3 Haziran 2016 Cuma

Hümanizmaya Farklı Bir Bakış


1. TARİHSEL HÜMANİZMA


            İnsan ve toplum bilimleri teriminin yeni oluşu, insanla ilgili açıklamaların bu bilimlerle başladığını göstermez. Daha önceden gerek dinlerde gerekse felsefelerde özel anlamda bir kozmoloji ve bir antropo-sosyoloji vardı. Ancak felsefenin insan ve toplum anlayışı, rasyonel olduğu için, daha az kültüreldi ve daha çok geneldi. Bundan dolayı Giriş’te belirttiğimiz gibi, antik rasyonalite insan ve toplum bilimlerine giden uzun yolun başlangıcıdır.

            İnsan ve toplum bilimleri bilimsel bir statüye sahip olmadan önce hümanizmaydı. Hümanizma insana değer verme olduğu kadar, bu değerin nedenini açıklama çabasıydı. Bu yüzden çok farklı kültürlerde ve tarihsel dönemlerde çeşitli şekillerde hep var oldu. Hatta insan ve toplum bilimlerinin ortaya çıkışından sonra bile varlığını korudu. İnsan ve toplum bilimlerinin özgünlüğünü anlayabilmek için, hümanizmayla farkıları ortaya konmalıdır. Bu da önce hümanizma hakkında bazı temel açıklamaları zorunlu kılar. O nedenle şimdi hümanizmaya ilişkin bilgiler sunmaya çalışalım.

            Antik felsefenin ve onun etkisindeki Ortaçağ’ın rasyonel insan anlayışına hümanizma demek yanlış olmaz. Hümanizma Latince hümanitas’tan türedi. Humanitas, Grekçe païdeia ile aynı anlama gelir yani “kültür”, “eğitim”, “uygarlık” demektir. Hümanizmanın iki kaynağı vardır: Grek-Latin geleneği ve Yahudî-Hristiyan geleneği. Hümanizma, Ortaçağ’da gelenek fikrini değiştirdi; ona Kilise düzeni anlamını verdi; onu hukuksal-teolojik gelenek diye niteledi.[1] Ortaçağ’da kutsal metin araştırmacıları, profan yazarların yöntemlerini kullandılar. Özellikle Skolâstikler, Greklerin rasyonalite anlayışını sürdürdüler; kozmosa ve onu oluşturan ögelere dair bir araştırmanın rasyonel olması gerektiğini kabul ettiler.[2]

            Bu durum Ortaçağ hümanizmasını doğurdu. Adı geçen hümanizma, Grek geleneğini en değerli kültüre dönüştürdü; böylece, Avrupa’nın kültürel birliğinin temeli oldu ve tüm kültürleri karşılıklı olarak incelemenin yolunu açtı.

            Öbür taraftan her felsefî okul (daha sonra her din ya da dinî akım) bir mantık, bir etik, bir politika geliştiriyordu. Fakat ne Greklere ne de Skolâstiklere göre bütün bu alanlar birbirinden ayrı değildir; dünyayı sadece rasyonel tarzda açıklayabiliriz. Ortaçağ ilahiyatçıları rasyonellikte olduğu gibi, bilginin birliği konusunda da Grekleri yakından izliyorlardı. Onlara göre bilginin birliğini en üst seviyede temsil eden de Aristoteles’ti ve Aristoteles filozofun bir prototipiydi. Fizik, etik, biyoloji, mantık, politika, şiir; filozof bunların hepsini mükemmel biçimde kuşatabilen kişi demekti.

            Ancak bu anlayış Rönesans’ta değişti. Spekülatif felsefenin yerine “doğal” denen felsefe geçti. Doğal felsefe, deneysel yöntemlere göre yapılan ve sonuçları matematik dilde ifade edilebilen araştırmalardan yola çıkar. Hem rasyonel ve hem de deneysel bilgiyi içeren bu felsefe, daha doğrusu bu doğa felsefesi, Rönesans’tan sonra terk edildi. Felsefî düşünceyle bilimsel bilginin farkı kalıcı hale geldi.

            Felsefeyle bilimin kesin biçimde ayrılması, doğaya dair spekülasyonlara son verdi. Ama insanla ilgili spekülasyonlar XIX. yüzyıla kadar hümanizma adıyla sürdürüldü. Kuşkusuz, az önce söylediğimiz gibi, hümanizma, Greklerin ve Skolâstiklerin mirasıdır. Bilimin gelişip yaygınlaşmasıyla hümanizmanın etkin olduğu alan gittikçe daraldı. Bu durumda hümanizma önceki iddialarının bir kısmından vazgeçmişti; dar bir alana yerleşmek zorunda kaldı. Doğanın incelenmesi bilimin yetki alanına girince hümanizma, insanı ve insan için en önemli olan şeyi (doğru, güzel ve iyi) araştırmakla yetindi. Bilimlerle hümanizma arasındaki sınırlar hemen ve kolayca çizilmiş değildir. Bu, Descartes’tan Bergson’a kadar uzun bir zaman içinde gerçekleşti. Bağımsızlıklarını garanti altına almak isteyen bilim adamları bu sınırın korunmasına büyük bir özen göstermişlerdir.

            Descartes hayvanları tıpkı bir makine gibi ele alır; bu amaçla ruhu ve bedeni birbirinden ayırır.[3] Kuşkusuz Claude Bernard, insanın irade özgürlüğünü kabul eder; yine de fizyolojinin, determinizm ilkesine göre yapılması gerektiğini savunur.[4] Hümanistlere gelince, irade özgürlüğü ve determinizm konularında Greklerin antinomilerine dayanırlar; bu iki kavram arasında filozofların yaptıkları ayırımı korurlar. Onlar irade özgürlüğü, açıklama/anlama, natüralist sofizm, bilinç, aşkın bilgiler, tabula rasa (boş levha) gibi pek çok konuda sadece Greklerin kanıtlarına dayanır. Bazı Alman düşünürlere göre, bilimsel bilgi yapaydır, soğuktur ve hayattan kopuktur. Bu nedenle yeni bir bilgi ve bilim gereklidir. Onlar eleştirilerinde yaşantıdan ya da sezgiden yararlandılar. Bütün bu gelişmeler sonucunda, iki kültür, iki dil, iki araştırma türü ortaya çıktı; kanıtlama yönteminin, ortak referansın, paradigmanın iki şekli kabul edildi. Kısaca söylersek, empirik alan, doğa bilimleri ve insan ve toplum bilimleri diye ikiye ayrıldı. Biz bu satırlarda hümanizmanın insan anlayışına, ana hatlarıyla değineceğiz. Çünkü bunun, insan ve toplum bilimlerinin hangi şartlarda ortaya çıktıklarını, neyi amaçladıklarını, amaçlarını ne ölçüde gerçekleştirdiklerini ve ne kadar özgün olduklarını anlamamıza yardımcı olacağını düşünüyoruz.

            Hümanizmanın amacı baştan beri şuydu: İnsanın seçkin ve ahlâkî açıdan değerli olduğunu göstermek yani onu özgürleştirmek. Peki, bu nasıl mümkündür? Hümanizma böyle bir amacın ancak, insanın kişilik gelişimini engelleyen bağlardan kurtarılmasıyla gerçekleşebileceğini söyler. Bu düşünce, özellikle Ortaçağ’da Kilise’nin yetkilerini sınırlandırma, birey üzerindeki kontrolünü kaldırma fikrini uyandırdı. Birtakım düşünürler Tanrı’yla ilişkinin artık Kilise aracılığıyla değil, bireysel olarak kurulması gerektiğini söylediler. Onlar bağımsız bir bilincin iman eylemini, bu ilişkinin temeli yaptılar.

            Öte yandan Kilise geleneği birtakım dışsal nedenlere bağlı olarak, hümanist ya da kültürel gelenek haline geldi. Bu nedenlerden biri ve belki de en önemlisi, filolojik ve tarihsel eleştirinin gelişmesidir. Şimdi hümanizmanın bu evrimini birkaç noktayı göz önüne getirerek açıklayalım.

            Ortaçağ, otoritelerin metinlerine büyük saygı gösteriyordu. Bu otoriteler hem hukukî hem de teolojik metinlerdi. Ortaçağ tefsirinin doğasını anlamak için onu günümüzün devrimci Mesihçiliğiyle karşılaştırmak gerekir. Bilindiği gibi devrimci Mesihçilik, kendini biricik, militan ve mücadeleci bir meşruiyetin temeli sayar; bu tutumuyla, dinî dünyanın örneğini kopya eder. Ortaçağ tefsiri de tıpkı bunun gibiydi. O, eskatolojinin ve tarihin birleştirilmesiyle ortaya çıkan bütüncül bir dünya görüşüne dayanıyordu. Ortaçağ sentezi pek çok nedene bağlı olarak çöktü. Bu çöküşün iki entelektüel işareti vardı Bunlar, Skolâstik felsefenin etkisini yitirmesi ve özellikle XV. yüzyılın sonunda Occam’ın teolojiyi biçimselleştirmesi, tümdengelimsel bir bilim kabul etmesidir. Ortaçağ’da evren ve insan, görkemli bir şiirin birbiriyle bağdaştırılması gereken iki ögesiydi. Bu bağdaştırmayı ise teoloji analojiye dayanarak yapıyordu. Occam’ın çıkarım yoluyla teolojik sonuç çıkarmada kullandığı bu tümdengelimsel teori ise, bu şiiri yazma biçimi olan analojiyi ortadan kaldırıyordu.[5] Occam, Kutsal Kitap’ta olduğu gibi etkileyici alegoriler kullanmak yerine, tümdengelimle elde edilen birtakım ayırımları koyuyordu. Bu ayırımlar, duygudan ve coşkudan uzaktı. Sonuçta Occam, bilginin dokümanter kaynakları kabul edilen metinlerin analitik envanterini çıkarma sürecini başlatıyordu.[6]

            Ortaçağ’daki “otoriteler” ve “kutsal metinler” kavramları, Rönesans’ta yerlerini, terimin tarihsel ve çağdaş anlamıyla, filolojik belge kavramına bıraktı. Bunun sonucunda Rönesans hümanizması doğdu. Metinlerin gramatikal ve edebî açıdan incelenmesi olan filoloji, otoriteden kurala geçişi simgeliyordu. Skolâstiklerin “özdeyişsel” yorumu bırakıldı ve edebî yorum, bir yöntem olarak kabul edildi. Edebî yorum, dilin duyarlılığı olmakla kalmadı; fikirleri ifade etme kapasitesiyle de ilgilendi. İster kutsal metinlerin isterse profan metinlerin yazarları olsunlar; yazarların psikolojik bireyselliklerini dikkate aldı. Bu evrimin ilk işaretlerini 1517’de Oxford Üniversitesi’nde görüyoruz. Söz konusu üniversite “çağdaş araçlar”ı kullanmak için iç tüzüğünü değiştirdi. Montaigne, hümanizmanın bütün biçimleriyle ilgilendi. Onun, uzak kültürlere (Hint, Çin, kaba insanlar) karşı büyük merakı vardı. Ancak bu merak yine de ufkunu pek genişletemedi. Çünkü o, dinî inançları göreceli kabul ediyordu. Bu düşüncesi, bütün insanların geleneklerini karşılaştırarak genel sonuçlar çıkarmasına engel olmuştu.[7]

            Rönesans hümanizması, insan doğasının pratik bir yönü olduğunu keşfetti; bu keşif sonunda, her bireye özgü bağımsız bir alanın varlığını tanıdı. Böylece insan kendine özgü alanda, bağımsız deneyimler yapabilme hakkına sahip oldu ve kendini geliştirme imkânını elde etti. Bu durum Ortaçağ’da sadece dinî mistisizm biçiminde mümkündü. Dinî mistisizmle Ortaçağ insanı, bireyselliğini engelleyen bağlardan kurtulabiliyordu. Rönesans hümanizmasında insan, ruhun bireysel hayatı olduğu realitesini keşfetti. Kişi, bağlı olduğu nesnelerden ayrı olarak, kendi çıkarını gerçekleştirme isteği duydu. Bu hümanizmanın ayırt edici özelliği ve üslubu, ben’e duyulan ilgidir; zihnin ben’le, iç olaylarla ilgilenmesidir.[8]

Hümanistlere göre evrenselcilik, dünyanın doğaüstü örtüsünü ortadan kaldıracaktı. Onlar “birden bire çıplak” olduklarını; insan olduklarını, kendilerini rahatsız edecek kadar çok insan olduklarını fark ettiler.

            Hümanizmadan çıkan entelektüel hareket, kendini ifade etmek için gerekli mükemmel araçlara ancak XIX. yüzyılda sahip olabildi. O zaman edebî hümaniteler, Dilthey’ın diliyle söyleyecek olursak, tinin ürünlerinin filolojik ve karşılaştırmalı incelemesi oldu. Dilthey’a göre eser, gerçekte ruhun ya da düşüncenin saf ifadesidir; çünkü kendini üreten canlı organizmadan ayrılır ve organizmadan sonra da varlığını sürdürür.[9] Bu anlayışla eş zamanlı olarak, yeni bir insan ve toplum bilimleri ortaya çıktı. Bu bilim toplumda yaşayan canlı insanların davranışlarını incelemeyi amaçlıyordu. Ernest Renan 1890’da L’avenir de la science (Bilimin Geleceği) adlı kitabında şunu ileri sürüyordu: “Filolojik ve tarihsel bilimler olgunluk noktasına ulaştıkları anda, yeni bir araştırma eğiliminin yararına, “politik ve sosyal bilimlerin yararına, ortadan kalkar.”[10]

            Tarihsel hümanizma, temelde bir inançtır. Bu inancın özü şudur: İnsan kavramının ardında, türün varoluşunu aşan özsel/tözsel bir realite vardır. İnsanın özü, insanı bazılarının tin, bazılarının da akıl dediği diğer türlerden köklü biçimde ayıran herhangi bir şeyden gelir. Bu durum, insanları diğer türlere ve doğaya üstün; birtakım hakları olan varlıklar haline getirir.[11] Buradan hareketle Amerikan yerlilerinin ruhu üzerine tartışmalar yapıldı. Fakat her ne olursa olsun, bu tartışmalar Batılı insan için söz konusu değildir. Öte yandan hümanizmayla ilgili başka bir problem de şudur: Batılı olmayan toplumlara uygulandığında hümanizma, son derece farklılaşır. Örneğin, Yeni Gine Asmatları[12] bazı hayvanları “insan” ailesinden sayarlar; komşu kabile insanlarını ise yenebilir nesne gibi görürler. Üzücü olan şu ki, Asmatlara bu görüşlerinde yanıldıklarını, sadece kendi kültürümden hareketle gösterebilirim. Özgecilik, birlikte yaşama, doğaya saygı gibi değerler, başka kültürlerle diyaloga girmeye izin verir. Söz konusu değerler, herhangi bir gücün evrenselcilik iddiasının yanlışlığını gösterir; farklı olana saygıyı emreder. Kabul etmek gerekir ki, her ne pahasına olursa olsun savunulması gereken pek çok hümanist değer vardır. Bu nedenle onlardan yalnız birini mutlak sayamayız. Bir Hindu için inek, kutsaldır; o nedenle ineğin öldürülmesi büyük bir suçtur. Hindu’yu böyle düşünmekten alıkoyma hakkımız yoktur.

2. TARİHSEL HÜMANİZMANIN PROBLEMLERİ


            Buraya kadar anlattığımız hümanizma, günümüzdeki hümanizmadan farklıdır; bu farkı belirtmek için ona, tarihsel hümanizma demek uygundur. Günümüzdeki hümanizmaya ise yöntemsel hümanizma denir. Biz şimdi önce tarihsel hümanizmanın birtakım problemlerine değineceğiz, ardından da ona alternatif olarak önerilen yöntemsel hümanizmayı açıklayacağız. Tarihsel hümanizmanın belli başı problemleri şunlardır:

            1. Tarihsel hümanizma uzun geçmişe sahiptir. Onun ayrıca etkisi de büyüktür. Ancak yine de o, tam anlamıyla açık bir tasavvur değildir. Bunun nedeni, söz konusu hümanizmanın düşünceler ile tezler arasında bir farklılık görmemesidir.

            2. Kuşkusuz insanın ontolojik yapısı ve insanın anlamı birbirinden ayrıdır. Oysa tarihsel hümanizma, insana ilişkin tasavvurları ve insanın anlamını birbirinden ayırmaz.

            3. Tarihsel hümanizma hümanitenin beklentilerine cevap vermedi. Bundan dolayı da tarihsel hümanizma, bilinçsiz, kendisinin koyduğu sınırları aşan, hatta kendisine karşıt düşüncelerin ortaya çıkmasına yol açtı. O, karşıtlarının yükselişini görmezlikten geldi.

            4. Tarihsel hümanizma kurtarıcı gibi görülmesine rağmen bu görevini yerine getiremedi. Özellikle Aydınlanma hümanizması, aydınlatma görevini yapamadı. Onun ne şimdiyi ne geçmişi ne de geleceği açıklamaya gücü yetmedi. Çünkü bu hümanizma, soyut bir insan özü sorunuyla ilgilenirken, somut insanı unuttu; hayatın olumlu veya olumsuz bütün etkilerini yaşayan, acı çeken ya da coşku duyan insanı ihmal etti; kendisini hümaniteden soyutladı. Aydınlanma hümanizması sonunda meydanı duygusal hümanizmalara bıraktı. Duygusal hümanizmalar, ister teorik, isterse pratik olsun; az önce söylediğimiz gibi, temelde radikal anti-hümanizmadır.

            5. Tarihsel hümanizma akla sadece aşırı bir güven duymakla kalmadı; bütün sorunların akılla çözülebileceğini iddia etti, aklı ideal bir ölçü yaptı. Oysa gerçekte akıl kadar duygu da iyi ve kötünün ölçütü olabilir. Hayatî problemlerin çözümünde düşünce kadar içgüdülerin de rolü vardır. Ancak içgüdüyü tek model gibi de göremeyiz. Çünkü bu takdirde başkalarına karşı gösterilen şiddeti ve duyulan nefreti meşru sayabiliriz.

            6. Bu hümanizma, insanı çevresine yabancı ve zararlı gibi görür, çevreye insandan daha çok değer verir. İnsanı çevreyle uyumlu hale getirmeye çalışmaz. Gezegeni ya da çevreyi, insan varoluşu için gerekli şartlar gibi saymaz ya da insanın çıkarlarına hizmet eden ortam diye görmez; bundan dolayı da amacından uzağa düşmüştür. Tarihsel hümanizma çevreyi bir gaye haline getirdiğinden, hedonizmin düşselliğini tatmin etmeye çalışır; çevreyle ilişkisi bozulan insanı suçlar ve bu suçlamayı da haklı göstermek ister.

            7. Tarihsel hümanizma çoğunlukla hep “insan nedir?” sorusunun cevabını vermeye çalıştı. Oysa “insan eylemi”nin ne olduğu ve hangi ölçüte göre değerlendirilmesi gerektiği sorunlarıyla ilgilenmedi.

                                                                  8. Tarihsel hümanizmaya göre, insanla ilgili sorunları çözebilmemiz için, sadece olaylara yön vermemiz yeterlidir. Bundan dolayı o, somut insanı dikkate almaz; nasıl insan olabileceğimizle ilgilenmez; insan problemlerini teknik, maddî, hukuksal, idarî ya da niceliksel görünüşlerine indirger; insanın varlığını pek çok alandan dışlar.[13]

            Az önce söylediğimiz gibi hümanizma, uzun bir geçmişe sahiptir ve tarihte çeşitli görünümler almıştır. Ancak hümanizmanın konusu her zaman, şu iki temel soruyu cevaplandırmak oldu: İnsanın anlamı ve değeri nedir? Etik meşruiyetin kaynağı otorite midir yoksa bireyin kendisi midir?

            Birinci soru, genel bir insan anlayışı çerçevesinde yani hümanite ışığında cevaplandırıldı. Ancak hümanistler, hümaniteden her zaman farklı şeyi anlamışlardır. Farklı hümanite anlayışları bu kavramın anlamını belirginleştirmedi; tam tersine onun değerini düşürdü. Çünkü hümaniteye yüklenen bazı anlamlar, asıl anlamı inkâr etmeye ya da gölgelemeye yol açacak kadar farklılaşabildi.

            İkinci soruya yani meşruiyetin kaynağına ve sınırlarına gelince; bu konuda şunlar kabul edildi: İnsan davranışlarının meşru kaynağı otorite değil; bizzat insanın kendisidir. Bundan dolayı da insan, davranışlarından sorumludur. Her türlü otoriteye karşı çıkmalıdır. Çünkü tüm otoriteler, insana egemen olmak isteyen kötü niyetli iktidarlardan başka bir şey değillerdir. Fakat otoritenin çoğu zaman kötü niyetli olduğunu düşünmek, her bir insanın kendisini otorite yerine koyması eğilimini uyandırdı; insan, otoriteyi kendi adına ve başkaları adına üstlendi. Gerçekte otorite yok edilmedi, sadece kolektif olmaktan çıktı ve bireyselleşti.

            Hümanite kavramı açıklanırken, insan ya otonom ve otomat davranışlar yapan canlı gibi görüldü ya da büyüleyici modellere ve yapay nesnelere bakarak anlaşılmaya çalışıldı; ama her iki durumda insan eylemi değersiz hale getirildi. Tarihsel hümanizmanın temel yanlışlarından biri toplumları düşünce ve eylem modellerine göre anlamaya çalışmasıdır. Çünkü böyle yapmakla o, söz konusu modellerin insanî kaynaklarını ve şartlarını gözden kaçırdı. Üstelik büyüleyici modeller ve araçlar günden güne çoğalır. Hümanizma için oluşturulan aklın fantazması, kendisi için enformatik ve nöronal bir modeldir.[14]

3. ÇAĞDAŞ HÜMANİZMA


            Kuşkusuz hümanizma, çeşitli dönemlerde yapılan yanlışlıklardan, kargaşalardan, olumsuzluklardan kendisi için birtakım sonuçlar çıkarttı; buna dayanarak daha gerçekçi, daha yeni bir insan anlayışını benimsedi. Hümanizmadaki bu evrim, insanın, özgür olarak yaşadığı dünya ile ilişkilerini de değiştirdi. Her yeni gözden geçirme yeni bir anlam arayışıdır. Her yeni anlam arayışı da şiddeti az veya çok hissedilen kriz demektir. Bu anlam krizi, kişisel ve kolektif sorumluluklarımız üzerinde yeniden düşünmeyi gerektirdi. Bu açıdan bakıldığında sorumluluklarımızı evrimleşen hümanizma ışığında tekrar ele almamız gerekti. Ancak bu sayede özgürlüğün, benzer olanın ve hümanitenin özünü belirleyebilir ve seçebiliriz. Evrimleşen hümanizma ise yukarıda belirttiğimiz gibi günümüzün hümanizmasıdır yani çağdaş hümanizmadır.[15] Şimdi çağdaş hümanizmayı kısaca açıklamaya çalışalım.

            Çağdaş hümanizma geleneksel hümanizmanın yol açtığı sorunları çözmek için önerildi. Bu hümanizma, tarihsel hümanizma gibi hümanite hakkındaki spekülatif tasavvurlarımızı dikkate almaz; tersine, insan hümanitesinin deneysel bilgisine, sonuçta insanî olguları yöneten süreçlere dayanır.[16]

            Çağdaş hümanizmanın temel problematiği, insanın doğasını belirlemektir. Bu hümanizma, hümanite kavramına dayanan geleneksel hümanizmaya olduğu kadar, insanı nesnelerin bir türevi gibi gören anti hümanizmaya da karşıttır. Çünkü çağdaş hümanizmaya göre nesneleri ve olayları sadece reel insanın doğasını dikkate alarak kavrayabiliriz. Nesneler insan sayesinde ve insan için anlamlıdır.

İnsanın verdiği anlam, aynı zamanda değerin, rasyonalitenin, özdeşliğin, olgusallığın ve insanın dünyada oynayacağı rolün varlık şartıdır. İnsan sadece anlam vermekle yetinmez; aynı zamanda etik bir tutum da takınır. Çünkü insan, insanî olan şeyin hem kaynağı hem de amacıdır. O nedenle insan, her etiğin, her değerin, her iyinin, sonuçta her değerlendirmenin ölçütüdür. Nesneler ve olaylar, yalnız insan açısından taşıdıkları anlamlar belirlenebildiği zaman anlaşılır.[17]

            Sadece nesnelerin değil; insanî eylemlerin de anlamları vardır. Eylemlerin anlamları insanî ölçülerde ve amaçlarda ortaya çıkar. İnsanî fenomenleri ve eylemleri maddî, biçimsel, duyusal görünüşlerine indirgemek, sadece insanın doğasına uygun oldukları takdirde doğrudur.

            Ancak insana özgü bakış açısını bilebiliriz ve insanca davranışlar yapabiliriz. Bu açıkladığımız nedenlerden dolayı çağdaş hümanizma, yeni bir antropoloji olmayı isteyen bir hümanizma gibi görülebilir.

            Michel Serres Le Monde gazetesine verdiği röportajda çağdaş hümanizmanın ayırt edici özelliğinin evrensellik olduğunu söyler ve der ki, Bundan böyle öğretmek istediğimiz hümanizma, artık sadece yeryüzünün belli bir bölgesine kök salmış olmayacaktır; fakat tersine tüm insanlığı içine alacaktır; tüm toplumların nüfuz edebildiği ve paylaşılabilen hümanizma olacaktır.[18]

            Alternatif hümanizmaya göre temel sorun, “insan nedir?” in cevabını vermeye çalışmaktır. İnsan doğası sorunu her ne kadar antropolojinin konusu ise de, çağdaş hümanizmanın da ilgi alanına girer. Oysa tarihsel hümanizma bu sorunla çok az ilgilendi. Tarihsel hümanizma, insanın doğasını kendiliğinden açık bir realite gibi gördü. Anti hümanizma ise şunu savunur: Önce nesneler vardır; insan bu nesnelerin bir ürünüdür; insanla diğer nesneler arasında bir fark yoktur. Oysa çağdaş hümanizmaya göre, insan doğasını dikkate almadan ne nesneleri ne de olayları kavramamız mümkün değildir.

            Kolayca görüleceği gibi çağdaş hümanizma, bir solipsizm değildir. Dış dünyanın varlığı açıkça kabul eder. Ancak o, dış dünyanın varlığını süjenin deneyimlerine bağlar. Ona göre nesnelerin varlığı, dünya, dünyanın içerdiği şey, özellikle kendi bedenimiz ve kendi psişik hayatımız, insanlar olarak birbirimizle paylaştığımız deneyin içeriğinden başka bir şey değildir. Nesnelerin varlığı, kaynağı ve nedeni olan insan doğası, insana özgü gerçekleştirmedir. Diğer deyişle nesneler üzerinde etkin olmak için, bizde özgün biçimde insanî olan şeye, insanlığımıza dayanmamız gerekir.

            Gerçekleştirilecek Kopernikusçu devrim şudur: Nesnelerin kendi başlarına, kendilerinden dolayı var olan anlamları yoktur. Anlam her zaman, insan sayesinde ve insan için vardır. Nesnelere ve olaylara şu veya bu anlamı sadece insanlar verebilir. Fakat onlara verdiğimiz anlam, onlardaki anlamın, değerin, rasyonalitenin, özdeşliğin, olgusallığın, rolün varlığının şartıdır. Tersine, şu ya da bu kişi için anlama sahip olmayan şey, onun deney alanına girmez ve onun için var değildir. Var olmak, ortak deneyimin parçası olmak anlamına gelir. İnsanın kavramlarına, yaklaşımlarına, tutumlarına, uygulamalarına ve amaçlarına anlam veren şey, budur. İnsan anlam verirken verebileceği mümkün anlamlar arasından gerçekleştirebildiği anlamı seçer.

            Çağdaş hümanizmaya göre, anlamın ve kavramın kaynağı olmanın, insan açısından zorunlu bir sonucu vardır: Nesnelere ve olaylara anlam verirken, bir problemi çözerken etik bir tutum benimsemek. Bu gerçek, her anlamada, karar almada ve eylemde bulunmada göz önünde bulundurulmalıdır.

            Anlam yani mental biçimlerin her şeyde düşündürttüğü öz, insanî bir kategori olduğu için, her bilgi, insana özgüdür. Nesneleri ve olayları tasavvur etmeyi bilmek, onları tanımak için yeterli değildir. Onları sadece insan açısından taşıdıkları anlamları ortaya koyduğumuz takdirde anlarız. Her eylem, insana özgüdür; çünkü eylemin sadece insanî süreçlerden dolayı insanî ölçülere göre anlamı ve amacı olabilir. İnsanın eylemlerini inceleyen bilimler, gerçekte insan ve toplum bilimleridir; eylemin araçları, egemen olunacak insanî süreçlerin aksesuarlarıdır.

            Her problem, bir insan problemi gibi düşünülmelidir; bir topluluğun ve topluluktaki insanın problemi gibi görülmelidir. Bu, her zaman, bir kişinin, bir topluluk bağlamında yaşadığı problemdir; bir kişinin problemi, aynı durumlarda bulunan başka kişilerin problemlerinden farklı olabilir.

            Her durum aslında, sadece insan için ya da toplulukları için aldığı ya da alabildiği anlam sayesinde anlaşılabilir. Anlamın kavranması, sembolik kavramadır ya da kalbin kavramasıdır; bu kavrama olmasaydı, öz, bilinmedik ya da gizli olarak kalırdı.

            Her kararın ve her yönelmenin anlamlı olmasını sağlayan iki neden vardır: Harekete geçirdikleri insanî güçler; amaçladıkları ve kişisel iyilikle toplumsal iyiliğin iç içe geçtiği davranışlar. Kararlar ve yönelmeler, bireylerin hem eylemlerini hem de girişimlerini yönetir; böylece bireyleri angaje eder.

            İnsan, her insana özgü olgunun merkezindedir. İnsana özgü olguların tek amacı vardır: İnsanın hümanite dünyasında yaşama biçimini göstermek. İnsana özgü fenomenler adı altında toplayabildiğimiz her durum ve her olgu bilinebilir şeylerdir. Kuşkusuz insana özgü fenomenleri ve süreçleri bilmek gerekli olmakla birlikte yeterli değildir. Onları hayata uygulamak da gerekir Ayrıca şu iki şeyi de göz önünde bulundurmalıyız: İnsana özgü fenomenler ve süreçler başka fenomenlere meşruluk da kazandırır ve onlardan öncedir. İnsan ve toplum bilimleri somut insanın bilimdir. Bu nedenle insanın maddî, biçimsel ya da duysal görünüşleriyle açıklanması, insan özüne bir yaklaşma gibi görülmelidir; böyle olmadığı takdirde, açıklamanın bir anlamı olmaz.

            Hiç kimse insana özgü olmayan bir bakış açısını bilme ve ondan söz etme iddiasında bulunamaz. Aynı şekilde hiç birimiz, davranışta bulunmanın, insana özgü bir etkiliği harekete geçirmekten başka bir şey olduğunu da varsayamayız.

            Çağdaş hümanizma, yeni bir antropoloji olmayı isteyen radikal bir hümanizmaya dayanır. Çağdaş hümanizmaya göre, sadece İnsan’ı, onun hümanitesini, dünya ile ve dünyanın realiteleriyle ilişkilerini yepyeni bir biçimde anladığımız takdirde, insanî gerçekleştirmelerin ürünü olan uygarlığı geliştirebiliriz ve insanlığın kargaşaya düşmesine engel olabiliriz.

            Bu başlık altında söylediklerimizi özetleyelim: İnsan, empirik araştırmaların konusu olmadan önce var olanlardan biri sıfatıyla, felsefî spekülasyonların konusu oldu. Felsefeyle bilimin kesin biçimde ayrılması, doğaya dair spekülasyonlara son verdi. Ancak insanla ilgili spekülasyonlar XIX. yüzyıla kadar hümanizma adıyla sürdürüldü. Greklerin ve Skolâstiklerin mirası olan hümanizma, doğa bilimlerinin gelişmesiyle daha sınırlı bir alana çekildi; insanı ve insan için en önemli olan doğru, güzel ve iyi gibi kavramları araştırdı.

            Hümanizma, mekanik ve determinist insan anlayışlarına karşıttır. Hümanizmaya göre insanın ayırt edici özelliği, özgür iradesidir. Hümanizmanın, kavramsal çerçevesi ve bakış açısı Grekleri aşmaz. O, insanı açıklamak için Greklerin antinomileri kullanır. Ancak hümanizma, Greklerdeki ve Ortaçağ’daki gelenek fikrini köklü biçimde değiştirdi; filolojik ve tarihsel eleştiri yöntemiyle, Avrupa’nın kültürel birliğinin kurulmasında önemli bir adımı attı. Hümanizmanın önerdiği yeni geleneğin başlangıcını 1517’de Oxford Üniversitesi’nin “çağdaş araçlar”ı kullanmak için yaptığı yönetmelik değişikliğe kadar geri götürebiliriz.

            Tarihsel hümanizma, insan tasavvuru ve insanın anlamı arasında ayırım gözetmediği, hümanitenin beklentilerine cevap vermediği, somut insanı unuttuğu, içgüdüyü göz ardı ettiği, insanı çevresine yabancı ve zararlı gibi gördüğü için eleştirildi. Bunun yerine, insan hümanitesinin bilgisine, sonuçta insanî olguları yöneten süreçlere dayalı çağdaş hümanizma önerildi. Anti hümanizmaya da karşıt bu hümanizmaya göre nesneleri, olayları ve anlamlı insan eylemlerini sadece insanın doğasını dikkate alarak bilebiliriz. Çünkü bunlar sadece insan sayesinde ve insan için anlamlıdır.



[1]     Ortigues, Edmond, “Sciences humaines” Encyclopaedia Universalis, Multimédia Édition 2002.
[2]     Denbok, Nico, “La quête de l’individualité essentielle”, dans Individu au moyen âge, sous la direction de Brigitte, Miriam Bedos-Rezak et Dominique Iognat-Prat, Aubier, Paris, 2005, p. 76.
[3]     Descartes, Discours de la Méthode, Fayard, Paris, 1987, V & VI.
[4]     Bernard, Claude, Tıpta Deneyim Usulünün Tetkikine Giriş, çev. Galip Ataç, Maarif Vekâleti Yayınları, Devlet Basımevi, İstanbul, 1934, II, VII, s. 117.
[5]     Guelluy, R. “Philosophie et Théologie chez Guillaume d’Occam”, Speculum, Vols. 75, 2000, p. 323.
[6]     Ibid., p. 318.
[7]     Nifle, Roger, “La charte de l’humanisme méthodologique”, http://journal.coherences.com/article.php3?Id_article=2
[8]     Höffding, p. 16.
[9]     Dilthey, Wilhelm, Hermeneutik ve Tin Bilimleri, Birinci Basım, çev. Doğan Özlem, Paradigma Yayınları, İstanbul, 1999, s. 116.
[10]   Renan, Ernest, L’avenir de la science, Édition numérique, p. 9.
[11]   Valladolid, İspanya’nın Kuzeyinde bir şehirdir. Bu şehir Valladolid tartışması diye bilinen, 1550 yılındaki tartışmayla ün kazandı. Burada Amerikan yerlilerinin insan sayılıp sayılmayacağı tartışıldı (Z.Ö.).
[12]   Asmatlar, Papua Yeni Gine’nin güneyinde ormanlık ve bataklık bölgede yaşayan, sayıları 65 000 kadar olan topluluk. Asmatlar balıkla, av hayvanlarıyla beslenir (Z.Ö.).
[13]   Nifle.
[14]   Ibid.
[15]   Baumard, Nicolas, Humanités et nature humaine, mémoires, Paris, 2002, p. 18.
[16]   Nifle.
[17]   Ibid.
[18]   Serres, Michel, Le monde, 5 juillet 2002.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder