramsal bilgidir. Görüldüğü gibi bu filozoflar dilin fonksiyonunu ve ortaya çıkış amacını göz ardı etmişlerdir. Gerçekte dil dünyadan söz etmek, dünya ile ilişkilerimizi düzenlemek ve böylece dünyada yaşamamızı mümkün kılmak için icat edilmiştir. Bu durum ancak doğru bir algıyla mümkündür.  Güvenilir algılarımız yoksa düşünmek için gerekli veriler yoktur. Bütün duyularımız yalancı tanıklar ise o zaman yaşamak nasıl mümkündür?

4. Kelimenin anlamını keyfi olarak değiştirme: Örneğin Heidegger’in Dasein kavramı böyle elde edilmiştir. Bu kelime Almancada “varoluş”, “var olmak” anlamlarına geliyordu. Heidegger, ise kelimeyi “sürekli ölümle yüz yüze ve bunun bilincinde olan”,” hemcinsleriyle birlikte yaşamasına rağmen “yalnızlığına hapsolmuş” “nesnelerin yanında”ki insan diye anlar.

5. Hibrit terimler üretme:  Örneğin “analitik yargı”, “sentetik yargı”; “ahlak yasası”, “Tanrı postulatı” hibrit ifadelerdir. Bu terimlerde “analitik”, ”sentetik, “yasa” ve “postulat”  “kelimeleri,  farklı alanlarda kullanılan “yargı”, “yasa”, “Tanrı” gibi kelimelerle ilişkilendirilmiş ve hibrit terimler oluşturulmuştur.

 

4 Aralık 2021 Cumartesi

YENİ KİTABIN TASLAK ÖNSÖZÜ

 

                                                           ÖNSÖZ

Bu kitap dil felsefesi serisi planımızda yer almıyordu. Çalışmalarımı “Searle’de Zihinsel Paradigma” adlı kitabın yazımıyla sürdürüyordum. Araştırmamı oldukça ilerletmiştim; pek çok önemli konunun yazamını bitirmiştim. Fakat kitabı tamamlamayı erteledim; bu giriş kitabını yazmaya karar verdim. Pek çok kişi bana hep şunu diyordu: “Kitaplarınızı anlamak için belli bir birikim gerekiyor. Oysa biz buna sahip değiliz. Yine de dil felsefesini öğrenmek istiyoruz. Bu nedenle keşke bir giriş kitabı yazmış olsaydınız!”  Ben de hem onların isteklerini karşılamak hem de özellikle zihin felsefesi gibi son derece karmaşık konuları yazmada bir mola olması için bu kitabı yazmaya karar verdim.

Bir konuda Giriş kitabı yazmak oldukça zordur; alanı tanımaya başlangıç eseriyle adım atmak daha da zordur; çünkü ülkeyi veya bölgeyi tam bilmeden harita ya da kroki çizmeye benzer. Giriş kitabı için belli bir birikim gerekir.  Ben ancak şimdi kendimi hatasıyla sevabıyla böyle bir kitabı yazabilecek durumda hissediyorum.  

Yazdığım ve yazmakta olduğum kitaplar biyografik nitelikteydi. Bunlarda ele aldığım filozofların görüşlerini ortaya koymaya çalıştım. Oysa bu Giriş kitabımın konuları problematiktir. Burada sadece dil felsefesinin önemli konularına değindim; önceki kitaplarımda söylenenleri dikkate aldım; geliştirdim, sistematize ettim, bütünlüğe kavuşturmaya çalıştım.  Yeni ve kendime özgü bir perspektif belirledim. Yazarken hareket noktam şuydu: “Kurumların fonksiyonları vardır. Kurum ne kadar gelişirse gelişsin başlangıçtaki fonksiyonu sabit kalır. Kurumlar araçlar gibidir; ortaya konma amacı ve fonksiyonları vardır.  Kurumları anlamak, fonksiyonlarını anlamakla mümkündür. Bütün kurumlar fonksiyonalist tarzda ele alınmalıdır. Dil de bir kurumdur. Dili anlamak günümüzdeki halini değil; ilk durumunu ve ne işe yaradığını dikkate almakla mümkündür.” Dil ne işe yarar?  Dili anlamak için bu soruyu sormalıdır.  Ben de öyle yaptım. İlk halini dikkate aldığımda şu cevabı buldum: Dil bir şey bildirmeye ve yaptırmaya yarar. “Bildirme ve yaptırma aracı olarak dil” fikri kitabımın bütününde izlediğim bir kılavuz oldu.

Kitabımın içeriğini belirlerken bir eksen çizdim; eksenin bir ucuna dili ve diğer ucuna da anlamı koydum. Kitabımın içeriğini bu iki ana başlığın alt başlıkları oluşturmaktadır. Kitabımda önceki yayınlarımızda olmayan arka plan gibi bazı önemli konulara yer verdim; önermesel tutumlar, dil mantık ilişkisi gibi konuları daha ayrıntılı yazdım.

Konuları ele alırken olabildiğince teknik terim kullanmamaya çalıştım. Fakat bu, her zaman  mümkün olmadı. Bazen zorunlu olarak felsefi terimleri kullanmak zorunda kaldım. Elden geldiğince konuyun örneklerle açıklamaya çalıştım. Örneklerin kendi kültürümüze ve dilimize uygun olmasına özen gösterdim. Bir giriş kitabı olduğundan metin içinde dipnotlar göstermemeyi uygun gördüm. Okuyucuyu böylece dipnotları izleme sıkıntısından kurtarmayı amaçladım.

Bu Giriş kitabı dil felsefesi için bir demodur; onun hakkında bilgi verir; ilgi uyandırmayı amaçlar; önanlamayı sağlar; ancak onun yerine geçemez; gereklidir, ama yeterli değildir; çünkü dil felsefesi burada anlattığımızdan daha fazla bir şeydir. Dil felsefesi filozofların saptamalarının tümüdür. Bu disiplinin ne olduğunu ana hatlarıyla değil; ayrıntılı biçimde anlamak için yazdığımız önceki biyografik çalışmaların okunması gerekir.  Bunu önemle vurgulamak isterim.  

 

 

2 Aralık 2021 Perşembe

DİLDE KESİNLİK VE METAFİZİKÇİLERİN KUŞKU MİTOLOJİLERİ

 

                     DİLDE KESİNLİK VE METAFİZİKÇİLERİN KUŞKU MİTOLOJİLERİ

Dili öğrenirken kesin, kuşkulu veya araştırılması gerekenleri de öğreniriz. Hayatımız kesinliklere dayalıdır. Dil kesinlikleri anlatmak için icat edilmiştir. Bildirim, yaptırım ve iletişim hep bazı kesinliklerin varlığını gerektirir. Dil felsefesi bu nedenle metafizikçiler gibi İHTİYAT KUŞKUSUNU ya da ihtiyaten kuşkulanmayı temel almaz. Anlamlı sözcelerle ilgilenir. Anlamlı bir sözce kesin, güvenilir deneyime ve bilinebilir referansa bağlıdır. Duyu deneylerimizin uylaşımsal adları vardır. Adlar kesinlikleri taşır. Eğer uylaşımsal kesinlikler olmasaydı, onları sembolize eden adlar da olamazdı. Sözcelerimizdeki yüklemler kesinliğin garantisidir. Yüklemler fiiller ve sıfatlardır. “Çocuk koşuyor.”, “Hava sıcaktır.” Sözcelerindeki “koşma” ve “sıcak” yüklemleri referansın “çocuk” ve “hava” açık ve kesin durumunu bildirir.  Çocuğun koşmasından, havanın sıcaklığından emin olmadığımız durumlar da olabilir. Ancak emin olamama nedeni yüklemlerin belirsizliğinden değil, bizim algı koşullarımızın elverişsizliğidir. Algı koşulları uygun olmadıklarında, bir şeyden emin olmayabiliriz. Ancak bu koşulların hangi durumlarda var olduklarını da biliriz.

Kuşkuculuk metafiziğin kendisi gibi anlamsızdır. İlk defa sofistlerin kesin bilginin imkanından kuşku duydukları mitolojisi kabul edilir. Sofistlerle ilgili bu tez, tarihsel açıdan temellendirilemez; çünkü söylenenler kesin belgeye dayanmaz, olgusal açıdan imkansızdır. Sözü uzatmadan söyleyeyim: Eğer sofistlere atfedilen tezler doğru olsaydı; onlar iddia edildiği gibi duyumların kesin bilgisinden kuşku duysalardı, hiçbir sofist gördüğü evin ev mi yoksa ağaç mı olduğuna; ev olsa bile kime ait olduğuna; en yakının örneğin eşinin ve çocuğunun kim olduğuna karar veremezdi.  Ücretli ders veren bir sofist öğrencisinin avucuna koyduğu nesnenin para olduğundan ve ücretin karşılığı olup olmadığından emindir.  Bu bile sofistlere dair söylenenlerin doğru olmadığını göstermeye yeter. Kısaca söylersek her şeyden ve gereksiz kuşku sözde kuşkudur; her toplumda her kültürde ve her dönemde hayat öğrenilmiş kesinliklerle yaşanır. Hayatta temel olan güvenmedir. “Yanılmamak için her şeyden kuşkulanmalısın.” diyen filozofa iman derecesinde güvenme de buna dahildir.  “Düşünüyorum.” diyen kuşkucu filozofun kendisinin düşünüp düşünmediğinden emin olması ve bir kişinin bu  filozofa inanması çelişkilidir. Düşünen kişinin düşünmekte olduğunu düşünmem imkansızdır. Birinci şahıs sözceleri kesinliğin temeli olamaz; sadece yaşantının ifadesidir; “...yorum.” diyen kişilere sadece inanırız.

Peki, metafizikte sofistlere yüklenen önce “yıkıcı” diye nitelenen sonra da  hakikate yürüyüşte “ilk ve atılması gerekli adım” gibi görülen, “kutsallaştırılan  kuşku” niye bu kadar abartılmıştır?   Cevap şudur: Duyumlamaları değersizleştirerek insanı dünyadan koparıp hayali bir düşünülür dünyanın vatandaşı yapmak için.   

Biz bu satırlarda tarihsel tartışmalar girmeyeceğiz; sadece dilimizin kesinlik kaynağı olduğunu açıklayacağız.

Adımızdan, dünyada yaşadığımızdan, dünyanın biz doğmadan önce var olduğundan, bugün haftanın hangi gün olduğundan, gökyüzündeki güneşten; konuştuğum dilin Türkçe olduğundan, karşımdaki bilgisayar ekranından, oturduğum  koltuktan vs. asla kuşku duyamam. Sorgulanmaları gerekmeyen bunlar ve benzeri kesinlikler dilimize o kadar kök salmışlardır ki, bildirimde ve yaptırımda bulunurken onları referans olarak kullanırız ve bunda da hiç tereddüt etmeyiz. Bu kesinlikler sayesinde başkaları bizi anlayabilir; biz de başkalarını anlayabiliriz.  Başkalarınca anlaşılma sözcelerimizin kesinliğine bağlıdır.  

Temel kesinliklerimizden kimileri kültüreldir. “Adım Z’dir.”; “Bu rüzgara poyraz denir.”; “Bugün Salı’dır.”; kimileri de doğal nesnelere ilişkindir.  Örneğin “Otomobiller kendi kendilerine hareket eder.”; “Ay dünyadan küçüktür.”, “Bebekler doğduklarında konuşamazlar.” “Parktaki şu ağaç Kızıl dikendir.” Kimileri de olgu durumlarına ilişkindir.  “…dan beri burada yaşıyorum.”, “Hiç Afrika’ya gitmedim.”. Bunlardan hangisi söz konusu olursa olsun; bu temel kesinliklerimiz deneyle ve mantıksal çıkarımla elde edilmemişlerdir; kendiliklerinden açıktır. Onlar ne doğrudur ne de yanlıştır; kesin gerçektir. Onların öyle oldukları sarsılmaz bir kesinlik taşır. Onlara ilişkin sözcelerimizin kesinliğinden kuşku duyamayız. Onların gerçekliğini temel alan her sözce rasyoneldir ve doğrulaması da yoktur.

Temel kesinliklerimiz genellikle matematiğin ya da mantığın önermelerine çok benzer yani genel ve kesindirler. Onlar matematik ve mantık önermeleri kadar açık formüle edilmemiştir; ama deneysel temelleri vardır. Test etmek, onaylamak, reddetmek, tahmin etmek gibi eylemler, ör­tük biçimde bu tür kesinlikleri varsayar. Temel kesinliklerimiz olmadan bir şeyi test edemeyiz; onaylayamayız. Bir bilmeceye verilen cevabı onaylamak ya da onaylamamak için kesin cevabını bilmelidir. Bir şeyi reddebilmemiz  için bir gerekçe olmalıdır;  tahminde bulunarak yazı atarak yapılamaz. Dünyanın yüzyıl sonra da var olacağını tahmin eden kişi, dünyanın uzun bir geçmiş sahip olduğunu bilir; bu kesinlik ona tahmininde bir dayanak olur.

Dilimizle verilen veya öğrendiğimiz kesinlikler mantıksal yargıları dışlar. Örneğin “Dünyanın beş dakika önceden itibaren var olduğunu düşünmek” metodolojik olarak yanlıştır. Bu sözce olgulara ilişkin olduğundan mantıksal çıkarımın değil empirik  bildirimin konusudur.

Asla aldanamadığımız bazı empirik önermeler olmasaydı, aldanıp aldanamadığımızı bilmezdik. Dayanacağımız bir­takım kesinlikler olmasaydı, “bilmek”, “bilmemek”, “aldanmak” gibi kelimeler anlamsız olurdu.  Kısaca söylersek bir dil varsa temel kesinlikler de vardır.

İnsanlar bazen duyuları tarafından yanıltılsalar da her şeyin kuşkulu olduğu düşünmezler. Genellikle yanılmadığımızı düşünmek, hep yaptığımız bir şeydir. Çoğunlukla duyuların tanıklığına güveniriz. Duyularımın beni yanılttıkları durumlar genelleştirilemez. Çay bardağındaki kaşığın kırık göründüğünü; ama gerçekte kırık olmadığını bilirim. Çünkü sağlam çay kaşığını koyduğumda bardaktaki çay kaşığı kıramaz. Renk körü değilsem, trafikte yeşil ışık yandığında aracımla ışıklardan geçerim; yanan ışığın yeşil olduğunda ne ben ne de hiç kimse yanılmaz ve trafik akar. Nesnelerin kesinlikle var olduklarına inanırız; fiziksel varlığımızı sürdürmenin bu kesinliğe bağlı olduğunu ve onu gerektirdiğini kabul ederiz.

Kesinlik doğal ve sosyal gerçekliğin temelidir. Dilin ilk fonksiyonları bu gerçekliği ifade etmesidir; insanın insan olmasının koşuludur.    

Kesinlik yoksa söylem de mümkün değildir. Kelimelerimiz farklılıklara ilişkin açık bilincimizi ifade eder. Farklılıkların bilincine ilişkin kelimelerimiz vardır. “Gök mavisi” maviler içinde bir farklılığı belirtir.  Farklılığı belirten her kelime bir referans olabilir ve her referans da bir kesinliğin dile getirilmesidir. Kesin olmayan nesne ya da durum referans olamaz.  

Kesinlik belirsizliğe karşıttır; ama flulukla karşıt değildir. Örneğin karşıda gördüğüm karaltının bir çalı mı yoksa bir insan mı olduğundan emin olmayabilirim. Ama onun bir uçak ya da dağ olamadığından emin olurum.  Kısaca söylersek kesinliğin karşıtı belirsizlik değil fluluktur. Belirsizin grameri farklıdır.  Belirsizlik, olasılığın olmadığı bir durumdur. Bir ay sonra Türkiye’de neler olabilir? Bu belli değildir. Buna ilişkin olasılık bile yoktur. Oysa fluluk olasılık içerir. Olasılık düşünülebilen bir durumdur. Oysa belirsizlik düşünülemez.  

Kuşkuya gelince, her kuşku özel durumlarda ortaya çıkar. Kuşkuyu gidermek için yöntemler vardır. Bu yöntemler daha önce bildiğim şeylerin ve özel nedenle ortaya çıkan kuşkuların nasıl giderileceğini bildiğim yöntemlerdir.  Örneğin markette kavanozdaki balın organik olduğundan kuşku duyarsam, kuşkuyu gidermemin yolu bellidir. Ürünün sertifikasına bakmak.

Eğer bir filozof bir kesinlikten örneğin bu sandalyenin gerçek olduğundan kuşku duyarsa, dilimizdeki kuşku kelimesine yüklediğimiz anlamı terk ediyor demektir. Sokaktaki insan karşısındaki sandalyeden kuşku duymayı zorlama, yapmacık veya gerçeğe aykırı diye görmez; bunu sadece ve açıkça anlamsız sayar. O, çok haklı olarak şöyle der: “Eğer şu an gördüğüm gerçek bir sandalye değilse, bir sandalye görmenin ne olduğunu bilmiyorum.”

 

 Gündelik hayat “gerçek”in öğrenilmiş, empirik gözlemi­ne dayanır. Gözlem kuşku duymayı gerektirmiyorsa yani kuşku duymamızı gerektiren sebep yoksa “Bu gerçek midir?” diye sormanın bir anlamı yoktur. “Bunu nereden biliyorsun?” Bu, bütün bildirimler hakkındaki en yaygın sorudur. Eğer kişi bu bildiğini iddia ettiği şeyi nereden öğrendiğini gösteremiyorsa, bilgi değildir. Hatta iddia bile değildir. “Neye dayanarak biliyorsun?” sorusu gündelik hayatta sadece belli bağlamlarda ve kuşkuyu gidermek için sorulabilir.

Kuşkunun var olabilmesi için anlamlı bir soru olmalıdır. Anlamlı sorudan önce ve her şeye her duruma dair olan bir kuşku, kuşku olgusuna uyamaz. Çünkü kuşku her konuda değil bir konuda ve bir kabul edilmesi çelişkili görünen bir şeyden dolayı ortaya çıkar.

Her şeyden kuşku duymayı reddedemeyiz; çünkü anlamsızdır. Anlamsız olan reddedilemez. Kuşku için kuşku metodolojik değil; patolojiktir.

Kabul etmeliyiz ki, dilimizde meşru hatalar ve kuşkular vardır. Fakat her şey hatalı ve kuşkulu da değildir. Hata ortaya çıkmadan düzeltilemez; kuşku belirmeden giderilemez. Hata etmemek ve kuşkulu duruma düşmemek için her şeyi baştan hatalıymış ve kuşkuluymuş gibi davranmak İHTİYAT KUŞKUSUNU KESİNLİĞİN ÖNÜNE BİR PERDE GİBİ KOYMAK, METODOLOJİK OLARAK YANLIŞTIR. Hata ve kuşku konusunda ihtiyat, sonuçla ilgili değil bildirimin doğru olması için gerekli titizliği göstermede olur. Yargıya varmadan önce hata etmemek için kuşkuya saplanmak, ihtiyat dili değildir. Kuşku yargıdan veya çıkarımdan önce değildir; yargıya vardıktan veya çıkarım yaptıktan sonradır. Descartes’ın yaptığı gibi bazı durumlarda yanılmamdan veya bazı kişilerin beni yanıltmasından her şeyin kuşkulu olduğunu düşünmem yanlıştır. Kuşku sadece bir konudaki kuşkudur.  Kuşkulanmak için belirti varsa kuşku meşrudur; belirtisiz kuşku anlamsızdır. Kuşku duyamadığım pek çok kesinlik vardır.  İki eli ve iki ayağı  bulunduğundan; adının X olduğundan  kuşku duyabilecek yeryüzünde tek kişi yoktur.

Kuşku sadece bir dil oyununda işlevseldir. Bu dil oyunları çeşitli şekillerde ifade  edilir: “Bundan kuşkuluyum.” “Bundan emin değilim.” “Bunu kabul etmem zor.”; “Bana pek de doğru gelmiyor.”; “Buna inanmak zor.” “Yeterince ikna olmadım.”  “Yanlış olma olasılığı var.” gibi kullanımların her biri kuşku oyunudur.  

Kuşku ancak kesinlik varsa mümkündür.  Bir konuda kesinliğin ne olduğunu bilmeyen kuşkulanamaz. Çünkü kuşkulu bir durum bildiğimiz kesinliğin bulunup bulunmadığındaki kararsızlıktır.  Ve geçici bir durumdur. Bu karasızlığın yani kuşkunun nasıl giderileceği bellidir.

Nesneyle, durumla olguyla karşılaşmadan önce kuşku yoktur. Kuşku ancak kuşkulanabilecek bir şeyle karşılaştıktan sonra ortaya çıkar. Kuşku bir şeyden durumdan ya da olgudan kuşkudur. Her şeye dair ama hiçbir şeyle ilgili olmayan kuşku septik kuşku ve aynı şekilde ihtiyat kuşkusu olan Kartezyen kuşku içeriksizdir ve meşru değildir; anlamsızdır.     

Her şeyden kuşkulanan kişi, gerçekte kuşkulanmayı başaramaz: Her kuşku ve her onama oyunu, kabul edilen, sarsılmaz bir sis­temde oynanır.

Gündelik hayatta asıl olan kuşku değil; kabuldür. Gündelik hayatımız uylaşımsal kesinlikler üzerine dayanır.

Ve eğer çocuk, doğanın yasalara itaat ettiğinden kuşku duysaydı ve sonuçta tümevarımsal akıl yürütmelerin meşruluğuna itiraz etseydi, bu, aynı şey olurdu. — Öğretici şu duyguyu taşırdı: Bu kuşkunun tek etkisi kendisini ve öğrenciyi bloke etmektir; öğrenci bu şekilde sadece sorular sormaktan vazgeçmelidir; çünkü sürekli kuşku duyan çocuk öğrenmeyi bırakabilir ve daha ileri gidemeyebilir. —Sürekli soru soran çocuk, bir odada bir nesneyi arayan kişinin durumuna benzer: Arayan kişi bir çekmeceyi açar ve nesneyi orada görmez; o zaman çekmeceyi kapar, bekler; sonra bu nesnenin şimdi orada olup olmadığını görmek için, çekmeceyi yeniden açar—ve bu şekilde devam eder; çünkü o, aramayı öğrenememiştir. Çocuk da tıpkı böyle sorular sormayı öğrenememiştir. Ona öğretmek istediğimiz oyunu öğrenememiştir.

Kuşku ifade eden ve meşru olmayan sorular öğreticiyi ve çocuğu bloke eder ve çocuğun kendisine öğreticinin öğretmek istediği oyunu oynamasına engel olur. Öğretim oyununda kuşkuların anlamı yoktur; fakat bu sorular daha karmaşık başka bir oyunda anlamlı ve meşrudur.

 

Kuşku sorular şeklinde ortaya konabilir. Doğru ve meşru sorular vardır; temelsiz ve anlamsız sorular vardır. Bu konuda şu dört örneği verebiliriz:

1. Özel adlara ilişkin sorular: Örneğin “Adın nedir?”, anlamlı bir sorudur; fakat ben “Adım Ahmet midir?” diye sorsam, bu soru anlamsızdır. Adımdan kuşku duyamam. “Adım Ahmet’tir” açık­ça, bir bilgi değildir; çünkü onu temellendiremem. Adımın Ahmet olması, kuşku duymadığım bir temel kesinliktir.

2. Bilimsel dile ilişkin sorular: “Yeryüzü ne zamandan beri vardır?”, bilimsel bir sorudur. Oysa “Yeryüzü yüz yıl önce var mıydı?” sorusu anlamlı değildir. Bir başka örnek: “Tarihte Fatih denen bir kişi yaşamıştır.” ifadesini doğru kabul ederiz; fakat Fatih hakkında bize anlatılan her şeye inanmayız; çünkü ona dair söylenenlerde yanılgılar, yanlışlar ya da buna benzer şeyler vardır. O nedenle Fatih hakkında onaylanabilen ve onaylanamayan şeyleri ayırmalıdır.

3. Doktor- Hasta İlişkisine dair. Yaraladığı elini gittiği doktora göstererek “Bu, bir eldir” diyen kişi bilgi vermez; anlamsız bir cümle söyler. “Elimi ya­raladım” derse, bu, bir bilgidir; çünkü bunun bir elim olduğuna eminimdir.

4. Felsefî Dil Oyunu: Bir kişi karşısındaki ağacı göstererek “Bunun bir ağaç olduğunu biliyorum.” derse, bu, bağlamsız bir sözdür. Fakat “Biriyle bilgi problemini tartışırken ona “Bunun bir ağaç olduğunu biliyorum ve bilgi duyumlama ürünüdür.” cümlesi anlamlıdır.

Bazı önemeler eksen ifadelerdir. Eksen önermelerin sayımı dökümü yapılamaz; bu önermeler şunlardan ibarettir denemez. Eksen önermeler kültüre, kişiye ve eğitim durumlarına göre değişebilir. Fakat bütün farklılıklara rağmen bazı eksen önermeler herkes için ortaktır. “Güneş doğudan doğar; batıdan batar.”; “İnsanlar bebeklikten ihtiyarlığa doğru bir hayat çizgisi izler.” “Ülkemdeki yabancı olmayan  herkes dilimi konuşur.”,  “Masam yerini değiştirmediğimde hep şuradadır.”, “Yürünebilecek her yerde yürüyebilirim.”; “Yönümü değiştirmezsem arkamdaki nesneleri göremem.” “Karanlıkta göremem.” “Kendime rica edemem.” “Hayvanlarla sohbet edemem.” “Sabahleyin uyandığımda dünkü insan olduğumdan kuşku duyamam.”  “Havada uçamam.” Bu önermelerden kuşku duyulamaz. Onlar deneysel olmalarına rağmen doğrulanamaz. Bunların mantıksal, normatif bir fonksiyonları vardır. Eksen önermeler ve diğer deneysel önermeler arasında bir ilişki bulunur. Eksen önermeler kendileri deneylenemese de deneysel önermelerin temelidir. Eksen önermelerin deneysel önermelerdeki rolünü açıklamak için “kapı menteşeleri”, “ırmak yatağı”, “kanalizasyon boruları”, “arka-plan” gibi metaforları kullanabiliriz. Bu metaforlar değişebilirliğe kar­şıt olarak sağlamlığı ve sabitliği ifade eder. Kapı menteşelerin çevresinde döner; su boruların içinden akar; bilme, araştırma ve sorgulama eylemleri de böyledir yani sadece sarsılmaz bir temelde, bir kesinlikler ekseninde yapılabilir. Kesinlik kavramı, Descartes’ın entelektüalist kesinlik kavramına karşıttır; tüm büyük mitler gibi Descartesçı mit de bir aldatmacadır.

Kesinliklerin çoğu araştırmalarımızın, yargılarımızın ve eylemlerimizin temelindedir. Bunlar doğrudan bağlandığımız ha­kikatlerdir. Bunlara “objektif kesinlikler” adını ve­rebiliriz. Objektif kesinlikler, sübjektif kesinliklerden ayrıdır. Sübjektif kesinlik ise, tümüyle benimsediğimiz; en küçük kuşku duymadığımız ve başkasını ikna etmeye çalıştığımız bir kanı durumudur. Kişinin bir şeyden kuşku duymaması sübjektif uygunluk için yeterlidir. Oysa objektif uygunluk tümüyle kişisel kesinlik olmaz; çünkü olguyla ilgilidir. Objektif kesinlik herkes tarafından paylaşılmalıdır.

Bu sübjektif kesinlik, uygulamalarda içkin bir güvenden çok, sübjektif bir açıklık düzenindedir. Sübjektif açıklık iki şekilde, dolaylı veya doğrudan ifade edilebilir. Örneğin “Benim için ve başkaları için kesinlikte saptanmıştır ki.. ” gibi bir ifade dolaylı anlatımdır.

Eksen önermeler sayesinde tarih içi önermeleri ve tarihsel önermeleri ayırabiliriz. Örneğin “Yeryüzü benden uzun zaman önce vardı.” önermesi tarih içidir. “Tarih içidir.” demek, “kesin, asla değişmeyen” demektir. “Tarih içi” önermeler tıpkı ırmak yatağının kenarındaki kayalar gibidir. Kayalar sağlamdır; değişmez, en azından gözle görülecek kadar değişmez. Tarih içi önermeler de böyledir; kesin ve değişmez bir özellik taşır. Tarihsel önermeler ise, dünyaya ilişkin tarihin bel­li bir döneminde keşfedilen kesin hakikatleri ifade eder, ırmak yatağının kenarındaki dalgaların şuraya buraya yığdığı kumlar gibidir; tarihsel süreçlerde ortaya çıkmıştır ve değişme potansiyeli taşır.

Görüldüğü gibi tarih içi önermeler, sağlam önemelerdir (değişmez kesinliklerdir); kuşkusuz normalde deneylenemez ve belli bir dil oyununda kesinlik olarak iş görür. Aktüel önermeler ise değişken önermelerdir; (kesinliklere dayalı diğer önermelerdir.) Yalnız burada bir şeyi önemle belirtelim: Kaya ve kum metaforlarını dikkate alarak sağlam ve değişken önermelerin arasında değişmez ve her zaman var olan bir sınır olduğunu düşünmemeliyiz. Bu, düşünce yanıltıcıdır. Metaforik tarzda konuşursak, kayalar bazen ufalanıp kum yığınlarına karışabilir; yani sağlam kesin önermeler değişken önermeler içinde yer alabilir; daha karmaşık bir dil oyununun bir parçası olabilir. Bu nedenle sağlam önermelerle değişken önermeler arasına kesin bir sınır çizilemez. Sağlam önermeler daha karmaşık dil oyununa girerse ne olur? O zaman sağlam önermeler deneysel açıdan incelenebilir, problematik hale getirilebilir ve bir araştırma konusu yapılabilir. Önerme davranışları, yeniden dalgada gerçekleştirilebilir: Biçimsel olarak sağlam olan ve akıcı empirik önermeler için yönlendirici gibi iş gören bazı önermeleri düşünebiliriz. “Aynı önerme belli bir anda deneyimle doğrulanacak şey olarak başka bir anda doğrulamanın kuralı olarak görülebilir.” Fakat işe kuşkuyla başlanamaz; sadece güvenle yani kara kutular olarak iş gören, bize aktarılmış kesinlikler temelinde öğrenmekle ve bilmekle işe başlayabiliriz. “Öğrenmek, doğal olarak inanmaya dayanır.” Diğer anlarda bazı kara kutuları keşfederiz.

Kesinliklerin temeli (“düşüncelerin aktıkları yatak”), dünya imgesi, sistem diye de anılır; çünkü kesinlikler bir binanın bölümleri gibi birbirine bağlanır. “Dünya imgemizi oluşturan sistem sadece tüm kuşkuların çarparak kı­rıldıkları kaya değildir; o, aynı zamanda tartışmalarımızın temeli olan, doğrulamalarımızın onaylandığı çerçevedir. Doğru kabul ettiğimiz her şeyin doğrulanması ya da yanlışlanması, bir sistemin içinde yer alır. Ve bu sistem, kesinlikle tüm yargılarımız için, az çok keyfi veya kuşkulu bir hareket noktası de­ğildir; tersine bir kanıt adını verdiğimiz şeyin özüne aittir. Sistem, kanıtlamaların hareket noktası olmadığı gibi, onların hayati ortamları da değildir.

Bu dünya imgesine, ne önceden ne de şimdi doğruluğuna inandığım için sahip değilim. O, doğruyu ve yanlışı ayırt etmemin temeli olan ve miras olarak aldığım arka-plandır.

Yanlışa ilişkin bir dil oyunu yoktur bu nedenle yanlışı araştıramayız; görsel izlenimi dokunma duyusuyla araştıramayız.

Doğru ve yanlış oyununun şartı ve temeli olan bu zemin ne doğrudur ne de yanlıştır. Temel, temellendirilemez, temel, bir tanedir; “böyle”dir, “başka türlü” değildir. “Böyledir”, kültürel bir yargıçlığın sembolik şiddeti değildir, fakat daha çok, sağlam olarak tespit edilmiş ve akıl tarafından öncelikli bir inceleme ol­madan güvendiğimiz şeyin otoritesidir. Kesinlik ne sübjektif bir içe ne de objektif bir aşkınlığa bağlıdır; insanların bir şeyi kesin kabul etmeleri onun kesinliği için yeterlidir. 

Bütün dilsel ifadelerimiz sosyal kullanımdır; hayat biçimlerimizde gerçekleşir. Tek başımıza emin olamayız, fakat bir toplumda emin oluruz. “Bundan tümüyle eminiz” hem birbirinden emin hem de bilimin ve eğitimin bir araya getirdiği insanlardan oluşan bir topluluğa ait olduğumuz anlamına gelir.

Bir sürü şeye inanmayı ve inandığımız şeylere göre davranmayı öğreniriz; inandığımız şeylerden sistem oluştururuz. Bazı kesinlikler öğrenilmiş kesinliklerdir. Bunlar dünyada bulunuşumuzu ve insanlarla bir arada yaşamamızı mümkün kılar.  Bu nedenle onlar değişmez ve onlardan vazgeçemeyiz.

Kesinliklerimiz hayat biçimlerinde verilmiş inançlar toplamından ibarettir ve öğrenilmişlerdir. Descartes hayat biçimlerimize bağlı kesinliklerimizi göz ardı eder; çünkü dili unutur kendi tasavvur dünyasına kapanmış bir solipsist gibidir. Descartes’ın “düşünüyorum”un sentaksı “düş görüyorum”un sentaksından farksızdır. Bunların her ikisi de anlamsızdır. Bir insan nasıl düşünde düş gördüğünü gö­remezse, düşünen kişi de düşünmekte olduğunu düşünemez yani düşünme hem bir eylem hem de eylemin bir objesi olamaz. Kartezyenizm’in bu hatası bilindiği gibi Aristoteles’ten beri var olagelen bir hatadır; çünkü Aristoteles’te Noûs düşünmekte ol­duğunu da düşünen bir düşünme eylemdir.

Düşünmekte olduğumu düşünme” hatasının nedeni dilin kullanım kurallarının yok sayılmasıdır. “Düşünmeyi düşünme” bir dil oyunu değildir; çünkü dilin kolektif kullanımını ihlâl etmiştir.

Dil oyunları kullanımlarımızı iyileştirir ve ifadenin bir özü olduğu düşüncesini terk etmemizi sağlar. Yanlış oynanmış bir dil oyunu bazen kolektif bir eylem sorununa yol açabilir. Bazı insanlar dile karşı içgüdüsel isyan duyarlar. Dil oyunları sayesinde onlara güven verebiliriz. Dil oyunlarını terk edenler, insanlara yabancılaştıklarını fark ederler; kendilerini anlatamazlar ve başkalarını da anlayamazlar ve onlarla ilişki kuramazlar.