13 Haziran 2016 Pazartesi

Aristoteles Mantığında Sahte Problemler


ARİSTOTELES MANTIĞINDAN KAYNAKLANAN SAHTE PROBLEMLER

Viyana Okulu’nun temel tezlerinden biri şudur: Dil, gramatikal olarak doğru; fakat mantığın reddettiği kelimeler kombinezonuna izin verir. Gramatikal sentaks ile mantıksal sentaks arasındaki bu aralık, sahte problemlere yol açan pek çok sahte önermenin ortaya çıkışına yol açar. Descartes tüm felsefesini Cogito ergo sum üzerine dayandırır. Gramatikal olarak doğru bu cümle, mantığın sentaksına aykırıdır, çünkü var oluş, süje gibi alınan bir ada yüklenemez. Aynı durum Aristoteles'in Fizik’inin başında tartıştığı problem için de geçerlidir. “Varlık, tek anlamlı mıdır yoksa eş anlamlı mıdır?” Var oluşun sembolü lojistiğe sadece şunu özelleştirmek için yönlendirici olarak girer: Bir önermesel fonksiyon, kanıtlamasının bazı değerleri için doğru önermeye dönüşmüş müdür? ya da bir sınıf boş mudur? değil midir? Var oluş bir yükleme sadece şu şekilde bağlanabilir: Şu ya da bu nitelikte  şu ya da bu durumda şu ya da bu ilişkide objeler vardır. Max Müller şunu açıklıyordu: Mitoloji, dilin bir hastalığıdır; nomina numina (kelimeler tanrılardır). Biz daha çok diyoruz ki, metafizik, dilin bir hastalığıdır; bu hastalığın nedeni, yanlış gramatikal sentakstır.
Bir dilin gramatikal sentaksının ya da bir diller ailesinin karşılaştırmalı sentaksının sahte problemler formüle etmeye izin veren hoşgörüleri, böylece potansiyel tüm bir metafiziği belirler. Bergson demektedir ki, Aristoteles'in sistemi, insan zihninin spontane metafiziğidir. Şöyle demek belki daha doğrudur: Aristoteles’in sistemi, Hint-Avrupa dillerinin, özellikle Grek dilinin spontane metafiziğidir.
Bu metafizik büyük ölçüde bazen var oluşu belirlemek için, bazen de bir niteliği bir süjeye bağlamak amacıyla bir yüklemin eşlik ettiği koşaç (…dır eki) olarak kullanılan “…imek; …olmak” fiilinin Hint-Avrupa dillerinde üstlendiği ikili fonksiyondan kaynaklanmaktadır. Bu iki kullanımın karıştırılması sonucunda, bir yüklemin bir süjeye tıpkı fiziksel ya da ahlaksal bir nitelik gibi yüklenebileceği düşünüldü. Bu, Descartes’ın Cogito’da ve ontolojik kanıtta kullandığı; mantıksal olarak değil; fakat gramatikal olarak yüklenebilir sözel biçimlerin telkin ettiği şeydir. Ayrıca Grek dili, fiili koşaca (…dır eki) ve şimdiki zaman ortacına dönüştürerek, bir fiil cümlesini bir isim cümlesine çevirmeye izin verir. “Ağaç yeşeriyor” demek yerine “ağaç yeşerendir” denecektir. Bu durum çok doğal olarak şunu düşünmeye götürür: Her önerme, “…dır” koşacından ve bir yüklemden oluşan yüklemsel bir yargı biçiminde ifade edilebilir. Aristoteles'in kategoriler teorisinin temelinde bu inanç vardır. Bu teoriye göre dilin tüm belirtmeleri, varlığın tüm belirlenimleri, on yüce cins altında toplanır. Bu yüce cinsler kendi başına var olan töz cinsi ve sadece tözde, tözden dolayı var olan yüklemlerinin cinsleridir. Bu nedenle dünyayı tözler ve ilinekler terimleriyle yorumlamak zorunudur.
Aristoteles mantığının bu zorunluluğunu Grek dilinin sentaksı esinlemiştir. Söz konusu zorunluluk, düşünce tarihinde Aristotelesçiliğin iki çelişkili etkisini açıklar. Aristoteles’in doğa bilimlerinin gelişmesi için gerekli ortamı hazırlamasını ve Kepler ve Galileo döneminde yeni astronominin ve modern bilimin gelişmesinin engellenmesine katkıda bulunmasını anlatır.
Aristoteles bilimsel araştırmayı sahte problemlere yol açan pek çok sahte bilimden özgürleştirdi; böylece bilimsel araştırma için elverişli ortam hazırladı.
İlkel insan düşüncesi şeyleştirmeye ve tözleştirmeye dayanır; bir ve aynı objede iç içe geçmeksizin yan yana durduklarına inanılan ve bir süjeden başka bir süjeye transfer edilecek şekilde temasla, uzaktan etkiyle, yemeyle, büyülü sözler söylemeyle birbirinden ayrılabilen fiziksel ve ahlaki niteliklerin nesneleştirilmesine dayanır. Bir tarla satın alan ilkel, üstelik çok memnun olduğu verimliliğin bedelini öder. Antik Yunan’da bir insan geçtiği ırmağa, dalgaların sükûnetini sağlamak için bir obol (Yunan Drahmisini 1/6’sı) atar. Bir vahşi, savaşırken ölen değerli bir yöneticinin vücudundan, onun askeri değerinin kendine geçmesi için bir kutsal parça koparır. Günah keçisi, tüm bir halkın günahlarını yüklenir. Niteliklerin bir objeden başka bir objeye transferinin imkanı ilkelin büyüsel işlemlerinin hemen hemen hepsinde; totem ritüellerinde, komünyon yemeklerinde, arınmalarda, büyülerde, ruh göçlerinde kabul edilmiştir.
Padoalı İbn-i Rüştçü olan Pietro Pomponazzi 1567’de yayınladığı De naturalium effectum admirandum causus adlı son kitabında, kendi döneminin gizli bilgilerini ve özellikle sevgi büyüsünü, sihirleri, ruh göçlerini Aristoteles’in mantığı adına reddeder. Bu kitaba göre nitelikler kendi başlarına var değildir. Onlar özsel ya da ilineksel olarak ait oldukları bireysel bir tözden ayrılamazlar. İlk durumda (ilinekler tözün özünde olduklarında ilinekler tözden hiç de ayrılamazlar; çünkü tözle eşdeğerdirler; tözden az veya çok yoğun, az veya çok hafif değillerdir. İkinci durumda (ilineksel olarak bağlandıklarında) onların ilintili oldukları tözü, bu tözle ilişkili; ama karşıt nitelikte başka bir töz  hareket ettirirse, ilinekler ortaya çıkar veya kaybolur; örneğin hareket ettirilen töz dingin, renksiz ve soğuk ise, hareket ettiren töz hareketlidir; renklidir ve sıcaktır. Etki eden ve etkiye maruz kalan, hareket ettirici ve hareketli, neden ve etki, aynı cinste karşıt olmalarına rağmen, böylece homojen olmalıdırlar. Bundan şu sonuç çıkar: Aristoteles için değerli olan formüle göre, “herhangi bir şey başka herhangi bir şey olamaz.” O zaman ruh göçleri, büyü eylemleri, sakrament eylemleri, mucizeler, doğaüstü olaylar, harikulade olaylar imkânsızdır. Aynı zamanda neden ve etki arasında homojenlik olmadığından, Atomcu Okul’un yaptığı, fiziksel fenomenlerin mekanik açıklamaları da imkânsızdır; Empedokles’in savunduğu dönüşümcülük de imkansızdır. Aristotelesçilik sahte bilimleri dışlayarak en azından bir nitelik fiziğini ve doğa bilimlerinin betimsel ve sistematik bölümünü tasarlamaya izin vererek deneysel bilim için ortam hazırladı.
Fakat Aristotelesçilik bu hizmetini çok pahalıya ödetti. O, nitelikleri tözlerden arındırdıysa da ilişkiler ve sınıflar kavramlarını tözleştirdi. Aristoteles bu tözleştirmeyi yaparken, ilişkileri bireysel tözlerin değişmez durumlarına indirgedi ve sınıflar kavramlarını, bir ve aynı sınıfın bireylerinin ortak bir öze sahip olmalarından ibaret gördü. Böyle yaparak Aristotelesçilik pek çok sahte probleme yol açtı; Aristotelesçiliğin kızı olan Skolâstik bu sahte problemlere kendini hapsetmekten kurtulamadı.
Aristoteles mantığı şunu içerir: İlişki yargıları, yüklemsel yargılara indirgenebilir. Bu ise, sayısal, uzaysal, zamansal ilişkilerin tözlere ya da bireysel tözlerin değişmez yüklemlerine dönüştürülebilmelerini gerektirir. Mekansal ilişkiler bunun aynısıdır. Mekân ya tıpkı Descartes gibi töz olarak görülecektir ya da Aristoteles'te olduğu gibi mekân bir tözün değişmez yüklemi yapılacaktır. Aristoteles'e göre bir cismin yer’i bu cismin bu yeri kuşatan sınırıdır. Spinoza’da mekân sonsuz tözün ezelî bir yüklemidir. Clarke’a göre ise mekân, Tanrı’nın bir organıdır. Bütün bu mekân anlayışları, yaşanabilen herhangi bir deneyimle kavrayamadığımız mutlak mekâna bağlı pek çok sahte problem ortaya çıkarmıştır. Aynı şey hareket için de geçerlidir. Hareket, cisimlerin durumsal ilişkilerinin bir değişmesi değil; bir hareketlinin mutlak durumu olmalıdır. Bir doğru üzerinde, aralarındaki mesafe azalan veya artan iki cismi gördüğümüzde, şöyle bir sahte problem ortaya koyarız: Bu iki cisimden hangisi gerçekten hareket halindedir?
Aristoteles mantığı, boş uzam kavramı gibi bazı deneysel kavramları kabul etmeyi yasaklar. Noel Baba, Pascal ile bu ünlü tartışmasında barometredeki odacığın boşluğunu reddeder, çünkü boşluk, ne tözdür ne de ilinektir; Aristoteles'in kategoriler tablosunda bulunamaz. Buna karşılık aynı mantık, pek çok hipotetik tözü, örneğin eter gibi kurmaca maddî ortamı kabul etmeyi gerektirdi. Eterin kabul edilmesindeki amaç, öznenin dalgalanmasına  izin vermekti. Fakat bu dayanağa (etere) verilen nitelikler mekanikti ve çelişkiliydi; ama bu,  göz ardı edildi; üstelik eter gibi dingin bir ortamda sistemlerin mutlak hareketlerini açıklamak için sistemlerin içinde girişilen deneyimlerin negatif sonuçlarıyla uyuşmuyordu.
Aristoteles mantığı iki ya da pek çok süje arasındaki simetrik ve geçişli her ilişkiyi, onlardan her birinin ortak bir özelliğe sahip olmasına indirgeyerek sahte kavramları çoğaltır. Eğer iki topluluk sayısal olarak eşitse, aynı sayıya sahiptir; iki doğru paralelse, yönleri aynıdır. Aynı şey, sınıflar kavramı için de geçerlidir. Bir sınıfa ait olmak, içlem olarak, bireylerin her birinde bölüştürülmüş biçimde var olan ortak, özgün ya da jenerik bir öze bu sınıfın bireylerinin sahip olması diye yorumlanmıştır.   Bu ise pek çok sahte problemi; örneğin  Ortaçağ’da hep zaman tartışılan tözsel biçimlerin birliği veya çokluğu; bireyleşmenin ilkesi problemlerini ortaya çıkarır.
Nihayet dilin, değişen yüklemlerin bir çokluğunu bir ve aynı süjeye yüklediği her yerde, Aristoteles mantığı, bu değişken yüklemlerin değişmez dayanağı gibi olan gizli bir tözü postulat yapar. Evrenin değişmezlerini modern bilimde olduğu gibi değişken fiziksel büyüklükler arasındaki fonksiyonel ilişkilerde araştıramayız; fakat tözel biçimler olan bu statik değişmezlerde araştırabiliriz. Statik değişmezler, duyulur oluşun tözsel biçimleridir; hem hareket hem de varış noktasıdır. Bu düşünceden Antikite’de Platon’un Sofist diyalogunun tümünde ele aldığı birin ve çoğun aporisi diye bilinen problem gibi pek çok sahte problem ortaya çıkmıştı. Sofist’te bu problem şöyle ortay konmuştur: Tözsel bir süjenin birliğini ve sürekliliğini yüklemlerinin çokluğuyla ve değişebilirliğiyle nasıl uyuşturabiliriz?
Aristoteles'in her yargı bir şey yükler ilkesi, Evrenin metafizik bir kavramını içerir. Bu metafizik kavram yolun yarısında durmamıza ya da yolun sonuna kadar gitmemize bağlı olarak Leibniz’in monodolojisinden ya da Lotze’un, Oxford’un Yeni Hegelcilerinin; Green’in, deux Caire’in Bradlay’in ve Amerikalı idealistlerin en ünlüsü Josiah Royce’un monizminden başka bir şey değildir.
Eğer her yargı bir şey yüklerse, dünya bireysel pek çok töze bölünür. Bu tözler ne birbirini etkiler, ne de birbirine tepki verir. Onların ne kapıları ne de pencereleri vardır. Onlar kendilerinde sonsuza kadar olacak şeyi kendi kavramlarında  a priori  olarak içerirler. Onların uygunlukları-ki ruhun ve bedenin birliği bu uygunluğun sadece özel bir durumudur- o zaman Leibniz’in önceden kurulmuş ahenge ilişkin kesin bir mucizeyle çözdüğü bir sahte probleme yol açar. Bu ontolojik çoğulculuk bir tutarsızlıktır; Bradlay’in Mutlak’ının ön plana  çıkmasını gerektirir. Eğer yargı yüklemsel ise, her önerme, indirgemeden indirgemeye, tek bir süjeye, Realiteye ya da Mutlaka bir nitelik yükleme anlamına gelir. Tekil bireyler, (Realite’nin ve Mutlak’ın)  dış ilişkileri, geçişli eylemleri, mekân ve zaman sadece görüntülerdir. Leibniz’in praedicatum inest subjecto (yüklemler süjede içerilmiştir) ilkesini koyarken düşündüğü gibi, her yargı analitiktir. Ne sentetik yargıların imkânını ne de yanlışlığın mümkün olduğunu açıklayabiliriz.
Nitelikleri tözleştirmekten kurtararak bilimsel düşünceye büyük hizmet eden Aristoteles mantığı, sınıfların ve ilişkilerin soyut kavramlarını tözleştirerek düşünceye büyük haksızlık yaptı. Aristoteles mantığı tüm Orta Çağ düşüncesini imkânsız bir girişime yönelterek şaşırttı. Bu imkânsız girişim dünyayı mutlak niteliklerle donatılmış tözlerin terimleriyle betimlemeyi istemekten ibarettir. Oysa mantığın ve modern bilimin her çabası, objeleri fonksiyonel kılmaktan, her yerde mutlak niteliklerin terimleriyle betimlemenin yerine ilişkiler terimleriyle daha doğrusu yapıların terimleriyle betimlemekten ibarettir. Yapılar biçimsel özellikleri sadece kendilerini (yapıları) oluşturan ilişkilerden alırlar; ilişkilerin maddî içeriklerine başvurmazlar. Bunun nedeni şudur: Sadece yapıya bağlanan şey, intersübjektiftir yani insan açısından objektiftir. Maddî bir içeriği olan şey, bu sıfatla sübjektiftir. Fizikçiler gerçi aynı renk sodyuma baktıklarında aynı bilinç durumunu yaşadıklarından emin değillerdir ve aynı şeyi yaşayıp yaşamadıklarını öğrenmek için, duyumlamalarını karşılaştırmak için hiçbir araca sahip değillerdir; ama yine de onlar spektrumun yapısı üzerinde anlaşırlar. Aristoteles gibi davranan ontolojist, kalenin veya filin özünün ne olduğunu araştıran bir satranç teorisyenine benzer. Oysa bilgin taşların hareketini yani dünyadaki bütün satranç tahtalarında ve bu tahtaların tüm bölümlerinde ortak satranç oyununun kurallarını izlemekle yetinir. Bertrand Russell modern bilimin yapısını analiz etmek için hemen hemen Aristoteles'in hiç bilmediği ilişkiler mantığını yaratmak zorunda kaldı.
Hint-Avrupa dillerinin dışındaki diller, Avrupa dillerininkilerden başka kategorilere sahiptir. Örneğin Çince, söylemi farklı bölümlere ayırmaz. Marcel Granet’nin gösterdiği gibi, fikirleri, cinsler ve türler halinde hiyerarşileştiren ve tasıma izin veren soyut kavramlar yerine davranışları telkin eden simgeler kullanır. Çincenin düzen, ritim ve bütünlük ifade eden yin ve yong çiftine bağlı somut kategorileri,  bizim zaman, mekân, töz nedensellik kategorilerimizden çok farklıdır. Böylece Renan’ın hayranlık uyandıran Sami Dillerin Tarihi adlı kitabında kabul ettiği gibi lengüistik, felsefî sistemlerin tarihine; felsefî sistemlerin ortaya çıkışlarının açıklanmasına, onlarının sonuçlarının eleştirisine katkıda bulunur. Mantığın, lengüistiğin ve düşünce tarihinin bu içten bağlılığı çeşitli toplumlarda düşüncenin tarihinin evrimini yenileyebilir.




 Viyana Çevresi Üzerine adlı Kitabımdan

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder