Fransız sosyolog Raymond Boudon “À quoi sert la sociologie?”
(Sosyoloji Ne İşe Yarar?) adlı makalesinde sosyolojinin bilim olup olmadığı
tartışırken der ki,
Encyclopaedia Britannica’yı okuyan,
sosyolojinin hem bilim olduğu hem de olmadığı izlenimini edinir. Fakat
sosyolojinin diğer pozitif bilimler gibi göz kamaştırıcı başarıları yoktur.
Üstelik sosyolojik bilgiler, kümülatif değildir. Bunlar, tekil süjeleri
ilgilendirir.[1]
Yazar sonra şunları ekler: Ama çelişkili biçimde
sosyolojiyle ilgili çalışmalar da gittikçe artmaktadır. Örneğin International Encyclopedia of the Social and
Behavioral Sciences’ta, (Sosyal ve Davranış
Bilimleri Uluslararası Ansiklopedisi) ekonomiye 100, tarihe 150,
lengüistiğe 130, demografiye 130, felsefeye 100 ve arkeolojiye 40 makale
ayrılmışken, sosyolojiye dair 200 makale yer alır. Bu çelişkiyi nasıl
açıklayabiliriz? Boudon’un sözünü ettiği çelişki, sadece sosyolojiye ilişkin
değildir. Bütün insan ve toplum bilimlerinde aynı sorun vardır. Bu bilimlerin
bilimselliklerine ta baştan beri çeşitli itirazlar yapıldı. Bu tartışmalar canlılıklarından
bir şey kaybetmeden günümüzde de sürmektedir.
Bu tartışmalarda iki temel tez vardır:
1. Bu bilimler bir zamanlar bilim gibi görülmüş olabilir,
ama günümüzde bilim olmaktan çıkmışlardır. Pierre-Henri Castel, bu tezi
savunanlardandır. O, “La fin de la psychologie depuis les années 80: Renouveau
scientifique ou ruine d’espoirs illusoires?” (1980’li Yıllardan Beri
Psikolojinin Sonu: Bilimsel Yenilenme mi yoksa Aldatıcı Umutların Çökmesi mi?)
adlı makalesinde psikolojinin artık bilim sayılamayacağını savunur. Ona göre
günümüzde psikoloji ölmüştür. 1980’li yıllardan sonra psikolojideki çok yavaş
ilerleme bunun kanıtıdır.
2. Bu bilimler hiçbir zaman bilim olmamıştır. Çünkü onlar
aslında ad veremediğimiz, bir kategoriye yerleştiremediğimiz bir topluluktur. Lepenies
gibi düşünenler bu görüşü savunur. Lepenies, La Troisième Culture : la sociologie entre la science et la littérature (Üçüncü
Kültür: Bilim ve Edebiyat Arasında Sosyoloji) adlı kitabında şunu savunur:
Sosyoloji gerçekte bilim değildir. Ama onu edebiyat gibi de göremeyiz. Gerçekte sosyoloji, edebiyat ve doğa
bilimleri arasında üçüncü bir kültürdür.[2]
İnsan ve toplum bilimlerinin bilim olmadıklarını ileri
sürenlerin gerekçeleri şunlardır:
1. Bilimsel tutum nomotetiktir. Gerçekte yalnız doğa bilimleri
bu özelliktedir. Oysa insan ve toplum bilimleri nomotetik değildir. Bu
düşünceyi ileri sürenler, nomotetik bilimleri*
pek sorgulamazlar. Onların bu bilimlere bakışı bazen yanlış ya da yetersizdir;
bazen de sınırlı ve geneldir; yine de onlar, nomotetik bilimleri bilimin
prototipi yaparlar. Onlar demektedirler ki, özellikle tarih ve antropoloji gibi
bilimler, tekil olayları analiz ederler. Söz konusu analizler, ister bilgece
isterse “sağduyu”lu bir tavırla yapılsın; yine de bilimsel değildir. Bu bilimler,
özellikle kriz ve mutasyon dönemlerinde, çok tartışmalı hâle gelir.
2. İnsan ve toplum bilimlerinin bilimin olamayacağını
söyleyenlerden biri de Foucault’dur. Foucault’ya göre insan ve toplum bilimleri
sahte bilim bile olamaz.[3] “İnsan
bilimi”nden söz etmek, dilin kötü kullanımıdır. Bu kötü kullanım, yine de insan
bilimleri denen şeylerin bilim oldukları anlamına gelmez.[4]
Onlara, epistemolojik değil de sosyolojik nedenlerden dolayı bilim denir.
İnsana uygulanan ve deneysel olduğu iddia edilen bilgiye hangi nedenle “bilim”
denecektir? Bunu henüz bilmiyoruz, genel kabule uyarak bunlara “insan
bilimleri” diyoruz.
Foucault bu görüşleri ileri sürerken felsefi bakış açısından
hareket eder; Heideggerci bir şemaya çok yaklaşır. Ayrıca Foucault, bu
bilimlerin epistemolojisini edebiyattan hareketle değerlendirir ve böylece
Lévi-Strauss’un antropolojisinde veya Lacan’ın psikanalizinde bulduğu
lengüistik devrimi sürdürür.[5]
3. Birey ve toplum, Galileo için merminin bir bilim olması
anlamında bir obje değildir. Bu açıdan insan bir meta-kavram’dır. Bu meta-kavram insan ve toplum bilimlerini a priori imkânsız kılar. İnsan ve
toplum bilimlerinin ortay çıkışı, süjenin ve süjenin ufku olan dünyaların
çıkışına bağlıdır. Böylece insan ve toplum bilimleri, sadece hayaleti andırır.
İnsan açıklama konusu olduğunda, başka epistemede gözden kaybolur. Açıklanan
insan değil, doğal bir nesnedir. O, anlaşıldığında ise anlayan süjenin içinde
kaybolup gitmiştir. Her iki durumda insan ya kişiliğini ya da varlığını
yitirir. Bundan dolayı insan ve toplum bilimleri yoktur.
4. Jean Bricmont’a göre insan ve toplum bilimleri, özeli
anlamaya çalıştıkları için, bilim sayılamaz, çünkü sadece genelin ve evrenselin
ya da evrenselleştirilebilirin bilimi vardır. Bricmont, insan ve toplum
bilimlerinde anlama yönteminin kullanılmasına karşıdır. O der ki, bir fenomenin
sadece tekrar eden bölümü bilimsel betim konusudur. Betimlenecek fenomenin,
doğal ya da yapay olması önemli değildir. Bilimin rolü, sentez yardımıyla
objelerin çeşitliliğini ve çokluğunu ortadan kaldırmaktır. Bilinebilirin
bölümlere ayrılması, büyük ölçüde tarihsel bir olgudur. Farklılık, ister doğal
dünyadaki objeden, isterse bizim objeyi tasavvur biçimimizden kaynaklansın;
bilime engeldir. Oysa insan ve toplum bilimleri fenomenleri yorumlamak
suretiyle, farklılıkları korur. Öte yandan çeşitli yorumlar, farklılıkları
giderilmeden yan yana durur. Bu yorumların hiçbiri, diğerlerine göre ne
doğrudur ne de yanlıştır. Bundan dolayı yorumlar, bilgi vermezler.[6]
5. Bilimsel bir bakış açısı gerçekte bir objektiflik
araştırmasıdır. Her bilimsel araştırma, güçlü
bir objektiflik ilkesine dayanır. Objektiflik ise, bir olgular koleksiyonunu
incelerken takınılan tutumdur. Nedensellik, sadece bu incelemelerde
araştırılabilir. Bachelard’dan beri açıkça biliyoruz ki, her bilimsel açıklama,
bir dizi hazırlık sonucudur. Bu hazırlık da nicelik hâlinde ifade edilebilen
bileşenlerin belirlenmesini gerektirir.[7] İnsan
ve toplum bilimleri, doğa bilimleri için gerekli objektifliğin çok yüksek
biçimlerini asla tatmin edemezler. Onların objektifliği yerine getirmeleri
zordur. Çünkü gözlemci, gözlemlediği durumlara karşı duyarsız değildir ve bu
durumlar asla özdeş biçimde yeniden üretilemezler. Durum böyle olduğu hâlde,
pek çok insan ve toplum bilimcisi, araştırmada sübjektifliğin payını inkâr
eder.
6. Kimilerine göre insan ve toplum bilimlerinde,
sorgulanmayan saf ideolojik söylemler vardır. Onlara göre bu bilimlerin
söylemi, boş olduğu kadar şatafatlıdır ve deneysel araştırmaları gölgelemiştir.
Bu bilimler, çoğunlukla eski felsefi sorgulama biçimlerini, yeniden ve değişik
bir tarzda gündeme getirmişlerdir. Bu durum, onları farkında olmadan aporilere
düşürmüştür.
7. Özü gereği bilim, nitel fenomenlere ya da anlam ve
değerlerle ilgili fenomenlere başvurmaz. Oysa insan ve toplum bilimleri denen
sözde disiplinlerin konusu, anlamlı eylemlerdir. Bu nedenle onlar bilim değillerdir.
Değerlerin ve anlamların kendileri objektif araştırma konusu
olamaz. Ama onların yol açtıkları, gözlemlenebilir, bireysel ve toplumsal
fenomenler bilim konusu olabilir. Bu konuyu insan ve toplum bilimlerinde
nedenselliği ele alırken uzun uzun açıklayacağız.
8. İnsan ve toplum bilimcilerinin kanıtlama anlayışları
disiplinlerini tartışmalı hâle getirir. Onların kanıtlama biçimlerini geçerli
saymak zordur. Bu bilimlerde araştırmaları ve ulaşılan sonuçları doğrulama
biçimleri arasında pek uygunluk yoktur. Bu bilimler sonuçları düzenlerken,
bazen geçerliliğin gerçek dayanaklarını dikkate almaz; kognitif açıdan
belirleyici olmayan şeyi “kanıt” gibi sunar. Bazen sadece verileri
gözlemlemekle ve betimlemekle yetinmez; “bilimsel olmayan” bir tutumla
“normatif” bir söylem ortaya koymaya çalışır; bu amaçla gözlemin sonuçlarını
yorumlar. Bundan da öte onlar, yorumu, insan ve toplum bilimlerinde araştırmanın
bir boyutu gibi kabul eder; kanıtlamaları geçerli kılan ve sınırlarını
genişleten aktivite gibi görürler. Böylece onlar, gözlemin sonucu ve yorumun
sonucu arasındaki “oransızlığı” göz ardı ederler ve “önceden görme”yi imkânsız
kılar.
“Yorum, araştırmayı tamamlayan bir aktivitedir” demek,
birtakım problemler çıkarır. Bunları şu sorularla ifade edebiliriz: Yorumda
akıl yürütme hangi şartlara uyacaktır? Yorum ürünü önermelerin geçerliliği
üzerinde anlaşma veya uzlaşma neye göre olacaktır? Paylaşılan bir deneye, ortak
bir bilgiye, ortak bir dile nasıl ulaşılacaktır? Hangi temel normlar üzerinde
anlaşılacaktır? Birbirleriyle uyumlu referans değerlerine veya bir paradigmaya
nasıl sahip olunacaktır? Bunlar, önemli epistemolojik problemlerdir; insan ve
toplum bilimcilerinin iddia ettikleri gibi, politik sorunlar değildir. Onların
bu hayati problemleri çözmeye ilişkin hiçbir önerileri yoktur.
9. İnsan ve toplum bilimlerinin bilimselliğiyle ilgili bir
başka problem, teorileştirme düzeyleridir (niveaux de théorisation). Sosyal fenomenler
genellikle ayrılmaz biçimde birbirlerine bağlıdır. Bu nedenle söz konusu
fenomenler, izole edilemez. İzole edilemeyen fenomenler ise açıklanamaz;
onların sebepleri de belirlenemez. İnsan ve toplum bilimcileri olguları
deneysel olarak gözlemlese bile bu gözlemi yöneten teorik çerçeveleri yoktur.
Bu yüzden onlar yasalara ulaşamazlar. Öte yandan tarihte, bireysel hayatta, ahlâki
ve politik hayatta pek çok olay, ideolojik ve anlamlı değerlerin ürünüdür.
İnsan ve toplum bilimleri sadece anlamlı ilişkileri belirlemekle yetinirler.
10. İnsanı bir bilim konusu yapmak, pek çok bakımdan
rahatsız edicidir. Çünkü bu bilimler, insanı bir obje statüsüne indirir. Oysa
insan hiçbir zaman biçimselleştirilemez. Onlar insan davranışını her türden determinizmle;
biyolojik, psiko-sosyo-kültürel ve tarihsel determinizmlerle açıklamaya
çalışır; sosyal, psikolojik, etnolojik yasaları keşfetmeyi düşünür. Ancak insan
davranışlarını çeşitli determinizmlerle ve yasalarla açıkladığımız takdirde,
spontane bir inanca, kişinin özgür olduğu inancına zarar veririz. Bu sözde
bilimlerde bilinen insan, özgürlüğünü yitirir. Çünkü doğadan farklı olarak
insan ahlâki, politik, hukuksal ya da istatiksel yasalara itaat etse de kendi
davranışını ve eylemini yönetir. İnsan gerçekte özgürdür ve özgürlük onun ayırt
edici özelliğidir. Bu nedenle özgürlüğün olmadığı yerde insan da yoktur.
Özgürlük fikri, determine edilmiş her yasayı dışlamak anlamına gelir. Özgürlük,
varoluşun gerçekten metafizik bir boyutuna gönderen ve bundan dolayı her bilimsel
yaklaşımı başarısız bırakan kavramdır. O nedenle özgürlük, insan ve toplum
bilimlerini imkânsız kılar.[8]
Bu eleştiri sadece determinizme bağlı kalma iddiasındaki
insan ve toplum bilimcilerine yöneliktir. Oysa çoğu insan ve toplum bilimcisi,
determinizm ilkesinin bu bilimlere uygulanamayacağını düşünür. Onlar daha çok
eylemlerin sebeplerini ya da motivasyonlarını ortaya koymaya çalışır ya da aktörü
anlamaya çalışır. Öte yandan bu bilimlerde yasa bulma ideali, günümüzde terk
edilmiştir. O yüzden yukarıdaki eleştiri, sınırlı bir haklılığa sahiptir.
11. İnsana ilişkin bilgimizin, sınırlı bir görünüşe ait
bilgi olmasından iki sonuç çıkarılabilir:
a) İnsan ve toplum bilimleri bilgi alanında, er geç
birleşebilecekleri gibi, birbirinden ayrılma riskiyle karşı karşıya kalabilir.
b) İnsan hiçbir zaman biçimselleştirilemeyen varlık gibi
görülebilir. Eğer bu sonuncu alternatif doğruysa, o zaman insanı yani özgürlüğü
düşünmek isteyen kişi başka bir yaklaşımı kabul etmeye zorlanır.
Bize göre bu düşünceler doğru değildir. Çünkü antropoloji
dışında insan ve toplum bilimleri, ta baştan beri hiçbir zaman insanın
bütününün bilgisi olmayı iddia etmedi. Bazı insan ve toplum bilimcileri insanın
görünüşlerini şuna ya da buna indirgedi ya da indirgemenin mümkün ve doğru olacağını
ileri sürdü. Ancak diğer görünüşlerin en azından bir epifenomen olduklarını
yadsımadı. İndirgemecilerin dışında bütün insan ve toplum bilimcileri sadece
insanın belli yanlarını kavramaya çalıştıklarını zaten söyler.
Bazı Fransız yapısalcılarına rağmen insan ve toplum
bilimleri fizikçilerin, kimyacıların ya da matematikçilerin kabul ettikleri
objektif kesinlik, açıklık ve doğrulanabilirlik ölçütlerini yerine getirmekten
uzaktırlar ya da sadece kısmen yerine getirir. Fizikçiler kendi yasalarını,
matematikçiler ve mantıkçılar kendi teoremlerini ölçüt yaptıklarında, doğa
bilimleriyle insan ve toplum bilimleri arasındaki uçurum, daha da dikkat
çekicidir.[9]
12. Deneysel yöntem insana uygulanamaz. Çünkü bilimsel
yöntem, bilimsel aktivitede süjenin ve objenin kesinlikle ayrılmasını
gerektirir ya da en azından bu ilişkiye egemen olmayı gerekli kılar. Bu ise
insan ve toplum bilimlerinde olamaz. Bu bilimlerde ortaya konan bilgilerin
objeleri üzerinde geridimli bir etkisini aydınlatabiliriz. İnsana ya da topluma
ilişkin bir realitenin bilgisi, daha sonra realiteye onu değiştirerek yayılır.
Sonunda öyle bir durum ortaya çıkar ki, artık bu bilgi yeni bir bilgi gibi
görülmez.
13. İnsan ve toplum bilimlerinde söylemin matematik dilde
ifadesi, aksiyomlaştırma ve daha genel konuşursak onları gerçek bilim saymaya
izin veren bütüncül bir biçimselleştirme mümkün değildir.
14. Hubert Guyard ise bu
bilimlere şu eleştirileri yöneltir. Günümüzde insan ve toplum bilimleri son
derece güç bir aşamadadır. Onlar, bilim alanına egemen olmak isteyen kognitif
bilimler tarafından araştırma alanından dışlanmışlardır. Bu bilimler aynı
zamanda XXI. yüzyılın ihtiyaçlarını karşılayamadıkları gerekçesiyle yöneticiler
tarafından politik olarak reddedilmişlerdir. Bu bilimler üniversitelerde önceden
görülmedik biçimde bir saldırıyla karşı karşıyadır. Amerika Birleşik Devletleri’nde
şimdi büyücüler avı (bir sistematik bir eleştirisi) konusu olan psikanaliz;
Fransa’da aldığı darbelere gittikçe daha zor karşı koymaktadır. Amaç,
psikanalizin bir disiplin ve araştırma alanı olmaktan çıkarılmasıdır. Her zaman
iktidarı belirlemekle suçlanan sosyoloji, artık pek de istenmeyen bir durumdadır.
Bir zamanlar insan ve toplum bilimlerinin içinde pilot bilim sayılan
lengüistik, şimdilerde neredeyse üniversite ortamından dışlanmak durumundadır.
Artık lengüistik, dil öğretiminin şemsiyesi altına yerleştirilmek istenmektedir.
Guyard’a göre insan ve toplum
bilimleri 1970-1980’li yıllardaki vaatlerini tutamadı. Bu nedenle onlar, içinde
bulunduğumuz durumdan sorumludur. Modellerin reddedilmesi ve pragmatik bir amaç
gözetilmesi, onların araştırma alanından dışlanmasını ve kamuoyunun gözünde
prestij kaybını hızlandırdı. İnsan ve toplum bilimleri kendi içlerine
kapanmışlardır ve onlara ilişkin yapılan çalışmalar çoğu zaman pek de okunmaz. [10]
15. Quentel’e göre bu bilimlerin bilimselliklerine karşı
çıkanların en sağlam kanıtı, onlardaki döngüselliktir. Döngüselliği temel alan
eleştirilere göre bu bilimlerde açıklayan da açıklanan da insandır. Gözlemci
gözlemde süje olarak vardır; ayrıca isterse kendini de gözlemleyebilir. Bu
durum, insan ve toplum bilimlerinde her tür nesnelleştirmeyi yasaklar. Bu
bilimler söz konusu döngüsellikten hiçbir zaman kaçınamaz. Araştırmacının için
bulunduğu bu duruma yansıtma-ayna (effet-miroir) durumu denir.[11]
16. Gilles Gaston-Granger ise La rasion (Akıl) adlı kitabında eleştirisini insan ve toplum
bilimlerinde modellerin çokluğundan hareketle yapar. O demektedir ki, “İnsan ve
toplum bilimlerinde modeller, fenomenler bütününün sınırlı bir alanına ilişkin açıklamalardır.”[12]
Bundan dolayı pek çok model vardır. Her bir model bize, pek de bilmediğimiz
büyük bir ülkenin sadece küçük bir bölgesinin bir haritasını verir. Pek çok
harita yani model vardır. Bu durum, düş kırıcıdır. Bu haritalara dayanarak insan
ve toplum alanında keşifler yapamayız.[13]
17. Darriulat’ya göre insan ve toplum bilimleri son derece
karmaşıktır. Onlar coşkunun ve ideolojinin baskısı altındadır. Bu bilimler aynı
zamanda kırılgandır, çünkü birtakım aşırılıkları savunur; doktrinleri ve
ideolojileri dolaylı yoldan destekler.[14]
18. Kimi eleştiriler daha farklı bir noktadan bilim terimin
kullanımından hareket eder. Bu eleştirileri yapanlar demektedir ki, bilim,
evrensel değer taşıyan bilgiler ve araştırmalar bütünüdür. Söz konusu bilgiler ve
araştırmalar belli bir alana aittir, deneysel yöntemle elde edilir. Onların
dayandıkları ilişkiler doğrulanabilir ve objektif ilişkilerdir. Bütün bunlar
bilimin ayırt edici özellikleridir. Bu anlamda bilim, teknik bir terimdir. Her
teknik terim gibi bilim de uzlaşımsaldır yani bilim adamları topluluğunda
değişmez bir anlama sahiptir. Bilim adamları bu kavramı yeniden ve kendilerine
göre tanımlamazlar. Eğer bilimi bir satranç gibi düşünürsek, doğa bilimcileri
bilim satrancının tüm ögeleri üzerinde; obje, yöntem, model ve rasyonalite üzerinde
uzlaşırlar. Oysa insan ve toplum bilimcileri özel yani sadece kendilerinin
oynadığı bir satrançtan söz etmektedirler. Onların satranç adını verdikleri
şeyin, doğa bilimcileri tarafından oynan satrançla ortak hiçbir özelliği
yoktur. Genellikle denmektedir ki, bilimin sadece doğa bilimlerine göre
yapılmasını istemek bir yöntem emperyalizmine boyun eğmektir. İnsan nesne gibi
değildir. Bu nedenle insanı ve toplumu inceleyen bilim de özel bir yöntemle ele
alınmalıdır. Buraya kadar birbiriyle uyuşan insan ve toplum bilimcileri özgün
ve uzlaşılmış bir yöntem ortaya koyamamışlardır. Bu açmazdan kurtulmak
isteyenler “Bir problemi çözmenin en kolay yolu, onu problem görmemektir.”
diyen bir tutumu takınırlar ve her anlamda çoğulculuğun insan ve toplum
bilimlerinin kaderi olduğunu, ama çoğulculuğun yine de onların
bilimselliklerini ortadan kaldıramayacaklarını söylerler. Onların iddiası,
tıpkı “felsefede önemli olan sorulardır; verilen cevaplar değildir” diyen Kant’ın
Kopernikus bilimi karşısında saygınlığını yitiren metafizik düşünceyi son bir
hamleyle kurtarmaya çalışmasına benzer. Uzlaşım yokluğunun kaçınılmaz olarak
neden olduğu çoğulculuk ve sonuçta bilimin çok anlamlı olması meşru mudur? Eğer
“Meşrudur, çünkü bilim objenin özel yapısına göre yeniden tanımlanabilir.”
dersek, o zaman simyacıların, astrolojistlerin ve mistiklerin bilimi kendilerine
göre tanımlayarak simyayı, astrolojiyi ve mistisizmi bilim kabul etme hakları
doğmaz mı?
19. Bu konudaki son eleştiri, deyim yerindeyse çelişmezlik
ilkesinden hareket eder. Bu çelişmezlik de şudur: Bir şey ya süjedir ya da
objedir; hem süje hem de obje olamaz; obje olan süje kavramı çelişkilidir. Bu
görüş şöyle temellendirilir. İnsan doğanın bilincinde olan, düşünen duyumlayan,
dünya ile bilimsel ilişkiler kuran bir varlıktır. Olguların incelenmesi olan
bilimin üç ölçütü vardır: Özgün bir obje, kognitif bir proje, analitik ve
deneysel bir yöntem. Sonuç olarak, bilim, akıl yürütmeden, deneyimden ya da
gözlemden hareketle elde edilen objektif ve doğrulanmış bir bilgidir.
Etimolojik olarak obje, karşıya konulmuş şey demektir. Düşüncenin konusu,
düşünceden bağımsızdır.
İki kavram arasındaki gerilim, insan’ın bilimin basit bir obje’siyle karıştırmaktan kaynaklanır. Problem, tarih,
sosyoloji, psikoloji ya da antropoloji gibi insan ve toplum bilimlerinin
meşruluğu hatta imkânı problemine dönüşür. Bu disiplinler insanı aktif bir olgu
gibi incelerler; tutumlarımızı ve davranışlarımızı belirleyen sebepleri
araştırırlar ve özsel boyutuyla kavradıkları insanın bilgisine ulaşmaya
çalışırlar. Oysa gerçekte insan bilim konusu değildir ve gerçek bilimi konusu
olamaz. İnsan ve toplum bilimleri fizik ve felsefe arasında yer alır. Onlar
fizikteki uzlaşımlara sahip olmak ister, fakat daha çok felsefeye benzer. Çünkü
gerçekte epistemolojik, metodolojik ve teorik uzlaşımlardan yoksundur.[15]
İnsan ve toplum bilimlerinin bilimselliğine yöneltilen
eleştirilerin özeti şudur: Bu bilimlerin inceleme alanı belirsizdir ve
karışıktır, çünkü onlar, bilgiyi sosyo-kognitif olarak sınırlar; onların pozitiflikleri
modern dünya görüşünden bağımsız değildir. Onlar doğaya ve insana ilişkin
sosyal bir bağlamın belirlediği rasyonalitenin ürünüdürler. İnsan ve toplum
bilimcisinde objektif yöntem, örtük biçimde dünyayı araçsallaştırma isteği
şeklini alır. Araştırmacı, anlamdan yoksun bir dünyayı büyüden arındıran
tarihsel sürecin bir parçasıdır. O, iletişim teknolojisini işin içine sokar;
eylemle ilgili öngörüyü dikkate alır. Akla dayanan bir açıklama tekniğini
kullanır. Bütün bu hümanist ideale rağmen, sahte evrensellik duygusuna rağmen,
insan ve toplum bilimleri, objektif olmaktan uzak çağdaş diskürsif
entitelerdir.
Sonuç olarak, insan ve toplum bilimlerinin bilimselliği
konusundaki tartışmalar, kolay kolay biteceğe benzemiyor. Çünkü bu konuda
ilerleme kaydedilemedi; karşıt bakış açıları birbirine yaklaştırılamadı. Burada
denebilir ki, bütün bunlar, sorunun kötü biçimde ortaya konduğunu ve yanlış
tartışıldığını gösterir. Eğer sorun doğru ortaya konup doğru biçimde
tartışılsaydı, insan ve toplum bilimlerinin bilimselliği bir problem olmazdı.
Bu görüşü a priori olarak
haklı ya da haksız saymak bilimsel değildir. Ancak düşüncenin bu hâliyle bir
temenni olmanın ötesine gidemediği de açıktır. Çünkü sorun nasıl ortaya konursa
doğru ele alınmıştır? Hangi tarzda tartışılırsa çözülür? Bu söylenmemektedir.
İnsan ve toplum bilimlerinin “bilimsellik”ten yoksunlukları
onları en çok rahatsız eden epistemolojik problemdir. Bu bilimlerde bilim
terimini, gerçekte en fazla analoji olarak anlamak gerekir. Bazı Fransız
yapısalcılarının görüşleri istisna edilirse, insan ve toplum bilimleri
fizikçilerin, kimyacıların ya da matematikçilerin kabul ettikleri kesinlik,
açıklık ve doğrulanabilirlik ölçütlerini tatmin edebilmekten uzaktır.
Fizikçiler kendi yasalarına bağlandıklarında, matematikçiler veya mantıkçılar
kendi teoremlerini izlediklerinde, iki tür bilim arasındaki uçurum, özellikle
dikkat çekicidir.
İnsan ve toplum bilimleri, bilimsellik ölçütlerimize
uymasalar da, “kendi”nin bilgisini elde etmeyi belli bir ölçüde sağlar. Düne
kadar insan ve toplum bilimleri kendilerini temellendirmeye; böylece
bilimsellikleriyle ilgili eleştirilere cevap vermeye çalıştılar. Fakat öyle
görünüyor ki, günümüzde insan ve toplum bilimlerinin temeli bir problem
değildir. Ancak bu, söz konusu problemin çözüldüğü ve adı geçen bilimlerin
“güvenilir bilim” olma hakkını kazandıkları anlamına gelemez. Temel probleminin
tartışmalı olmaktan çıkmasının nedeni, sadece onu tümüyle terk etmek
gerektiğine inanılmasıdır. Bu inanç, insan ve toplum bilimlerinin gittikçe daha
etkin olmalarına yol açtı; terimin asıl anlamıyla bilim olmasalar bile, en
azından bilim gibi kabul edilmelerini sağladı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder