DİL
VE KESİNLİK
Dili öğrenirken kesin,
kuşkulu veya araştırılması gerekenleri de öğreniriz. Hayatımız kesinliklere
dayalıdır. Dil kesinlikleri anlatmak için icat edilmiştir. Bildirim, yaptırım
ve iletişim hep bazı kesinliklerin varlığını gerektirir. Dil felsefesi bu nedenle
metafizikçiler gibi İHTİYAT KUŞKUSUNU ya da ihtiyaten kuşkulanmayı temel almaz.
Anlamlı sözcelerle ilgilenir. Anlamlı bir sözce kesin, güvenilir deneyime ve
bilinebilir referansa bağlıdır. Duyu deneylerimizin uylaşımsal adları vardır.
Adlar kesinliklerin taşıyıcısıdır. Uylaşımsal kesinlikler olmasaydı, onları
sembolize eden adlar da olamazdı. Sözcelerimizdeki yüklemler kesinliğin
garantisidir. Yüklemler fiiller ve sıfatlardır. “Çocuk koşuyor.”, “Hava
sıcaktır.” Sözcelerindeki “koşma” ve “sıcak” yüklemleri referansın “çocuk” ve
“hava” açık ve kesin durumunu bildirir. Çocuğun koşmasından, havanın
sıcaklığından emin olmadığımız durumlar da olabilir. Ancak emin olamama nedeni
yüklemlerin belirsizliği değil, bizim algı koşullarımızın elverişsizliğidir.
Algı koşulları uygun olmadıklarında, bir şeyden emin olmayabiliriz. Ancak bu
koşulların hangi durumlarda var olduklarını da biliriz.
Kuşkuculuk metafiziğin
kendisi gibi anlamsızdır. İlk defa sofistlerin kesin bilginin imkanından kuşku
duydukları mitolojisi kabul edilir. Sofistlerle ilgili bu tez, tarihsel açıdan
temellendirilemez; çünkü söylenenler kesin belgeye dayanmaz; olgusal açıdan
imkansızdır. Sözü uzatmadan söyleyeyim: Sofistlere atfedilen tezler doğru
olsaydı; onlar iddia edildiği gibi duyumların kesin bilgisinden kuşku
duysalardı, hiçbir sofist gördüğü evin ev mi yoksa ağaç mı olduğuna; ev olsa
bile kime ait olduğuna; en yakının örneğin eşinin ve çocuğunun kim
olduğuna karar veremezdi. Oysa Sofist gündelik hayatını
herkes gibi yaşadığına göre epistemolojik Alzeimer olamazdı; bir takım
kesinlikler kabul etmiş olmalıydı. Örneğin ücretli ders veren bir sofist,
öğrencisinin avucuna koyduğu nesnenin para olduğundan ve ücretin karşılığı olup
olmadığından emindir. Bu bile sofistlere dair söylenenlerin doğru olmadığını
göstermeye yeter.
Peki, metafizikte
sofistlere yüklenen önce “yıkıcı” diye nitelenen sonra da hakikate
yürüyüşte “ilk ve atılması gerekli adım” gibi görülen,
“kutsallaştırılan kuşku” niye bu kadar
abartılmıştır? Cevap şudur: Duyumlamaları değersizleştirerek
insanı dünyadan koparıp hayali bir düşünülür dünyanın vatandaşı yapmak
için.
Kuşkuya dair
rasyonalistlerin bu iddiaları kendi tezlerini meşrulaştırmak bir tuhaf
karikatürdür ve tarihin hiçbir döneminde hiçbir toplumda böyle bir eğilim olmaz.
Kısaca söylersek her
şeyden ve gereksiz kuşku sözde kuşkudur; her toplumda her
kültürde ve her dönemde hayat öğrenilmiş kesinliklerle yaşanır. Hayatta
temel güvenmedir. “Yanılmamak için her şeyden kuşkulanmalısın.” diyen filozofa
iman derecesinde güvenme de buna dahildir. “Düşünüyorum.” diyen
kuşkucu filozofun kendisinin düşünüp düşünmediğinden emin olması ve bir kişinin
bu filozofa inanması çelişkilidir. Düşünen kişinin düşünmekte
olduğunu düşünmem imkansızdır. Birinci şahıs sözceleri kesinliğin temeli
olamaz; sadece yaşantının ifadesidir; “...yorum.” diyen kişilere sadece
inanırız.
Biz bu satırlarda
tarihsel tartışmalara girmeyeceğiz; sadece dilimizin kesinlik kaynağı olduğunu
açıklayacağız.
Adımızdan, dünyada
yaşadığımızdan, dünyanın biz doğmadan önce var olduğundan, bugün haftanın hangi
gün olduğundan, gökyüzündeki güneşten; konuştuğum dilin Türkçe olduğundan,
karşımdaki bilgisayar ekranından, oturduğum koltuktan vs. asla kuşku
duyamam; bunların varlığını sorgulamam. Bunlar ve benzeri kesinlikler dilimize
o kadar kök salmışlardır ki, bildirimde ve yaptırımda bulunurken
onları referans olarak kullanırız ve bunda da hiç tereddüt etmeyiz. Bu
kesinlikler sayesinde başkaları bizi anlayabilir; biz de başkalarını
anlayabiliriz. Başkalarınca anlaşılma sözcelerimizin kesinliğine
bağlıdır.
Temel kesinliklerimizden
kimileri kültüreldir. “Adım Z’dir.”; “Bu rüzgara poyraz denir.”; “Bugün
Salı’dır.”; kimileri de doğal nesnelere ilişkindir. Örneğin
“Otomobiller kendi kendilerine hareket eder.”; “Ay dünyadan küçüktür.”,
“Bebekler doğduklarında konuşamazlar.” “Parktaki şu ağaç kızıl dikendir.”
Kimileri de olgu durumlarına ilişkindir. “…dan beri burada
yaşıyorum.”, “Hiç Afrika’ya gitmedim.”. Bunlardan hangisi söz konusu olursa
olsun; bu temel kesinliklerimiz deneyle ve mantıksal çıkarımla elde
edilmemişlerdir; kendiliklerinden açıktır. Onlar ne doğrudur ne de yanlıştır;
kesin gerçektir. Onların öyle oldukları sarsılmaz bir kesinlik taşır. Onlara
ilişkin sözcelerimizin kesinliğinden kuşku duyamayız. Onların gerçekliğini
temel alan her sözce rasyoneldir ve doğrulaması da yoktur.
Temel kesinliklerimiz
genellikle matematiğin ya da mantığın önermelerine çok benzer yani genel ve
kesindir. Onlar matematik ve mantık önermeleri kadar açık formüle edilmemiştir;
ama deneysel temelleri vardır. Test etmek, onaylamak, reddetmek, tahmin etmek
gibi eylemler, örtük biçimde bu tür kesinlikleri varsayar. Temel
kesinliklerimiz olmadan bir şeyi test edemeyiz; onaylayamayız. Bir bilmeceye
verilen cevabı onaylamak ya da onaylamamak için kesin cevabını bilmelidir. Bir
şeyi reddebilmemiz için bir gerekçe olmalıdır; tahminde
bulunarak yazı atarak bir yargıyı reddedemem. Dünyanın yüzyıl sonra da var
olacağını tahmin eden kişi, dünyanın uzun bir geçmiş sahip olduğunu bilir; bu
kesinlik ona tahmininde bir dayanak olur.
Dilimizle verilen veya
öğrendiğimiz kesinlikler mantıksal yargıları dışlar. Örneğin “Dünyanın beş
dakika önceden itibaren var olduğunu düşünmek” metodolojik olarak yanlıştır. Bu
sözce olgulara ilişkin olduğundan mantıksal çıkarımın değil
empirik bildirimin konusudur.
Asla aldanamadığımız
bazı empirik önermeler olmasaydı, aldanıp aldanamadığımızı bilmezdik.
Dayanacağımız birtakım kesinlikler olmasaydı, “bilmek”, “bilmemek”, “aldanmak”
gibi kelimeler anlamsız olurdu. Kısaca söylersek bir dil
varsa temel kesinlikler de vardır.
İnsanlar bazen duyuları
tarafından yanıltılsalar da her şeyin kuşkulu olduğu düşünmezler. Genellikle
yanılmadığımızı düşünmek, hep yaptığımız bir şeydir. Çoğunlukla duyuların
tanıklığına güveniriz. Duyularımın beni yanılttıkları durumlar
genelleştirilemez. Çay bardağındaki kaşığın kırık göründüğünü; ama gerçekte
kırık olmadığını bilirim. Çünkü sağlam çay kaşığını koyduğumda bardaktaki çay
kaşığı kıramaz. Renk körü değilsem, trafikte yeşil ışık yandığında aracımla
ışıklardan geçerim; yanan ışığın yeşil olduğunda ne ben ne de hiç kimse
yanılmaz ve trafik akar. Nesnelerin kesinlikle var olduklarına inanırız;
fiziksel varlığımızı sürdürmenin bu kesinliğe bağlı olduğunu ve onu
gerektirdiğini kabul ederiz.
Kesinlik doğal ve sosyal
gerçekliğin temelidir. Dilin ilk fonksiyonları bu gerçekliği ifade etmesidir;
insanın insan olmasının koşuludur. Kesinlik yoksa söylem de mümkün değildir.
Kelimelerimiz farklılıklara ilişkin açık bilincimizi ifade eder. Farklılıkların
bilincine ilişkin kelimelerimiz vardır. “Gök mavisi” maviler içinde bir
farklılığı belirtir. Farklılığı belirten her kelime bir referans
olabilir ve her referans da bir kesinliğin dile getirilmesidir. Kesin olmayan
nesne ya da durum referans olamaz.
Kesinlik belirsizliğe
karşıttır; ama flulukla karşıt değildir. Örneğin karşıda gördüğüm karaltının
bir çalı mı yoksa bir insan mı olduğundan emin olmayabilirim. Ama onun bir uçak
ya da dağ olamadığından emin olurum. Kısaca söylersek kesinliğin
karşıtı belirsizlik değil fluluktur. Belirsizin grameri
farklıdır. Belirsizlik, olasılığın olmadığı bir durumdur. Bir ay
sonra Türkiye’de neler olabilir? Bu belli değildir. Buna ilişkin olasılık bile
yoktur. Oysa fluluk olasılık içerir. Olasılık düşünülebilen bir durumdur. Oysa
belirsizlik düşünülemez.
Kuşkuya gelince, her
kuşku özel durumlarda ortaya çıkar. Kuşkuyu gidermek için yöntemler vardır. Bu
yöntemler daha önce bildiğim şeylerin ve özel nedenle ortaya çıkan kuşkuların
nasıl giderileceğini bildiğim yöntemlerdir. Örneğin markette
kavanozdaki balın organik olduğundan kuşku duyarsam, kuşkuyu gidermemin yolu
bellidir. Ürünün sertifikasına bakmak.
Bir filozof bir
kesinlikten örneğin bu sandalyenin gerçek olduğundan kuşku duyarsa, dilimizdeki
kuşku kelimesine yüklediğimiz anlamı terk ediyor demektir. Sokaktaki insan
karşısındaki sandalyeden kuşku duymayı zorlama, yapmacık veya gerçeğe aykırı
diye görmez; bunu sadece ve açıkça anlamsız sayar. O, çok haklı olarak şöyle
der: “Şu an gördüğüm gerçek bir sandalye değilse, bir sandalye görmenin ne
olduğunu bilmiyorum.”
Kuşku duyamadığım
pek çok kesinlik vardır. İki eli ve iki
ayağı bulunduğundan; adının X olduğundan kuşku
duyabilecek yeryüzünde tek kişi yoktur.
Gündelik hayat
“gerçek”in öğrenilmiş, empirik gözlemine dayanır. Kuşkulanmak için belirti
varsa kuşku meşrudur; belirtisiz kuşku anlamsızdır. Gözlem kuşku
duymayı gerektirmiyorsa yani kuşku duymamızı gerektiren sebep yoksa “Bu gerçek
midir?” diye sormanın bir anlamı yoktur. “Bunu nereden biliyorsun?” Bu, bütün
bildirimler hakkındaki en yaygın sorudur. Kişi bu bildiğini iddia ettiği şeyi
nereden öğrendiğini gösteremiyorsa, bilgi değildir. Hatta iddia bile değildir.
“Neye dayanarak biliyorsun?” sorusu gündelik hayatta sadece belli bağlamlarda
ve kuşkuyu gidermek için sorulabilir.
Kuşkunun var olabilmesi
için anlamlı bir soru olmalıdır. Anlamlı sorudan önce ve her şeye
her duruma dair olan bir kuşku, kuşku olgusuna uyamaz. Çünkü kuşku her konuda
değil bir konuda ve kabul edilmesi çelişkili görünen bir şeyden dolayı ortaya çıkar.
Her şeyden kuşku duymayı
reddedemeyiz; çünkü anlamsızdır. Anlamsız olan reddedilemez. Kuşku
için kuşku metodolojik değil, patolojiktir.
Kabul etmeliyiz
ki, dilimizde meşru hatalar ve kuşkular vardır. Fakat her şey hatalı
ve kuşkulu da değildir. Hata ortaya çıkmadan düzeltilemez; kuşku
belirmeden giderilemez. Hata etmemek ve kuşkulu duruma düşmemek
için her şeyi baştan hatalıymış ve kuşkuluymuş gibi davranmak İHTİYAT KUŞKUSUNU
KESİNLİĞİN ÖNÜNE BİR PERDE GİBİ KOYMAK, METODOLOJİK OLARAK YANLIŞTIR. Hata ve
kuşku konusunda ihtiyat, sonuçla ilgili değil bildirimin doğru
olması için gerekli titizliği göstermede olur. Yargıya varmadan önce
hata etmemek için kuşkuya saplanmak, ihtiyat dili değildir. Kuşku yargıdan veya
çıkarımdan önce değildir; yargıya vardıktan veya çıkarım yaptıktan sonradır.
Descartes’ın yaptığı gibi bazı durumlarda yanılmamdan veya bazı kişilerin beni
yanıltmasından her şeyin kuşkulu olduğunu düşünmem yanlıştır.
Kuşku sadece bir dil
oyununda işlevseldir. Bu dil oyunları çeşitli şekillerde
ifade edilir: “Bundan kuşkuluyum.” “Bundan emin değilim.” “Bunu
kabul etmem zor.”; “Bana pek de doğru gelmiyor.”; “Buna inanmak zor.”
“Yeterince ikna olmadım.” “Yanlış olma olasılığı var.” gibi
kullanımların her biri kuşku oyunudur.
Kuşku ancak kesinlik
varsa mümkündür. Bir konuda kesinliğin ne olduğunu bilmeyen
kuşkulanamaz. Çünkü kuşkulu bir durum bildiğimiz kesinliğin bulunup
bulunmadığındaki kararsızlıktır. Ve geçici bir durumdur. Bu
karasızlığın yani kuşkunun nasıl giderileceği bellidir.
Nesneyle, durumla
olguyla karşılaşmadan önce kuşku yoktur. Kuşku, kuşkulanabilecek bir şeyle
karşılaştıktan sonra ortaya çıkar. Kuşku bir şeyden durumdan ya da olgudan
kuşkudur. Her şeye dair ama hiçbir şeyle ilgili olmayan kuşku septik kuşku ve
aynı şekilde ihtiyat kuşkusu olan kartezyen kuşku içeriksizdir ve meşru
değildir; anlamsızdır.
Her şeyden kuşkulanan kişi, gerçekte kuşkulanmayı başaramaz: Her kuşku ve
her onama oyunu, kabul edilen, sarsılmaz bir sistemde oynanır.
Gündelik hayatta asıl
olan kuşku değil, kabuldür. Gündelik hayatımız uylaşımsal kesinlikler üzerine
dayanır.
Öğretim oyununda
kuşkuların anlamı yoktur; fakat bu sorular daha karmaşık başka bir oyunda
anlamlı ve meşrudur.
Kuşku sorular
şeklinde ortaya konabilir. Doğru ve meşru sorular vardır; temelsiz ve anlamsız
sorular vardır. Bu konuda şu dört örneği verebiliriz:
1. Özel adlara ilişkin
sorular: Örneğin “Adın nedir?”, anlamlı bir sorudur; fakat ben “Adım Ahmet
midir?” diye sorsam, bu soru anlamsızdır. Adımdan kuşku duyamam. “Adım
Ahmet’tir” açıkça, bir bilgi değildir; çünkü onu temellendiremem. Adımın Ahmet
olması, kuşku duymadığım bir temel kesinliktir.
2. Bilimsel dile ilişkin
sorular: “Yeryüzü ne zamandan beri vardır?”, bilimsel bir sorudur. Oysa
“Yeryüzü yüz yıl önce var mıydı?” sorusu anlamlı değildir. Bir başka örnek:
“Tarihte Fatih denen bir kişi yaşamıştır.” ifadesini doğru kabul ederiz; fakat
Fatih hakkında bize anlatılan her şeye inanmayız; çünkü ona dair söylenenlerde
yanılgılar, yanlışlar ya da buna benzer şeyler vardır. O nedenle Fatih hakkında
onaylanabilen ve onaylanamayan şeyleri ayırmalıdır.
3. Doktor- Hasta
İlişkisine dair. Yaraladığı elini gittiği doktora göstererek “Bu, bir eldir”
diyen kişi bilgi vermez; anlamsız bir cümle söyler. “Elimi yaraladım” derse,
bu, bir bilgidir; çünkü bunun bir elim olduğuna eminimdir.
4. Felsefî Dil Oyunu:
Bir kişi karşısındaki ağacı göstererek “Bunun bir ağaç olduğunu biliyorum.”
derse, bu, bağlamsız bir sözdür. Fakat “Biriyle bilgi problemini tartışırken
ona “Bunun bir ağaç olduğunu biliyorum ve bilgi duyumlama ürünüdür.” cümlesi
anlamlıdır.
Bazı önemeler eksen ifadelerdir.
Eksen önermelerin sayımı dökümü yapılamaz; bu önermeler şunlardan ibarettir
denemez. Eksen önermeler kültüre, kişiye ve eğitim durumlarına göre
değişebilir. Fakat bütün farklılıklara rağmen bazı eksen önermeler herkes için
ortaktır. “Güneş doğudan doğar; batıdan batar.”; “İnsanlar bebeklikten
ihtiyarlığa doğru bir hayat çizgisi izler.” “Ülkemdeki yabancı
olmayan herkes dilimi konuşur.”, “Masam yerini
değiştirmediğimde hep şuradadır.”, “Yürünebilecek her yerde yürüyebilirim.”;
“Yönümü değiştirmezsem arkamdaki nesneleri göremem.” “Karanlıkta göremem.”
“Kendime rica edemem.” “Hayvanlarla sohbet edemem.” “Sabahleyin uyandığımda
dünkü insan olduğumdan kuşku duyamam.” “Havada uçamam.” Bu
önermelerden kuşku duyulamaz. Onlar deneysel olmalarına rağmen doğrulanamaz.
Bunların mantıksal, normatif bir fonksiyonları vardır. Eksen önermeler ve diğer
deneysel önermeler arasında bir ilişki bulunur. Eksen önermeler kendileri
deneylenemese de deneysel önermelerin temelidir. Eksen önermelerin deneysel
önermelerdeki rolünü açıklamak için “kapı menteşeleri”, “ırmak yatağı”,
“kanalizasyon boruları”, “arka-plan” gibi metaforları kullanabiliriz. Bu
metaforlar değişebilirliğe karşıt olarak sağlamlığı ve sabitliği ifade eder.
Kapı menteşelerin çevresinde döner; su boruların içinden akar; bilme, araştırma
ve sorgulama eylemleri de böyledir yani sadece sarsılmaz bir temelde, bir
kesinlikler ekseninde yapılabilir. Kesinlik kavramı, Descartes’ın
entelektüalist kesinlik kavramına karşıttır; tüm büyük mitler gibi Descartesçı
mit de bir aldatmacadır.
Kesinliklerin çoğu
araştırmalarımızın, yargılarımızın ve eylemlerimizin temelindedir. Bunlar
doğrudan bağlandığımız hakikatlerdir. Bunlara “objektif kesinlikler” adını verebiliriz.
Objektif kesinlikler, sübjektif kesinliklerden ayrıdır. Sübjektif kesinlik ise,
tümüyle benimsediğimiz; en küçük kuşku duymadığımız ve başkasını ikna etmeye
çalıştığımız bir kanı durumudur. Kişinin bir şeyden kuşku duymaması sübjektif
uygunluk için yeterlidir. Oysa objektif uygunluk tümüyle kişisel kesinlik
olmaz; çünkü olguyla ilgilidir. Objektif kesinlik herkes tarafından
paylaşılmalıdır.
Bu sübjektif kesinlik,
uygulamalarda içkin bir güvenden çok, sübjektif bir açıklık düzenindedir.
Sübjektif açıklık iki şekilde, dolaylı veya doğrudan ifade edilebilir. Örneğin
“Benim için ve başkaları için kesinlikte saptanmıştır ki, .. ” gibi bir ifade
dolaylı anlatımdır.
Eksen önermeler
sayesinde tarih içi önermeleri ve tarihsel önermeleri ayırabiliriz. Örneğin
“Yeryüzü benden uzun zaman önce vardı.” önermesi tarih içidir. “Tarih içidir.”
demek, “kesin, asla değişmeyen” demektir. “Tarih içi” önermeler tıpkı ırmak
yatağının kenarındaki kayalar gibidir. Kayalar sağlamdır; değişmez, en azından
gözle görülecek kadar değişmez. Tarih içi önermeler de böyledir; kesin ve değişmez
bir özellik taşır. Tarihsel önermeler ise, dünyaya ilişkin tarihin belli bir
döneminde keşfedilen kesin hakikatleri ifade eder, ırmak yatağının kenarındaki
dalgaların şuraya buraya yığdığı kumlar gibidir; tarihsel süreçlerde ortaya
çıkmıştır ve değişme potansiyeli taşır.
Görüldüğü gibi tarih içi
önermeler, sağlam önemelerdir (değişmez kesinliklerdir); kuşkusuz normalde
deneylenemez ve belli bir dil oyununda kesinlik olarak iş görür. Aktüel
önermeler ise değişken önermelerdir; (kesinliklere dayalı diğer önermelerdir.)
Yalnız burada bir şeyi önemle belirtelim: Kaya ve kum metaforlarını dikkate
alarak sağlam ve değişken önermelerin arasında değişmez ve her zaman var olan
bir sınır olduğunu düşünmemeliyiz. Bu, düşünce yanıltıcıdır. Metaforik tarzda
konuşursak, kayalar bazen ufalanıp kum yığınlarına karışabilir; yani sağlam
kesin önermeler değişken önermeler içinde yer alabilir; daha karmaşık bir dil
oyununun bir parçası olabilir. Bu nedenle sağlam önermelerle değişken önermeler
arasına kesin bir sınır çizilemez. Sağlam önermeler daha karmaşık dil oyununa
girerse ne olur? O zaman sağlam önermeler deneysel açıdan incelenebilir,
problematik hale getirilebilir ve bir araştırma konusu yapılabilir. Önerme
davranışları, yeniden dalgada gerçekleştirilebilir: Biçimsel olarak sağlam olan
ve akıcı empirik önermeler için yönlendirici gibi iş gören bazı önermeleri
düşünebiliriz. “Aynı önerme belli bir anda deneyimle doğrulanacak şey olarak
başka bir anda doğrulamanın kuralı olarak görülebilir.” Fakat işe kuşkuyla
başlanamaz; sadece güvenle yani kara kutular olarak iş gören, bize aktarılmış
kesinlikler temelinde öğrenmekle ve bilmekle işe başlayabiliriz. “Öğrenmek,
doğal olarak inanmaya dayanır.” Diğer anlarda bazı kara kutuları keşfederiz.
Kesinliklerin temeli
(“düşüncelerin aktıkları yatak”), dünya imgesi, sistem diye de anılır; çünkü
kesinlikler bir binanın bölümleri gibi birbirine bağlanır. “Dünya imgemizi
oluşturan sistem sadece tüm kuşkuların çarparak kırıldıkları kaya değildir; o,
aynı zamanda tartışmalarımızın temeli olan, doğrulamalarımızın onaylandığı
çerçevedir. Doğru kabul ettiğimiz her şeyin doğrulanması ya da yanlışlanması,
bir sistemin içinde yer alır. Ve bu sistem, kesinlikle tüm yargılarımız için,
az çok keyfi veya kuşkulu bir hareket noktası değildir; tersine bir kanıt
adını verdiğimiz şeyin özüne aittir. Sistem, kanıtlamaların hareket noktası
olmadığı gibi, onların hayati ortamları da değildir.
Bu dünya imgesine, ne önceden ne de şimdi doğruluğuna inandığım için sahip
değilim. O, doğruyu ve yanlışı ayırt etmemin temeli olan ve miras olarak
aldığım arka-plandır.
Yanlışa ilişkin bir dil
oyunu yoktur bu nedenle yanlışı araştıramayız; görsel izlenimi dokunma
duyusuyla araştıramayız.
Doğru ve yanlış oyununun
şartı ve temeli olan bu zemin ne doğrudur ne de yanlıştır. Temel,
temellendirilemez, temel, bir tanedir; “böyle”dir, “başka türlü” değildir.
“Böyledir”, kültürel bir yargıçlığın sembolik şiddeti değildir, fakat
daha çok, sağlam olarak tespit edilmiş ve akıl tarafından öncelikli bir
inceleme olmadan güvendiğimiz şeyin otoritesidir. Kesinlik ne sübjektif bir
içe ne de objektif bir aşkınlığa bağlıdır; insanların bir şeyi kesin kabul
etmeleri onun kesinliği için yeterlidir.
Bütün dilsel
ifadelerimiz sosyal kullanımdır; hayat biçimlerimizde gerçekleşir. Tek
başımıza emin olamayız, fakat bir toplumda emin oluruz. “Bundan tümüyle
eminiz” hem birbirinden emin hem de bilimin ve eğitimin bir araya getirdiği
insanlardan oluşan bir topluluğa ait olduğumuz anlamına gelir.
Bir sürü şeye inanmayı
ve inandığımız şeylere göre davranmayı öğreniriz; inandığımız şeylerden sistem
oluştururuz. Bazı kesinlikler öğrenilmiş kesinliklerdir. Bunlar dünyada
bulunuşumuzu ve insanlarla bir arada yaşamamızı mümkün kılar. Bu
nedenle onlar değişmez ve onlardan vazgeçemeyiz.
Kesinliklerimiz hayat
biçimlerinde verilmiş inançlar toplamından ibarettir ve öğrenilmişlerdir. Descartes
hayat biçimlerimize bağlı kesinliklerimizi göz ardı eder; kendi tasavvur
dünyasına kapanmış bir solipsist gibidir. Descartes’ın “düşünüyorum”un sentaksı
“düş görüyorum”un sentaksından farksızdır. Bunların her ikisi de anlamsızdır.
Bir insan nasıl düşünde düş gördüğünü göremezse, düşünen kişi de düşünmekte
olduğunu düşünemez yani düşünme hem bir eylem hem de eylemin bir objesi
olamaz. Kartezyanizmin bu hatası bilindiği gibi Aristoteles’ten
beri var olagelen bir hatadır; çünkü Aristoteles’te Noûs düşünmekte olduğunu
da düşünen bir düşünme eylemdir.
Düşünmekte olduğumu
düşünme” hatasının nedeni dilin kullanım kurallarının yok sayılmasıdır.
“Düşünmeyi düşünme” bir dil oyunu değildir; çünkü dilin kolektif kullanımını
ihlâl etmiştir.
Dil oyunları
kullanımlarımızı iyileştirir ve ifadenin bir özü olduğu düşüncesini terk
etmemizi sağlar. Yanlış oynanmış bir dil oyunu bazen kolektif bir eylem
sorununa yol açabilir. Bazı insanlar dile karşı içgüdüsel isyan duyarlar. Dil
oyunları sayesinde onlara güven verebiliriz. Dil oyunlarını terk edenler,
insanlara yabancılaştıklarını fark ederler; kendilerini anlatamazlar ve
başkalarını da anlayamazlar ve onlarla ilişki kuramazlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder