13 Haziran 2016 Pazartesi

Orta Çağ'da Birey adlı makalemden


ORTAÇAĞ’DA


BİREY VE


BİREYLEŞME


                                      

 


 

 

XX. yüzyılda insan, uzun denebilecek bir dönem, Marksizm’in ve Yapısalcılığın etkisiyle açıklandı. Onun, ancak sosyal ve yapısal sistemlerin bütününe göre anlaşılabileceği ileri sürüldü. Yapısalcılık 1960’lı, Marksizm ise 1990’lı yıllarda gözden düştü; post-modernizm denen bireyselci, yeni bir yaklaşım popüler oldu. Bu yeni yaklaşım, insanı açıklamak için teorik çerçeve yapıldı. Post-modern döneme “birey çağı” demek pek de yanlış sayılmaz. “Birey çağı”nı başlatan, birbirine bağlı önemli iki olgu vardır: Bunlar, Berlin Duvarı yıkılınca kimliklerin yeniden oluşması ile “reel sosyalist” ülkeler bloğunun dağılmasıdır.

Bilindiği gibi Freud’dan beri, psikanalistler, “ben”e, “üst ben”e ilişkin teoriler ortaya koydular; “kendini açma”yı ortak duyunun merkezi yaptılar. Bugün bireyin önemli bir sorun olmasında, psikanalistler etkili oldu.[1] Sonuç olarak, gündelik dilde hemen hemen eş anlamlı olan “kendi”, “süje”, “birey”, “kimlik”, “kendini araştırma”, “kimlik araştırması” gibi kavramlar, sürekli gündemde kaldı. İnsanın sosyal yönüyle ilgili araştırmalar, eskiden olduğu gibi sürdürüldü. Ancak bu araştırmaların sonuçları, bireyciliğe dayalı çalışmalar karşısında pek de etkili olamadı.

XXI. yüzyılın başında insan ve toplum bilimleri, insanı farklı yönleriyle sorguladı. Örneğin felsefe, modernitenin temeli olan süjeye değişik açılardan yaklaştı. Sosyologlar, Max Weber için çok önemli olan yöntemsel bireyselcilik kavramını yeniden ele aldılar ve bu kavramın, herkes için “kendinin özelliği” olup olamayacağını araştırdılar. Tarihçilere gelince; onlar da eskiden Annales’e terk edilen biyografiye geri döndüler; özel hayata daha çok ilgi gösterdiler.

İnsan ve toplum bilimcileri, bu bağlamda Ortaçağ’ı belki bir referans noktası gibi görmediler. Ancak onlar, bireyi ya da özel hayatı anlamak için, bu dönemi bir karşılaştırma konusu yaptılar; araştırmaları sırasında Ortaçağ toplumlarını ve onlarda geçerli sistemleri de dikkate aldılar.

Onlar pek de haksız değillerdir. Çünkü Ortaçağ tarihiyle ilgili araştırmalardan elde ettiğimiz bilgilerle şimdiki bireyi göreceli kılabiliriz. Yine bu tarihsel bilgiler sayesinde, isteğimize göre yönlendiremediğimiz ve etkilerinde kaldığımız sosyal değişiklikleri daha iyi anlarız.[2] Ortaçağ bireyini araştırarak, bireyle ilgili değişmeze dair bilinç kazanırız ve bu değişmeze yabancılaşmaktan kurtuluruz. İçinde yaşadığımız ortamdaki bazı şartlar, bireyi anlamak için baskın faktörler gibi gelebilir. Fakat yine de, geleceği bu şartlardan hareketle kestiremeyiz. Tarihsel bakış bize gerçekte gösterir ki, toplumların kişiye bakışı birtakım ögeler sayesinde evrimleşir. Bu evrimi biçimlendiren ögelerin göreceli önemi vardır. Söz konusu önemi anlayabilmemiz için, bizi etkileyen ve yönlendiren faktörleri geriye gidimli tarzda ele almalıyız.

Şunu unutmayalım ki, Ortaçağ toplumlarındaki aktif güçler, çağdaş toplumların güçlerine benzemez. Ortaçağ bireyini aydınlatmak, bu aktif güçleri ortaya çıkarmakla mümkündür. Eğer amacımız bireyi daha iyi anlamak ise, Ortaçağ’ı geçmiş olarak açıklamalıyız, yani onun aktif güçlerini belirlemeliyiz; bizimle bazı ortak noktalarını göstermeliyiz. Sonuç olarak, bireyi anlamak açısından Ortaçağ bağlamında önemli olanı tespit etmeliyiz; bugünkü bireyi önceden görmeye izin vermeyen şeyi göstermeliyiz. Bu açıdan Ortaçağ’ı, her tarihsel dönem gibi, şimdinin imgesinde sorgulamalıyız.

Ortaçağ, geçmişin son derece tartışmalı bir dönemidir. Biz yazımızda, Ortaçağ’ı birey açısından sorgulayacağız. Bu çağda birey kavramını, sınırlarını; günümüzün bireyi ile ortak ve farklı yönlerini ele alacağız. Bu amaçla Ortaçağ’da bireyin, biz sayesinde ben olduğunu vurgulayacağız. Birey kavramına dair birtakım tarihsel tespitler yapmaya gayret edeceğiz. Bu tespitlerimizle, insan ve toplum arasındaki ilişkinin tarihsel bir dönemindeki görünüşünü aydınlatmaya çalışacağız.

Kuşkusuz birey, bireyleşmenin sonucudur. O nedenle bu makalemizde, bireyin ortaya çıkış süreci olan bireyleşmeyi de inceleyeceğiz. Bunun için önce, Ortaçağ’daki bazı tarihsel büyük değişimlerin sonuçlarını, bu dönemde yaşayan insanın hayat ya da jenerasyon ufkunda yorumlayacağız; böylece, gerçekten artsüremli bir eksenin, gerçekten eşsüremli bir eksenle nasıl birleştiğini göstereceğiz. Ardından iki eksen arasında kurulan bağlantının, Ortaçağ insanının bireyleşme sürecinde oynadığı özgün rolü açıklayacağız. Artsüremli ve eşsüremli eksenler, Ortaçağ toplumunun yapısal olarak meydana getirdiği birey tipini anlamaya izin verirler mi yoksa vermezler mi? Bu sorunun cevabını da araştıracağız.

Ortaçağ’daki ekonomik, kültürel veya politik değişmeler sonucunda farklı süreçler ortaya çıkmıştır. Bu sosyal süreçler, bir “dekor”a benzemezler; sadece arka plânda kalmazlar. Fakat onlar tersine, yaşayan ve açıkça etkin somut biçimlerdir. Bu biçimler, özgün entelektüel gereçler sayesinde, bireysel varoluşlarda görünürler.[3] Bireyleşme açıkça gösterir ki, birey, bazı büyük tarihsel değişikliklere bağlı olarak hem toplumla bütünleşir, hem de buna rağmen özgürdür.[4] Biz yazımızda, bu bütünleşmenin ve özgürlüğün Ortaçağ’daki yansımalarını da betimleyeceğiz.

Bireyi ve bireyleşmeyi incelerken iki temel tutum belirleyeceğiz: Birinci olarak, Ortaçağ’da bireyin durumunu, yazının izin verdiği ölçüde derinleştireceğiz. İkinci olarak da, bireyin tekil bir özne olduğunu; üretici bir etkinlikte bulunduğunu; bağımsızlığının sınırlarını korumak için sürekli çaba harcadığını göz önünde bulunduracağız.

Birey kavramını analiz ederken, ne sadece evrimci tarihselcilikle, ne de yalnız kültüralizmle yetineceğiz. Evrimci tarihselciliğe göre bireyselcilik, kısa veya uzun vadede gerçekleşen bir evrimin sonucudur; tarihçi, bu evrim sürecini açıklamak zorundadır. Kültüralist ise, şunu söyler: Tarihteki çeşitli kültürler ve değerler sistemleri asla karşılaştırılamaz; bunlar sonsuz bir dünya oluştururlar.[5] Bazı Antikite ve Ortaçağ tarihçilerine göre kültüralizm, haklı ve doğru bir tutumdur; yabancı bir kültürü araştıran kişi, araştırmalarını sürdürürken, kendi kültürüyle bir paralellik kurmamalıdır; birey, süje, kimlik gibi çağdaş kavramların Ortaçağ’da eşdeğerleri yoktur; bu kavramların bulgusal bir anakronizm adına kullanılması sadece yanlış ve aldatıcı değildir; ayrıca meslekî bir hatadır.

Oysa ne evrimcilik ne de kültüralizm bize şu temel sorunun açıklamasını yapabilmektedir: Birey niçin tarihin belli bir anında bir hipostaz olarak ortaya çıkmıştır? Ortaçağ’ın insana bakışını dikkate almaksızın bu soruyu cevaplamak zordur. Bu durumda anlaşılacaktır ki, Hıristiyan personalizmi ve Ortaçağ, bireyselcilik sorununun ele alınmasında önemli bir kavşaktır. Çağdaş insan ve toplum bilimlerinin ortaya çıkışlarını anlayabilmek için, söz konusu kavşağın tam anlamıyla bilinmesi gerekir. Bu konuda mediyevistik (Ortaçağ Bilim) denen disiplinin büyük yardımı olacaktır.

Çünkü mediyevistik, bireyin doğuşu sorununa organik olarak bağlı bir disiplindir. Mediyevistik XX. yüzyılın ilk yarısında sadece sosyal psikolojiye eğilimli meslekten tarihçiler tarafından yapıldı. İnsan ve toplumbilimcileri, özellikle sosyologlar bu disiplinle ilgilenmediler. Onların bu ilgisizliklerinin gerekçesini Lucien Lefebvre’in şu sözünde açıkça görebiliriz: “İnsan yoktur, asla insan yoktur; çünkü onu grup yönetir.” İnsan ve toplum bilimcilerinin mediyevistiğe ilgi duymaları 1950’lerden sonra, özellikle Jacques Lacan’ın etkisiyle olmuştur. Lacan, Kilise ve Krallık gibi Ortaçağ kurumlarına bakışımızı köklü biçimde değiştirmiştir. Samimiyeti bakımından dikkate alınan süje diye anlaşıldığında, bireyin hukuksal statüsü ne olmalıdır?  Bu sorunun cevaplanmasında yine Lacan’ın etkisi vardır.

Birey kavramını analiz ederken unutmamak gerekir ki, Ortaçağ toplumlarıyla günümüz toplumları arasında şu temel fark vardır: Günümüz toplumlarında bir tarafta empirik eyleyen; diğer tarafta akıllı varlık, kurumların normatif süjesi, bağımsız, otonom ve ahlâkî varlık bulunur. Oysa Ortaçağ bunlardan sadece birincisini (eyleyen kişi) bilir. Çünkü ikincisi (otonom birey) modern ve ütopik bir idealin ürünüdür; ancak bireyselcilik öyle bir toplum anlayışına sahiptir ki, bu toplumu hiçbir yerde bulamayız.[6]

Konumuzu incelemeye girişirken, önce Ortaçağ’da bireyin olamayacağına ilişkin görüşlerin bir eleştirisini yapmak istiyoruz. Eleştireceğimiz düşünceleri ileri sürenler, şu iki kişiden, Jacob Burckhardt’tan ve Otto von Gierke’ten birine ya da her ikisine dayanırlar. Birey kavramını borçlu olduğumuz Jacob Burckhardt, 1860’ta yayımlanan La Civilisation de la Renaissance en Italie (İtalya’da Rönesans Uygarlığı) adlı kitabında şöyle demektedir: “Ortaçağ, insanı, sadece ırk, halk, parti, işbirliği, aile ya da başka genel ve kolektif biçim altında tanıyordu.”[7] Otto von Gierke’ye göre Ortaçağ insanının gerçeği, birey değil; gruptur.

Bu iddiaların etkisiyle, Ortaçağ’da bireyin varlığına yöneltilen eleştirileri görelim ve bu itirazların niçin haklı olmadıklarını belirtelim.

Bu çağda bireyin olmadığını söyleyenleri iki grupta ele alabiliriz:

a) Ortaçağ realitesinin zorunlu olarak bireyi içermeyeceğini düşünenler;

b) Ortaçağ’da bireyden söz etmenin bir anakronizm olduğunu savunanlar.

Bir parantez cümlesi olarak söyleyelim ki, bu görüşleri politik ve ideolojik açıklamalar gibi görmek belki mümkün değildir. Ancak, onların Rönesans hümanizmasından beri sürüp gelen önyargılardan pek de farkları yoktur. Şimdi bunları kısaca açıklamaya çalışalım.

Birinci gruptakilerin iddiaları şunlardan ibarettir: Ortaçağ, dinsel kuralların ve kurumların insanî olan her şeyi derinden etkilediği, sıkı sıkıya belirlediği bir dönemdir. Bu dönemde insanlar, kamu tarafından belirlenen modele göre davranırlar; her tür otoriteye kayıtsız şartsız itaat ederler. Onların özgür iradeleri yoktur. Özel hayat ise bir epifenomendir. O nedenle, Ortaçağ’da bireyden söz edilemez.

Bize göre bu itirazlarda bir haklılık payı olamaz. Çünkü söz konusu itirazlar, hem bir narsisizmin, hem de bir naifliğin ürünüdür. Söz konusu narsisizm, günümüz insanın, kendi çağını insanî değerler bakımından en mükemmel dönem kabul etmesidir. Oysa “mükemmellik”, subjektif bir nitelemedir; gerçeklikten çok, yargı sahibinin zihin hâlini yansıtır. Onun, üzerinde uzlaşılan objektif bir ölçütü yoktur. Bundan dolayı da “mükemmel” nitelemesi olgusal ve bilimsel değildir. Naifliğe gelince; o, şu inanca dayanır: “Hümanite en yetkin biçimde, sadece değişim yönetimine indirgenen bir demokraside var olabilir”. Bize göre hümanite ile demokrasi arasında kurulan ilişki, bir zorunluluğu değil; sadece olumsallığı belirtir. Diğer deyişle demokrasi, hümanitenin olmazsa olmaz şartı değildir. Öte yandan bir hümaniteyi diğerleriyle karşılaştırmak, hümaniteler arasında derece farkı aramak yanlıştır. Çünkü her hümanite kendini ortaya çıkaran şartların bir ürünüdür. Bu nedenle, diğerlerinden ne daha iyi ne da daha kötüdür.

Narsistler ve naifler açıkça unutmaktadırlar ki, bireyin temeli içselliktir; sosyal çerçevesi kolektif hayat tarafından çizilse de, her zaman insana özgü bir içsellik vardır. Bu içsellik, gizli bir yere benzemez. İnsan, kaderinden kopamasa bile, sürekli kendisiyle ilişkidedir; bilinç özgürlüğü, hayatını seçme özgürlüğünün kaynağıdır. İçsellik konusunu aşağıdaki satırlarda ele alacağımız için burada ayrıntıya girmiyoruz.[8] Kısaca diyebiliriz ki, bizimkinden farklı olmakla birlikte, Ortaçağ’da da içsellik ve özgürlük vardır. Ayrıca bu dönemin insanı da, tıpkı günümüz insanı gibi, “kendi olma”ya çalışmıştır. O, söz konusu amacını gerçekleştirirken zaman zaman yorulmuş, hattâ düş kırıklığına uğramıştır.

Bireysellik, kimilerine göre bir otoriteden kurtulmadır; kimileri açısından, bunaltıcı bir yalnızlıktır. Bazıları bireyselliği, tarihsel ve ideolojik; ama önemli hikâyelerin etkisiz hâle getirilmesi diye anlar. Bütün bu anlayışlar ve düşünceler, bireyselliğin başlangıç yerini, zamanını, evrimleşmesini ve ona bakışımızı belirler. Bireyin ne zaman ortaya çıktığı konusunda kesin bir karar vermek oldukça zordur. Çünkü bu sorunda olgular ve değerler ayrılmaz biçimde iç içe geçmiştir.

O yüzden birey hakkında objektif yargılara varmak istersek, geçmiş ya da şimdiki toplumlar hakkında bir değer yargısı ortaya koymaktan kaçınmalıyız. Örneğin bazıları endüstrileşmiş toplumları şöyle nitelemektedirler: “Bu toplumlar müşteri ve dayanışma toplumundan çok, izole veya özgür insanların toplumlarıdır”. Ancak bu tür sözler, olgusal açıklamalar değildir; ideolojik söylemdir. Bu konuda sadece sosyolojik bir açıklama yapmakla yetinmeliyiz.[9] Bireye bu ideolojik yaklaşımın en açık örneğini, önemli ölçüde Hegelcilikten esinlenen Marksizm’deki yabancılaşma kavramında görüyoruz. Yabancılaşma, 1950’li yıllarda ve özellikle toplum felsefesinde terk edilmeden önce, değer verilen bir kavramdı. Oysa bugün anlaşılmıştır ki, “yabancılaşma” kavramı çözdüğünden daha çok sorun ortaya çıkarmaktadır; açıklanması gereken olguların, içerdiğinden daha çoğunu dışta bırakmaktadır.

Ortaçağ’da bireyden söz etmenin bir anakronizm olduğu iddiasına gelince; bu iddia sahipleri demektedirler ki, birey kavramı tıpkı bağımsız süje kavramı gibi, modernitenin ürünüdür. O nedenle birey kavramının tarihsel temellerini ortaya çıkarmaya çalışmak yanlıştır. Ancak biz bu görüşe katılmayı doğru bulmuyoruz. Çünkü bilimsel hayatta olduğu gibi, sosyal hayatta da ex nihilo nihil’dir. Kavramlar henüz ortaya çıkmadan, onları esinleyen öncel düşünceler her zaman olmuştur. Kültürel plânda, bir anda gerçekleşen sıçramalar yoktur. Her gelişme özel deneyimlerin sonucudur. Bu, birey kavramı için de geçerlidir.

Bize göre birey aslında bir kavram olmaktan da öte, bir kategoridir. Onun aktüelleşmesi, sosyalle olan ilişkisi, kültürlere ve tarihsel dönemlere göre çok farklı biçimlerde gerçekleşmiştir; fakat o, bir kategori olarak her zaman var olmuştur. Bazılarının iddia ettikleri gibi, bireyin bir an için kategori değil; tersine bir değer olduğunu düşünelim. Bu düşünce de, onun çağdaş bir kazanım olduğu anlamına gelmez. Çünkü değerlerin hiyerarşik yapıları, etkinlikleri ve aktüelleşme yolları ne kadar farklı olursa olsun, onlar her zaman var olmuştur. O yüzden, Ortaçağ bireyi anakronik bir kavram değildir. Hattâ Denbok, Ortaçağ’da bireyin bulunduğu konusunda ısrarlıdır. O, şöyle demektedir: “Çağdaş insan, özsel biçimde birey olarak kabul edildiği hâliyle, Ortaçağ’da doğmuştur.”[10]

Sonuç olarak, Ortaçağ’da bireyden söz etmek ne çelişkilidir, ne de yanlıştır. Ancak Ortaçağ bireyinden söz ederken, bu kavramı özelleştirmek ve genel bir açıklamadan vazgeçmek gerekir. Ortaçağ bireyi, çağdaş sosyologların terminolojisiyle konuşacak olursak, tıpkı XIX. yüzyıldan önceki diğer bireyler gibi, “dışlanan birey, “toplum dışı birey” değildir; “toplum içi birey”dir.[11]

 Bütün Ortaçağ uzmanları şu konuda görüş birliği içindedir: Ortaçağ, birey kavramının ortaya çıkışında özel bir andır. Çünkü birey, sosyal aktördür; bağımsız, otonom ve ahlâkî varlıktır. O, içebakış insanı olan şairlerin “ben”i şeklinde görünür.

 

Eğer Batı modernitesinin gözlükleriyle bakmazsak, Ortaçağ bireyini daha iyi anlayabiliriz. Bugün birey kavramının kaynağı ve tanımıyla ilgili tartışmalar yapmak yerine, Ortaçağ’da birey tasavvurunu mümkün kılan şartları ele almalıyız.[12]

 

Şimdi Ortaçağ’da bireyin ne olduğunu görelim. Bunun için önce, bireyle ilgili birtakım kavramsal açıklamalar yapalım.

Genel anlamıyla birey, bölünemeyen varlığa denir. Onun, hem varoluşunu hem de şu veya bu türe ait olmasını belirleyen özellikleri veya organları vardır. Eğer bireyi bölersek, bunların en az birini yok ederiz ve bireyin mahiyetini değiştiririz. Birey, bir popülasyonun üyeleri arasında gerçekleşen karşılıklı etkileşimlerin nedenidir. Bireyler, bir eko-sistemde bitkilerdir veya hayvanlardır; trafikte taşıtlardır; bir kalabalıkta kişilerdir ve bir animasyonda ya da oyunda aktörlerdir. Bireyler, karşılıklı etkileşimin gerçekleştiği bir çevrede ya da çerçevede etkindirler. Onlar, davranışlarıyla ya da karakteristik parametreleriyle kendilerini ifade ederler. Her bireyin ayırt edici özellikleri, sürekli biçimde kavranabilir. Her birey belirli bir geometrik düzene yerleştirilmiştir.

Latince’de birey (individuus) başlangıçta, bölünmeyen şeyin niteliği demekti; sonradan evrende bölünmeyen şeyden söz etmek için uydurulan bir isim oldu, yani atom anlamında kullanıldı. Hıristiyanlık ise bu kavrama, Tanrı’nın yarattığı bir birlik olarak insan anlamı verdi; ayrıca onu, bir ve bölünmez Üçlü (teslis) diye anladı.

İnsan ve toplum bilimleri açısından birey kavramı karmaşıktır. Robert’e göre birey, biyolojik ve psikolojik iki ögeden oluşan birliktir, bütün diğer insanlardan farklı tekil varlıktır.[13] Lalande ise şöyle demektedir: Sosyologlar açısından birey, toplumları oluşturan birliktir.[14] Bu tanımların her ikisi de açıklıktan yoksundur. Birinci tanım, uzun tarihsel bir sürece dayanarak yapılmıştır. Söz konusu süreç, Antikite’ye kadar gider; Ortaçağ ilâhiyatçıları tarafından devam ettirilmiştir; Reform’da ve Rönesans’ta tamamlanmıştır. İkinci tanım ise indirgemecidir; bireyi, içinde yer aldığı bütünle ilişkisine göre tanımlamaktadır. Oysa bireyin toplumsal açıdan ne anlam ifade ettiğini söylemek, onun özsel niteliğini belirtmek değildir.

Ancak bizim bu yazımızda söz konusu edeceğimiz Ortaçağ bireyi, özel hayatı üzerine kıvrılan kişi değildir; normatif bir bağımsızlığa sahip olduğunu düşünen insandır. Söz konusu dönemde birbirinden bağımsız bireylerin, sonuçta pek çok özel yaşantının varlığından kuşku duyulamaz. Ancak yaşantıları toplumsal hayatın narsist bir katmanı gibi düşünmemelidir; bir epifenomen diye anlamamalıdır. Ortaçağ’da özel yaşantıların sınırları, doğrusu kamu hayatı tarafından çizilir. Ancak yine de özel yaşantılar vardır; söz konusu yaşantılar, sadece insanların bir buyruğa itaat ettikleri yer değildir; ayrıca görüşme, uzlaşma ve iletişimde bulunma alanıdır. Birey, sosyal farklılaşmaya sıkı sıkıya bağlı olmasına rağmen, onu sadece bu boyutuyla ele alamayız. Batı’da bireyin tarihi, gerçekte diğer önemli faktörler serisine bağlıdır.

Birey kavramı kuşkusuz süje ve kişi kavramlarıyla ilintilidir. Bu nedenle bireyin bunlarla ilişkisini kısaca görelim. Önce kişi kavramını ele alalım. Kişi, fizyolojik, sosyolojik ve tarihsel bir oluşumdur. Mauss, kişi kavramıyla ilgili denemesinde şöyle der: “Hıristiyanlar kişiyi dinî bir güce sahip olduktan sonra metafizik bir entite yaptılar. Bizim kişi kavramımız temelde Hıristiyanlıktan esinlenmiştir. Kişi kavramının “ben kategorisi”ne dönüşebilmesi için yüz elli yıl geçmesi gerekmiştir. Kişi, Âdem’den beri ruhumuza kazınmış bir fikir değildir. O, günümüzde yavaş yavaş gelişen, aydınlanan, özelleşen ve kendinin bilgisiyle, psikolojik bilinçle özdeşleşen bir kavramdır.[15]

“İnsan zihnindeki kategoriler”in sosyal bir tarihi vardır ve kişi kavramının özgün içeriğini ancak bu sosyal tarih sayesinde kavrayabiliriz. Antropolojik açıdan kişi, sosyal ve kurumsal statüye ya da figüre sahip insandır. Bu statü ve figür ise, klanda ya da kabilede kazanılır. Roma Dünyası gibi, hukukun son derece gelişmiş ve etkin olduğu topluluklarda kişinin, hukuksal statüsü vardır. Örneğin Roma hukukunda servus non habet personam ilkesi bunu ifade eder.[16] Tümüyle sosyal karakterde böyle bir kavram, her psikolojik ya da subjektif içeriği büyük ölçüde dışlar. Kişi bilinçli ya da bilinçsiz olabilir; ancak bunlardan hangisi söz konusu olursa olsun; kişi, kendi durumunu algılayan süjenin karşıtıdır.[17] Kişi konusunda Ortaçağ boyunca daha çok Boethius’un yaptığı tanım egemendir. Bu tanım ise şöyledir: Persona proprie dicitur naturae rationalis individua substantia (Kişi, bireysel varlığı olan ve düşünen tözdür).[18]

O zaman olgu, şu şekilde formüle edilebilir: Birey, bir süjeden ve bir kişiden oluşan bir bütündür, yani birey herhangi bir durum değildir; fakat birey=süje/kişi şeklinde sembolize edebileceğimiz bir hâldir. Bireyi anlatmak için çeşitli kategorilerden yararlanabiliriz. Ancak bu kategorilerden hiçbiri, tek başına bireyi temsil edemez; sadece bireyin farklı konfigürasyonlarını betimler; değişik eklemlenmelerine işaret eder. Bu açıdan bireyselleşme biçimi, “birey”in ya da “öznellik”in doğuşu değildir; fakat süje ve kişi arasında Batılı söylemin oluşturulmasıdır. Bu oluşturmada süje, kişiye üstünlük sağlar ve onun temeli olur. Ama süjenin üstünlük kurduğu sıradaki temel değeri ise bireydir; daha doğrusu liberal-demokratik Batı geleneğinin bireyidir. Batı geleneği, süjelerin evrensel değerini, kişilerin hukuksal ve siyasal eşitliğinin garantisi gibi görmektedir.[19]

ORTAÇAĞ’DA BİREYİN DÜNYASI

Ortaçağ bireyini iyi anlayabilmemiz için bu dönemin karakteristik özelliklerini belirtmemiz gerekir. Öncelikle şunu söyleyelim ki, Ortaçağ insanı, terimin resimdeki ve mimarideki anlamıyla “çerçevelenmiş” bir hayat sürüyordu. Onun sınırlarını, ailevî, ülkesel, politik, meslekî, dinî, kültürel vs. çerçeveler çiziyordu. Böylece o, karmaşık ilişkiler ağında ömrünü geçiriyordu. Bu ilişkiler ağı, onun hayatını, sosyal davranışlarını, mental tutumlarını ve referanslarını her zaman düzenliyordu. Her şeye rağmen böyle bir kolektivist ve çelişkili ortam, bu insanlara “ulusal bir bilinç”i otomatik olarak kazandıramadı.[20]

Ortaçağ bireyi, Baudelaire’in dediği gibi, “semboller ormanı”nda yaşar. Chenu’ye göre ise sembolizm, mistik deneyimle aynı tözdendir.[21] Gerçekte şair için olduğu gibi, mistik için de özsel olan, görülmez. Ortaçağ açısından sembol, basit edebî bir yöntemden, bir üslup güzelleştirmeden ya da güzel oynanmış psikolojik bir oyundan başka bir şey değildir.[22] Bu açıdan Ortaçağ sembolü, Augustinus’un sembolünden ayrıdır. Çünkü Augustinus’a göre sembol, ne bir edebî yöntem, ne bir üslup, ne de psikolojik bir oyundur. Gerçekte sembol, hakikatin ifade edilme biçimidir; daha doğrusu deşifre edildiği takdirde, hakikate götüren bir araçtır. Hakikate ne açık ve seçik kavramları, ne de yalın fikirleri düzenleyerek ulaşabiliriz. Onu sembol sayesinde buluruz. Semboller, nesnelerde ve olaylarda hakikati görülebilir hâle getirirler ve misterli biçimde belirtirler.

Kuşkusuz Ortaçağ insanının dünyası, Augustinus’un evrenidir. Augustinus’un evreni ise, bir göstergeler sistemidir; bir anlamlar binasıdır. Bu nedenle pek çok konuda olduğu gibi, Ortaçağ’daki sembollerin ifade edilmesinde, onun belirleyici rolü vardır. Augustinus’un bu konudaki etkisi, göstergeler teorisi yoluyla olmuştur. Göstergelerin her biri semboller biçiminde somutlaşır. Göstergeler, duyulur içinde şuraya buraya yayılmıştır; tabiata, kozmosa ve tarihe dağıtılmıştır.

Augustinus, gösterge teorisini De doctrina christiana’nın (Hristiyan Doktrini) II. Kitabında ortaya koyar. Bu teori, Stoacı felsefeden esinlenmiştir. Augustinus’a göre, “Bir gösterge, deneysel anlamdan daha fazlasına sahiptir ve kendisinden başka herhangi bir şeyi düşünmeye izin verir.”[23]

Bireyin dünyası, Augustinus’un söylemiyle signa’dan (göstergeler, semboller) ve res’ten (nesneler) oluşur. Hakikî realite olan res, hep gizlidir; insan sadece göstergeleri bilir.[24] Temel Kitap’ta, yani Kutsal Kitap’ta çeşitli semboller vardır.

Augustinus’la ilgili bu zorunlu açıklamalardan sonra semboller konusuna geri dönebiliriz. Ortaçağ bireyi, sürekli deşifre eden kişidir. Bu durum bireyi, semboliğin bilgisine sahip bilginlere bağımlı kılar. Sembolik, her şeyden önce mimarlık sanatında bulunur. Bu sanat, Kilise’nin sembolüdür. Sembolik politikada da önemlidir. Örneğin, kralları kutsarken yapılan sembolik törenlerin politikada belli bir ağırlığı vardır. Bu törenlerde bayraklar, armalar ve amblemler gibi sembolik nesneler bulunur. Sembolik ayrıca, Ortaçağ bireyinin hayatındaki edebiyatta da vardır. Semboller sadece nesnelerden ibaret değildir; ayrıca sayılar da semboldür. XIII. yüzyıla kadar sembol sayılar, bireyin hayatında çok önemli bir yer tutmuşlardır. Örneğin üç sayısı Teslis’in; dört, İncillerin sembolüdür; yedi, dindeki yedilerin (Tanrı’nın yedi bağışının, yedi sakrementin, yedi büyük günahın) sembolüdür. On, Tanrı’ının Musa’ya verdiği on buyruğun, on iki havarilerin sayısının ve yıldaki ayların sembolüdür. Apokalips (Apocalypse=kıyamet), sembolik sayıların bir evrenidir. Bu sayılar evreninde Millenium da vardır. Millenium, Deccal korkusunun egemen olduğu dönemdir; bu dönemin ardından yeryüzünde barış ve adaletin uzun yıllar egemen olacağına inanılır.

Toplumda yeni ortaya çıkan ihtiyaçlar (tüccarın, senyörün, devletin defter tutma zorunluluğu), matematiğin toplumda yayılmasına yol açtı. Hesaplamalarda tam sayılar çokça kullanılmaya başlandı. Bu durum, sayıların insanlar üzerindeki büyüsel etkisini azalttı. Ortaçağ’ın sonlarına doğru pek çok kişi matematiğe büyük ilgi duydu; aritmetiği büyük tutkuyla çeşitli alanlara uyguladı. Hattâ aritmetik çılgınlık, din alanına da sıçradı. Kutsal Kitap’ta âyinlerin sayılarının, yüzlerce mi, binlerce mi, yoksa on binlerce mi olduğu araştırıldı. Aritmetik Luther’i öfkelendirecek şekilde endüljansta da kullanıldı; ölen insanların “arınma yeri”nde ne kadar kalacakları hesaplanmaya çalışıldı; böylece tarihçilerin, “öte-dünyanın hesap defterini tutma” dedikleri şey ortaya çıktı.[25]

Ortaçağ’da bireyin dünyasını oluşturan semboller sadece bunlarla sınırlı değildi. İmgeler ve renkler de semboller yapıldı. İmgeler Ortaçağ insanının duyguları ve zihni üzerinde etkileyici bir güce sahipti. Kilise, bireyi bilgilendirmek ve biçimlendirmek için, imgeyi bilinçli biçimde kullanıyordu. Resim, heykel gibi imgesel objelerin eğitsel ve ideolojik fonksiyonu, uzun zaman estetik değerlerinin önüne geçti. Ortaçağ Fransızca’sında heykeltıraş, imgeleyen kişi anlamına geliyordu. Anlamlarını ortaya çıkarmak için biçimleri deforme eden sembolik bir sistem, XIII. yüzyıla kadar egemen oldu. Bu yüzyılda ise yeni bir sembolik sistem ortaya çıktı. Yeni sistem, tabiatın taklidine ve perspektifin kullanılmasına dayanıyordu. Bu, “realizm” dediğimiz sistemdi.

Ortaçağ’da insan, hem fiziksel anlamda görür; hem de metafizik anlamda vizyon sahibidir. O, dünyayı ve toplumu renklerle görür ve düşünür. Renkler semboliktirler ve değerlerin değişen bir sistemini oluştururlar. İmparatorluğun rengi kırmızıdır. Kırmızının üstünlüğü zamanla kayboldu; onun yerine Meryem’in ve Fransa krallarının rengi olan mavi ön plâna çıktı. Beyaz/siyah sistem ideolojiktir. Ortaçağ insanı yeşil karşısında tedbirli davranır; çünkü bu renk, kandırıcı ve tehlikeli gençlik imgesidir. Sarışınlar ve sarı yüzeyler kötüdür. Zira, sarı aldatıcı bir renktir. Özellikle çizgili ve alacalı bulacalı şeyler ahlâkî tehlike taşırlar.[26]

Vizyona ve sembolik düşünceye sahip Ortaçağ insanı, farklılaşmamış bir dünyada yaşıyordu. Onun dünyasında, görülebilir ile görülemez, tabiat-üstü ile tabiat sürekli birbirine karışıyordu. Ortaçağ insanı büyük düş gören kişiydi. Fakat Hıristiyanlık insanın düş görme aktivitesini denetliyordu. Antikite’de yaşayan Greko-Latin insanı, düşlerini sürekli yorumluyordu. Bu konuda pek çok uzman vardı. Düş yorumcuları, bilginlerden olduğu gibi, halktan da oluyordu. IV. yüzyıldan itibaren Kilise, eskiden yapılan “gerçek” ve “sahte” düş ayrımını yeni bir teoriyle karmakarışık hâle getirdi. Kilise’nin teorisine göre düşlerin üç kaynağı vardır: İyi düşlerin kaynağı Tanrı’dır; kuşkulu düşler ise, insan bedeninin ürünüdür. Günaha sokan düşlere gelince; bunları şeytan gördürür. Hıristiyanlık, insanın bu düşü reddetmesini, onun anlamını araştırmamasını, böylece günahtan uzak durmasını ister. Düş görmede birtakım ayrıcalıklı kişiler vardır. Bunlar krallar, şefler, keşişlerdir. Bu ayrıcalıklı kişiler, Tanrı’nın mesajlarını ya da ya da şeytanî etkilere karşı koyma yollarını düşlerden öğrenirler.

Toplumsal ve teolojik semboller dünyasında yaşayan Ortaçağ bireyi, acaba kendini ne olarak görüyordu? Daha doğrusu kendi realitesinin farkında mıydı? Krala olduğu kadar dilenciye, keşişe olduğu kadar saz şairine, tüccara olduğu kadar köylüye, zengine olduğu kadar fakire, kadına olduğu kadar erkeğe uygulanan ve içinde yaşadığı toplumdaki modelin bilincinde miydi? Şimdi bunu görelim.

Açıklamalarımıza başlarken şu temel noktayı belirtelim: Batı Hıristiyan tarihinin XI-XIV. yüzyıllar arasındaki dönemi, kendisini evrensel ve ezelî insan modeline sahip gibi görür. Dinin her şeye egemen olduğu toplumda bu model, zorunlu olarak din, teoloji ve din bilimleri tarafından tanımlanmıştı. Libertin, özgür düşünür veya ateist diye anılan ve inanmayan kişiler, bu insan tipinin dışındaydı; en azından XIII. yüzyıla kadar bunların sayısı çok azdı.

Ortaçağ Hıristiyan antropolojisine göre insan, Tanrı’nın altıncı günde yarattığı; tabiata, yani besin kaynağı olan floraya ve faunaya kesinlikle egemen kıldığı varlıktı. O, ilk günahının bedelini, cinsiyetine göre somut biçimde ödemeye mahkûmdu. Erkek, iş yaparak; kadın ise çocuk doğurarak bu bedeli ödemek zorundaydı.

Öte yandan Hıristiyanlık Ortaçağ’ı insana, tanrısal bir varlık; Tanrı’nın kendi biçimine göre var ettiği yaratık gözüyle baktı. Bu nedenle insana ilişkin daha çok, olumlu bir imge üzerinde ısrar etti. Ortaçağ boyunca kuşkusuz insana ilişkin şu karamsar düşünce de vardı: İnsan zayıf, kusurlu ve Tanrı karşısında alçakgönüllü olması gereken yaratıktır. Ancak bu karamsarlık, insanın tözsel kötülüğünden çok, ahlâkî yetersizliğinden kaynaklanıyordu. XII. ve XIII. yüzyıldan itibaren bu karamsarlık yerini, insanın değerli olduğu fikrine bıraktı. İnsan artık, yeryüzünde tanrısal imgenin yansıması kabul edildi.[27]

Kutsal Kitap’ta insanın çalışmaya mahkûm edilmesi, Ortaçağ antropolojisinin temeliydi. Buna bağlı olarak, iş ve iş yapan insan kavramları karşıt sayıldı. İşin, bir taraftan lanetli bir şey olduğu ve kefaret değeri taşıdığı üzerinde ısrar edildi; diğer taraftan potansiyel olarak insanın kurtuluşunu sağlayan bir araç oluşu kuvvetle savunuldu. Onun için Ortaçağ’da karamsar bir hümanizma ile iyimser bir hümanizma birbirini dengeler; lanetlenmiş ve ceza olarak verilen işi yapan Âdem ile yaratıcı bir işçi olan Âdem imgesi arasında bir denge vardır.

Ortaçağ’ın ilk yüzyıllarında insan imgesini en somut biçimde ifade eden model, Eyüp’tür. Eyüp’ün hakikat ölçüsü, Tanrı’ya inanmaktan aldığı hazdır. O, hiçbir sorgulamaya ihtiyaç duymaksızın Tanrı’nın iradesine boyun eğen insandır; günahkâr olmaktan çok, insandır. Ortaçağ resmi, Eyüp’ü cüzamlı ve yoksul bir kimse gibi sunar. Tersine XIII. yüzyılın sonundan itibaren sanatın konusu olan insan, bu dünyanın güçlülerindendir, “reel” insandır; papa, imparator, kral, senyör, burjuvadır. Bu insan, kendinden emin, başarılı ve güzeldir. O, bireysel özelliklerini açıkça sergileyebilir.

Hıristiyan antropolojisi, insan tanımını iki kavram altında özetler: Bunlardan birincisi homo viator’dur (yolcu insan). Buna göre insan, kaderinin geçici zamanlarında ve mekânlarında, doğumla başlayan bir yolculuğa çıkar. Dünyadaki yolculuğunu, isteklerine doğru, ölüme doğru sürdürür. Bu yolculuğun sonunda ezelîliğe ulaşır. İkinci kavram ise pişman olan varlıktır. İnsan her ne kadar keşiş değilse de, günahlarından pişmanlık duyar. Bütün bu şartlarda evrensel bir tip oluşturan insan, karmaşık bir varlıktır. Bir taraftan o, birbiriyle çatışan anima/corpus ( tin/ten) ögelerinden, diğer taraftan spiritus/cor (akıl/kalp) ögelerinden oluşur.[28]

Kuşkusuz Ortaçağ insanı bize yabancıdır. Bu insanın hayatında, günahın çok belirleyici bir yeri vardır. Günah duygusu Ortaçağ’da birtakım saplantıların kaynağı olmuştur. Örneğin bu saplantılardan biri Şeytan’a ve onun neden olduğu büyük günahlara ilişkindir. XII. yüzyılda Şeytan’ın, sekizi evli olmak üzere dokuz kızının olduğu inancı vardır: Bu kızlardan

—Din sömürücülüğü, seküler bilginlerle;

—İkiyüzlülük, keşişlerle;

—Zorbalık, şövalyelerle;

—Kutsala saygısızlık, köylülerle;

—Samimiyetsizlik, habercilerle;

—Faiz, burjuvalarla;

—Şatafat, yaşlı kadınlarla

evlidir. Fakat sekizinci evli kızı olan sefahatin tek bir kocası yoktur. O, herkesin metresidir.

Ortaçağ’da dinî saplantılardan başka, sosyal ve politik saplantılar da vardır. Örneğin sosyal saplantılardan biri, toplumunun yapısı ve hiyerarşisiyle ilgilidir. Ortaçağ insanı toplumun organizasyonuna ve hiyerarşik yapısına saygı göstermeyi bizzat Tanrı’nın istediğine inanıyordu. O, toplumun göksel bir modele göre kurulduğuna inanıyordu; din adamları hiyerarşisinin, küçüklü büyüklü melekler hiyerarşisini aynen yansıttığını düşünüyordu.

Ortaçağ insanı sadece sosyal plânda değil; politik alanda da üste kesinlikle itaat eder. Klerk olsa bile yüksek rütbeli papaza; lâik olsa bile krala, senyöre, yerel yöneticilere kesinlikle boyun eğer. O, entelektüel ve mental plânda otoritelerin sözünü daha çok dinlemek zorundadır. Antikite’den miras alınan auctoritas’ın (otorite) soyut ve üstün bir değeri vardır. Bundan dolayı auctoritas, çeşitli otoriteler biçiminde nesnelleşmiştir; insana kendini zorla kabul ettirir. Ortaçağ insanı için entelektüel ve sosyal en büyük erdem, dinî temelleri olan itaattir.

Hiyerarşik üstlere ve otoritelere kayıtsız şartsız itaat düşüncesi, XIII. yüzyıldan itibaren zayıflamaya başladı. Uzun süre teolojik plânda sapkınlık gibi algılanan dinî otoriteye karşı çıkış, senyörlere karşı, feodal isyan şeklinde farklı bir boyut kazandı. Daha sonra sosyal isyanlar patlak verdi. Şehirlerde ya da köylerde olsun; işçiler ve köylüler tarafından grevler, ayaklanmalar, başkaldırılar, isyanlar başlatıldı. Ortaçağ insanı, gerektiğinde isyan etmeyi sonunda öğrenmişti.[29]

ORTAÇAĞ BİREYSELLİĞİNİN KAYNAKLARI

Bu makale çerçevesinde yaptığımız araştırmalara dayanarak diyebiliriz ki, Ortaçağ’da bireyselliğin iki kaynağı vardır: Hristiyan personalizmi ve Ockham nominalizmi. Şimdi bunları kısaca açıklamaya çalışalım.

a) Hıristiyan Personalizmi: Ortaçağ bireyinin oluşmasında ilk dönem Hıristiyanlığının ideolojik rolü vardır. Troeltsch, 1911 yılında yayımladığı Enseignements sociaux des Eglises et des groupes chrétiens (Kiliselerin ve Hıristiyan Grupların Sosyal Öğretileri) adlı kitabında bu konuyu çok iyi anlatır. Şimdi bunu ayrıntıya girmeksizin iki maddeyle açıklayalım.

1. Hıristiyan birey, başlangıçta sosyal hayattan vazgeçen, onu terk eden insandı; daha doğrusu “dünya dışında birey”di. Bu birey, ilk yüzyıllar Epikurosçuluk ile Stoacılığın çok yaygın ve etkin olduğu bir ortamda ortaya çıkmıştı; büyük ölçüde Hıristiyanlıktan besleniyordu. “Dünya-dışı”ndaki birey, Tanrı’yla yüz yüzeydi ve Ortaçağ monarşizmi tarafından uzun süre korundu.[30]

Bilindiği gibi Grek felsefesinde Epikurosçuluğa, Kinizme ve Stoacılığa göre, bilgelik ile dünya arasında köklü bir dikotomi vardır. Bu okullara mensup filozoflar, bir değerler hiyerarşisine göre yaşıyorlardı, dünyadan vazgeçmeyi idealleştiriyorlardı.[31] İlk Hıristiyanlar da bu ideali söz konusu filozoflardan miras almışlardı. Ancak bu kavramda önemli bir değişiklik yapmışlardı. Grekler’deki “dünyadan vazgeçen kişi” idealinin yerine, az önce söylediğimiz gibi, “dünyanın dışındaki bir birey” idealini koymuşlardı. “Dünyanın dışındaki birey”in anlamı ise şuydu: “Tanrı’nın imgesine göre yaratılan ve akıllı varlık olan insan, kendi kendine yeter.” Sosyal hayattan vazgeçen kişi, yine de sosyalliğini hepten yitirmiş değildi. Çünkü bu yüce idealin hangi sınırlar içinde somutlaşacağını belirleyen toplumdu.

2. Hıristiyanlık kendini, ahiret ve dünya arasındaki, dünya-dışı ve dünya-içi arasındaki geçişi sağlayan değerin bir somutlaşması gibi görür. Bu durum, onun yayılmasının sırrıdır. Söz konusu somutlaşma, Tanrı-insan, yani İsa biçiminde; bir kurum, yani Kilise şeklinde olmuştur. Bu anlamda Hıristiyanlık bireyselciliği ya da personalizmi holizmle birleştirir. Bunu da insan hayatında ortaya çıkan değişik konfigürasyonları dikkate alarak yapar.[32] Geç dönem Stoacılığı, etik bir tabiat kavramı ortaya koydu; nesnelerin uyumlu akışına itaat kavramını icat etti; bu uyumlu akışın, yaratmayı, dünyayı ve insan hayatını yönettiğini kabul etti. Bu çerçevede güç, tabiat yasasına benzeyen düşüncedir. Söz konusu düşünce, canlıdır ve kralda somutlaşır. Stoacılıktaki kutsal krallık anlayışının kaynağı budur.[33] Hıristiyanlık, tabiat yasasının geçerli olduğu alanı daralttı; tanrısal inayetin ve istemin etkinlik alanlarını genişletti. Kutsal krallık kavramının karşısına, ruhbanlığı koydu, yani devleti zamanla Kilise’ye bağlayan tinsel otoriteyi yerleştirdi. IV. yüzyılın sonundan itibaren güç ve otorite ayrımı yapıldı. Hıristiyan İmparatorluğunun yönetimi, hiyerarşik ya da diyerarşik bir tamamlayıcılık ilkesine göre organize oldu; tinsel otorite dünyevî işlerde güce itaat etti; siyasal yapı da tinsel işlerde otoriteye bağlı kaldı.



* Prof. Dr. Zeki Özcan, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Din Felsefesi.
[1] Iognat-Prat, Dominique, “Introduction générale”, Individu au moyen âge, sous la direction de Brigitte, Miriam Bedos-Rezak et Dominique Iognat-Prat, Aubier, Paris, 2005, p. 8.
[2] Dosse, François, L’histoire, Armand Colin, Paris, 2000, p. X.
[3] Luckmann, Thomas, La construction sociale de la réalité, Méridiens Klincksieck, Paris, 1986, 117.
[4] Martuccelli, Danilo, Grammaires de l’individu, Gallimard, Paris, 2002, p. VII.
[5] Ibid., p. 9.
[6] Dumont, Louis, Essais sur l’individualisme, Seuil, Paris, 1993, p. 81.
[7] Burckhardt, Jacob, La Civilisation de la Renaissance en Italie, tome 1, Éditeur: Aujourd’hui, Paris, 1983, p. 24.
[8] Ehrenber, Alain, La fatigue d’être soi, Odile Jacob, 1998, p. 11.
[9] Boureau, Alain, “L’individu, sujet de la vérité et suppôt de l’erreur”, dans Individu au moyen âge, sous la direction de Brigitte, Miriam Bedos-Rezak et Dominique Iognat-Prat, Aubier, Paris, 2005, p. 289.
[10] Denbok, Nico, “ La quête de l’individualité essentielle”, dans Individu au moyen âge, sous la direction de Brigitte, Miriam Bedos-Rezak et Dominique Iognat-Prat, Aubier, Paris, 2005, p. 120.
[11] Bensayag, Michel, Le mythe de l’individu, Les éditions La Découverte, Paris, 1998, p. 114.
[12] Le portrait individuel: réflexions autour d’une forme de représentation du XIIIe au XVe siècle. Colloque international. École des Hautes Études en Sciences Sociales. Paris, 6-7 février 2004.
[13] Petit Robert, Dictionnaire de la langue française, Paris, 2003, p. 1349.
[14] Lalande, André, Vocabulaire technique et critique de la philosophie, P. U. F., Paris, 1983, p. 496.
[15] Mauss, Marcel, “La notion de personne, celle de ‘moi’”, in Sociologie et anthropologie, P. U. F., 2004, pp. 357-359.
[16] Roma İmparatorluğunda sadece özgür insanların hakları vardır. Çünkü onlar kişidirler. Kölelerin kişiliği yoktur. Bundan dolayı kölelerin, bedenleri, ataları ve adları da yoktur. Sonuçta köleler hiçbir özel mülkiyete sahip değillerdir. (Marcel Mauss “Une catégorie de l’esprit humain”.
[17] Ibid., p. 351.
[18] Boèce, La Consolation de la philosophie, Guy Trédaniel, Paris, 1990, p. 61.
[19] Anhéim, Etienne, “Une lecture de Pétrarque”, dans Individu au moyen âge, p. 188.
[20] Allard, Guy-H., Aspects de la marginalité au moyen âge, L’Aurore, Québec, 1975, p. 13.
[21] Chenu, P., La théologie au XIIe siècle, Vrin, Paris, 1957, p. 174.
[22] Durand, G., Les structures anthropologiques de l’imaginaire, P. U. F., Paris, 1963, p. IV.
[23] Augustinus De la doctrine chrétienne, traduit par M. l’abbé Hussenot, II, 1, 1.
[24] Augustinus, De la maître, Paris, 1954, p. 117-126.
[25] Le Goff, Jacques, L’Europe est-elle née au Moyen Âge?, Seuil, Paris, 2003, p. 39.
[26] Ibid., p. 40.
[27] Le Goff, Jacques, “L’homme médiéval”, L’homme médiéval, sous la direction de Jacques Le Goff, Editions du Seuil, Paris, 1989, p. 11.
[28] Le Goff, “L’homme médiéval”, p. 14.
[29] Op. Cit., p. 16.
[30] Anhéim, P. 193.
[31] Bu konuda bkz. Jean Brun, Le Stoïcisme, P. U. F., Que sais-Je, No: 770, Paris, 1969, pp. 117-126.
[32] Iognat-Prat, p. 16.
[33] Rivaud, Alfred, Histoire de la philosophie T. I, Presses Universitaires de France, Paris, 1948, p. 235.



 
 
 
 
 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder