17 Mayıs 2020 Pazar

KÜLTÜRLER TEORİLERLE DEĞİL KENDİNDEN HAREKETLE ANLAŞILIR


VI. Hayat Biçimleri ve Antropoloji

Şimdi dil oyunlarının antropolojik boyutunu açıklamaya çalışalım.
Wittgenstein’ın eleştirilerini anlamak için dil oyunlarıyla ilgili bazı noktaları yeniden hatırlayalım: Söylediğimiz gibi dil oyunları sayıca pek çoktur; sınıflanamaz ve sayıları sınırlanamaz. Evrensel dil oyunları yoktur. Dil oyunları her kültürde farklı oynanır. Onlar belli bir bağlamda gerçekleşir ve belli bir hayat biçimiyle birliktedir.
Bağlama eklenmesi gereken şey, verilmiş olan şey olan şey, hayatın olgularıdır. [2]
Yukarıda gördüğümüz gibi hayat biçimleri Tractatus’un entelektüalist dil anlayışından kesin bir kopuştur. Bundan böyle dil, hayat biçimleriyle birbirine karşılıklı olarak bağlıdır. Hayat biçimleri, realiteyi kültüre göre kavrayışta görünür; örneğin ritüeller gibi lengüistik olmayan etkinlikler hayat biçimlerindendir. Hayat biçimleri tek görünüşlü, teorik bir insan doğasının dışavurumu değildir; sürekli değişen farklılaşan her genel açıklamayı aşan insani doğaların tezahürüdür.
Farklı bir toplumun hayat biçimlerini kuşkusuz, bilebiliriz; ancak bu toplumu hayat biçimlerine dayanarak açıklayamayız. Çünkü hayat biçimleri, açıklama ilkesi değildir; çok iyi bilinen hayat biçimlerinin bile açıklayıcı güçleri yoktur. Burada açıklamanın anlamı şudur: “Hayat biçimlerini gözlemlediğimiz insanlar şu, şu nedenle böyle davranmaktadır”. Oysa hayat biçimlerinin nedenlerini belirlemeye çalışmak doğru değildir. Sadece onlar hakkında bildiğimiz şeyleri doğru olarak bir araya getirmekle yetinmeliyiz ve bir araya getirdiklerimize hiçbir şey eklememeliyiz. Böylece elde etmeye çalıştığımız tatmin kendiliğinden verilmiş olur.
Bu düşüncelerin sonucu şudur: Hayatın olguları kültürden kültüre değişir. Bu nedenle kültürel tektipleştirme imkânsızdır; çünkü tetipleştirme kültürel ve dilsel hataların kaynağıdır. Bu hatalara düşmemek için insanın kültür içindeki eylemlerini betimlemelidir. Çok çeşitli dil oyunlarımızı inceleme, hayat biçimlerimizi ve kültürlerimizi aydınlatır. Bu inceleme bütün kültürleri genel bir kavramla açıklamak yerine her kültürü kendi başına ele almayı zorunlu kılar. Kültürlerin dil oyunlarına dayalı incelemesi her tür evrenselleştirme fikrini terk etmeyi gerektirir.
Burada sadece şöyle betimleyebiliriz ve söyleyebiliriz: İnsan hayatı böyledir. [3]
Wittgenstein’a göre kültürel çeşitlilik yani dil oyunlarının ve hayat biçimlerinin farklılıkları temeldir; bu farklılıklar ortadan kaldırılmaz ve yok sayılamaz. Bu, reel topluluklar için olduğu gibi fiktif toplumlar için de geçerlidir. Bunu Wittgenstein’da çok açık biçimde görürüz. Wittgenstein düşüncelerini açıklarken zaman zaman spekülatif bir antropoloji yapar; imgesel bir kabileden veya halktan söz eder. Onun sözünü ettiği toplum ne kadar fiktif olursa olsun; onu imgeleyebiliriz; o toplumda bizimkilere benzemese de kendine özgü dil oyunları ve hayat biçimleri olduğunu düşünmeden edemeyiz. Kısaca söylersek, bir toplumu imgelemek, özel dil oyunlarını ve hayat biçimlerini düşünmektir.
Bu nedenle Wittgenstein etnolojik farklılıklara hep duyarlıydı. Onun, Frazer’ın Altındal’ı Üzerine Düşünceler adlı kitabı bunu açıkça gösterir. Wittgenstein, Frazer’ı etnolojik olguları hep Batılı şemaları kullanarak yorumladığı için sürekli eleştiriyordu.
Wittgenstein, Frazer’a eleştirileriyle antropolojinin yöntemine iki katkı yapmıştır: Biri hayat biçimleri ve radikal çeviri konusundaki tartışmalarda gerçekleşmiştir ve diğeri Frazer’ın Altın Dal’ındaki kabul edilmesi zor düşüncelerinin eleştirilmesi sırasında olmuştur. Peki, Frazer’ın antropolojisi neyi savunuyordu ve Wittgenstein bunu neden eleştirdi? Şimdi bunları söyleyelim.
Frazer Altın Dal adlı kitabının başında Nemi ormanındaki Dian tapınağı kral-rahibine ilişkin mitolojiden söz eder. Mitolojiye göre Nemi’de krallık-rahipliğin devamı için bir kural vardır: Kral-Rahibin yerine geçmek isteyen kişinin onu öldürmesi; bu amaçla önce kutsal ağaçtan bir dal koparıp ona sahip olması gerekir. Kral en etkin döneminde öldürülmelidir; çünkü kabilenin inancına göre aksi halde ölen kralın ruhu canlılığını koruyamayacaktır. [4]
Bu âdetin uygulanma nedeni şu inançtır: Kral gençken öldürülmezse, ruhu canlı kalamaz. Frazer’a göre bu inanç tümüyle saçmadır; vahşidir ve kabadır. Peki, saçma, kaba ve vahşi olan sadece bu inanç mıdır? Kuşkusuz hayır. Çünkü bu kabilede öyle ritüeller, pratikler ve âdetler vardır ki, onlar da tıpkı kral-rahibin öldürülmesindeki kusurları içerir; onlar da saçma, korkunç ve barbardır. Frazer kendine şunu sorar: Bu barbar ve saçma ritüeller neden ortaya çıkmıştır? Frazer’ın cevabı açıktır ve sadece Nemi ritüelleri için değil; bu tür başka bütün ritüeller için de cevap olacak mahiyettedir: Bunların kabul edilme ve ya­şatılma nedeni, bunları uygulayan insanın doğasıdır. [5] Frazer, kimi inançları, ritüelleri ve pratikleri akıl ve insanlık dışı diye nitelerken kendi kültürünün değerlerini ve dünya görüşünü ölçüt yapmaktadır.
Frazer burada şu problemlerle karşı karşıya olduğunu düşünür: Yeni Kral-Rahip olmak isteyen kişi, niye mevcut kıralı öl­dürmeden önce kutsal ağaçtan bir dal koparıp ona sahip olmalıdır? İnsanlar bir inancı deneye açıkça karşıt olduğu halde niye kabul ederler? Dünyadaki bütün ritüellerin ortak noktası var mıdır?
Frazer’ın bu problemleri ortaya koymasında XIX. yüzyıl ant­ropolojisi etkilidir. Bu yüzyılda ilkel topluluklara ilişkin pratikler ve inançlar ele alınırken iki farklı yaklaşım vardı: Entelektüalizm ve sembolizm. Bu iki yaklaşım bir ikilem oluşturmuştu. [6] Frazer ise sorunu daha çok entelektüalizmi ölçü yaparak tartıştı; ilkellerdeki âdetleri, ritüelleri ve mitolojileri rasyonalist açıdan inceleyerek çözebileceğini düşündü; kendi kavramsal ve kültürel şemasına ölçü yaptı ve araştırmalarının sonunda şu ka­nıya ulaştı: İlkellerde mantıklı düşünce yoktur; onların büyüsü sahte bilimdir; bütün ritüellerin ortak noktası yanılgı olmalarıdır; ilkeller bir ritüeli gerçekleştirdiklerinde yanılırlar.
Wittgenstein Frazer’ın problemlerini kötü ortaya konmuş sorunlar olarak görür ve eleştirir. Şimdi Wittgenstein’ın eleştirilerini görelim. Wittgenstein Frazer’ı eleştirirken hareket noktası şudur: Bir kültürün kavramsal şemaları başka bir kültürün açıklanmasında kullanılamaz. Felsefe bir başka toplumun hayat biçimlerini aydınlatırken onlara yabancı şemaları ölçü yapamaz. Yabancı hayat biçimlerini doğru ya da yanlış diye nitelemek uygun değildir; onları sadece betimleyebiliriz; betimlerken de dilin bağlama bağlılığı ilkesini göz önünde tutmalıyız.
Wittgenstein’a göre Frazer’ın görüşlerine yaptığı XIX. yüzyıl antropolojisi entelektüalisttir. Kral-rahibin öldürülmesi âdetini açıklamaya çalışmak yanlıştır. Frazer, Kral-Rahibin öldürülmesi ve kutsal ağacın dalının kırılmasını açıklarken:
Bu açıklamanın kendisi gibi düşünen insanlar için doğru ve akla uygun olduğunu düşünür. [7]
Oysa Wittgenstein’a göre bunların saçma olduğunu söylemek yanlıştır; hem de önemli bir yanlıştır. Yanlışlığın nedeni Frazer’ın etno santrik düşüncesidir yani kendi kültürünün bakış açısını doğruluğun ölçütü kabul etmesidir. Gerçekte pek çok âdet asla saçma değildir; onların kültürel bir fonksiyonu vardır.
Kralın öldürülmesinde âdet ve ritüel birlikte etkindir. Bir ritüeli, her ne olursa olsun ona yabancı biri, saçma diye niteleyemez.
Bugün sık sık görülmektedir ki, bir insan bir pratiği, temelinin yanlış olduğunu gördüğünde terk etmektedir. Fakat bu sadece insanın bu pratiği yapmadaki hatasını fark ettiğinde mümkündür. Oysa bir halkın dini pratikleri söz konusu olduğunda bu, mümkün değildir; bu nedenle dini pratikleri yapan kişi bir hata yapmaz. [8]
Bu durum şuna benzer: Bir matematik işlemde hata edebiliriz ve yine de matematik saçma değildir.
Wittgenstein’a göre ritüellerin doğasıyla değil; anlamıyla ilgilenmelidir. Ritüelin açıklaması ritüele katılanların inançlarına başvurmalıdır. Bir ritüele katılanlar ona önem atfettikleri ölçüde tarihsel kaynağının, önemi yoktur. Yahudilerin hamursuz bayramında hamursuz ekmek yemeleri bir anma olarak anlaşıl­malıdır. İsrail Oğullarının çölde hamursuz ekmek yedikleri doğru mudur? Yoksa değil midir? Söz konusu ritüeli anlamak için bu, pek de önemli değildir; önemli olan, günümüz dindar Yahudilerinin bunun gerçekten vuku bulduğuna inanmalarıdır. Ritüel konusunda iki anlamayı ayırmalıyız: Ritüelin söylemek is­tediğin şeyin anlaşılması ve ortaya çıkma biçiminin anlaşılması. Ritüelin ortaya çıkma biçiminin anlaşılması onun demek istediğin şeyin anlaşılmasına katkıda bulunmaz. İnançların ve ritüellerin zaman içinde hangi tarzda uyguladıklarını bilirsek sadece onların içeriklerini açıklamış oluruz; ama fonksiyonlarını söylemiş olmayız. Wittgenstein’a göre pek çok ritüel edimin özelliği dışavurumsal ve sembolik olmalarıdır. En eski ritüellerde son derece fonksiyonel bir jest dilinin kullanımı vardır.
Gerçekte ritüeller dini biçimlere ya da rasyonel denen yorumlara yol açan sembolik pratiklerdir. Fakat ritüeller hiçbir durumda irrasyonel değillerdir. Wittgenstein’a göre ritüel ya da tören bütün insanlıkta ortak bir içgüdüdür. Bu içgüdü bir rasyonelliği değil; fakat bir isteği ya da bir arzuyu yansıtır.
Ne icat edilecek bir tarih ne de yeniden yorumlanacak bir hayat vardır. Bir ritüel bir hayat biçimidir; bir ritüeli anlamak bir hayat biçimini, bir sembolü anlamaktır. Kullanıldığı bağlamı anlamazsak, sembolü de anlayamayız. Başkalarının düşüncelerinden kuşku duyan solipsist bile bir hayat biçimine sahiptir ve onun söylemi de bu hayat biçiminden ayrılamaz. Bu bağlılık dikkate alındığında solipsistin sözüyle anlaşılabilir ve hayat biçimi özel bir etkinlik olarak aydınlatılabilir.
Wittgenstein şunu kabul eder: Ritüeller ikiye ayrılır:
1. Tapınma eyleminin parçası olan araç ritüeller;
2. Etki meydana getirmeyi amaçlayan ritüeller: Bunlar büyü ritüelleri ve bunun dışındaki bazı ritüellerdir. Bunların hepsi semboliktir. Bunların amacı dış dünyada bir etki meydana getirmektir. Sembolik ritüeller arasında büyü ritüelinin ayrı bir yeri vardır. Büyü ritüeli batıl inanca, tabiatüstü mekanizmalara dair yanlış inanca dayanır. Büyü ritüelleri araçsal yani ta­pınmanın bir parçası olsaydı saf bir saçmalık olurdu. [9] Ancak Wittgenstein şunu eklemeyi de unutmaz: Batıl inanç irrasyonel olabilir; ama insanlığın derin özlemlerinin ve korkularının ifadesidir. Bu, Wittgenstein’a göre gerçekte antropolojinin dikkate alması gereken temel bir ilkedir.
Büyü, bir isteğin tasavvuru değildir. Bir isteğin tasavvuru onun gerçekleşmesine ilişkin tasavvurdur.
Oysa büyü bir isteği ifade eder, temsil eder; isteğin gerçekleşmesini arzu eder. Bu açıdan bir vaftizden farkı yoktur. Hata sadece büyü bilimsel açıdan yorumlandığında ortaya çıkar. [10]
Büyünün bilimsel olarak yorumlanması bir hatadır.
Bosna Hersek Türklerinde olduğu gibi bir kadın bir çocuğu evlat edinmek istediğinde onu elbisesinin içinden geçirir. Bu kadının sanki böyle yapmakla çocuğu kendinin dünyaya getirdiğine inandığını söylemek yanlıştır. [11]
Frazer’ın iddiası bir hipoteze dönüşür. Hipoteze göre ilkellerde büyü ve bununla ilgili pratikler ve mitler dinin temelini oluşturur; bilimin ortaya çıkmasıyla birlikte bu din geçerliliğini yitirir. Frazer’a göre büyü tıpkı bilim gibi doğal olaylardaki bir düzenliliğe inanır; bu düzenlilik üzerinde etkili olabilmek için bilim gibi söz konusu düzenliliğin ilk ilkelerini araştırır. Fakat büyü bu ilkeleri kontrol etmeyi başaramaz ve dine doğru döner. Dinin başarısızlığı da bilime götürür.
Wittgenstein Frazer’a karşıt olarak şunu ileri sürer: Büyü sahte bir fizik bilimi ya da sahte bir hekimlik değildir. İlkellerin bunu yapmaları bir hata görülemez. Frazer büyüyü sahte bir teknik diye açıkladığında daha kötü bir eylem yapar.
Wittgenstein’a göre Frazer’ın, ilkellerde büyü ve din kavramlarını açıklama biçimi tatmin edici değildir; çünkü teorilere dayanır. Onun teorilere dayalı açıklamaları öyle bir izlenim uyandırır ki, sanki bu kavramlar ilkellerin yanılgılarıdır. İtiraflar’ın her sayfasında Tanrı’ya başvuran Augustinus da aynı ha­taya düşmüştür. İster Budist rahip isterse başka bir dinin din adamı olsun; onların kullandıkları kavramlar hata değildir; an­cak onlar kavramlarını bir teoriye dayandırırlarsa hata ederler. [12] Gerçekte entelektüel uyanış, hayatın ilk ortaya çıktığı or­tamdan, asli temelden ayrılmayla gerçekleşir.
İnsan eylemlerini anlamak için, onun yapıldığı kültürü, ger­çekleştiği dünyayı, eylemi yapanın dilini ve kelimelerini anlamak gerekir.
Metafizik yaptığımızda insanların kullandıkları kelimeleri anlayamayız. [13]
Wittgenstein’a göre Frazer, ilkellerde olmayan kavramları kullanarak karşılaştırmalar yapar. Frazer’ın problemleri çözmek için kullandığı kavramlar yapaydır; onları kullanması kesinlikle hatalıdır; çünkü bu kavramlar mitleri ortaya çıktıkları bağlamdan koparır; kültürle ilişkisini göz ardı eder; tekil ve in­dirgenemez olguları evrenselleştirme ve entelektüelleştirme iddiasındadır.
Wittgenstein evrenselleştirmeyi ve entelektüel açıdan açıklamayı eleştirir. Çünkü ona göre mitler sosyal ve kültürel yapıları yansıtır. Belirli ve homojen kültürel alanlar yoktur ve bunların karşılaştırmalı mitoloji araştırmalarıyla aydınlatılmasından da söz edemeyiz. Frazer’ın karşılaştırmalı mitolojisi mitlerin yer ve zaman bakımından farklılıklarını dikkate almaz. Altın Dal’daki olguların yorumları gerçeği yansıtmaz; çünkü insan eylemlerini genel bir biçimle açıklamaktadır. Wittgenstein demektedir ki,
Frazer’ın bu açıklama girişiminin başarısız olduğuna inanıyorum. [14]
Onun ilkel uygulamalara ilişkin açıklamaları bu uygulamaların anlamından çok daha temelsizdir. [15]
Bizi tatmin eden şey bir açıklama değildir; bir izlenime dayandırılan açıklama çok belirsizdir.
Her açıklama bir hipotezdir. Oysa hipotetik bir açıklama örneğin acı çeken birine yardım edemez; onun acısını dindiremez. [16]
Wittgenstein Frazer’a eleştirilerinin dozunu şu ifalerle daha da artırır:
Frazer “vahşiler”in çoğundan çok daha “vahşi”dir; çünkü vahşiler dini bir konunun anlaşılmasına XX. yüzyılda yaşayan bir İngiliz kadar uzak değildir. Frazer’ın ilkel âdetler üzerine açıklamaları bu âdetlerin anlamından çok daha değersizdir. [17]
Frazer’a göre insan davranışlarının, inançlarının ve yaşantılarının arkasında şunlar vardır: Nesnelere ilişkin kanıları. Oysa bu düşünce Wittgenstein’a göre yanlıştır:
Pratik, görme biçiminden doğmaz. [18]
İnanıyorum ki, ilkel insanı niteleyen şudur: O, kanılara göre davranmaz. [19]
Wittgenstein bu konuda oldukça basit ve eğlenceli bir örnek verir:
Afrika’da pek çok örnek arasında yağmur mevsimi geldiğinde insanların yağmur yağdırmasını istedikleri bir Şamanın betimini okuyorum. Oysa bu demektir ki, onlar gerçekten Şamanın yağmur yağdırmasını istemiyorlar; bunu gerçekten isteselerdi, bunu ülke kuralıktan kavrulduğunda yaparlardı. [20]
Buradan da anlıyoruz ki,
Dini sembol hiçbir kanıya dayanmaz ve hata sadece kanılarda olur. [21]
Wittgenstein’ın yanılma konusu olabilir dediği kanı bilimsel olgulara ilişkindir. Dini inançların anlamı bilimsel betimlerine bağlı değildir.
Wittgenstein/Frazer karşıtlığının nedeni bu eleştiriden daha derindedir; dilin özüne ilişkin düşüncelerde yatmaktadır. Wittgenstein’a göre Frazer, antropoloji alanında doğru olmayan şeyler yapmaktadır.
Gerçekte antropolojik olayları anlamak için bütün dilsel verileri kullanmalıyız. [22]
Bu alan bilime bağlı değildir; fakat felsefenin ve insan hayatını incelemenin bir parçasıdır. Frazer bilimselci bir bakış açısına sahiptir ve bu alanın bilime bağlı olmadığını görmemektedir.
Frazer’da manevi hayat ne kadar dardır! Kendi dönemindeki İngiliz’in hayatından başka bir hayatı anlamakta ne kadar güçlük çekmektedir? Frazer kendi döneminin bir İngiliz din adamı olmayan bir rahibi tasavvur edemez. [23]
Gerçekte antropolog Wittgenstein sık sık şunu tekrar eder: Dil, hem felsefede hem de etnolojide açıklamaz, sadece betimleyebilir. Bunun nedeni:
Her açıklamanın bir hipotez olması değildir; [24]
Etnolojik bir tutumu benimsediğimizde; bu, felsefeyi bir etnolojiye dönüştürmek anlamına gelir mi? Hayır! Sadece şu demektir: Olguları daha objektif biçimde görmek için tü­müyle dışarıdan bakıyoruz. [25]
Oysa olguları içeriden görmek, bu nedenle başka bir yöntem uygulamak zorundayız. Bu yöntem de sinoptik (birden ve bütün olarak kavrama).
Sinoptik (synoptique) tarzda ele alma bizim için çok önemlidir. [26]
Çünkü felsefe genelliklerin yerine sinoptik bakışı koymadır.
Wittgenstein’ın bu görüşleri insan ve toplum bilimlerinde ve özellikle antropolojide rasyonalitenin çok anlamlılığını ortaya çıkarmıştır. Buna göre tek, değişmez ve evrensel bir rasyonalite yoktur; her kültürde dil oyunlarının kendine özgü bir rasyonalitesi vardır. Farklı toplumlarda oynanan dil oyunları birbirine ne kadar benzerse benzesin anlamları aynı değildir; çünkü yukarıda söylediğimiz gibi her kültürdeki dil o kültürdeki hayat biçimlerine sıkı sıkıya bağlıdır; sonuçta hayat biçimleri farklı olduğundan dil oyunlarının anlamları da farklı olacaktır.
Dil oyunlarının dışında keşfedilecek ölçütler yoktur. İnsanlar o tür durumlarda öyle bir dil oyunu oynamak gerektiğine inanırlar. Bir inancın tek kanıtı, bu inancın kabulünü söylemekten yani “…e inanıyorum”, demekten ibarettir. Aynı şey rasyonalite için de geçerlidir. Bir şeyin rasyonalitesi, “Bunun rasyonel olduğuna inanıyorum.” demekle aynı şeydir. Bu dile güven­mek zorundayız; çünkü insanları anlamak için kullandıkları dile dikkat etmeliyiz.
Dil oyunlarının antropolojide açıklama ilkesi olarak kullanıl­masını şöyle formüle edebiliriz: “X’in Y’yi yapmak için haklı nedenleri vardır.” Dil oyunlarından hareketle elde edilen bu for­mülasyonun çok önemli bir avantajı vardır: Nedenleri başka sözde genel nedene indirgememek. Wittgenstein’ın Azandeliler’in (Güney Sudan’da bir kabile) kehanet uygulamasına referansta bulunarak şöyle demektedir:
Azandeliler kahine danışmakta ve onun sözlerine inanmakta haksız mıdır?” Bunu bir haksızlık diye nitelersek, onların dil oyunlarıyla çatışmak için kendi dil oyunumuzdan çıkmaz mıyız?[27]
Wittgenstein bu ifadeleriyle şunu demek istemektedir: Başkalarının dil oyunlarını eleştiremeyiz. Her kültürün dil oyunu, bilimsel açıklamalardaki kavramsal çerçevenin, paradigmanın epistemik sistemin ya da metafiziklerdeki a priori biçimlerin, ideolojilerdeki dünya görüşü’nün rolünü oynar. Bunları eleştiremediğimiz gibi dil oyunlarını da eleştiremeyiz.
Wittgenstein’ın bu düşüncesi çok önemlidir. Bu teze göre farklı kültürlerin doğruluğunu veya yanlışlığını belirleyebileceğimiz mutlak olgular yoktur. Farklı kültürel durumları değerlendirmek için ölçü olarak kullanılabilecek bir olgunun önce kendisi temellendirilmelidir. Ölçü olacak olguyu temellendirebilecek bir başka olgu yoktur. Bu durumda “ölçü olgun”yu temellendirmemiz gerekmez. O zaman bir döngüsellik ortaya çıkar. Wittgenstein kanıtlama için temellendirilmiş başlangıcın zorunlu olmasını bir bahçıvanın tarlayı bellerken belin bir kayaya rastlamasına benzetir:
Doğrulamalarımı tükettiysem, şimdi sağlam bir kayaya ulaştım ve araştırma tarlasını bellerken kullandığım belim eğilir ve o zaman şöyle deme eğiliminde olurum: “Sadece böyle davranıyorum.” [28]
Ölçü bir olgunun, mutlak bir olgunun döngüselliği kaçınılmazdır.
Kısaca söylersek dil oyunlarının göreceliliği kaçınılmazdır. Çünkü bütün dil oyunları için ölçüt olabilecek bir dil oyunu yoktur.
Dil oyunları kuşkusuz felsefe tarihinin en büyük keşfidir. Bu keşfin bir özelliği de şudur: O sadece Wittgenstein felsefesinin merkezi olmakla kalmamıştır; başka dil filozoflarını da etkilemiştir. Ryle, Davidson, Strawson, Dümmett, Apel gibi önemli dil filozofları kendi felsefelerinde dil oyunlarına yer vermişlerdir; hatta Quine’ın ünlü “anlamın belirsizliği” doktrini de dil oyunlarının antropolojik alana uygulamasından başka bir şey değildir. Dil oyunlarının etkileri felsefeyle sınırlı değildir. Daha önce söy­lediğimiz gibi psikologlardan, sosyologlardan ve özellikle antropologlardan kimileri dil oyunlarını bir analiz aracı olarak kul­lanmışlardır; dil oyunları metafizik düşünceye aykırı görülmüş, hermenötik açıdan farklı şekillerde yorumlanmıştır; anlamla il­gili sınırlı bir uygulama gibi kabul edilmiştir; hermenötiğin al­ternatifi değil de tamamlayıcısı sayılmıştır. Şimdi kısaca buna değinelim. Önce metafizikçilerin dil oyunları hakkındaki görüşlerini verelim.
Metafizikçilerin bu konudaki görüşleri felsefe anlayışlarının zorunlu bir sonucudur. Onlar özetle şunları söylemektedirler: Felsefe bir teoria etkinliğidir; realiteye ilişkin kavramları düşünmedir. Kavramlar duyusal, kültürel hiçbir öge içermez. Onlar rasyonalitemizin hem kaynağıdır hem de aklımızla realitede keşfettiğimiz tümelliklerdir. Gerçekte bilgi denemeye layık olan, sadece tümelin bilgisidir; çünkü tümel değişmez; rasyonel bir özdür. Filozof bir kompozitörün notalardan bir senfoni oluşturması gibi, tümellerden bir sistematik evren senfonisi oluşturur, tümelleri dil-üstü ve kültür-üstü bir tarzda düşünür. Oysa dil oyunları kavramlarımızı görecelileştirir; düşünceyi tut­sak alır; teoria yapma imkânını ortadan kaldırır. Sınıflanamaz bir söylem çokluğunda herkesi bir ancilla societatis (toplumun tutsağı) yapar.
Bu eleştirileri şöyle cevaplandırabiliriz: Metafizik söylem kendini reel dünyadaki her tekil durumlardan kurtarmak ister; her ne pahasına olursa olsun koinos kosmos’tan (ortak dünya) kaçmaya çalışır. Oysa temel veya mutlak; ilk ya da nihai söz ol­duğu iddia edilen her söylem Wittgensteincı anlamda bir üst-dildir yani dil ötesidir ve dili aşar.
Bir üst dil gerçekte sınırlarını bilmeyen ve bütün diğer dil oyunlarının yerini almaya çalışan bir dil oyunudur. Bu üst dil bakış açılarının ve dil oyunlarının çokluğunu kendi söyleminin tekliğine ve biricikliğine indirgeyerek başka söylemlere egemenliğini empoze eder. [29]
Dil oyunları artık var olmayan bir anlam ya da anlama açısından eleştirilebilir; ancak metafizik açıdan eleştirilemez. Dil oyunlarının metafizik eleştirilerinin yapılamama nedeni bu eleştirinin aşkın sebebe dayanmasıdır. Oysa dil oyunları iletişim durumunda oynanır ve iletişimde aşkın bir sebep yoktur. İdeal iletişimin gerçekleştiği bir toplumda oynanan aşkın dil oyunları olamaz yani somut oyunlarından önce gelmesi gereken oyunlarından söz edilemez. “Aşkın dil oyunu” ya da “iletişim” gibi kavramların metafizik kullanımından doğar. İdeal mantıksal saflık kabul etmenin sonucu olan dogmatik bir yanılsamadır; realiteye aykırı bir önyargıdır.
“Aşkın ve ideal bir dil oyunu”, bu kavramın doğasını görme­mize engeldir; bu yüzden onu doğru biçimde uygulayamayız. [30] “Aşkın ve ideal bir dil oyunu” reel dil oyununun her zaman kesin olmayabileceğini; gerektiğinde terk edilebileceğini varsayar. Buradan, ideal iletişim toplumu ve reel topluluk arasındaki diyalektik çelişki doğar; mantıksal ihtiyaçlarımızla reel di­limiz arasındaki kabul edilemez uyuşmazlık ortaya çıkar.
Rastlantısal zorunluluk ve reel dil arasındaki çatışma dayanılmaz hale gelir; mantıksal zorunluluk şimdiye kadar olan bir şeyi boş olmakla tehdit eder. [31]
Her ne kadar metafizikçi hoşlanmasa da pek çok bakış açısı vardır; söylem çok çeşitli bağlamlarda gerçekleşir; birbirinden çok farklı hayat biçimleri, dil oyunları ve dünya görüşleri vardır. Metafizikçiye göre, bütün bu farklılıklar ve çoğulluklar bir göreceliliktir; evrenselle karşılaştırıldıklarında sınırlı, yerel, bağlamsal bir kanıdır; evrensele ulaşmanın önünde bir engeldir; çünkü onların tikellikleri, bağlamları aşmamızı ve hakikate ulaşmamızı sağlayamaz. Oysa bütün bu iddialarının doğru oldu­ğunu düşünen metafizikçi gerçekte sadece bir düş görür. Dünyaya ve dünyanın düzenine ilişkin metafizik ürünü olmayan ka­nılarımız doksa değildir; içinde yaşadığımız indirgenemez gerçeklikler alanıdır. Bu gerçeklikleri dikkate alarak oynadığımız dil oyunları temelden yoksun geçici ve sınırlı uylaşımlar gibi görülemez.
Hermenötikçilere gelince; dil oyunları konusunda onlar oldukça farklı açılardan yorumlar yapmışlardır. Onların görüşleri metafizikçilerin görüşleri gibi homojen değildir. Bizim bütün hermenötikçilerin dil oyunları konusundaki görüşlerine değin­memiz mümkün değildir. Biz bir örnek olması bakımından sadece Zimmerman’ın ve Apel’in düşüncelerini vermekle yetineceğiz.
Zimmerman’a göre dil oyunları Gadamerci hermenötik açısından eleştirilebilir. Çünkü hermenötik evrensel bir özellik ta­şır; anlamın ve dili her kullanımın oluşturucu bir boyutudur. Hermenötik bu boyutu oluştururken gelenek aracılığıyla tarihe gönderir; felsefî olsun ya da sanatsal olsun tüm eserlerin anlaşılmasını sağlar. Oysa Wittgenstein’ın dil oyunu kavramı bir ön anlama düzeyinde kalır; belli bir ifadeyi tüm bağlantılarından izole eder ve sadece onu anlamayı ayrıcalıklı yapar. Wittgenstein, geçmiş yaşantılara ilişkin bir dil oyununu anlamaya çalışsa bile, onu geçmişin şimdideki yansıması olarak görür. Dil oyununun grameri mümkün her anlamı ve gelenekle her tür diyalogun ölçülerini belirler.
Buna şöyle cevap verebiliriz: Bizim deneyimlediğimiz şekliyle tarihin en büyük bölümü sözel bir konstrüksiyondur. Tarih geçmiş zamanda gerçekleşen bir dil edimidir. Tarihsel yapılar ve siteler ifadeler olarak okunmalıdır yani belli bağlamdaki dil oyunlarıyla betimlenmelidir. Dil oyunlarının dışında tarihin hangi realitesinden söz edebiliriz?
Apel’e göre dil oyunları iki açıdan sınırlıdır:
1. Gelenek kavramı açısından: Apel demektedir ki, bildiğimiz bir dil oyunundan hareket edersek yabancı bir dil oyununu ve yabancı bir hayat biçimini (bizim için az veya çok anlaşılmaz bir geleneği) anlamak nasıl mümkündür? Bu sorunun Wittgenstein’da cevabı yoktur. [32]
Ancak Apel’in bu eleştirisine katılmak mümkün değildir. Kuşkusuz Wittgenstein her anlamayı bir geleneğe özellikle an­lamanın tarihsel bir arka planı gibi anlaşılan geleneğe dayandırmaya karşıdır; ama o, dil oyununun bir gelenekte oynandığı­nı da inkâr etmez; hermenötiğin eşsüremli analizlerinin yerine kuralların uygulamasına dayalı analizleri koyar; anlam probleminin bir çeviri problemi değil; dil oyununda çözülecek bir so­run olduğunu düşünür. Ona göre dil oyunlarının grameri mantık kurallarına göre oluşturulamaz. Dil sosyal açıdan, bir kültürel hayat biçiminin öğrenilmesidir.
2. Dil oyunlarının türleri açısından: Apel’e göre Wittgenstein bu oyunların özel türleri olduğu konusunda yeterince durmamıştır yani hermenötik olarak diğer oyunlarına bağlı dil oyunlarını ele almamıştır. Oysa biz gerçekte hermenötik tarzda oynanan dil oyunlarından söz edebiliriz. Bu tür dil oyunları, yaşanmış veya gelenek tarafından taşınmış bir tarihin anlatımında, bir diyalogun, bir eski metnin, açıklamasının, bir çevirinin, bir tefsirin ve yorumun içinde oynanır. Dil oyunları bir hayat biçimlerinin bütünleyici parçası ve aktivitelerle iç içe olduğuna göre, bir tarihçinin kaynakları keşfetmek ve eleştirel bir biçimde değerlendirmek için giriştiği ayrıntılı tüm tekniklerin tarihsel hermenötik bir dil oyununun bir parçası olduğunu dikkate almalıdır. Arkeoloji gibi yardımcı tarihsel disiplinlerin geçmişi kazılarla elde edilen bulgulardaki dil oyunlarının, vaaz, ders, okul öğretimi, piyesin oynanması, bir müzikal eserin icrası, gü­zel sanatlar sergileri gibi uygulamalarda hermenötik anlamaya ilişkin dil oyunlarını, kamusal alandaki dil oyunlarını, kısaca hermenötik anlamanın uygulamasını tamamlayan dil oyunlarını dikkate almalıdır. [33]
Apel’in bu ikinci maddedeki eleştirileri haklı mıdır? Şimdi buna değinelim. Apel Wittgenstein’ı eleştirirken, metafizikçi fi­lozofların metodolojik hatalarına düşmektedir. Bir metafizikçi diğer filozofları değerlendirirken kendi sistemini ve bakış açısını temel alır; sistemini bir turnusol kâğıdı gibi kabul eder. Bir filozof sanki tüm diğer filozoflar onun gibi düşünmek zorundalarmış gibi davranır ve kendi bakış açısına sahip olmadıkları için eleştirir. Filozofun filozofu eleştirisi ölçüsü olmayan eleştiridir ve gerçekte bu yüzden eleştiri değildir. Apel de tıpkı benimsediği hermenötik felsefesini sanki bir ölçütmüş gibi ka­bul etmekte ve dil oyunlarını bu açıdan değerlendirmektedir. Oysa dil oyunlarının hermenötik açıdan eleştirilmesi metodolojik olarak yanlıştır; çünkü gramersiz bir anlamayı ve kuralsız bir yorumu savunan hermenötiğin mutlak bir sübjektivizmi, di­lin intersübjektif bir kullanımını kabul edemez. Bir hermenötik­çi bir dil oyununun imkânını kabul ettiği anda kendisiyle çelişir; çünkü dil oyunları sübjektif anlamayı ve kişisel yorumu dışlar. Dil oyunlarında anlamanın gerçekleşip gerçekleşmediğinin ob­jektif ölçütü vardır: Kişinin kendisinden bekleneni yapması ve­ya yapmaması. Aynı şekilde yorumun da sınırı vardır.
Apel’in eleştirisini daha teknik açıdan değerlendirirsek diye­biliriz ki onun dil oyunlarını birbirine bağ bağlı halkalar gibi ka­bul etmesi ve Wittgenstein’ı böyle düşünmediği için eleştirmesi haksızdır; Çünkü birbirine bağlı dil oyunları zinciri için tek bir bağlam varsayar. Oysa Wittgenstein açısından böyle bir şey dü­şünülemez. Her dil oyunu tekildir; çünkü sadece belli bir bağlamda oynanır. Bütün bağlamların yerine geçen tek bir bağlam olmadığından birbirine ekli dil oyunları da olamaz. Apel’in zincir-dil oyunları kavramı hermenötikteki “geleneğin taşınması” fikrinden hareket eder. Hermenötik bakış açsını kabul etmeyen Wittgenstein’ın böyle bir taşınmayı kabul etmesi beklenemez.
Apel'in hermenötik tarzda oynanan bir dil oyunu kavramı çelişkilidir; çünkü hermenötik de gramer yoktur. Oysa dil oyunları belli bir gramere göre oynanır. “Hermenötik dil oyunu” de­mek dil oyunu olmayan bir dil oyunu kabul etmek gibi anlamsız bir iddiadır.
Bize göre dil oyunları sonuçları dikkate alındığında felsefe tarihinin en köklü dönüşümüdür. Dil oyunları sayesinde metafi­ziğin neden olduğu iki bin beş yüz yıllık yabancılaşma son bulmuştur. Çünkü metafizik sadece insanın kendine, çevresine ve doğaya yabancılaşmasına yol açmıştır; realiteyi filozofun zihnine hapsetmiştir. Dil oyunları sayesinde asla deneyimleyemediğimiz, sadece tekil niteliklerin imhası pahasına varsaydığımız “özcülük”ten ve “tözcülük”ten kurtulduk. Filozofun zihninden dünyamıza, topluma indik, hemcinslerimizle ortak bir hayatı yaşama imkânı bulduk; “temel mitoloji”sini, “düşünülür dünya mitolojisi”ni terk ettik; dilimizin üzerindeki psişizmin kalın ta­bakasını kazıyarak, orijinal yapısını ortaya çıkardık.
Stanley Cavell’e göre:
Wittgenstein’ın keşfi ya da yeniden keşfi insan hayatında uylaşımın derinliğinin keşfidir hem toplumun uylaşımsallığı üzerinde hem de insan doğasının uylaşımsallığı üzerinde ısrar eden keşiftir. İnsanın doğası uylaşımsallıktır, demek insanın itaat ettiği doğal zorunlulukları yok saymaktır. Wittgenstein’da doğal ve uylaşımsal birbirine karşıt değildir. Onun en önemli çabalarından biri doğallık dediğimiz şeyi uylaşımdan çıkarmaktır. [34]
Lengüistik uylaşımın olabilmesi için önermenin doğruluk koşullarını içermesi gerekir. Bu koşulları içeren uylaşımsal özellik taşıdığından herkes tarafından kullanılabilir.



[1] Bouveresse, Jacques, Wittgenstein, et sortilège du langage, Agone, Paris, 2003, p. 67.
[2] Wittgenstein, Remarques sur la philosophie de la psychologie I, § 630.
[3] Wittgenstein, Remarques sur le rameau d’or, p. 15.
[4] Frazer, James Georges, Le rameau d’or, traduction Lady Frazer, éd. Paul Geuthner, Paris, 1923, p. 5.
[5] Ibid. , p. 7.
[6] Lara, de Philippe, L'expérience du langage: Wittgenstein, philosophe de la subjectivité Ellipses Marketing, Paris, 2005, p. 30.
[7] Ibid. , p. 14.
[8] Ibid. , p. 14.
[9] Ibid. , p. 118.
[10] Ibid. , p. 16.
[11] Wittgenstein, Remarques sur le rameau d’or, p. 124.
[12] Ibid. , p. 39.
[13] Wittgenstein, Remarques sur le rameau d’or, § 11.
[14] Ibid. , p. 14.
[15] Ibid. , p. 21.
[16] Ibid. , 13.
[17] Ibid. , p. 38.
[18] Loc. cit.
[19] Ibid. , p. 24.
[20] Loc. cit.
[21] Ibid. , p. 15.
[22] Ibid. , p. 20.
[23] Ibid. , p. 17.
[24] Ibid. , p. 15.
[25] Wittgenstein, Ludwig, Remarques mêlées, p. 98.
[26] Wittgenstein, Remarques sur le rameau d’or, p. 21.
[27] Wittgenstein, De la certitude, § 609.
[28] Wittgenstein, Recherches philosophiques, § 217.
[29] Degrysedu, Lucas “Sur la déconstruction de la métaphysique: énantiodromie et perspectivisme”, Le Philosophoire, 1999/3 (n° 9), p. 76 A étudié la philosophie, la communication, la didactique du FLE et la littérature (maîtrise, DEA), aux universités de Reims, de Paris X — Nanterre et de Paris VIII — Saint-Denis. Ses centres d’intérêts principaux sont la littérature et l’esthétique, la sémiotique, la psychanalyse et la sociobiologie.
[30] Wittgenstein, Recherches philosophiques, § 100.
[31] Loc. cit.
[32] Gauvry, Charlotte, L’interprétation du sens des énoncés. Une lecture contextualiste”, Methodos, No: 13, 2013, p. 145.
[33] Bouveresse, Jaques, Herméneutique et linguistique, pp. , 46-47.
[34] Ibid. , 48.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder