ARİSTOTELES MANTIĞINDAN KAYNAKLANAN SAHTE PROBLEMLER
Viyana Okulu’nun temel tezlerinden biri şudur: Dil, gramatikal
olarak doğru; fakat mantığın reddettiği kelimeler kombinezonuna izin verir.
Gramatikal sentaks ile mantıksal sentaks arasındaki bu aralık, sahte problemlere
yol açan pek çok sahte önermenin ortaya çıkışına yol açar. Descartes tüm
felsefesini Cogito
ergo sum üzerine dayandırır. Gramatikal
olarak doğru bu cümle, mantığın sentaksına aykırıdır, çünkü var oluş, süje gibi
alınan bir ada yüklenemez. Aynı durum Aristoteles'in Fizik’inin başında tartıştığı problem için de geçerlidir.
“Varlık, tek anlamlı mıdır yoksa eş anlamlı mıdır?” Var oluşun sembolü
lojistiğe sadece şunu özelleştirmek için yönlendirici olarak girer: Bir
önermesel fonksiyon, kanıtlamasının bazı değerleri için doğru önermeye dönüşmüş
müdür? ya da bir sınıf boş mudur? değil midir? Var oluş bir yükleme sadece şu
şekilde bağlanabilir: Şu ya da bu nitelikte
şu ya da bu durumda şu ya da bu ilişkide objeler vardır. Max Müller şunu
açıklıyordu: Mitoloji, dilin bir hastalığıdır; nomina
numina (kelimeler tanrılardır). Biz daha çok diyoruz ki,
metafizik, dilin bir hastalığıdır; bu hastalığın nedeni, yanlış gramatikal
sentakstır.
Bir dilin gramatikal sentaksının ya da bir diller ailesinin
karşılaştırmalı sentaksının sahte problemler formüle etmeye izin veren
hoşgörüleri, böylece potansiyel tüm bir metafiziği belirler. Bergson demektedir
ki, Aristoteles'in sistemi, insan zihninin spontane metafiziğidir. Şöyle demek
belki daha doğrudur: Aristoteles’in sistemi, Hint-Avrupa dillerinin, özellikle
Grek dilinin spontane metafiziğidir.
Bu metafizik büyük ölçüde bazen var oluşu belirlemek için,
bazen de bir niteliği bir süjeye bağlamak amacıyla bir yüklemin eşlik ettiği
koşaç (…dır eki) olarak kullanılan “…imek; …olmak” fiilinin Hint-Avrupa
dillerinde üstlendiği ikili fonksiyondan kaynaklanmaktadır. Bu iki kullanımın
karıştırılması sonucunda, bir yüklemin bir süjeye tıpkı fiziksel ya da ahlaksal
bir nitelik gibi yüklenebileceği düşünüldü. Bu, Descartes’ın Cogito’da ve ontolojik kanıtta
kullandığı; mantıksal olarak değil; fakat gramatikal olarak yüklenebilir sözel
biçimlerin telkin ettiği şeydir. Ayrıca Grek dili, fiili koşaca (…dır eki) ve
şimdiki zaman ortacına dönüştürerek, bir fiil cümlesini bir isim cümlesine çevirmeye
izin verir. “Ağaç yeşeriyor” demek yerine “ağaç yeşerendir” denecektir. Bu
durum çok doğal olarak şunu düşünmeye götürür: Her önerme, “…dır” koşacından ve
bir yüklemden oluşan yüklemsel bir yargı biçiminde ifade edilebilir.
Aristoteles'in kategoriler teorisinin temelinde bu inanç vardır. Bu teoriye
göre dilin tüm belirtmeleri, varlığın tüm belirlenimleri, on yüce cins altında
toplanır. Bu yüce cinsler kendi başına
var olan töz cinsi ve sadece tözde, tözden dolayı var olan yüklemlerinin
cinsleridir. Bu nedenle dünyayı tözler ve ilinekler terimleriyle yorumlamak
zorunudur.
Aristoteles mantığının bu zorunluluğunu Grek dilinin
sentaksı esinlemiştir. Söz konusu zorunluluk, düşünce tarihinde
Aristotelesçiliğin iki çelişkili etkisini açıklar. Aristoteles’in doğa
bilimlerinin gelişmesi için gerekli ortamı hazırlamasını ve Kepler ve Galileo
döneminde yeni astronominin ve modern bilimin gelişmesinin engellenmesine
katkıda bulunmasını anlatır.
Aristoteles bilimsel araştırmayı sahte problemlere yol açan
pek çok sahte bilimden özgürleştirdi; böylece bilimsel araştırma için elverişli
ortam hazırladı.
İlkel insan düşüncesi şeyleştirmeye ve tözleştirmeye dayanır;
bir ve aynı objede iç içe geçmeksizin yan yana durduklarına inanılan ve bir
süjeden başka bir süjeye transfer edilecek şekilde temasla, uzaktan etkiyle,
yemeyle, büyülü sözler söylemeyle birbirinden ayrılabilen fiziksel ve ahlaki
niteliklerin nesneleştirilmesine dayanır. Bir tarla satın alan ilkel, üstelik
çok memnun olduğu verimliliğin bedelini öder. Antik Yunan’da bir insan geçtiği
ırmağa, dalgaların sükûnetini sağlamak için bir obol (Yunan Drahmisini 1/6’sı)
atar. Bir vahşi, savaşırken ölen değerli bir yöneticinin vücudundan, onun
askeri değerinin kendine geçmesi için bir kutsal parça koparır. Günah keçisi,
tüm bir halkın günahlarını yüklenir. Niteliklerin bir objeden başka bir objeye
transferinin imkanı ilkelin büyüsel işlemlerinin hemen hemen hepsinde; totem
ritüellerinde, komünyon yemeklerinde, arınmalarda, büyülerde, ruh göçlerinde
kabul edilmiştir.
Padoalı İbn-i Rüştçü olan Pietro Pomponazzi 1567’de
yayınladığı De naturalium
effectum admirandum causus adlı son
kitabında, kendi döneminin gizli bilgilerini ve özellikle sevgi büyüsünü,
sihirleri, ruh göçlerini Aristoteles’in mantığı adına reddeder. Bu kitaba göre
nitelikler kendi başlarına var değildir. Onlar özsel ya da ilineksel olarak ait
oldukları bireysel bir tözden ayrılamazlar. İlk durumda (ilinekler tözün özünde
olduklarında ilinekler tözden hiç de ayrılamazlar; çünkü tözle eşdeğerdirler;
tözden az veya çok yoğun, az veya çok hafif değillerdir. İkinci durumda (ilineksel
olarak bağlandıklarında) onların ilintili oldukları tözü, bu tözle ilişkili;
ama karşıt nitelikte başka bir töz
hareket ettirirse, ilinekler ortaya çıkar veya kaybolur; örneğin hareket
ettirilen töz dingin, renksiz ve soğuk ise, hareket ettiren töz hareketlidir;
renklidir ve sıcaktır. Etki eden ve etkiye maruz kalan, hareket ettirici ve hareketli,
neden ve etki, aynı cinste karşıt olmalarına rağmen, böylece homojen olmalıdırlar.
Bundan şu sonuç çıkar: Aristoteles için değerli olan formüle göre, “herhangi bir şey başka herhangi bir şey
olamaz.” O zaman ruh göçleri, büyü eylemleri, sakrament eylemleri,
mucizeler, doğaüstü olaylar, harikulade olaylar imkânsızdır. Aynı zamanda neden
ve etki arasında homojenlik olmadığından, Atomcu Okul’un yaptığı, fiziksel
fenomenlerin mekanik açıklamaları da imkânsızdır; Empedokles’in savunduğu
dönüşümcülük de imkansızdır. Aristotelesçilik sahte bilimleri dışlayarak en
azından bir nitelik fiziğini ve doğa bilimlerinin betimsel ve sistematik
bölümünü tasarlamaya izin vererek deneysel bilim için ortam hazırladı.
Fakat Aristotelesçilik bu hizmetini çok pahalıya ödetti. O,
nitelikleri tözlerden arındırdıysa da ilişkiler ve sınıflar kavramlarını
tözleştirdi. Aristoteles bu tözleştirmeyi yaparken, ilişkileri bireysel
tözlerin değişmez durumlarına indirgedi ve sınıflar kavramlarını, bir ve aynı
sınıfın bireylerinin ortak bir öze sahip olmalarından ibaret gördü. Böyle
yaparak Aristotelesçilik pek çok sahte probleme yol açtı; Aristotelesçiliğin
kızı olan Skolâstik bu sahte problemlere kendini hapsetmekten kurtulamadı.
Aristoteles mantığı şunu içerir: İlişki yargıları, yüklemsel
yargılara indirgenebilir. Bu ise, sayısal, uzaysal, zamansal ilişkilerin
tözlere ya da bireysel tözlerin değişmez yüklemlerine dönüştürülebilmelerini
gerektirir. Mekansal ilişkiler bunun aynısıdır. Mekân ya tıpkı Descartes gibi
töz olarak görülecektir ya da Aristoteles'te olduğu gibi mekân bir tözün
değişmez yüklemi yapılacaktır. Aristoteles'e göre bir cismin yer’i bu cismin bu yeri kuşatan
sınırıdır. Spinoza’da mekân sonsuz tözün ezelî bir yüklemidir. Clarke’a göre
ise mekân, Tanrı’nın bir organıdır. Bütün bu mekân anlayışları, yaşanabilen
herhangi bir deneyimle kavrayamadığımız mutlak mekâna bağlı pek çok sahte
problem ortaya çıkarmıştır. Aynı şey hareket için de geçerlidir. Hareket,
cisimlerin durumsal ilişkilerinin bir değişmesi değil; bir hareketlinin mutlak
durumu olmalıdır. Bir doğru üzerinde, aralarındaki mesafe azalan veya artan iki
cismi gördüğümüzde, şöyle bir sahte problem ortaya koyarız: Bu iki cisimden
hangisi gerçekten hareket halindedir?
Aristoteles mantığı, boş uzam kavramı gibi bazı deneysel
kavramları kabul etmeyi yasaklar. Noel Baba, Pascal ile bu ünlü tartışmasında
barometredeki odacığın boşluğunu reddeder, çünkü boşluk, ne tözdür ne de
ilinektir; Aristoteles'in kategoriler tablosunda bulunamaz. Buna karşılık aynı
mantık, pek çok hipotetik tözü, örneğin eter gibi kurmaca maddî ortamı kabul
etmeyi gerektirdi. Eterin kabul edilmesindeki amaç, öznenin dalgalanmasına izin vermekti. Fakat bu dayanağa (etere)
verilen nitelikler mekanikti ve çelişkiliydi; ama bu, göz ardı edildi; üstelik eter gibi dingin bir
ortamda sistemlerin mutlak hareketlerini açıklamak için sistemlerin içinde
girişilen deneyimlerin negatif sonuçlarıyla uyuşmuyordu.
Aristoteles mantığı iki ya da pek çok süje arasındaki simetrik
ve geçişli her ilişkiyi, onlardan her birinin ortak bir özelliğe sahip olmasına
indirgeyerek sahte kavramları çoğaltır. Eğer iki topluluk sayısal olarak
eşitse, aynı sayıya sahiptir; iki doğru paralelse, yönleri aynıdır. Aynı şey,
sınıflar kavramı için de geçerlidir. Bir sınıfa ait olmak, içlem olarak,
bireylerin her birinde bölüştürülmüş biçimde var olan ortak, özgün ya da
jenerik bir öze bu sınıfın bireylerinin sahip olması diye yorumlanmıştır. Bu ise pek çok sahte problemi; örneğin Ortaçağ’da hep zaman tartışılan tözsel
biçimlerin birliği veya çokluğu; bireyleşmenin ilkesi problemlerini ortaya
çıkarır.
Nihayet dilin, değişen yüklemlerin bir çokluğunu bir ve aynı
süjeye yüklediği her yerde, Aristoteles mantığı, bu değişken yüklemlerin
değişmez dayanağı gibi olan gizli bir tözü postulat yapar. Evrenin
değişmezlerini modern bilimde olduğu gibi değişken fiziksel büyüklükler
arasındaki fonksiyonel ilişkilerde araştıramayız; fakat tözel biçimler olan bu
statik değişmezlerde araştırabiliriz. Statik değişmezler, duyulur oluşun tözsel
biçimleridir; hem hareket hem de varış noktasıdır. Bu düşünceden Antikite’de
Platon’un Sofist diyalogunun
tümünde ele aldığı birin ve çoğun
aporisi diye bilinen problem gibi pek çok sahte problem ortaya
çıkmıştı. Sofist’te bu problem
şöyle ortay konmuştur: Tözsel bir süjenin birliğini ve sürekliliğini
yüklemlerinin çokluğuyla ve değişebilirliğiyle nasıl uyuşturabiliriz?
Aristoteles'in her
yargı bir şey yükler ilkesi, Evrenin metafizik bir kavramını içerir. Bu
metafizik kavram yolun yarısında durmamıza ya da yolun sonuna kadar gitmemize
bağlı olarak Leibniz’in monodolojisinden ya da Lotze’un, Oxford’un Yeni Hegelcilerinin;
Green’in, deux Caire’in Bradlay’in ve Amerikalı idealistlerin en ünlüsü Josiah
Royce’un monizminden başka bir şey değildir.
Eğer her yargı bir şey yüklerse, dünya bireysel pek çok töze
bölünür. Bu tözler ne birbirini etkiler, ne de birbirine tepki verir. Onların
ne kapıları ne de pencereleri vardır. Onlar kendilerinde sonsuza kadar olacak
şeyi kendi kavramlarında a priori olarak içerirler. Onların uygunlukları-ki ruhun
ve bedenin birliği bu uygunluğun sadece özel bir durumudur- o zaman Leibniz’in
önceden kurulmuş ahenge ilişkin kesin bir mucizeyle çözdüğü bir sahte probleme
yol açar. Bu ontolojik çoğulculuk bir tutarsızlıktır; Bradlay’in Mutlak’ının ön
plana çıkmasını gerektirir. Eğer yargı
yüklemsel ise, her önerme, indirgemeden indirgemeye, tek bir süjeye, Realiteye
ya da Mutlaka bir nitelik yükleme anlamına gelir. Tekil bireyler, (Realite’nin
ve Mutlak’ın) dış ilişkileri, geçişli
eylemleri, mekân ve zaman sadece görüntülerdir. Leibniz’in praedicatum
inest subjecto (yüklemler süjede içerilmiştir)
ilkesini koyarken düşündüğü gibi, her yargı analitiktir. Ne sentetik yargıların
imkânını ne de yanlışlığın mümkün olduğunu açıklayabiliriz.
Nitelikleri tözleştirmekten kurtararak bilimsel düşünceye
büyük hizmet eden Aristoteles mantığı, sınıfların ve ilişkilerin soyut
kavramlarını tözleştirerek düşünceye büyük haksızlık yaptı. Aristoteles mantığı
tüm Orta Çağ düşüncesini imkânsız bir girişime yönelterek şaşırttı. Bu imkânsız
girişim dünyayı mutlak niteliklerle
donatılmış tözlerin terimleriyle betimlemeyi istemekten ibarettir. Oysa
mantığın ve modern bilimin her çabası, objeleri fonksiyonel kılmaktan, her
yerde mutlak niteliklerin terimleriyle betimlemenin yerine ilişkiler
terimleriyle daha doğrusu yapıların terimleriyle betimlemekten ibarettir.
Yapılar biçimsel özellikleri sadece kendilerini (yapıları) oluşturan
ilişkilerden alırlar; ilişkilerin maddî içeriklerine başvurmazlar. Bunun nedeni
şudur: Sadece yapıya bağlanan şey, intersübjektiftir yani insan açısından
objektiftir. Maddî bir içeriği olan şey, bu sıfatla sübjektiftir. Fizikçiler
gerçi aynı renk sodyuma baktıklarında aynı bilinç durumunu yaşadıklarından emin
değillerdir ve aynı şeyi yaşayıp yaşamadıklarını öğrenmek için, duyumlamalarını
karşılaştırmak için hiçbir araca sahip değillerdir; ama yine de onlar
spektrumun yapısı üzerinde anlaşırlar. Aristoteles gibi davranan ontolojist,
kalenin veya filin özünün ne olduğunu araştıran bir satranç teorisyenine
benzer. Oysa bilgin taşların hareketini yani dünyadaki bütün satranç
tahtalarında ve bu tahtaların tüm bölümlerinde ortak satranç oyununun kurallarını
izlemekle yetinir. Bertrand Russell modern bilimin yapısını analiz etmek için
hemen hemen Aristoteles'in hiç bilmediği ilişkiler mantığını yaratmak zorunda
kaldı.
Hint-Avrupa dillerinin dışındaki diller, Avrupa dillerininkilerden
başka kategorilere sahiptir. Örneğin Çince, söylemi farklı bölümlere ayırmaz.
Marcel Granet’nin gösterdiği gibi, fikirleri, cinsler ve türler halinde
hiyerarşileştiren ve tasıma izin veren soyut kavramlar yerine davranışları
telkin eden simgeler kullanır. Çincenin düzen, ritim ve bütünlük ifade eden yin ve yong çiftine bağlı somut kategorileri, bizim zaman, mekân, töz nedensellik
kategorilerimizden çok farklıdır. Böylece Renan’ın hayranlık uyandıran Sami Dillerin Tarihi adlı kitabında
kabul ettiği gibi lengüistik, felsefî sistemlerin tarihine; felsefî sistemlerin
ortaya çıkışlarının açıklanmasına, onlarının sonuçlarının eleştirisine katkıda
bulunur. Mantığın, lengüistiğin ve düşünce tarihinin bu içten bağlılığı çeşitli
toplumlarda düşüncenin tarihinin evrimini yenileyebilir.
Viyana Çevresi Üzerine adlı Kitabımdan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder