11 Aralık 2021 Cumartesi

METAFİZİK KUŞKU MİTOLOJİSİ: HAYAT KUŞKUYA DEĞİL KESİNLİKLERE GÖRE YAŞANIR.

                                                               DİL VE KESİNLİK

Dili öğrenirken kesin, kuşkulu veya araştırılması gerekenleri de öğreniriz. Hayatımız kesinliklere dayalıdır. Dil kesinlikleri anlatmak için icat edilmiştir. Bildirim, yaptırım ve iletişim hep bazı kesinliklerin varlığını gerektirir. Dil felsefesi bu nedenle metafizikçiler gibi İHTİYAT KUŞKUSUNU ya da ihtiyaten kuşkulanmayı temel almaz. Anlamlı sözcelerle ilgilenir. Anlamlı bir sözce kesin, güvenilir deneyime ve bilinebilir referansa bağlıdır. Duyu deneylerimizin uylaşımsal adları vardır. Adlar kesinliklerin taşıyıcısıdır. Uylaşımsal kesinlikler olmasaydı, onları sembolize eden adlar da olamazdı. Sözcelerimizdeki yüklemler kesinliğin garantisidir. Yüklemler fiiller ve sıfatlardır. “Çocuk koşuyor.”, “Hava sıcaktır.” Sözcelerindeki “koşma” ve “sıcak” yüklemleri referansın “çocuk” ve “hava” açık ve kesin durumunu bildirir.  Çocuğun koşmasından, havanın sıcaklığından emin olmadığımız durumlar da olabilir. Ancak emin olamama nedeni yüklemlerin belirsizliği değil, bizim  algı koşullarımızın elverişsizliğidir. Algı koşulları uygun olmadıklarında, bir şeyden emin olmayabiliriz. Ancak bu koşulların hangi durumlarda var olduklarını da biliriz.

Kuşkuculuk metafiziğin kendisi gibi anlamsızdır. İlk defa sofistlerin kesin bilginin imkanından kuşku duydukları mitolojisi kabul edilir. Sofistlerle ilgili bu tez, tarihsel açıdan temellendirilemez; çünkü söylenenler kesin belgeye dayanmaz; olgusal açıdan imkansızdır. Sözü uzatmadan söyleyeyim: Sofistlere atfedilen tezler doğru olsaydı; onlar iddia edildiği gibi duyumların kesin bilgisinden kuşku duysalardı, hiçbir sofist gördüğü evin ev mi yoksa ağaç mı olduğuna; ev olsa bile kime ait olduğuna; en yakının örneğin eşinin ve çocuğunun kim olduğuna  karar veremezdi.  Oysa Sofist gündelik hayatını herkes gibi yaşadığına göre epistemolojik Alzeimer olamazdı; bir takım kesinlikler kabul etmiş olmalıydı. Örneğin ücretli ders veren bir sofist, öğrencisinin avucuna koyduğu nesnenin para olduğundan ve ücretin karşılığı olup olmadığından emindir.  Bu bile sofistlere dair söylenenlerin doğru olmadığını göstermeye yeter.

Peki, metafizikte sofistlere yüklenen önce “yıkıcı” diye nitelenen sonra da  hakikate yürüyüşte “ilk ve atılması gerekli adım” gibi görülen, “kutsallaştırılan  kuşku” niye bu kadar abartılmıştır?   Cevap şudur: Duyumlamaları değersizleştirerek insanı dünyadan koparıp hayali bir düşünülür dünyanın vatandaşı yapmak için.  

Kuşkuya dair rasyonalistlerin bu iddiaları kendi tezlerini meşrulaştırmak bir tuhaf karikatürdür ve tarihin hiçbir döneminde hiçbir toplumda böyle bir eğilim olmaz.

Kısaca söylersek her şeyden ve gereksiz kuşku sözde kuşkudur; her toplumda her kültürde ve her dönemde hayat öğrenilmiş kesinliklerle yaşanırHayatta temel güvenmedir. “Yanılmamak için her şeyden kuşkulanmalısın.” diyen filozofa iman derecesinde güvenme de buna dahildir.  “Düşünüyorum.” diyen kuşkucu filozofun kendisinin düşünüp düşünmediğinden emin olması ve bir kişinin bu  filozofa inanması çelişkilidir. Düşünen kişinin düşünmekte olduğunu düşünmem imkansızdır. Birinci şahıs sözceleri kesinliğin temeli olamaz; sadece yaşantının ifadesidir; “...yorum.” diyen kişilere sadece inanırız.

 

Biz bu satırlarda tarihsel tartışmalara girmeyeceğiz; sadece dilimizin kesinlik kaynağı olduğunu açıklayacağız.

Adımızdan, dünyada yaşadığımızdan, dünyanın biz doğmadan önce var olduğundan, bugün haftanın hangi gün olduğundan, gökyüzündeki güneşten; konuştuğum dilin Türkçe olduğundan, karşımdaki bilgisayar ekranından, oturduğum  koltuktan vs. asla kuşku duyamam; bunların varlığını sorgulamam. Bunlar ve benzeri kesinlikler dilimize o kadar kök salmışlardır ki,  bildirimde ve yaptırımda bulunurken onları referans olarak kullanırız ve bunda da hiç tereddüt etmeyiz. Bu kesinlikler sayesinde başkaları bizi anlayabilir; biz de başkalarını anlayabiliriz.  Başkalarınca anlaşılma sözcelerimizin kesinliğine bağlıdır. 

Temel kesinliklerimizden kimileri kültüreldir. “Adım Z’dir.”; “Bu rüzgara poyraz denir.”; “Bugün Salı’dır.”; kimileri de doğal nesnelere ilişkindir.  Örneğin “Otomobiller kendi kendilerine hareket eder.”; “Ay dünyadan küçüktür.”, “Bebekler doğduklarında konuşamazlar.” “Parktaki şu ağaç kızıl dikendir.” Kimileri de olgu durumlarına ilişkindir.  “…dan beri burada yaşıyorum.”, “Hiç Afrika’ya gitmedim.”. Bunlardan hangisi söz konusu olursa olsun; bu temel kesinliklerimiz deneyle ve mantıksal çıkarımla elde edilmemişlerdir; kendiliklerinden açıktır. Onlar ne doğrudur ne de yanlıştır; kesin gerçektir. Onların öyle oldukları sarsılmaz bir kesinlik taşır. Onlara ilişkin sözcelerimizin kesinliğinden kuşku duyamayız. Onların gerçekliğini temel alan her sözce rasyoneldir ve doğrulaması da yoktur.

Temel kesinliklerimiz genellikle matematiğin ya da mantığın önermelerine çok benzer yani genel ve kesindir. Onlar matematik ve mantık önermeleri kadar açık formüle edilmemiştir; ama deneysel temelleri vardır. Test etmek, onaylamak, reddetmek, tahmin etmek gibi eylemler, ör­tük biçimde bu tür kesinlikleri varsayar. Temel kesinliklerimiz olmadan bir şeyi test edemeyiz; onaylayamayız. Bir bilmeceye verilen cevabı onaylamak ya da onaylamamak için kesin cevabını bilmelidir. Bir şeyi reddebilmemiz  için bir gerekçe olmalıdır;  tahminde bulunarak yazı atarak bir yargıyı reddedemem. Dünyanın yüzyıl sonra da var olacağını tahmin eden kişi, dünyanın uzun bir geçmiş sahip olduğunu bilir; bu kesinlik ona tahmininde bir dayanak olur.

Dilimizle verilen veya öğrendiğimiz kesinlikler mantıksal yargıları dışlar. Örneğin “Dünyanın beş dakika önceden itibaren var olduğunu düşünmek” metodolojik olarak yanlıştır. Bu sözce olgulara ilişkin olduğundan mantıksal çıkarımın değil empirik  bildirimin konusudur.

Asla aldanamadığımız bazı empirik önermeler olmasaydı, aldanıp aldanamadığımızı bilmezdik. Dayanacağımız bir­takım kesinlikler olmasaydı, “bilmek”, “bilmemek”, “aldanmak” gibi kelimeler anlamsız olurdu.  Kısaca söylersek bir dil varsa temel kesinlikler de vardır.

İnsanlar bazen duyuları tarafından yanıltılsalar da her şeyin kuşkulu olduğu düşünmezler. Genellikle yanılmadığımızı düşünmek, hep yaptığımız bir şeydir. Çoğunlukla duyuların tanıklığına güveniriz. Duyularımın beni yanılttıkları durumlar genelleştirilemez. Çay bardağındaki kaşığın kırık göründüğünü; ama gerçekte kırık olmadığını bilirim. Çünkü sağlam çay kaşığını koyduğumda bardaktaki çay kaşığı kıramaz. Renk körü değilsem, trafikte yeşil ışık yandığında aracımla ışıklardan geçerim; yanan ışığın yeşil olduğunda ne ben ne de hiç kimse yanılmaz ve trafik akar. Nesnelerin kesinlikle var olduklarına inanırız; fiziksel varlığımızı sürdürmenin bu kesinliğe bağlı olduğunu ve onu gerektirdiğini kabul ederiz.

Kesinlik doğal ve sosyal gerçekliğin temelidir. Dilin ilk fonksiyonları bu gerçekliği ifade etmesidir; insanın insan olmasının koşuludur. Kesinlik yoksa söylem de mümkün değildir. Kelimelerimiz farklılıklara ilişkin açık bilincimizi ifade eder. Farklılıkların bilincine ilişkin kelimelerimiz vardır. “Gök mavisi” maviler içinde bir farklılığı belirtir.  Farklılığı belirten her kelime bir referans olabilir ve her referans da bir kesinliğin dile getirilmesidir. Kesin olmayan nesne ya da durum referans olamaz. 

Kesinlik belirsizliğe karşıttır; ama flulukla karşıt değildir. Örneğin karşıda gördüğüm karaltının bir çalı mı yoksa bir insan mı olduğundan emin olmayabilirim. Ama onun bir uçak ya da dağ olamadığından emin olurum.  Kısaca söylersek kesinliğin karşıtı belirsizlik değil fluluktur. Belirsizin grameri farklıdır.  Belirsizlik, olasılığın olmadığı bir durumdur. Bir ay sonra Türkiye’de neler olabilir? Bu belli değildir. Buna ilişkin olasılık bile yoktur. Oysa fluluk olasılık içerir. Olasılık düşünülebilen bir durumdur. Oysa belirsizlik düşünülemez. 

Kuşkuya gelince, her kuşku özel durumlarda ortaya çıkar. Kuşkuyu gidermek için yöntemler vardır. Bu yöntemler daha önce bildiğim şeylerin ve özel nedenle ortaya çıkan kuşkuların nasıl giderileceğini bildiğim yöntemlerdir.  Örneğin markette kavanozdaki balın organik olduğundan kuşku duyarsam, kuşkuyu gidermemin yolu bellidir. Ürünün sertifikasına bakmak.

Bir filozof bir kesinlikten örneğin bu sandalyenin gerçek olduğundan kuşku duyarsa, dilimizdeki kuşku kelimesine yüklediğimiz anlamı terk ediyor demektir. Sokaktaki insan karşısındaki sandalyeden kuşku duymayı zorlama, yapmacık veya gerçeğe aykırı diye görmez; bunu sadece ve açıkça anlamsız sayar. O, çok haklı olarak şöyle der: “Şu an gördüğüm gerçek bir sandalye değilse, bir sandalye görmenin ne olduğunu bilmiyorum.”

 Kuşku duyamadığım pek çok kesinlik vardır.  İki eli ve iki ayağı  bulunduğundan; adının X olduğundan  kuşku duyabilecek yeryüzünde tek kişi yoktur.

 Gündelik hayat “gerçek”in öğrenilmiş, empirik gözlemi­ne dayanır. Kuşkulanmak için belirti varsa kuşku meşrudur; belirtisiz kuşku anlamsızdır.  Gözlem kuşku duymayı gerektirmiyorsa yani kuşku duymamızı gerektiren sebep yoksa “Bu gerçek midir?” diye sormanın bir anlamı yoktur. “Bunu nereden biliyorsun?” Bu, bütün bildirimler hakkındaki en yaygın sorudur. Kişi bu bildiğini iddia ettiği şeyi nereden öğrendiğini gösteremiyorsa, bilgi değildir. Hatta iddia bile değildir. “Neye dayanarak biliyorsun?” sorusu gündelik hayatta sadece belli bağlamlarda ve kuşkuyu gidermek için sorulabilir.

Kuşkunun var olabilmesi için anlamlı bir soru olmalıdır. Anlamlı sorudan önce ve her şeye her duruma dair olan bir kuşku, kuşku olgusuna uyamaz. Çünkü kuşku her konuda değil bir konuda ve kabul edilmesi çelişkili görünen bir şeyden dolayı ortaya çıkar.

Her şeyden kuşku duymayı reddedemeyiz; çünkü anlamsızdır. Anlamsız olan reddedilemez. Kuşku için kuşku metodolojik değil, patolojiktir.

Kabul etmeliyiz ki,  dilimizde meşru hatalar ve kuşkular vardır. Fakat her şey hatalı ve kuşkulu da değildir. Hata ortaya çıkmadan düzeltilemez; kuşku belirmeden giderilemez. Hata etmemek ve kuşkulu duruma düşmemek için her şeyi baştan hatalıymış ve kuşkuluymuş gibi davranmak İHTİYAT KUŞKUSUNU KESİNLİĞİN ÖNÜNE BİR PERDE GİBİ KOYMAK, METODOLOJİK OLARAK YANLIŞTIR. Hata ve kuşku konusunda ihtiyat, sonuçla ilgili değil bildirimin doğru olması için gerekli titizliği göstermede olur. Yargıya varmadan önce hata etmemek için kuşkuya saplanmak, ihtiyat dili değildir. Kuşku yargıdan veya çıkarımdan önce değildir; yargıya vardıktan veya çıkarım yaptıktan sonradır. Descartes’ın yaptığı gibi bazı durumlarda yanılmamdan veya bazı kişilerin beni yanıltmasından her şeyin kuşkulu olduğunu düşünmem yanlıştır. 

Kuşku sadece bir dil oyununda işlevseldir. Bu dil oyunları çeşitli şekillerde ifade  edilir: “Bundan kuşkuluyum.” “Bundan emin değilim.” “Bunu kabul etmem zor.”; “Bana pek de doğru gelmiyor.”; “Buna inanmak zor.” “Yeterince ikna olmadım.”  “Yanlış olma olasılığı var.” gibi kullanımların her biri kuşku oyunudur. 

Kuşku ancak kesinlik varsa mümkündür.  Bir konuda kesinliğin ne olduğunu bilmeyen kuşkulanamaz. Çünkü kuşkulu bir durum bildiğimiz kesinliğin bulunup bulunmadığındaki kararsızlıktır.  Ve geçici bir durumdur. Bu karasızlığın yani kuşkunun nasıl giderileceği bellidir.

Nesneyle, durumla olguyla karşılaşmadan önce kuşku yoktur. Kuşku, kuşkulanabilecek bir şeyle karşılaştıktan sonra ortaya çıkar. Kuşku bir şeyden durumdan ya da olgudan kuşkudur. Her şeye dair ama hiçbir şeyle ilgili olmayan kuşku septik kuşku ve aynı şekilde ihtiyat kuşkusu olan kartezyen kuşku içeriksizdir ve meşru değildir; anlamsızdır.    

Her şeyden kuşkulanan kişi, gerçekte kuşkulanmayı başaramaz: Her kuşku ve her onama oyunu, kabul edilen, sarsılmaz bir sis­temde oynanır.

Gündelik hayatta asıl olan kuşku değil, kabuldür. Gündelik hayatımız uylaşımsal kesinlikler üzerine dayanır.

Öğretim oyununda kuşkuların anlamı yoktur; fakat bu sorular daha karmaşık başka bir oyunda anlamlı ve meşrudur.

 Kuşku sorular şeklinde ortaya konabilir. Doğru ve meşru sorular vardır; temelsiz ve anlamsız sorular vardır. Bu konuda şu dört örneği verebiliriz:

1. Özel adlara ilişkin sorular: Örneğin “Adın nedir?”, anlamlı bir sorudur; fakat ben “Adım Ahmet midir?” diye sorsam, bu soru anlamsızdır. Adımdan kuşku duyamam. “Adım Ahmet’tir” açık­ça, bir bilgi değildir; çünkü onu temellendiremem. Adımın Ahmet olması, kuşku duymadığım bir temel kesinliktir.

2. Bilimsel dile ilişkin sorular: “Yeryüzü ne zamandan beri vardır?”, bilimsel bir sorudur. Oysa “Yeryüzü yüz yıl önce var mıydı?” sorusu anlamlı değildir. Bir başka örnek: “Tarihte Fatih denen bir kişi yaşamıştır.” ifadesini doğru kabul ederiz; fakat Fatih hakkında bize anlatılan her şeye inanmayız; çünkü ona dair söylenenlerde yanılgılar, yanlışlar ya da buna benzer şeyler vardır. O nedenle Fatih hakkında onaylanabilen ve onaylanamayan şeyleri ayırmalıdır.

3. Doktor- Hasta İlişkisine dair. Yaraladığı elini gittiği doktora göstererek “Bu, bir eldir” diyen kişi bilgi vermez; anlamsız bir cümle söyler. “Elimi ya­raladım” derse, bu, bir bilgidir; çünkü bunun bir elim olduğuna eminimdir.

4. Felsefî Dil Oyunu: Bir kişi karşısındaki ağacı göstererek “Bunun bir ağaç olduğunu biliyorum.” derse, bu, bağlamsız bir sözdür. Fakat “Biriyle bilgi problemini tartışırken ona “Bunun bir ağaç olduğunu biliyorum ve bilgi duyumlama ürünüdür.” cümlesi anlamlıdır.

Bazı önemeler eksen ifadelerdir. Eksen önermelerin sayımı dökümü yapılamaz; bu önermeler şunlardan ibarettir denemez. Eksen önermeler kültüre, kişiye ve eğitim durumlarına göre değişebilir. Fakat bütün farklılıklara rağmen bazı eksen önermeler herkes için ortaktır. “Güneş doğudan doğar; batıdan batar.”; “İnsanlar bebeklikten ihtiyarlığa doğru bir hayat çizgisi izler.” “Ülkemdeki yabancı olmayan  herkes dilimi konuşur.”,  “Masam yerini değiştirmediğimde hep şuradadır.”, “Yürünebilecek her yerde yürüyebilirim.”; “Yönümü değiştirmezsem arkamdaki nesneleri göremem.” “Karanlıkta göremem.” “Kendime rica edemem.” “Hayvanlarla sohbet edemem.” “Sabahleyin uyandığımda dünkü insan olduğumdan kuşku duyamam.”  “Havada uçamam.” Bu önermelerden kuşku duyulamaz. Onlar deneysel olmalarına rağmen doğrulanamaz. Bunların mantıksal, normatif bir fonksiyonları vardır. Eksen önermeler ve diğer deneysel önermeler arasında bir ilişki bulunur. Eksen önermeler kendileri deneylenemese de deneysel önermelerin temelidir. Eksen önermelerin deneysel önermelerdeki rolünü açıklamak için “kapı menteşeleri”, “ırmak yatağı”, “kanalizasyon boruları”, “arka-plan” gibi metaforları kullanabiliriz. Bu metaforlar değişebilirliğe kar­şıt olarak sağlamlığı ve sabitliği ifade eder. Kapı menteşelerin çevresinde döner; su boruların içinden akar; bilme, araştırma ve sorgulama eylemleri de böyledir yani sadece sarsılmaz bir temelde, bir kesinlikler ekseninde yapılabilir. Kesinlik kavramı, Descartes’ın entelektüalist kesinlik kavramına karşıttır; tüm büyük mitler gibi Descartesçı mit de bir aldatmacadır.

Kesinliklerin çoğu araştırmalarımızın, yargılarımızın ve eylemlerimizin temelindedir. Bunlar doğrudan bağlandığımız ha­kikatlerdir. Bunlara “objektif kesinlikler” adını ve­rebiliriz. Objektif kesinlikler, sübjektif kesinliklerden ayrıdır. Sübjektif kesinlik ise, tümüyle benimsediğimiz; en küçük kuşku duymadığımız ve başkasını ikna etmeye çalıştığımız bir kanı durumudur. Kişinin bir şeyden kuşku duymaması sübjektif uygunluk için yeterlidir. Oysa objektif uygunluk tümüyle kişisel kesinlik olmaz; çünkü olguyla ilgilidir. Objektif kesinlik herkes tarafından paylaşılmalıdır.

Bu sübjektif kesinlik, uygulamalarda içkin bir güvenden çok, sübjektif bir açıklık düzenindedir. Sübjektif açıklık iki şekilde, dolaylı veya doğrudan ifade edilebilir. Örneğin “Benim için ve başkaları için kesinlikte saptanmıştır ki, .. ” gibi bir ifade dolaylı anlatımdır.

Eksen önermeler sayesinde tarih içi önermeleri ve tarihsel önermeleri ayırabiliriz. Örneğin “Yeryüzü benden uzun zaman önce vardı.” önermesi tarih içidir. “Tarih içidir.” demek, “kesin, asla değişmeyen” demektir. “Tarih içi” önermeler tıpkı ırmak yatağının kenarındaki kayalar gibidir. Kayalar sağlamdır; değişmez, en azından gözle görülecek kadar değişmez. Tarih içi önermeler de böyledir; kesin ve değişmez bir özellik taşır. Tarihsel önermeler ise, dünyaya ilişkin tarihin bel­li bir döneminde keşfedilen kesin hakikatleri ifade eder, ırmak yatağının kenarındaki dalgaların şuraya buraya yığdığı kumlar gibidir; tarihsel süreçlerde ortaya çıkmıştır ve değişme potansiyeli taşır.

Görüldüğü gibi tarih içi önermeler, sağlam önemelerdir (değişmez kesinliklerdir); kuşkusuz normalde deneylenemez ve belli bir dil oyununda kesinlik olarak iş görür. Aktüel önermeler ise değişken önermelerdir; (kesinliklere dayalı diğer önermelerdir.) Yalnız burada bir şeyi önemle belirtelim: Kaya ve kum metaforlarını dikkate alarak sağlam ve değişken önermelerin arasında değişmez ve her zaman var olan bir sınır olduğunu düşünmemeliyiz. Bu, düşünce yanıltıcıdır. Metaforik tarzda konuşursak, kayalar bazen ufalanıp kum yığınlarına karışabilir; yani sağlam kesin önermeler değişken önermeler içinde yer alabilir; daha karmaşık bir dil oyununun bir parçası olabilir. Bu nedenle sağlam önermelerle değişken önermeler arasına kesin bir sınır çizilemez. Sağlam önermeler daha karmaşık dil oyununa girerse ne olur? O zaman sağlam önermeler deneysel açıdan incelenebilir, problematik hale getirilebilir ve bir araştırma konusu yapılabilir. Önerme davranışları, yeniden dalgada gerçekleştirilebilir: Biçimsel olarak sağlam olan ve akıcı empirik önermeler için yönlendirici gibi iş gören bazı önermeleri düşünebiliriz. “Aynı önerme belli bir anda deneyimle doğrulanacak şey olarak başka bir anda doğrulamanın kuralı olarak görülebilir.” Fakat işe kuşkuyla başlanamaz; sadece güvenle yani kara kutular olarak iş gören, bize aktarılmış kesinlikler temelinde öğrenmekle ve bilmekle işe başlayabiliriz. “Öğrenmek, doğal olarak inanmaya dayanır.” Diğer anlarda bazı kara kutuları keşfederiz.

Kesinliklerin temeli (“düşüncelerin aktıkları yatak”), dünya imgesi, sistem diye de anılır; çünkü kesinlikler bir binanın bölümleri gibi birbirine bağlanır. “Dünya imgemizi oluşturan sistem sadece tüm kuşkuların çarparak kı­rıldıkları kaya değildir; o, aynı zamanda tartışmalarımızın temeli olan, doğrulamalarımızın onaylandığı çerçevedir. Doğru kabul ettiğimiz her şeyin doğrulanması ya da yanlışlanması, bir sistemin içinde yer alır. Ve bu sistem, kesinlikle tüm yargılarımız için, az çok keyfi veya kuşkulu bir hareket noktası de­ğildir; tersine bir kanıt adını verdiğimiz şeyin özüne aittir. Sistem, kanıtlamaların hareket noktası olmadığı gibi, onların hayati ortamları da değildir.

Bu dünya imgesine, ne önceden ne de şimdi doğruluğuna inandığım için sahip değilim. O, doğruyu ve yanlışı ayırt etmemin temeli olan ve miras olarak aldığım arka-plandır.

Yanlışa ilişkin bir dil oyunu yoktur bu nedenle yanlışı araştıramayız; görsel izlenimi dokunma duyusuyla araştıramayız.

Doğru ve yanlış oyununun şartı ve temeli olan bu zemin ne doğrudur ne de yanlıştır. Temel, temellendirilemez, temel, bir tanedir; “böyle”dir, “başka türlü” değildir. “Böyledir”, kültürel bir yargıçlığın sembolik şiddeti değildir, fakat daha çok, sağlam olarak tespit edilmiş ve akıl tarafından öncelikli bir inceleme ol­madan güvendiğimiz şeyin otoritesidir. Kesinlik ne sübjektif bir içe ne de objektif bir aşkınlığa bağlıdır; insanların bir şeyi kesin kabul etmeleri onun kesinliği için yeterlidir. 

Bütün dilsel ifadelerimiz sosyal kullanımdır; hayat biçimlerimizde gerçekleşir. Tek başımıza emin olamayız, fakat bir toplumda emin oluruz. “Bundan tümüyle eminiz” hem birbirinden emin hem de bilimin ve eğitimin bir araya getirdiği insanlardan oluşan bir topluluğa ait olduğumuz anlamına gelir.

Bir sürü şeye inanmayı ve inandığımız şeylere göre davranmayı öğreniriz; inandığımız şeylerden sistem oluştururuz. Bazı kesinlikler öğrenilmiş kesinliklerdir. Bunlar dünyada bulunuşumuzu ve insanlarla bir arada yaşamamızı mümkün kılar.  Bu nedenle onlar değişmez ve onlardan vazgeçemeyiz.

Kesinliklerimiz hayat biçimlerinde verilmiş inançlar toplamından ibarettir ve öğrenilmişlerdir. Descartes hayat biçimlerimize bağlı kesinliklerimizi göz ardı eder; kendi tasavvur dünyasına kapanmış bir solipsist gibidir. Descartes’ın “düşünüyorum”un sentaksı “düş görüyorum”un sentaksından farksızdır. Bunların her ikisi de anlamsızdır. Bir insan nasıl düşünde düş gördüğünü gö­remezse, düşünen kişi de düşünmekte olduğunu düşünemez yani düşünme hem bir eylem hem de eylemin bir objesi olamaz. Kartezyanizmin bu hatası bilindiği gibi Aristoteles’ten beri var olagelen bir hatadır; çünkü Aristoteles’te Noûs düşünmekte ol­duğunu da düşünen bir düşünme eylemdir.

Düşünmekte olduğumu düşünme” hatasının nedeni dilin kullanım kurallarının yok sayılmasıdır. “Düşünmeyi düşünme” bir dil oyunu değildir; çünkü dilin kolektif kullanımını ihlâl etmiştir.

Dil oyunları kullanımlarımızı iyileştirir ve ifadenin bir özü olduğu düşüncesini terk etmemizi sağlar. Yanlış oynanmış bir dil oyunu bazen kolektif bir eylem sorununa yol açabilir. Bazı insanlar dile karşı içgüdüsel isyan duyarlar. Dil oyunları sayesinde onlara güven verebiliriz. Dil oyunlarını terk edenler, insanlara yabancılaştıklarını fark ederler; kendilerini anlatamazlar ve başkalarını da anlayamazlar ve onlarla ilişki kuramazlar.

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder