İnsanlar, filozofların dilini öğreninceye kadar tümellerin
varlığından habersizdir; çünkü tümeller gündelik dilin, iletişim dilinin bir
kelimeleri gibi görülemez. İletişim dili olan gündelik dilde tümeller yoktur.
Buradan hareketle diyebiliriz ki, tümeller dilimizin doğal ve zorunlu
kelimelerinden değildir. Kavramları yani tümelleri kullanmak
filozoflarda ortak ve en yaygın hatadır. Bu hata anlamlı bir cümlenin yerine
anlamsız kelimeyi ya da bir terimi koymaktan “benzerliği” de referans saymaktan
ibarettir.
Kavramın gerçekliğini savunanlara göre kavramdan söz etmek,
bir önermeden söz etmek gibi değildir. Önermeden söz ederken önermeyi tıpkı bir
nesne gibi kabul ederiz. Oysa kavramdan söz ederken sanki belli nitelikleri
olan bir şeyden, adeta duyusal niteliklerden sembollerden ve imgelerden bileşik
bir şeyden söz eder gibiyiz. Austin’e göre gerçekte tümeller hiçbir somut içeriğe
sahip değildir. Bu yüzden tümeller hakkında konuşmak çok sınırlı bir
konuşmadır. Tümeller mantıksal konstrüksiyonlar olsalar bile onlar hakkında
söylenecek bir şey yoktur.
Filozoflar sadece kavramların varlığı doğasını ve deneysel
nesnelerle ilişkisini tartışmakla yetinmemişlerdir; onları nasıl elde ettiğimiz
sorunuyla da ilgilenmişlerdir. Bu konuda iki karşıt görüş, doğuştancı ve
deneyci görüş vardır. Doğuştancı görüşe göre kavramlar sonradan elde edilmez.
Örneğin Descartes’ta göre biz Tanrı kavramını sonradan elde etmedik. O,
doğuştan bizde vardır. Oysa Hume'â göre deneysel temeli olan bir imgedir. Oysa
Austin’e göre tümel doğuştan kavram olmadığı gibi, deneyden çıkarılan bir imge
de değildir.
Austin’e göre kavramlarımızın kaynağına ya da kazanılmasına
ilişkin tüm sorunlar, kelimeleri anlama biçimimizle ilgili sorunlara dönüşür.
Oysa bir kelimeyi anlamak onu herkes gibi kullanmaktır.
Varsayınız ki, birden bire, nesnelerin benzerliklerine
dayanarak çok belirsiz biçimde tanımlanmış bir kavramlar ailesiyle karşı
karşıyayım. Biraz iyi niyetimle bu ailenin ögelerini ve yakınlık ilişkilerini
aydınlatmak için öncelikle onları a priori a posteriori diye
sınıflayabilecek durumda mıyım?[1]
Kuşkusuz hayır! Çünkü kavramlar ne a priori’dir
ne de a posteriori ’dir.
Olguları betimlemek, iletişimde bulunmak ve her tür söz
edimlerini gerçekleştirmek için kavramlara ihtiyacımız yoktur; tersine çok
sayıda ve farklı nesneleri referans yaparak sözceler oluştururuz. Her ayrı duyu
verisini içeren sözcelerin anlamları da farklıdır. Bütün farklı olgu
durumlarında deneylediğimiz duyu verilerinin yerini tutan tek bir duyu verisi
olmadığı gibi, hiçbir lengüistik öge de yoktur. Üstelik onları kullandığımızda
tam bir belirsizliğe düşeriz.
Nasıl ki her cümle duyu verisine dayanmazsa her kelime de
anlamlı değildir. Soyut tümel, anlamlı olmayan kelimelerdendir; çünkü sağlam,
değişmez ve özgün hiçbir niteliği yoktur. Bu nedenle kavramlar üzerine
araştırma imkânsızdır. Kavramdaki belirsizliği anlamak için “kırmızı”yı düşünelim.
Bu kelimeyi ek açıklamalar olmadan yani şu tikel bir nesneye ait olduğunu
söylemeden anlayamayız. Kavram “kırmızı” gibi bir olgu durumunun betiminde
kullanılmazsa anlaşılamaz. Betim olan kavram da kavram olmaktan çıkar.
Kavram çok farklı nesnelerde birbiriyle uyuşmayan tüm
niteliklerin yok sayılması, sonuçta niteliksizleştirme pahasına varsayılan bir
şeydir; diğer deyişle kavram hiçbir olgu durumuna karşılık gelmez; onu
deneyleyemeyiz. Biz sadece kendi deneyim içeriklerimizi bilebiliriz. Bize deneylediğimiz
şey hakkında soru sorulduğunda deneylediğimiz nitelikleri söyleyebiliriz. Oysa
tümeller hakkında hiçbir açıklama yapamayız. Biz kavramlara değil; ama kelimeye
ve kelimenin yer aldığı cümlelere sahibiz. “Kavram var değildir.” demek yerine,
“Kavram var olamaz.” demek daha doğrudur. Bu nedenle kavramların yer aldıkları
cümlelerin hiçbir anlamı yoktur. “Bir şeyin idesi” nasıl çelişkiliyse, “bir
şeyin kavramı” da çelişkilidir; çünkü nesnenin göstergesi olabilir; ama onun
yerini tutan kavram ya da tümel olamaz. Kavram bize doğrudan verilmemiştir. Onu
elde etmek için önce bir teori oluştururuz ve sonra bu teorinin koşullarını
belirleriz.
Austin izleyen satırlarda şu problemi tartışır: Bir kavrama
sahip olmak nedir? Bu, bir nesneye sahip olmaya benzer mi? Bu konuyu
tartışırken Madagan’ın ve Broad’ın görüşlerini dikkate alır; çünkü bunlar bir
kavrama sahip olmayı benim mülkiyetimde olan bir ticari eşyaya sahip olmaya
benzetirler. Onların iddia ettikleri gibi kavrama sahip olmak, bir ticari
eşyaya sahip olma gibiyse, o zaman şu soru kaçınılmaz olur: Tıpkı odamdaki
mobilyaların sayımını dökümünü yaptığım gibi zihnimde kavramın içeriğinin
sayımını dökümünü yapabilir miyim? Bu imkânsızdır; çünkü kavramlar ne betim
takasında kullandığım iyi tanımlanmış bir ticaret eşyasıdır ne de zihnimdeki
düşünce mobilyalarıdır. Bir kavram çok çeşitli niteliklerin soyutlanması ile
elde edilmiştir. Bir kavramda tüm farklı duyusal özellikler izole edilmiştir.
Örneğin “kırmızı” kavramını alalım. Bu kavram birbirine benzer; ama farklı çok
çeşitli tonlardan hareketle artık nüansları yani tonları olmayan ve doğada
bulunmayan soyut bir addır. O nedenle “kırmızılık” kavramında kırmızıya ilişkin
deneyimin sayımını dökümünü yapamayız. Kimi kavramlar duyusal niteliklerden
soyutlama yoluyla değil; mantıksal konstrüksiyonla elde edilir. Örneğin madde
kavramı böyledir; deneyimlenemez, bir şeyi mantıksal olarak inşa etmekle ortaya
çıkmıştır. Diğer soyut kavramlar gibi mantıksal inşa ürünü olan maddeyi
sokaktaki insanın bilmesi imkânsızdır. Bu kelimeyi duyduğunda şunu sorar:
“Bununla ne demek istiyorsun?” Filozoflar sıradan insanların kavramlar
konusundaki eleştirilerine kulak tıkarlar. Empirik olgularla ilgili olsa bile
ideleri, örneğin “zorunluluk” idesini bilmek için uygun bir yöntem yoktur. Filozofların
kavramları nasıl elde ettiğimize ilişkin teorileri yetersizdir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder