3 Haziran 2016 Cuma

İnsan ve Tolum Bilimleri I'in Önsözünden


Hiç bir aktivite yoktur ki, orada irade, sözdeki aktiviteden daha zengin ve daha karmaşık görünsün.
Mahiyet, reeli öldürerek ve realite şeklinde mumyalayarak sürekli kılma iddiasındaki Grek cevherciliğinin kullandığı sargı bezinden başka bir şey değildir. O, nasıl düşündüğümüzü düşünmeksizin düşündüğümüz, icat edilmiş bir alandır. Mahiyetin mahiyeti nedir? sorusu metafizikçi için bir açmazdır; açık bir paradokstur ve yakalanmaktan kurtulamayacağı bir tuzaktır.
Rasyonalite herkesin düşündüğünün tersine, evrenselin evrensel bir tasavvuru değildir.
İnsan, başka dillerin ve kültürlerin deneyimine ne kadar az sahipse, kültürel ve tekil olan şeyi evrensel olarak kabul etme riski o kadar yüksektir.


 

 

İnsan önce teolojik, felsefî veya ideolojik söylem konusuydu; ancak yakın zamanlarda bilimsel açıdan ele alındı. Bilimsel insan açıklaması diğerlerinden ayrıdır. O, kültüre ve dünya görüşlerine dayanmaz; somuttur ve empiriktir; insana özgü olgulardan hareket eder. Bilimsel konuşma, ayırma ürünü değildir; çünkü ayırma, kişisel inisiyatifle, kararla yapılır. Bilimsel açıklama tam tersine algılanabilir niteliğin ayırımıyla gerçekleşir.

İlahiyatçılar, filozoflar ve ideologlar kuşkusuz bilimsel açıklamalardan yararlanırlar. Ancak onlar, seçmeci ve pragmatisttirler; bilimi araç olarak kullanırlar; toptancıdırlar. Onların insan tasavvurları tamamlanmıştır, geneldir ve tarihsizdir. Oysa insan ve toplum bilimcileri bilimsel yöntem kullanırlar. Onlar yaşantının kendisinden değil; somut dışavurumundan yola çıkarlar. Onların ortaya koydukları sonuçlar her zaman, denetlenebilir, eleştirilebilir ve geliştirilebilir. Bundan dolayı elde edilen bilgiler parçalıdır; bir süreçte edilir; oluşmakta olan, gelişen ve tarihte yaşayan varlığa dairdir; kısacası bilimsel bilgiler, tarihi bulunan bilgilerdir.

İnsan ve toplum bilimlerinin ideali, deneysel bilimlere olabildiğince benzemektir. Böyle bir ideal, onların açıklamalarına “bilimsellik” kazandırmıştır ya da en azından açıklamaların tümüyle sübjektif olmasını engellemiştir. Bu yüzden insan ve toplum bilimleri, evrensel diyemesek bile yaygın bilgiler kaynağıdır. Bu bilgiler sayesinde davranışlardaki ortak paydaları büyütebiliriz, özel anlayışları aşabiliriz; yaşantıları daha objektif biçimde kavrayabiliriz. Bu bilgileri denetleyebiliriz ve genelleştirilebiliriz; böylece onlara öznellerarası nitelik kazandırabiliriz; onlara dayanarak gündelik hayatımızı daha rasyonel biçimde düzenleyebiliriz; varoluşsal sorunlarımızın çözümünde onlardan yardım alabiliriz. Kısacası empirik insan açıklamaları, sınırları iyi çizmek şartıyla, daha iyi toplum oluşturmada önemlidir.

Bu yüzden gelişmiş ülkelerde insan ve toplum bilimlerinde çalışmalar yoğundur. Psikoloji, sosyoloji, antropoloji, etnoloji gibi alanlarda o kadar çok yayın yapılmaktadır ki, bazen bunları izlemek zordur. Bu yayınlarla, gündelik hayat; kültürel, politik, ekonomik vs. alan, deyim yerindeyse yenilenmektedir, güç kazanmaktadır. En hayatî konularda olduğu gibi, en sıradan problemlerin çözümünde bu araştırmalardan yararlanılmaktadır. Örneğin bir okulun bahçe düzenlemesiyle ilgili karar alınırken, çocuk psikolojisi, eğitim sosyolojisi, eğitim bilimi, çevre bilimi, gibi insan ve toplum bilimlerinin bütün verileri kullanılır. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün; ama gereksizdir.

Bu yüzden gelişmiş ülkelerde pek çok araştırma enstitüsü ve buralarda görev yapan sayısız araştırmacı vardır. Bir örnek vermek gerekirse, Fransa’da insan ve toplum bilimleri alanında profesyonel araştırmacıların sayısı yirmi binlere dayanmaktadır.

Ülkemize gelince, insan ve toplum bilimleri alanında yapılan çalışmaların sayısı çok azdır. Kuşkusuz bunun nedenleri vardır. Okuyucunun fark ettiği gibi, bu nedenlerden biri, ülkemizdeki araştırmacı sayısının azlığıdır. Bu yüzden toplam araştırma sayısı olması gerekenin çok altındadır. Fakat araştırma azlığını, sadece araştırmacı sayısının yetersizliğiyle açıklamak da doğru değildir.

İnsan ve Toplum Bilimleri deyimi, ülkemizde ilk defa bu kitapta kullanılmıştır. Böyle bir başlığı niçin koyduğumuzu açıklayalım: İnsanı ve toplumu araştıran bilimlere XIX. yüzyıldan beri çeşitli adlar verildi. Tin bilimleri, kültür bilimleri, manevî bilimler, insanbilimleri, sosyal bilimler, davranış bilimleri, bunlardan bazılarıdır. Bu adları verenlerin gerekçeleri vardı. Bu neden, kimi zaman metafizik bir arka plan, kimi zaman, indirgenmiş obje, kimi zaman kullanılan yöntem, kimi zaman norm, kimi zaman da değerdir. Bütün bu kullanımlar, Birinci Bölüm’de açıklayacağımız gibi, çeşitli açılardan eleştirildi. O nedenle Jean Piaget 1972 yılında yayınlanan Epistemoloji ve Psikoloji adlı kitabında İnsan ve Toplum Bilimleri’ni kullanmıştır.[1] Ondan önce 1960’lı yıllarda René Duchac, insan ve toplum bilimleriyle ilgili kitabına Psiychologie et sociologie (Psikoloji ve Sosyoloji) adını koymuştu;[2] bu bilimleri psiko-sosyolojik bilimler diye nitelemişti. İki binli yıllardan sonra İnsan ve Toplum Bilimleri şeklindeki kullanım özellikle Fransa’da yaygınlık kazanmıştır.

İnsan ve toplum bilimleri terimi hiç bir teoriye dayanmaz; insanî olgulara uygunluğu gözetir. Bu kullanım, bireysel ve sosyal realiteden birini diğerine indirgemez; bu bilimleri bir bilinç uyandırma, kendinin farkında olma gibi, bilim dışı kategorilerin aracı da yapmaz; insanı ve toplumu, nedensellik ilkesine göre açıklamaya çalışır ya da çeşitli anlam düzeylerinde anlamayı düşünür; değeri olgu gibi görme yanlışlığına düşmez; ancak değerin olgusal sonuçlarını da göz ardı etmez. Sonuç olarak insan ve toplum bilimleri, bilimselcilik değildir; ama bilimseldir; en azından bilimselliği tüm diğer kullanımlardan daha çok yansıtır. İşte bu nedenlerden, kitabımıza İnsan ve Toplum Bilimleri başlığını koyduk.

Şimdi de bu kitabı yazma gerekçemi açıklamak istiyorum. Uzun süre, insanın özü sorununu, felsefî antropoloji çerçevesinde anlamaya ve temellendirmeye çalıştım. Bilindiği gibi felsefî antropoloji, Max Scheler, Helmuth Plessner, Arnold Gehlen, Ludwig Binswanger gibi Alman filozofların, antropologların ve sosyologların etkisiyle ortaya çıkmıştı. O, insana dair türsel açıklamalar yapıyordu; bu açıklamalarını da “insanın varlık şartları” başlığı altında topluyordu; verilen bilgilerin insan idesine tam anlamıyla uygun olduğu söylüyordu. Ben de felsefî antropolojinin açıklamalarının, insanı gerçekten anlamaya yaradığını düşünüyordum; bu özsel kategorileriyle ifade edilen, değişmez insan doğasının varlığına inanıyordum. Ancak analitik felsefeyle yakından ilgilendikten sonra, felsefî antropolojiye bakışım değişti. Onun totolojik açıklamalardan ibaret olduğunu düşündüm. İnternet sayesinde bu kanımın kişisel bir değerlendirmeden ibaret olmadığını gördüm. Felsefî antropolojinin sadece 1920’li, 1930’lu yıllarda etkili olduğunu, günümüzde hiç kullanılmadığını tespit ettim. Gene internet sayesinde gördüm ki, bu antropoloji bireye ilişkin imge, figür ya da gramer araştırmaz; insanın antropolojik özelliklerini biyoloji, zooloji, paleoantropoloji gibi doğa bilimlerinin verilerinden hareketle belirlemeye çalışır. O, insanı neotenin[3] bir axolotu[4] anladığı gibi anlar yani “insan, türünün içgüdüsel özelliklerini korur” tezini savunur; reel insanı açıklamakta yetersizdir. Kısaca söylersem, insanın metafizik düşünceyle değil; ancak empirik araştırmalarla kavranabileceğini anladım. Öte yandan insan ve toplum bilimlerinde Greklerin rasyonalitesinden çok farklı rasyonalitelerin varlığından haberdar oldum. Bu nedenle deneysel insan ve toplum bilimlerine, özellikle kültürel antropolojiye yakınlık duydum. Bütün bunlar, insan ve toplum bilimlerine başlangıçta okuyucu düzeyinde olan ilgimi, araştırmacı düzeyine çıkarmamı gerektirdi. O yüzden böyle bir çalışma yaptım.

 



[1] Piaget, Jean, Epistemoloji ve Psikoloji, çev. Seçkin Cılızoğlu, Havas Yayınları, Özel Kitaplar Dizisi: 005, Genel No: 012, Per Basımevi, İstanbul, 1980, s. 126.
[2] Duchac, René, psychologie et sociologie, PUF.Paris, 1968, p. 11.
[3] Bir türün erginlik çağındaki bütün özelliklerine çocuklukta sahip olduğunu savunan biyoloji doktrini.
[4] Meksika kökenli ilkel bir bakteri.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder