13 Haziran 2016 Pazartesi

Boudon'un Görecelilik adlı kitabına Giriş yazım


KİTAP HAKKINDA


Görecelilik günümüzde Batı Dünyasında yaygın felsefelerden biridir. Ancak göreceliliğin kökleri felsefe kadar eskidir; Antik Çağ’a kadar geri gider. Platon’un Theaitetos’ta (152 a) Protagoras’a ait cümle bunun kanıtıdır. Protagoras demektedir ki, πάντων χρημάτων μέτρον ἄνθρωπον (panton krematon metron anhtropon) “insan her şeyin ölçüsüdür.” Bu formül örtük biçimde demektedir ki, objektif hakikat yoktur, her şey sübjektiftir. O zamandan beri görecelilik, felsefe tarihinde hep var olmuştur; tarihte çeşitli biçimler kazanmıştır. Çeşitlilik günümüzde daha da artmıştır.

Boudon bu kitapta göreceliliğin entelektüel temellerini ele almaktadır; onların genel sebepleri üzerinde durmaktadır. Boudon’a göre göreceliliği tanımlamak zordur; çünkü görecelilik farklı alanlardaki pek çok akımın niteliğidir. Tanımın imkânsızlığına rağmen bütün bu göreceliliklerin ortak noktaları şudur: Evrensel bir hakikat yoktur; bir değerler hiyerarşisi savunulamaz; çünkü hakikat ve değerler hiyerarşisi, tarihsel ve kültürel bağlamın ürünüdür.

Boudon kitabın başında önemli bir tespit yapar: “Görecelilik düşüncenin ve eylemin uzak durması gereken bir kara deliktir. Göreceliliğin belirlenebilir bir içeriği yoktur. Bu nedenle görecelilik bizi bir boşlukla karşı karşıya getirir; böylece görecelilik sosyal ve politik ilişkilere dair kinik bir düşüncenin ortaya çıkmasına yol açmıştır; yaşaması ve yayılması için uygun ortam oluşturmuştur. Görecelilik zihinsel kargaşayı besler; her tür karıştırmayı; ahlakla politikayı, ahlakla hukuku, hukukla politikayı, bilimle dini, akılla imanı, coşkuyla kanıtlamayı, özel olanla kamusal olanı karıştırmayı meşrulaştırır. Açıkça görüyoruz ki, görecelilik sadece bilgi alanında etkin değildir. O, politik, sosyal ve kültürel hayata da yayılır. Bu tespit kitabın çok zengin içeriği hakkında bir fikir verir. Boudon söz konusu tespitten hareketle şu sosyolojik temel sorunları belirler: Görecelilikten söz ettiğimizde ne demek isteriz? Göreceliliğin epistemolojik temelleri nedir? Göreceliliğin entelektüel olarak uzlaştırılmaları imkânsız başarısını ve yaygınlaşmasını nasıl açıklarız?

Görecelilik sadece entelektüel ve sosyal hayatta değil; sanatlarda da savunulmuştur. Sanatlardaki göreceliliğe göre bir sanat eserini diğer bir sanat eserinden daha değerli ve üstün sayamayız. Görecelilik kavramının bütün sonuçları bundan ibaret değildir. Bu örneklerden hareketle Boudon demektedir ki, bireye ilişkin her göreceli teorilerde birey, algılamadığı ve kendi dışındaki güçlere boyun eğen kişi gibi sunulmuştur. Böylece görecelilik sayesinde “irrasyonalist eylemlerde bulunan insan” kavramı ortaya çıkmıştır. Bu irrasyonalizm sayesinde dünya göreceliliğe dayanarak anlaşılmaya çalışılmıştır. Bunda da önemli başarı sağlanmıştır. Peki, bu başarı nasıl açıklanabilir? Söz konusu başarıyı açıklarken Boudon, İtalyan sosyolog Vilfredo Pareto’nun çalışmalarına dayanır ve şunları söyler: Bir teoriye ya doğru ya da doğru olmasa bile yararlı olduğu için inanırız. Boudon’a göre eşitliği ve hakkaniyeti özdeşleştirebiliriz. Ancak bunu meşru olarak yapabilmemiz için etkili bir araca sahip olmalıyız; çünkü kamuoyu normal olarak değer adına bir şey istemeye, eşitlik adına bir şey istemeden daha duyarlıdır. “Bütün kültürler eşittir” demek, yabancı kültürlere mensup kişileri incitmemeye çalışmaktır. Evrensele uzak durmak ve onu Batı’ya özgü bir kavram kabul etmek, Batılılar ve Batılı olmayanlar arasındaki ilişkilerde alçakgönüllü davranmaktır ve bu ilişkileri kolaylaştırmaktır. “Bilim, bütün diğer yorumlar gibi bir yorumdur; bilim dediğimiz yorum, dünyanın mitolojik tasavvurlarından daha değerli değildir” demek, bilim imgesinin değerini azaltır ve sonuçta bilimin gücünü sınırlar.” Boudon bu düşüncelerle kültürel ve kognitif göreceliliği eleştirir.

Ona göre göreceliliğin demokrasi üzerinde çok önemli bir etkisi vardır. Görecelilik sayesinde temsili demokrasinin yerini katılımcı demokrasi almaya çalışmaktadır. Katılımcı demokrasiyle nicel bir sıçrama gerçekleştiririz. Nicel sıçrama bizi demokrasinin aşılmış bir biçiminden yani temsili demokrasiden demokrasinin bir modern ya da Post Modern bir biçimine götürür. Modern ya da Post Modern demokraside insanın hem konuşma hakkı hem de sözünü dinletme kapasitesi vardır. Modern demokrasinin sosyal ilişkilere dair bu iyimser tablosu sadece bir kurgudur.

Gerçekte katılımcı demokrasi aktif azınlıkların eylemini gizlice kurumlaştırır; bu azınlıkların seslerine ve beklentilerine âdeta resmi bir statü kazandırır; temsilcilerden bunun sonuçlarını kabul etmelerini ister. Katılımcı demokrasi kavramının ardında bir Sitenin göreceli vizyonu vardır, çünkü site, topluluklarının, çıkar gruplarının; kendilerini toplulukların temsilcisi gibi sunan aktif azınlığın istekleri ve bu çıkar gruplarının istekleri arasındaki uzlaşımları araştırmadan ibaret bir politik hayattan oluşur. Boudon’un bu görüşleri sadece açık değildir; aynı zamanda günceldir ve yüzde yüz haklıdır.

Boudon’a göre iki tür görecelilik vardır: İyi görecelilik ve kötü görecelilik. İyi görecelilik tasavvurların, normların ve değerlerin sosyal ortamlara, kültürlere ve çağlara göre değişmesini vurgular; farklılıkları açıklamaya izin veren bağlamları, düşünce çerçevelerini dikkate alır. İyi görecelilikten ahlak alanında yararlanabiliriz. İyi görecelilik sayesinde her farklılığı irrasyonel saymaktan uzak dururuz; kendimizi başkasının yerine koyarız; Öteki’ni küçümsemeyiz; ona saygı duyarız.

Kötü görecelilik tasavvurların, normların ve değerlerin çeşitliliğinden aşırı sonuçlar çıkarır. Kötümser açıdan, kültürler, inançlar, bilgiler, değerler ve sosyal sistemler arasındaki görecelilikleri ortadan kaldırmak mümkün olmadığı gibi, düzene koymak da imkânsızdır. Kötü görecelilik entelektüel bir işaret noktasının kaybolmasına yol açar, nihilizmi besler ve demokrasiye zarar verir.

Boudon bu kitapta pek çok görecelilikten sadece ikisini, normatif göreceliliği ve kognitif göreceliliği ele alır. Şimdi bunları biraz daha yakından görelim.

1. Normatif Görecelilik


Boudon’a göre normatif göreceliliğin tezleri şunlardır: Normlar ve değerler pek çoktur. Bu çokluğun nedeni kültürel uzlaşımlardır. Kültürel uzlaşımların kaynakları genellikle bilinmez. Onlar kendilerini sosyalleşme süresince bireylere kabul ettirir. Clifford Geertz gibi antropologlar normları ve değerleri göreceli bir temelde ele alır. Bu göreceliliği onlardan önce Montaigne, Hume ve Weber savunmuşlardır. Montaigne sosyal barışı sağlamak için normların oluşturulmasında istemi bir yargıç gibi kabul etmiştir, çünkü o, din savaşlarının çok olduğu bir dönemde yaşamıştır. Normatif göreceliliği ileri sürmenin temelinde üçüncüyü dışta bırakma kuralının kötü bir kullanımı vardır. Bu kötü kullanım şunu söylemekten ibarettir: Normlar ya kültürel uzlaşımlara dayalıdır ya da istem ürünüdür. Üçüncü bir durum yoktur. Bu bütün normlar için geçerlidir.

Normların açıklanmasında Hume’un giyotin ilkesi (précepte de la guillotine) önemlidir. Bu ilke şudur: Hiçbir açıklayıcı akıl yürütmeden emredici bir sonuç çıkaramayız. Diğer deyişle normlara ilişkin hiçbir hakikat sınırlı olgulardan çıkarılamaz. Kültüralizmin dayanağı olan bu iddia gerçekte Hume’un eksik bir okumasının sonucudur. Boudon’a göre Hume teoreminin doğru okuması şöyle olmalıdır: “Tümüyle haber kipinde olan öncüllerden emir kipinde sonuçlar çıkaramayız.”

Weber’e gelince o, şu tezi ileri sürmektedir: Değerler öyle ilkelere dayanmaktadır ki, bu ilkelerin rasyonelliğini kanıtlamak zor hatta imkânsızdır. Fakat bu durum, bizim sadece yeni değerler ortaya koyabileceğimiz anlamına gelir. Bu ilkelerden doğan programlar gittikçe evrimleşir, durulaşır ve akla uygun oldukları konusunda kuşku ortaya çıkarsa terk edilir. Raymond Boudon normatif görecelilikte evrensel iyi ve eşitlikçilik arasındaki karşıtlıktan doğan zararlı bir sonucu görür. Ona göre bu sonucun tatmin edici teorik temelleri yoktur.

2. Kognitif Görecelilik


Kognitif göreceliliğe gelince; Boudon bu konuda demektedir ki, bu görecelilik bilgiye ve bilimlere uygulanır. Kognitif göreceliliği savunanlar 1960’lı yıllardan beri, bilimlerdeki istemin payını öne çıkararak reele ilişkin gerçek objektif bilgiyi tartışmalı hale getirdiler. Bu düşünce okulu Thomas Kuhn’un ardından kültürel teorilerin tarihsel konstrüksiyonlar olmalarını vurguladılar, bilim olan ve olmayan arasında bir ayırım yapmanın objektif ölçütü olamayacağını söylediler. Bunu söyleyenlerden biri ünlü Karl Popper’dır. Popper Kuhn’un bilim felsefesinden esinlenerek demektedir ki, “bir teori eğer yanlışlanabiliyorsa bilimseldir.” Popper’ın bu formülü aynı zamanda Kuhncu yaklaşımın gerçek zayıflıklarını da ortaya koyar, çünkü Popper’ın ilkesi, örneğin “eşit her şey hakkında aynı hüküm verilmelidir” şeklindeki düşüncenin, aynı şekilde öğütlerin doğru olup olmadığını test etmeye izin vermez. Boudon’a göre konstrüktivizm de çökmeye başlamıştır, çünkü artık fark ettik ki, bilim felsefesinde Kuhn’un düşünceleri ve Popper’ın formülleri abartılıdır. Aydınlanma’nın etkisinde olan Boudon, Kant’ın bir düşüncesini yeniden gündeme getirir: “Genel ölçütleri olmadığından genel bir Hakikat de yoktur.”

Modern sosyolojinin Aydınlamacı iki kurucusu Emile Durkheim ve Max Weber’dir. Durkheim ve Weber, Aydınlanma’nın mirasını sürdürürler. Aydınlanma düşüncesi bu sosyologları izleyen Raymond Boudon’un eserlerine geçmiştir. Boudon özellikle akla ve ilerlemeye inanır ve bunun yoğun ve inandırıcı kanıtlarını ortaya koymaya çalışır. Göreceli düşünce, inanç ve hakikati ayrı şey sayar ve evrensel hakikatin varlığını reddeder. Oysa Boudon şu postulata dayanır: İnançlar bile rasyonel bir temele sahip olabilir. Rasyonaliteye ilişkin kognitivist bakış açısı bu temeli gösterebilir. O, inançları kategorilere ayırır. Üç tür inanç kabul eder. Birinci tür inançlar olgular tarafından doğrulanan ve tartışılmaz inançlardır. İkinci grup inançlar, realiteyle karşılaştırıldıklarında yanlış olabilen inançlardır. Üçüncü grup inançlar ise, normatif doğadaki inançlardır. Bunlar ne yanlış ne de doğrudur. İkinci tür inançlara sosyal bilimlerde sık rastlanır; bunlar yanılan süje teorisiyle açıklanır. Boudon bu teoriyi titiz biçimde analiz eder. Boudon yanılan süje teorisi hakkında demektedir ki, antropologlar büyü ritüellerine kendi dışarıdan baktılar ve bu ritüelleri tümüyle irrasyonel diye nitelediler ya da XX. Yüzyılda yaşayana bazı bilim adamları Newton’ın simyaya duyduğu ilgiyi eleştirdiler. Oysa çağdaş bilgiler ışığında büyü ritüelleri ve simya realiteden çok uzak gibi görünse de, onların rasyonel bir bileşeni vardır. Diğer deyişle büyü ritüellerini yapanlar ve Newton yanlış ögelerden rasyonel davranışlar çıkarıyorlardı ve sonuç olarak bizimkine benzer düşünce sistemlerine göre davranıyorlardı. Üçüncü tip inançlara gelince; onlar irrasyonel gibi görülemezler. Onların kişiler tarafından kabul edilmesi, onların paylaşılan özelliklerini ve toplum için anlamı üretebilme kapasitelerini gösterir. Kuşkusuz bazı inançların irrasyonel bir bileşeni vardır (…) Fakat sadece bu irrasyonel paranoyak inançlarda olduğu gibi, patolojik özellikte inanç durumlarının dışında bir inancı açıklamak için tek başına yeterli olduğu durumlar azdır. Bu sağlam temelden hareketle Boudon şu kanıya ulaşır: Akıl yürütmelerin hakikatinde değil; fakat bu akıl yürütmeye ulaşmak için uygun gibi görünen araçlara dayalı bir programı destekleme kapasitesinde belli bir rasyonalitenin nitelediği bir insan doğası vardır. Boudon bir insan doğası olduğunu savunurken gerekçesi de ilerlemenin varlığıdır. Ona göre ilerleme çağlar boyunca akla en uygun fikirlerin seçildiğini ileri süren Spencerci teorilerle açıklanamaz; fakat daha çok Fransız sosyoloğun temel gibi gördüğü bir isteğe saygı, insanın kişiliğine saygı göstermek için kullanılan araçların olgunlaşmasıyla açıklanır.

Kuşkusuz bazı toplumlar diğerlerinden daha baskıcıdır ve bazı toplumlarda bireyler daha çok saygı görür. Bazı toplumlarda ise birey, hakların bir değişkeni kavramına sahiptir. Fakat bundan, bireysellik bilincinin ve bireyin saygınlığının ve hayati çıkarlarının bilinmediği toplumların veya tarihsel dönemlerin var olduğu sonucu çıkmaz. Dinî doktrinler Tanrı’nın var oluşu üzerindeki uzlaşmayla ve bireysel özgürlük veya politik liberalizm güçleri paylaşmanın zorunluluğu olduğu düşüncesiyle her zaman bu soruna cevap verirler. Dini ve kültürel gelenekler gibi tarihsel durumlar da bazı cevapların diğerlerinden daha doğru olduğunu söyler. Bireyin saygınlığı ve hayati çıkarlarının korunması, anlayışların ve programları çeşitli olmasına yol açar. Yine de, görecelilik teorilerinin iddia ettikleri değerleri ve normları hiyerarşileştirme imkânsızdır onların istem ürünü oldukları söylenemez. Değerler ve normlar belli bir rasyonaliteye belli bir seçim sürecine dayanır.

Görüldüğü gibi görecelilik sorunu çok karmaşık bir konudur. Diyebiliriz ki, mümkün dünyanın okuma ızgaralarının artık bulunmadığı ya da o zamana kadar var olan okuma ızgaralarının değerlerini yitirdikleri ortaya çıkarsa diyebiliriz ki görecelilik hızlı ve ani değişim durumlarında geri dönme eğilimindedir. Antik Yunan da bu böyledir. Sofistler, bir kriz döneminde önem kazandılar. Montaigne’de göreceliliğin çok karmaşık, ama kesinlikle dogmatik bir türünü buluruz. Oysa Montaigne Avrupa’da din savaşlarının toplumları kasıp kavurduğu bir dönemde; Protestanların ve Katoliklerin arasındaki savaşların inanılan değerleri kaosa sürüklediğinde yazmıştı. Montaigne’nin önemli septik mesajı işte bu büyük çalkantı dönemimin bir ürünüdür.

Boudon mantığın üçüncüyü dışta bırakma ilkesinin bu kötü kullanımını ve sonuçta her şeyi ya A’dır ya da B’dir diye ikili kategoriye indirgemeyi diye eleştirir. Boudon göreceli yaklaşımların bu teorik zayıflığından göreceliliğin her türünü düşünceden dışlamak gerektiği sonucunu çıkarmaz. O özellikle başkasına saygıya izin verdiği ve toplum merkezciliğe düşmeye engel olduğu ölçüde göreceliliğin yararlı olduğunu söyler. Fakat o, her şeyin aynı düzeyde gören, yargıyı ve eleştirel düşünceyi dışlayan tutuma karşı çıkar.

Boudon şu önemli sorunun cevabını araştırır: Günümüzde göreceliliğin başarısının sebepleri nelerdir? Ona göre birinci neden, Marks, Nietzsche ve Freud gibi düşünürlerin insan davranışlarını irrasyonalist bir temele dayandırmalarıdır. Örneğin Marks’ın “camera obscura” metaforuna göre realite insan zihnindedir. Nietzsche inançlarımızın temelinde içgüdülerin olduğunu söyler. Freud’a göre duyusallık dünya tasavvurlarını biçimlendirir. Mark, Nietzsche ve Freud sonrasında yaşayan, karmaşık ve hayranlık uyandıran bütün büyük düşünürler, Marksın, Nietzsche’nin ve Freud’un düşüncelerinin vülgarize bir versiyonunu ortaya koydular ve hakikatin olmadığı düşüncesini daha yaygın hale getirmeye çalıştılar.

Göreceliliğin yaygınlaşmasının bir başka nedeni de 1945-1989 yılları arasındaki siyasal konjonktürdü. 1989’dan sonra tarihsel değişiklikler insanları umutsuzluğa düşürdü. Küreselleşmeden söz eden ilişkilerin karmaşıklığından söz eder. Küreselleşmeyle birlikte evrensellik düşüncesini savunmak zorlaşmıştır. Göreceliliğin yaygınlaşmasını kolaylaştıran sebeplere sömürgeciliğin ortadan kalkmasının sonuçlarını ve XIX. yüzyıldaki, “bazı kültürler diğerlerinden üstündür” şeklindeki tezlerin yanlışlığının anlaşılmasını da eklemeliyiz.

Boudon değerlerin ve inançların çeşitli olmalarına rağmen bunlar arasında bir seçim yapılabileceğini düşünür. O demektedir ki, bir filozof ya da bir sosyolog dünyanın realitesini açıklamalıdır. Normlardaki ve politikalardaki ilerlemeler bilim ve bilgi alanındaki ilerlemelerden daha az değildir. Daha iyi bir açıklama modeli ortaya çıktığında, bu yeni açıklama modeli kabul edilir. Bilimsel açıklama süreçlerinde tersinmezlik egemen oldu. Aynen bunun gibi, ahlak ve politik alanda da tersinmezlik geçerlidir. Monstequieu’de ortaya çıkan güçlerin ayrılığı ilkesi böyledir. Başlangıçta güçlerin ayrılması sezgiye karşıt bir düşünceydi. Bodin, Hobbes ve Beccaria politik bir gücün etkili olması için paylaşılmaması gerektiğini ileri sürdüler. Yine de bu ilke aşağı yukarı bilimsel düşüncenin tersinmezliği gibi, geri dönülemez bir tasavvur olarak kabul edildi. Günümüzde güçlerin ayrımını derinleştirme çok güçlü bir istek şekline dönüşmüştür. Artık en azından demokratik dünyada kimse bu ilkeden geriye dönülmesini istememektedir. Kanıların çeşitliliği aralarından en iyisinin seçilmesini dışlamaz. Bunu göz ardı edersek, bir tür nihilizme ve karamsarlığa düşmemiz kaçınılmaz olur. Burada şöyle sormak uygundur: Bu farklı fikirler nasıl düzenlenebilir?

Boudon’a göre bu konuda aklın yavaş bir evrimine ihtiyaç vardır. Kanıları dönüştürmek için önce zamana ihtiyaç vardır. İnsanın rasyonelliğine inanmak gerekir. “Einstein demektedir ki, “bilim sadece sağduyunun ilerlemesidir.” Sağduyu, insan varlığının temel bir boyutudur. Bu, belirsiz bir kavram değildir. Sağduyu, şu anlama gelir: Bir sebepler sisteminin, önceki inandığımızdan daha iyi olduğu anlaşılırsa, bu yeni sistemi kabul etmelidir. Bu, herkesin her konuda hakikati hemen kabul edeceği anlamına gelmez. Tersine sağduyu şunu varsayar: Bir kanıtlamalar sistemi, ancak diyalogla anlaşılır ve gelişir. Fikirlerin seçilmesi, ancak zamanla, az veya çok uygun bağlamlarda; aklın çıkarların etkisine girmesinden kaynaklanan çatışmalardan sonra yapılabilir.

Boudon’a göre bugün göreceliliğin gelinen, son ve kesin bir aşama olduğunu düşünmek doğru değildir. Modernitede göreceliliği aşmak için imkânlar vardır. Yalnız bu imkânlar hemen görülemez, çünkü bu imkânı görmek insanları şoke eder.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder