Hiç bir aktivite yoktur ki, orada irade, sözdeki aktiviteden
daha zengin ve daha karmaşık görünsün.
Mahiyet, reeli öldürerek ve realite şeklinde mumyalayarak sürekli
kılma iddiasındaki Grek cevherciliğinin kullandığı sargı bezinden başka bir şey
değildir. O, nasıl düşündüğümüzü düşünmeksizin düşündüğümüz, icat edilmiş bir
alandır. Mahiyetin mahiyeti nedir? sorusu metafizikçi için bir açmazdır; açık
bir paradokstur ve yakalanmaktan kurtulamayacağı bir tuzaktır.
Rasyonalite herkesin düşündüğünün tersine, evrenselin evrensel
bir tasavvuru değildir.
İnsan, başka dillerin ve
kültürlerin deneyimine ne kadar az sahipse, kültürel ve tekil olan şeyi
evrensel olarak kabul etme riski o kadar yüksektir.
İnsan önce teolojik, felsefî veya ideolojik söylem
konusuydu; ancak yakın zamanlarda bilimsel açıdan ele alındı. Bilimsel insan
açıklaması diğerlerinden ayrıdır. O, kültüre ve dünya görüşlerine dayanmaz;
somuttur ve empiriktir; insana özgü olgulardan hareket eder. Bilimsel konuşma, ayırma
ürünü değildir; çünkü ayırma, kişisel inisiyatifle, kararla yapılır. Bilimsel açıklama
tam tersine algılanabilir niteliğin ayırımıyla gerçekleşir.
İlahiyatçılar, filozoflar ve ideologlar kuşkusuz
bilimsel açıklamalardan yararlanırlar. Ancak onlar, seçmeci ve pragmatisttirler;
bilimi araç olarak kullanırlar; toptancıdırlar. Onların insan tasavvurları tamamlanmıştır,
geneldir ve tarihsizdir. Oysa insan ve toplum bilimcileri bilimsel
yöntem kullanırlar. Onlar yaşantının kendisinden değil; somut dışavurumundan
yola çıkarlar. Onların ortaya koydukları sonuçlar her zaman, denetlenebilir,
eleştirilebilir ve geliştirilebilir. Bundan dolayı elde edilen bilgiler parçalıdır;
bir süreçte edilir; oluşmakta olan, gelişen ve tarihte yaşayan varlığa dairdir;
kısacası bilimsel bilgiler, tarihi bulunan bilgilerdir.
İnsan ve toplum bilimlerinin ideali, deneysel bilimlere
olabildiğince benzemektir. Böyle bir ideal, onların açıklamalarına “bilimsellik”
kazandırmıştır ya da en azından açıklamaların tümüyle sübjektif olmasını
engellemiştir. Bu yüzden insan ve toplum bilimleri, evrensel diyemesek bile
yaygın bilgiler kaynağıdır. Bu bilgiler sayesinde davranışlardaki ortak
paydaları büyütebiliriz, özel anlayışları aşabiliriz; yaşantıları daha objektif
biçimde kavrayabiliriz. Bu bilgileri denetleyebiliriz ve genelleştirilebiliriz;
böylece onlara öznellerarası nitelik kazandırabiliriz; onlara dayanarak
gündelik hayatımızı daha rasyonel biçimde düzenleyebiliriz; varoluşsal
sorunlarımızın çözümünde onlardan yardım alabiliriz. Kısacası empirik insan
açıklamaları, sınırları iyi çizmek şartıyla, daha iyi toplum
oluşturmada önemlidir.
Bu yüzden gelişmiş ülkelerde insan ve toplum bilimlerinde çalışmalar
yoğundur. Psikoloji, sosyoloji, antropoloji, etnoloji gibi alanlarda o kadar
çok yayın yapılmaktadır ki, bazen bunları izlemek zordur. Bu yayınlarla,
gündelik hayat; kültürel, politik, ekonomik vs. alan, deyim yerindeyse
yenilenmektedir, güç kazanmaktadır. En hayatî konularda olduğu gibi, en sıradan
problemlerin çözümünde bu araştırmalardan yararlanılmaktadır. Örneğin bir
okulun bahçe düzenlemesiyle ilgili karar alınırken, çocuk psikolojisi, eğitim
sosyolojisi, eğitim bilimi, çevre bilimi, gibi insan ve toplum bilimlerinin
bütün verileri kullanılır. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün; ama gereksizdir.
Bu yüzden gelişmiş ülkelerde pek çok araştırma enstitüsü ve
buralarda görev yapan sayısız araştırmacı vardır. Bir örnek vermek gerekirse,
Fransa’da insan ve toplum bilimleri alanında profesyonel araştırmacıların
sayısı yirmi binlere dayanmaktadır.
Ülkemize gelince, insan ve toplum bilimleri alanında yapılan
çalışmaların sayısı çok azdır. Kuşkusuz bunun nedenleri vardır. Okuyucunun fark
ettiği gibi, bu nedenlerden biri, ülkemizdeki araştırmacı sayısının azlığıdır.
Bu yüzden toplam araştırma sayısı olması gerekenin çok altındadır. Fakat
araştırma azlığını, sadece araştırmacı sayısının yetersizliğiyle açıklamak da
doğru değildir.
İnsan ve Toplum Bilimleri deyimi, ülkemizde
ilk defa bu kitapta kullanılmıştır. Böyle bir başlığı niçin koyduğumuzu açıklayalım:
İnsanı ve toplumu araştıran bilimlere XIX. yüzyıldan beri çeşitli adlar
verildi. Tin bilimleri, kültür bilimleri, manevî bilimler, insanbilimleri,
sosyal bilimler, davranış bilimleri, bunlardan bazılarıdır. Bu adları
verenlerin gerekçeleri vardı. Bu neden, kimi zaman metafizik bir arka plan,
kimi zaman, indirgenmiş obje, kimi zaman kullanılan yöntem, kimi zaman norm,
kimi zaman da değerdir. Bütün bu kullanımlar, Birinci Bölüm’de açıklayacağımız
gibi, çeşitli açılardan eleştirildi. O nedenle Jean Piaget 1972 yılında
yayınlanan Epistemoloji ve Psikoloji adlı kitabında İnsan ve Toplum Bilimleri’ni
kullanmıştır.[1] Ondan
önce 1960’lı yıllarda René Duchac, insan ve toplum bilimleriyle ilgili kitabına
Psiychologie
et sociologie (Psikoloji ve Sosyoloji) adını koymuştu;[2]
bu bilimleri psiko-sosyolojik bilimler diye nitelemişti. İki binli yıllardan
sonra İnsan ve Toplum Bilimleri şeklindeki kullanım özellikle
Fransa’da yaygınlık kazanmıştır.
İnsan ve toplum bilimleri terimi hiç bir teoriye dayanmaz; insanî
olgulara uygunluğu gözetir. Bu kullanım, bireysel ve sosyal realiteden birini
diğerine indirgemez; bu bilimleri bir bilinç uyandırma, kendinin farkında olma
gibi, bilim dışı kategorilerin aracı da yapmaz; insanı ve toplumu, nedensellik
ilkesine göre açıklamaya çalışır ya da çeşitli anlam düzeylerinde anlamayı
düşünür; değeri olgu gibi görme yanlışlığına düşmez; ancak değerin olgusal
sonuçlarını da göz ardı etmez. Sonuç olarak insan ve toplum bilimleri, bilimselcilik
değildir; ama bilimseldir; en azından bilimselliği tüm diğer
kullanımlardan daha çok yansıtır. İşte bu nedenlerden, kitabımıza İnsan
ve Toplum Bilimleri başlığını koyduk.
Şimdi de bu kitabı yazma gerekçemi açıklamak istiyorum. Uzun
süre, insanın özü sorununu, felsefî antropoloji çerçevesinde anlamaya ve temellendirmeye
çalıştım. Bilindiği gibi felsefî antropoloji, Max Scheler, Helmuth Plessner,
Arnold Gehlen, Ludwig Binswanger gibi Alman filozofların, antropologların ve
sosyologların etkisiyle ortaya çıkmıştı. O, insana dair türsel açıklamalar
yapıyordu; bu açıklamalarını da “insanın varlık şartları” başlığı altında
topluyordu; verilen bilgilerin insan idesine tam anlamıyla uygun olduğu
söylüyordu. Ben de felsefî antropolojinin açıklamalarının, insanı gerçekten
anlamaya yaradığını düşünüyordum; bu özsel kategorileriyle ifade edilen, değişmez
insan doğasının varlığına inanıyordum. Ancak analitik felsefeyle
yakından ilgilendikten sonra, felsefî antropolojiye bakışım değişti. Onun
totolojik açıklamalardan ibaret olduğunu düşündüm. İnternet sayesinde bu
kanımın kişisel bir değerlendirmeden ibaret olmadığını gördüm. Felsefî
antropolojinin sadece 1920’li, 1930’lu yıllarda etkili olduğunu, günümüzde hiç
kullanılmadığını tespit ettim. Gene internet sayesinde gördüm ki, bu
antropoloji bireye ilişkin imge, figür ya da gramer araştırmaz; insanın
antropolojik özelliklerini biyoloji, zooloji, paleoantropoloji gibi
doğa bilimlerinin verilerinden hareketle belirlemeye çalışır. O, insanı
neotenin[3]
bir axolotu[4]
anladığı gibi anlar yani “insan, türünün içgüdüsel özelliklerini korur” tezini
savunur; reel insanı açıklamakta yetersizdir. Kısaca söylersem, insanın
metafizik düşünceyle değil; ancak empirik araştırmalarla kavranabileceğini
anladım. Öte yandan insan ve toplum bilimlerinde Greklerin rasyonalitesinden
çok farklı rasyonalitelerin varlığından haberdar oldum. Bu nedenle deneysel
insan ve toplum bilimlerine, özellikle kültürel antropolojiye yakınlık duydum.
Bütün bunlar, insan ve toplum bilimlerine başlangıçta okuyucu düzeyinde olan
ilgimi, araştırmacı düzeyine çıkarmamı gerektirdi. O yüzden böyle bir çalışma
yaptım.
[1] Piaget, Jean, Epistemoloji
ve Psikoloji, çev. Seçkin Cılızoğlu, Havas Yayınları, Özel Kitaplar
Dizisi: 005, Genel No: 012, Per Basımevi, İstanbul, 1980, s. 126.
[2] Duchac, René, psychologie et sociologie,
PUF.Paris, 1968, p. 11.
[3] Bir türün erginlik çağındaki bütün özelliklerine
çocuklukta sahip olduğunu savunan biyoloji doktrini.
[4] Meksika kökenli ilkel bir bakteri.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder