9 Temmuz 2019 Salı

PLOTINUS'TA TEMAŞA


Plotinus’ta Temaşa

Plotinus doktrininin amacı temaşayı gerçekleştirmektir. Yukarıdaki satırlarda bunu zaman zaman ifade etmiştik. Ancak  konuyla ilgili açıklamalarımız durumsal nedenlere bağlıydı. Bu nedenle temaşa, tek başına bir problem olarak ele alınmamıştı. Plotinus’un en yüce amacı olan temaşaya ilişkin söylediklerini, bir özet de olsa bütünlük içinde görmekte yarar vardır.

Plotinus’a, göre temaşa, içsel hayatın gerçek ihtiyacıdır. O, bu ihtiyacı açıklarken felsefî söylemden yararlanır; rasyonel bir topografya kurar; yani ruhun yerini ve felsefeyi ontolojik açıdan tanımlar. Temaşanın objesi, gerçek düşüncenin objesidir. Bundan dolayı, kendinin mutlak temelidir.

Aslında temaşa, kendini değiştirmedir. Temaşa, Tanrı’yla birleşmeyi mümkün kılan hayatın sonucudur. Platonculuğun etkisiyle Plotinus, temaşanın pratik hayata üstünlüğünü temellendirmeye çalışır. Böyle bir düşünce değerli midir? Kuşkusuz bu, temaşanın analiziyle anlaşılabilecek bir konudur. Çünkü böyle bir analiz, temaşanın gerçek anlamını ortaya çıkarabilir. Bu analiz sonunda anlaşılacaktır ki, pratik hayat, düşünceden ve düşünülürden bağımsız bir alandır ve var olma hakkına sahip değildir. Gerçekte her pratik, bir temaşaya dayanır. Pratik, ne tür olursa olsun, sadece bir biçim kazandırmadır, yani bir biçimi, biçimsiz olan bir töze taşımaktır. Oysa fiil olarak biçim, zorunlu olarak maddenin ve biçimin birleşmesinden önce vardır. Biçim, bir eyleyen ile tözden ve tözdeki değişikliklerden bağımsız var olan bir nedene birleştirmeyi varsayar. Tözün bu değişikliği sadece geçiş için anlamlıdır: Geri kalan, olumsal bir direnmedir, olasılıkla dayanağa değil; fakat ondaki başka bir biçimin varlığına bağlı olan direnmedir. “Biçimin özü zorunlu olarak bir fiil olmadır; biçim sadece kendi varlığıyla etkilerini meydana getirir; bu tıpkı lirin tellerini armonili biçimde titreten bir ilişkinin sesi meydana getirmesine benzer.” Pratiği ya da bir şey meydana getirmeyi anlamak istersek, yapmamız gereken şey, fiili ya da meydana getirilen şeyi her zaman biçime bağlamaktır. Yine de fiilin iki anlamını birbirinden ayırmak gerekir: “İki tür fiil vardır: özün fiili ve özden doğan fiil. Özün fiili, fiil halindeki objenin kendisidir. Özden doğan fiil, zorunlu olarak objeyi izleyen; fakat objeden de farklı olan fiildir. Bunu ateş örneğiyle açıklayalım: Ateşte, ateşin özünü oluşturan bir sıcaklık ve ateş özünü yitirmediği sürece, etkin olduğu sürece ateşten ayrılmayan başka bir sıcaklık vardır.” Meydana getirmede iki düzeyi birbirinden ayırmak gerekir.

Biçimlendiren biçim düzeyi ve biçimlendirilmiş biçim düzeyi ve sadece biçimlendiren biçim düzeyi. Sadece biçimlendiren biçim gerçek varlık nedenidir. Sonuç olarak her zaman varlığa gelen şeyin bir varlık nedeni vardır. Bu neden var oluştan öncedir. Plotinus bu öncelikli biçime başvurmaya temaşa demektedir. Buradan hareketle şunları söyleyebiliriz.

1. Temaşa hiçbir durumda bir bilincin süreçleriyle özdeş sayılmamalıdır. Tabiat bu ortaya çıkardığı şeylerde temaşa eder. Bu, tabiat “başka yerden gelen biçim”e sahiptir anlamına gelir. Kuşkusuz temaşa biraz kapalıdır, üstelik uyuyan kişiye benzer. Yine de “tabiat maddenin biçimini değiştirir, onu biçimlendirir. Bu biçimlendirmeyi, mekanik bir itkiyle yapmaz; bu amaçla, çokça söz ettiğimiz araçları da kullanmaz. Tabiat, sadece kendindeki nedenleri bildirerek biçimlendirir ya da biçim değiştirir.” Bu durum temaşayı, bilinci askıya alan en yüce amaç haline getirir.

2. Biçimin derece derece aşağıya inmesi önemli bir problemdir. Bu problem şu tür sorularla ortaya konabilir: Ortaya çıkma sürecinin amacı, biçimdeki özdeşlik ve sürekliliktir; o takdirde, aşağı doğru iniş nasıl mümkündür? Biçim, düşünülemez birdir, yani ezelî bir varlıktır; bu sıfatla da etkilenemez; bu durumda biçim, nasıl aşağı varlıklar şeklinde ortaya çıkabilir?

Bu soruları cevaplandırmak için pratiğin Plotinus sistemindeki yerini düşünmelidir. Pratik aklın, kendi temeli olana yönelmesidir; özsel olmayan tözle ilişkiye girme sürecini yaşama, pratik değildir. Sonuncu anlamda pratiği temaşaya tercih eden ruh, yanlış yollarda kaybolur.

Daha açık konuşmak gerekirse, her pratiğin amacı temaşadır. Bununla demek istiyoruz ki, pratiğin nihaî amacı, görmeyi sağlamak, ruha bir obje vermek; yani temaşa edebileceği bir şey sunmaktır. Temel düşünce, şudur: İlk’i isteme, daha doğrusu ruhun tek isteği objesine benzetmektir; kendini düşünülüre uydurmaktır. Pratik, sadece düşünülür objenin daha kavranabilir hale getirilmesidir; duyumlama boyutlarına indirgenmesidir. Bu durum, ruhun zayıflığını, kendi varlığında olsa bile, düşünülürle doğrudan ilişkiye giremediğini gösterir. “İnsanlara bakınız; onlarda temaşa zayıfladığında, temaşanın ve aklın bir gölgesi olan eyleme geçerler… Onlar bir nesneyi görmek için yaparlar, yaptıkları nesneyi başkalarına göstermek ve duyumsatmak istediklerinde, davranmak isterler.”

Bu analizin sonuçları şudur: Ruhun bütün durumlardaki ilgisi, spekülâtif bir ilgidir. Yine de ruhun ilgisini bir ihanet haline getirebilen bu zayıflığı ya da büyülenmeyi açıklamak gerekir. Bu ilke duyulan spekülâtif ilginin ikinci bir sonucu vardır. İlk olan, nedenlerinden ayrılmış sonuç değildir; aynı şekilde o, kendinden sonra gelenden, yani pratikten önceki neden de değildir. İlk olan, bu sıfatla varlığı, etkin varlığı tümüyle kuşatan nedendir, onu tümüyle açıklayan nedendir. Pratik boyutu da içeren bu neden, edimdir. Edim olan bu neden, kendini tamamlamaya çalışırken, tükenip gitmez; neden oluşunu kendi varlığında sürekli kılar. Görünüme çıkma, yalnız, sürekli nedenlik yapan nedenin edimidir.

(DOKUZLUKLAR I adlı çevirimizin önsözünden)

6 Temmuz 2019 Cumartesi

WITTGENSTEIN'IN FENOMENOLOJİ ELEŞTİRİSİ




 

Wittgenstein’a göre Husserl, sentetik a priori yargıları bilim ve mantık arasında üçüncü olasılık gibi görmektedir. Oysa sentetik bilim ve mantık arasında hiçbir şey yoktur. Sentetik a priori yargılar deneyimden hareketle elde edilmişlerdir ve mümkün deneyimlere gönderirler Fenomenolojinin sentetik önermelerinin karşıt oldukları hiçbir şey yoktur: Bu nedenle fenomenolojinin önermeleri anlamsızdır. Çünkü anlamlı bir önermenin karşıt olduğu bir durum vardır. Wittgenstein’a göre bir önerme a priori ise sentetik değildir; sentetik ise a priori olamaz.

Husserl’in zihinsel dili fiziğin dilinin kesinliğine öykünen bir sözde zihinsel dildir; bu dille düşünemeyiz. Bu yüzden fenomenoloji aşkın bir körlüktür. Nesnel içeriği olmayan aşkın bir süje dünyanın sınırlarına yerleştirilmiş sabit bir noktadır. Dünyada fenomenolojik bir süje yoktur. “Özlerin görülmesi kanıtlanamaz ve bu hayali bir görmedir. Bu ikinci yanlışlık Husserl’in tezlerindeki en büyük hatadır. Bu, sadece Husserl’in fenomenolojisinde değil; bütün fenomenolojilerde vardır.

Platon’dan Husserl’e kadar bütün filozoflar, örtük veya açık mental bir göz kabul ettiler. Husserl buna özün doğrudan sezgisi kavramını ekledi.

Wittgenstein açıkça göstermiştir ki, mental bir gözümüz yoktur; böyle bir göz olsaydı bile, hayali böyle bir gözü, bir iletişim girişimi olan felsefede kullanamazdık. Wittgenstein’ın bu kanıtı çok basittir ve çok da yıkıcıdır.  (Devamı Dil Felsefesi III’te)