KİTAP HAKKINDA
Görecelilik günümüzde Batı Dünyasında
yaygın felsefelerden biridir. Ancak göreceliliğin kökleri felsefe kadar eskidir;
Antik Çağ’a kadar geri gider. Platon’un Theaitetos’ta
(152 a )
Protagoras’a ait cümle bunun kanıtıdır. Protagoras demektedir ki, πάντων χρημάτων μέτρον
ἄνθρωπον (panton krematon
metron anhtropon) “insan her şeyin ölçüsüdür.” Bu formül örtük biçimde
demektedir ki, objektif hakikat yoktur, her şey sübjektiftir. O zamandan beri
görecelilik, felsefe tarihinde hep var olmuştur; tarihte çeşitli biçimler
kazanmıştır. Çeşitlilik günümüzde daha da artmıştır.
Boudon bu
kitapta göreceliliğin entelektüel temellerini ele almaktadır; onların genel
sebepleri üzerinde durmaktadır. Boudon’a göre göreceliliği tanımlamak zordur;
çünkü görecelilik farklı alanlardaki pek çok akımın niteliğidir. Tanımın
imkânsızlığına rağmen bütün bu göreceliliklerin ortak noktaları şudur: Evrensel
bir hakikat yoktur; bir değerler hiyerarşisi savunulamaz; çünkü hakikat ve
değerler hiyerarşisi, tarihsel ve kültürel bağlamın ürünüdür.
Boudon kitabın
başında önemli bir tespit yapar: “Görecelilik düşüncenin ve eylemin uzak durması
gereken bir kara deliktir. Göreceliliğin belirlenebilir bir içeriği yoktur. Bu
nedenle görecelilik bizi bir boşlukla karşı karşıya getirir; böylece
görecelilik sosyal ve politik ilişkilere dair kinik bir düşüncenin ortaya
çıkmasına yol açmıştır; yaşaması ve yayılması için uygun ortam oluşturmuştur.
Görecelilik zihinsel kargaşayı besler; her tür karıştırmayı; ahlakla
politikayı, ahlakla hukuku, hukukla politikayı, bilimle dini, akılla imanı,
coşkuyla kanıtlamayı, özel olanla kamusal olanı karıştırmayı meşrulaştırır.
Açıkça görüyoruz ki, görecelilik sadece bilgi alanında etkin değildir. O,
politik, sosyal ve kültürel hayata da yayılır. Bu tespit kitabın çok zengin
içeriği hakkında bir fikir verir. Boudon söz konusu tespitten hareketle şu
sosyolojik temel sorunları belirler: Görecelilikten söz ettiğimizde ne demek
isteriz? Göreceliliğin epistemolojik temelleri nedir? Göreceliliğin entelektüel
olarak uzlaştırılmaları imkânsız başarısını ve yaygınlaşmasını nasıl açıklarız?
Görecelilik sadece entelektüel ve sosyal hayatta değil; sanatlarda da
savunulmuştur. Sanatlardaki göreceliliğe göre bir sanat eserini diğer bir sanat
eserinden daha değerli ve üstün sayamayız. Görecelilik kavramının bütün
sonuçları bundan ibaret değildir. Bu örneklerden hareketle Boudon demektedir
ki, bireye ilişkin her göreceli teorilerde birey, algılamadığı ve kendi
dışındaki güçlere boyun eğen kişi gibi sunulmuştur. Böylece görecelilik
sayesinde “irrasyonalist eylemlerde bulunan insan” kavramı ortaya çıkmıştır. Bu
irrasyonalizm sayesinde dünya göreceliliğe dayanarak anlaşılmaya çalışılmıştır.
Bunda da önemli başarı sağlanmıştır. Peki, bu başarı nasıl açıklanabilir? Söz
konusu başarıyı açıklarken Boudon, İtalyan sosyolog Vilfredo Pareto’nun
çalışmalarına dayanır ve şunları söyler: Bir teoriye ya doğru ya
da doğru olmasa bile yararlı olduğu için inanırız. Boudon’a göre eşitliği ve
hakkaniyeti özdeşleştirebiliriz. Ancak bunu meşru olarak yapabilmemiz için
etkili bir araca sahip olmalıyız; çünkü kamuoyu normal olarak değer adına bir
şey istemeye, eşitlik adına bir şey istemeden daha duyarlıdır. “Bütün kültürler
eşittir” demek, yabancı kültürlere mensup kişileri incitmemeye çalışmaktır.
Evrensele uzak durmak ve onu Batı’ya özgü bir kavram kabul etmek, Batılılar ve
Batılı olmayanlar arasındaki ilişkilerde alçakgönüllü davranmaktır ve bu
ilişkileri kolaylaştırmaktır. “Bilim, bütün diğer yorumlar gibi bir yorumdur;
bilim dediğimiz yorum, dünyanın mitolojik tasavvurlarından daha değerli
değildir” demek, bilim imgesinin değerini azaltır ve sonuçta bilimin gücünü
sınırlar.” Boudon bu düşüncelerle kültürel ve kognitif göreceliliği eleştirir.
Ona göre
göreceliliğin demokrasi üzerinde çok önemli bir etkisi vardır. Görecelilik
sayesinde temsili demokrasinin yerini katılımcı demokrasi almaya çalışmaktadır.
Katılımcı demokrasiyle nicel bir sıçrama gerçekleştiririz. Nicel sıçrama bizi
demokrasinin aşılmış bir biçiminden yani temsili demokrasiden demokrasinin bir
modern ya da Post Modern bir biçimine götürür. Modern ya da Post Modern
demokraside insanın hem konuşma hakkı hem de sözünü dinletme kapasitesi vardır.
Modern demokrasinin sosyal ilişkilere dair bu iyimser tablosu sadece bir
kurgudur.
Gerçekte katılımcı demokrasi aktif azınlıkların eylemini
gizlice kurumlaştırır; bu azınlıkların seslerine ve beklentilerine âdeta resmi
bir statü kazandırır; temsilcilerden bunun sonuçlarını kabul etmelerini ister.
Katılımcı demokrasi kavramının ardında bir Sitenin göreceli vizyonu vardır,
çünkü site, topluluklarının, çıkar gruplarının; kendilerini toplulukların
temsilcisi gibi sunan aktif azınlığın istekleri ve bu çıkar gruplarının
istekleri arasındaki uzlaşımları araştırmadan ibaret bir politik hayattan
oluşur. Boudon’un bu görüşleri sadece açık değildir; aynı zamanda günceldir ve
yüzde yüz haklıdır.
Boudon’a göre iki
tür görecelilik vardır: İyi görecelilik ve kötü görecelilik. İyi görecelilik
tasavvurların, normların ve değerlerin sosyal ortamlara, kültürlere ve çağlara
göre değişmesini vurgular; farklılıkları açıklamaya izin veren
bağlamları, düşünce çerçevelerini dikkate alır. İyi görecelilikten ahlak
alanında yararlanabiliriz. İyi görecelilik sayesinde her farklılığı irrasyonel
saymaktan uzak dururuz; kendimizi başkasının yerine koyarız; Öteki’ni
küçümsemeyiz; ona saygı duyarız.
Kötü görecelilik tasavvurların,
normların ve değerlerin çeşitliliğinden aşırı sonuçlar çıkarır. Kötümser
açıdan, kültürler, inançlar, bilgiler, değerler
ve sosyal sistemler arasındaki görecelilikleri ortadan kaldırmak mümkün
olmadığı gibi, düzene koymak da imkânsızdır. Kötü görecelilik entelektüel bir
işaret noktasının kaybolmasına yol açar, nihilizmi besler ve demokrasiye zarar
verir.
Boudon bu
kitapta pek çok görecelilikten sadece ikisini, normatif göreceliliği ve
kognitif göreceliliği ele alır. Şimdi bunları biraz daha yakından görelim.
1. Normatif Görecelilik
Boudon’a göre
normatif göreceliliğin tezleri şunlardır: Normlar ve değerler pek çoktur. Bu
çokluğun nedeni kültürel uzlaşımlardır. Kültürel uzlaşımların kaynakları genellikle
bilinmez. Onlar kendilerini sosyalleşme süresince bireylere kabul ettirir.
Clifford Geertz gibi antropologlar normları ve değerleri göreceli bir temelde
ele alır. Bu göreceliliği onlardan önce Montaigne, Hume ve Weber savunmuşlardır.
Montaigne sosyal barışı sağlamak için normların oluşturulmasında istemi bir
yargıç gibi kabul etmiştir, çünkü o, din savaşlarının çok olduğu bir dönemde
yaşamıştır. Normatif göreceliliği ileri sürmenin temelinde üçüncüyü dışta
bırakma kuralının kötü bir kullanımı vardır. Bu kötü kullanım şunu söylemekten
ibarettir: Normlar ya kültürel uzlaşımlara dayalıdır ya da istem ürünüdür.
Üçüncü bir durum yoktur. Bu bütün normlar için geçerlidir.
Normların
açıklanmasında Hume’un giyotin ilkesi (précepte de
la guillotine) önemlidir. Bu ilke şudur: Hiçbir açıklayıcı akıl yürütmeden
emredici bir sonuç çıkaramayız. Diğer deyişle normlara ilişkin hiçbir hakikat
sınırlı olgulardan çıkarılamaz. Kültüralizmin dayanağı olan bu iddia gerçekte
Hume’un eksik bir okumasının sonucudur. Boudon’a göre Hume teoreminin doğru
okuması şöyle olmalıdır: “Tümüyle haber kipinde olan öncüllerden emir kipinde
sonuçlar çıkaramayız.”
Weber’e
gelince o, şu tezi ileri sürmektedir: Değerler öyle ilkelere dayanmaktadır ki,
bu ilkelerin rasyonelliğini kanıtlamak zor hatta imkânsızdır. Fakat bu durum,
bizim sadece yeni değerler ortaya koyabileceğimiz anlamına gelir. Bu ilkelerden
doğan programlar gittikçe evrimleşir, durulaşır ve akla uygun oldukları
konusunda kuşku ortaya çıkarsa terk edilir. Raymond Boudon normatif
görecelilikte evrensel iyi ve eşitlikçilik arasındaki karşıtlıktan doğan
zararlı bir sonucu görür. Ona göre bu sonucun tatmin edici teorik temelleri
yoktur.
2. Kognitif Görecelilik
Kognitif
göreceliliğe gelince; Boudon bu konuda demektedir ki, bu görecelilik bilgiye ve
bilimlere uygulanır. Kognitif göreceliliği savunanlar 1960’lı yıllardan beri,
bilimlerdeki istemin payını öne çıkararak reele ilişkin gerçek objektif bilgiyi
tartışmalı hale getirdiler. Bu düşünce okulu Thomas Kuhn’un ardından kültürel
teorilerin tarihsel konstrüksiyonlar olmalarını vurguladılar, bilim olan ve
olmayan arasında bir ayırım yapmanın objektif ölçütü olamayacağını söylediler.
Bunu söyleyenlerden biri ünlü Karl Popper’dır. Popper Kuhn’un bilim
felsefesinden esinlenerek demektedir ki, “bir teori eğer yanlışlanabiliyorsa
bilimseldir.” Popper’ın bu formülü aynı zamanda Kuhncu yaklaşımın gerçek
zayıflıklarını da ortaya koyar, çünkü Popper’ın ilkesi, örneğin “eşit her şey
hakkında aynı hüküm verilmelidir” şeklindeki düşüncenin, aynı şekilde öğütlerin
doğru olup olmadığını test etmeye izin vermez. Boudon’a göre konstrüktivizm de
çökmeye başlamıştır, çünkü artık fark ettik ki, bilim felsefesinde Kuhn’un düşünceleri
ve Popper’ın formülleri abartılıdır. Aydınlanma’nın etkisinde olan
Boudon, Kant’ın bir düşüncesini yeniden gündeme getirir: “Genel ölçütleri olmadığından
genel bir Hakikat de yoktur.”
Modern
sosyolojinin Aydınlamacı iki kurucusu Emile Durkheim ve Max Weber’dir. Durkheim
ve Weber, Aydınlanma’nın mirasını sürdürürler. Aydınlanma düşüncesi bu
sosyologları izleyen Raymond Boudon’un eserlerine geçmiştir. Boudon özellikle
akla ve ilerlemeye inanır ve bunun yoğun ve inandırıcı kanıtlarını ortaya
koymaya çalışır. Göreceli düşünce, inanç ve hakikati ayrı şey sayar ve evrensel
hakikatin varlığını reddeder. Oysa Boudon şu postulata dayanır: İnançlar bile
rasyonel bir temele sahip olabilir. Rasyonaliteye ilişkin kognitivist bakış
açısı bu temeli gösterebilir. O, inançları kategorilere ayırır. Üç tür inanç
kabul eder. Birinci tür inançlar olgular tarafından doğrulanan ve tartışılmaz
inançlardır. İkinci grup inançlar, realiteyle karşılaştırıldıklarında yanlış
olabilen inançlardır. Üçüncü grup inançlar ise, normatif doğadaki inançlardır.
Bunlar ne yanlış ne de doğrudur. İkinci tür inançlara sosyal bilimlerde sık
rastlanır; bunlar yanılan süje teorisiyle açıklanır. Boudon bu teoriyi titiz
biçimde analiz eder. Boudon yanılan süje teorisi hakkında demektedir ki,
antropologlar büyü ritüellerine kendi dışarıdan baktılar ve bu ritüelleri tümüyle
irrasyonel diye nitelediler ya da XX. Yüzyılda yaşayana bazı bilim adamları
Newton’ın simyaya duyduğu ilgiyi eleştirdiler. Oysa çağdaş bilgiler ışığında
büyü ritüelleri ve simya realiteden çok uzak gibi görünse de, onların rasyonel
bir bileşeni vardır. Diğer deyişle büyü ritüellerini yapanlar ve Newton yanlış
ögelerden rasyonel davranışlar çıkarıyorlardı ve sonuç olarak bizimkine benzer
düşünce sistemlerine göre davranıyorlardı. Üçüncü tip inançlara gelince; onlar
irrasyonel gibi görülemezler. Onların kişiler tarafından kabul edilmesi,
onların paylaşılan özelliklerini ve toplum için anlamı üretebilme
kapasitelerini gösterir. Kuşkusuz bazı inançların irrasyonel bir bileşeni
vardır (…) Fakat sadece bu irrasyonel paranoyak inançlarda olduğu gibi,
patolojik özellikte inanç durumlarının dışında bir inancı açıklamak için tek
başına yeterli olduğu durumlar azdır. Bu sağlam temelden hareketle Boudon şu
kanıya ulaşır: Akıl yürütmelerin hakikatinde değil; fakat bu akıl yürütmeye
ulaşmak için uygun gibi görünen araçlara dayalı bir programı destekleme
kapasitesinde belli bir rasyonalitenin nitelediği bir insan doğası vardır.
Boudon bir insan doğası olduğunu savunurken gerekçesi de ilerlemenin
varlığıdır. Ona göre ilerleme çağlar boyunca akla en uygun fikirlerin
seçildiğini ileri süren Spencerci teorilerle açıklanamaz; fakat daha çok
Fransız sosyoloğun temel gibi gördüğü bir isteğe saygı, insanın kişiliğine
saygı göstermek için kullanılan araçların olgunlaşmasıyla açıklanır.
Kuşkusuz bazı
toplumlar diğerlerinden daha baskıcıdır ve bazı toplumlarda bireyler daha çok
saygı görür. Bazı toplumlarda ise birey, hakların bir değişkeni kavramına
sahiptir. Fakat bundan, bireysellik bilincinin ve bireyin saygınlığının ve
hayati çıkarlarının bilinmediği toplumların veya tarihsel dönemlerin var olduğu
sonucu çıkmaz. Dinî doktrinler Tanrı’nın var oluşu üzerindeki uzlaşmayla ve
bireysel özgürlük veya politik liberalizm güçleri paylaşmanın zorunluluğu olduğu
düşüncesiyle her zaman bu soruna cevap verirler. Dini ve kültürel gelenekler
gibi tarihsel durumlar da bazı cevapların diğerlerinden daha doğru olduğunu
söyler. Bireyin saygınlığı ve hayati
çıkarlarının korunması, anlayışların ve programları çeşitli olmasına yol açar.
Yine de, görecelilik teorilerinin iddia ettikleri değerleri ve normları
hiyerarşileştirme imkânsızdır onların istem ürünü oldukları söylenemez. Değerler
ve normlar belli bir rasyonaliteye belli bir seçim sürecine dayanır.
Görüldüğü gibi
görecelilik sorunu çok karmaşık bir konudur. Diyebiliriz ki, mümkün dünyanın
okuma ızgaralarının artık bulunmadığı ya da o zamana kadar var olan okuma
ızgaralarının değerlerini yitirdikleri ortaya çıkarsa diyebiliriz ki
görecelilik hızlı ve ani değişim durumlarında geri dönme eğilimindedir. Antik
Yunan da bu böyledir. Sofistler, bir
kriz döneminde önem kazandılar. Montaigne’de göreceliliğin çok karmaşık, ama
kesinlikle dogmatik bir türünü buluruz. Oysa Montaigne Avrupa’da din
savaşlarının toplumları kasıp kavurduğu bir dönemde; Protestanların ve
Katoliklerin arasındaki savaşların inanılan değerleri kaosa sürüklediğinde yazmıştı.
Montaigne’nin önemli septik mesajı işte bu büyük çalkantı dönemimin bir
ürünüdür.
Boudon
mantığın üçüncüyü dışta bırakma ilkesinin bu kötü kullanımını ve sonuçta her
şeyi ya A’dır ya da B’dir diye ikili kategoriye indirgemeyi diye eleştirir.
Boudon göreceli yaklaşımların bu teorik zayıflığından göreceliliğin her türünü düşünceden dışlamak gerektiği sonucunu
çıkarmaz. O özellikle başkasına saygıya izin verdiği ve toplum merkezciliğe
düşmeye engel olduğu ölçüde göreceliliğin yararlı olduğunu söyler. Fakat o, her
şeyin aynı düzeyde gören, yargıyı ve eleştirel düşünceyi dışlayan tutuma karşı
çıkar.
Boudon şu
önemli sorunun cevabını araştırır: Günümüzde göreceliliğin başarısının
sebepleri nelerdir? Ona göre birinci neden, Marks, Nietzsche ve Freud gibi
düşünürlerin insan davranışlarını irrasyonalist bir temele dayandırmalarıdır.
Örneğin Marks’ın “camera
obscura” metaforuna göre realite insan zihnindedir. Nietzsche inançlarımızın temelinde içgüdülerin olduğunu
söyler. Freud’a göre duyusallık dünya tasavvurlarını biçimlendirir. Mark,
Nietzsche ve Freud sonrasında yaşayan, karmaşık ve hayranlık uyandıran bütün
büyük düşünürler, Marksın, Nietzsche’nin ve Freud’un düşüncelerinin vülgarize
bir versiyonunu ortaya koydular ve hakikatin olmadığı düşüncesini daha yaygın
hale getirmeye çalıştılar.
Göreceliliğin
yaygınlaşmasının bir başka nedeni de 1945-1989 yılları arasındaki siyasal
konjonktürdü. 1989’dan sonra tarihsel değişiklikler insanları umutsuzluğa
düşürdü. Küreselleşmeden söz eden
ilişkilerin karmaşıklığından söz eder. Küreselleşmeyle birlikte evrensellik
düşüncesini savunmak zorlaşmıştır. Göreceliliğin yaygınlaşmasını kolaylaştıran
sebeplere sömürgeciliğin ortadan kalkmasının sonuçlarını ve XIX. yüzyıldaki,
“bazı kültürler diğerlerinden üstündür” şeklindeki tezlerin yanlışlığının
anlaşılmasını da eklemeliyiz.
Boudon
değerlerin ve inançların çeşitli olmalarına rağmen bunlar arasında bir seçim
yapılabileceğini düşünür. O demektedir ki, bir filozof ya da bir sosyolog
dünyanın realitesini açıklamalıdır. Normlardaki ve politikalardaki ilerlemeler
bilim ve bilgi alanındaki ilerlemelerden daha az değildir. Daha iyi bir
açıklama modeli ortaya çıktığında, bu yeni açıklama modeli kabul edilir.
Bilimsel açıklama süreçlerinde tersinmezlik egemen oldu. Aynen bunun gibi,
ahlak ve politik alanda da tersinmezlik geçerlidir. Monstequieu’de ortaya çıkan
güçlerin ayrılığı ilkesi böyledir. Başlangıçta güçlerin ayrılması sezgiye
karşıt bir düşünceydi. Bodin, Hobbes ve Beccaria politik bir gücün etkili
olması için paylaşılmaması gerektiğini ileri sürdüler. Yine de bu ilke aşağı
yukarı bilimsel düşüncenin tersinmezliği gibi, geri dönülemez bir tasavvur
olarak kabul edildi. Günümüzde güçlerin ayrımını derinleştirme çok güçlü bir
istek şekline dönüşmüştür. Artık en azından demokratik dünyada kimse bu ilkeden
geriye dönülmesini istememektedir. Kanıların çeşitliliği aralarından en
iyisinin seçilmesini dışlamaz. Bunu göz ardı edersek, bir tür nihilizme ve karamsarlığa
düşmemiz kaçınılmaz olur. Burada şöyle sormak uygundur: Bu farklı fikirler
nasıl düzenlenebilir?
Boudon’a göre
bu konuda aklın yavaş bir evrimine ihtiyaç vardır. Kanıları dönüştürmek için
önce zamana ihtiyaç vardır. İnsanın rasyonelliğine inanmak gerekir. “Einstein
demektedir ki, “bilim sadece sağduyunun ilerlemesidir.” Sağduyu, insan
varlığının temel bir boyutudur. Bu, belirsiz bir kavram değildir. Sağduyu, şu
anlama gelir: Bir sebepler sisteminin, önceki inandığımızdan daha iyi olduğu
anlaşılırsa, bu yeni sistemi kabul etmelidir. Bu, herkesin her konuda hakikati
hemen kabul edeceği anlamına gelmez.
Tersine sağduyu şunu varsayar: Bir kanıtlamalar sistemi, ancak diyalogla
anlaşılır ve gelişir. Fikirlerin seçilmesi, ancak zamanla, az veya çok uygun bağlamlarda;
aklın çıkarların etkisine girmesinden kaynaklanan çatışmalardan sonra
yapılabilir.
Boudon’a göre bugün göreceliliğin gelinen, son ve kesin bir aşama olduğunu
düşünmek doğru değildir. Modernitede göreceliliği aşmak için imkânlar vardır.
Yalnız bu imkânlar hemen görülemez, çünkü bu imkânı görmek insanları şoke eder.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder