24 Aralık 2021 Cuma

DİL MANTIK İLİŞKİSİ

 

                                              MANTIK

Yukarıda demiştik ki dilin iki temel fonksiyonu vardır: Bildirim ve yaptırım. Bunlar gramer ve sentaks kurallarıyla gerçekleştirilir. Burada şöyle sorabiliriz: Dilde gramer ve sentaks kurallarından başka kurallar örneğin mantık kuralları yok mudur? Anlamlı ifadeleri yöneten gramer kurallarının yanında doğru düşünmeyi ve çıkarım yapmayı yöneten kuralların da olması gerekli değil midir? Şimdi bu konuyu ele alalım.

 Mantık Nasıl Ortaya Çıktı

Bilindiği gibi mantığın kurucusu Aristoteles’tir. Aristoteles niçin mantık kuralları oluşturmak istedi? İlkin bunu cevaplayalım. Mantığın doğasını ve işleyişini anlamak için bu, önemlidir.

Aristoteles’e göre insanlar her zaman doğru akıl yürütmezler; bazen de yanlış çıkarım yaparlar; çünkü onların düşünmelerini yönetecek sistematik kurallar yoktur. Doğru akıl yürütme kuralları ya da ilkeleri belirlenirse, hatalı çıkarımlar önlenir. Bu nedenle Aristoteles öğrencilerine akıl yürütme sanatının ilkelerini ve kurallarını açıklama ihtiyacı duydu; bu amaçla her akıl yürütmede etkin bir metabilim olan mantık ortaya koydu.

Akıl yürütmede ve düşünme analizinde kullanılan kavramlar hangileridir? Aristoteles’e göre mantık, bunları öğretmelidir. Bunun için de önce kavramın ve yargının ne olduğu açıklanmalıdır. Filozof, kavramı ve yargıyı ölümünden sonra Organon adı verilen ve “çalışma âleti” anlamına gelen kitaplarında açıkladı. Mantık Aristoteles’in kendi metafiziğine bir giriş bilimiydi.

Bu bilimin iki ayağı vardır: Aristoteles’in on kategorisi ve klasik Grekçe.

Grekçede kategori κατηγορία (katêgoria) nesneye yüklenebilen nitelik demekti; Aristoteles’te daha çok yüklem anlamına kullanılır. Aristoteles’e göre kategoriler varlık hakkında konuşma tarzıdır; ilk ve değişmez hakikatlerdir, bireylerin asıl özellikleri bu kategorilerde içkindir. Mantığın amacı bireylerin özünlü niteliklerini önermeler yardımıyla belirtmektir. Bu da bireylere kategoriler yüklemekle olur.

Kategoriler varlık hakkında çok çeşitli şekillerde konuşmayı mümkün kılar. On kategori vardır. Bunlar 1. Ousia (öz, töz, örneğin”insan”, “at”) 2. poson (nicelik, örneğin “iki karış”) 3. poion (nitelik örneğin “beyaz); 4. pros ti (ilişki, örneğin “iki katı”, “yarısı”, 5. pou (yer örneğin “Lisede”) 6. pote (ân, zaman örneğin “dün”, “geçen yıl”; 7. keisthai (Bir durumda olmak örneğin “yatar vaziyette”, “oturmuş halde”); 8. ekhein (sahip olma örneğin ayakkabısı olmak) 9. poiein (davranmak, yapmak örneğin “kesmek”, “yakmak”) 10. paskhein (maruz kalmak,. .e uğramak örneğin “kesilmek”, yanmak”).

Kategorilere ilişkin bu açıklamalar yeterlidir. Şimdi mantıkta Grekçenin rolüne değinelim. Aristoteles mantığı oluştururken tümüyle klasik Grekçenin imkanlarından da yararlanmıştır. Grekçenin sözlüğünü ve gramerini temel almıştır; ancak Grekçenin tüm imkanlarını kullanmak yerine sadece mantık oluşturmada uygun olduğunu düşündüğü ögelerini almıştır.

Aristoteles kendi kitaplarında mantık kelimesini kullanmadı; mantığı bir âlet organon gibi görmedi, sadece “diyalektik” anlamında mantıksalı kullandı; mantığın veya aklın ilkelerinden, yasalarından da söz etmedi. Filozof Organon’da yasayı hukuki; ilkeyi de ontolojik anlamda kullandı. Aynı şekilde iki yerde zekâ diye çevirebileceğimiz Noûs’tan söz etti; bir yerde de sadece “noûs ruhtadır.” demekle yetindi.

Mantık kelimesi büyük olasılıkla Cicero zamanında veya sonra kullanılmıştır. Öte yandan mantık için organon adını kullanan İ.S. II. yüzyılın sonunda ve III. yüzyılın başında yaşayan Yeni Platoncu İskenderiyeli Afrodisyas’tır. Afrodisyas bugün Aristoteles’in Kategoriler, Önermeler, Birinci Analitikler, İkinci Analitikler, Topikler ve Sofistik Deliller kitaplarını bir araya topladı ve hepsine birden Organon adını verdi. Organon yorumcusu Ammonius Saccas (yaklaşık MS. 3. yy.), bu kitaplara Poetika ve Retorik adlı kitapları da ekledi.*

Daha Afrodisyas zamanında şunlar sorulmaya başlanmıştı: Mantık bir bilim midir? Bir sanat mıdır? Teorik ya da pratik bir inceleme midir? Afrodisyas’a göre mantık basit bir âlettir; bilimin, özellikle teorik bilimin organonudur; daha doğrusu bir temaşa aracıdır.

Özetle söylersek mantık düşünmenin değil; metafiziğin organonudur; sadece metafiziği; Aristoteles’in anladığı ve yaptığı metafiziği temellendirmek için özel bir düşünme tarzıdır; töze kategoriler yükleme biçimidir.

Bilindiği gibi mantık Aristoteles’in ortaya koyduğu şekliyle kalmamıştır; bazı düzeltmelerle, eklerle ve yorumlarla geliştirilmiştir. XIX. yüzyılın sonunda klasik Aristoteles mantığının yanında sembolik mantık ortaya çıkmıştır. Günümüzde fizikteki gelişmelere bağlı olarak pek çok mantık türünden söz edilmiştir. Bu satırlar bir mantık araştırması değildir; onun fonksiyonunu sorgulamadır. Bu nedenle ayrıntı gereksizdir. Ancak bu durum yine de şu önemli konuları kısaca olsa da ele almaya engel değildir.

1. Kategoriler’in otantikliği sorunu: Kategorilerin bugünkü haliyle otantik metin olup olmadıkları tartışmalıdır. Bu kitapların en azından bazı bölümlerinin Aristoteles’e ait olmadığı ileri sürülür ve bu görüşler, metnin otantikliğini kabul eden görüşler kadar ciddidir. Batı dillerinde bu konuda pek çok tartışma vardır. İnternette bu dillerde yapılacak bir araştırma tartışmaların boyutlarını ve önemini görmek için yeterlidir.

2. Klasik metinlerin otantikliği: Klasik metinlerin bazı bölümlerinin otantiklik problemi sadece kategorilerle sınırlı değildir. Aristoteles’in Metafizik’inin bazı bölümlerinin örneğin Epsilon bölümünün otantik olmadığına dair çok güçlü kanıtlar vardır. Bu durumu Aristoteles’in kitaplarının dışındaki klasik metinlere de yayabiliriz ve şöyle diyebiliriz: Antik Dönem’in hatta Orta Çağ’ın önemli metinleri yazarlarının kâğıt kalemle veya bilgisayarda yazarak son şeklini verdikten sonra yayın evine gönderdiği ve redaktörlerin düzeltip yayınladıkları metinler değildir. Onlar pek çok faktöre bağlı olarak sonraki dönemlere tam metin olarak intikal etmemiştir, eksiklikler, kopukluklar, çeviri yanlışları, yorumlar ve hatta az veya çok eklemeler, çıkarmalar vs. içerir. Kısaca söylersek bunlar zaman içinde az veya çok şöyle veya böyle değişikliğe uğramışlardır; bize “evrimleşmiş bir metin” olarak intikal etmişlerdir. Maalesef felsefe tarihçileri birkaçı dışında bu klasiklerin evriminden söz etmemektedir. Özetle söylersek Kategoriler de az veya çok evrimleştririlmiş metindir.

3. Aristoteles mantığının teolojide kullanımının meşruluğu sorunu: Yukarıda birinci ve ikinci maddelerde ele aldığım konular saptamalarımdı. Bu üçüncü maddede yapacağım açıklamalar ise kişisel tezimdir. Tezim sonuçları düşünüldüğünde benim açımdan çok önemlidir ve tartışılmasını istediğim görüşlerimdir. Görüşlerim ana hatlarıyla şöyledir: Orta Çağ’da hem İslam Dünyasında hem de Hristiyan Dünyada mantık iki amaçla kullanılmıştır: a) Metafizik yaparken b) Teolojik amaçlarla. Aristoteles mantığın metafizik için kullanımında bir problem yoktu. Bu, zaten mantığın doğasında vardı; mantık metafiziğe girişti. Oysa mantığın teolojik amaçlarla kullanılması büyük bir yanlışlıktı; çünkü mantık teolojik amaçlar için icat edilmemişti. Yukarıda söylediğimiz gibi Aristoteles mantığı dünyadaki her nesneye yani bireysel töze kategorilerden birini yükler. Her bir önerme bir kişi ya da töz hakkındadır. Töz yani birey dokuz kategoriden birini yüklem olarak alır. On kategorinin her biri empirik dünyanın özelliklerinden soyutlamayla elde edilmiştir. Aristoteles’in bildiği bir dünyadan hareketle ve bildiği bir dünyayı anlatmak için belirlediği kategoriler, bilmediği bir dünyanın bilmediği varlığının veya varlıkların doğasını; dünya ile ilişkilerini anlatması imkansızdır. Şöyle ki, töz kategorisi birey olan insanı ya da nesneyi ifade eder. İnsan ve nesne empirik bir varlıktır ve nitelikleri de empiriktir. Oysa teologların mantığı uygulayarak açıklamaya çalıştıkları Tanrı, insan ya da nesne gibi töz değildir. O’nun dünyadaki bulunuşu ve dünya ile ilişkileri doğrudan gözlemlenemez. O nedenle tözlere ilişkin önermeler oluşturmak için kullanılan mantık Tanrı’yı anlamak ve anlatmak için kullanılamaz; töze yüklenen kategoriler Tanrı’ya yüklenemez; Tanrı mantıksal çıkarımların konusu olamaz.

Bunun en açık kanıtı Aristoteles’in kendisidir. Aristoteles Tanrı ya da Noûs için töz terimini kullanmaz; çünkü o, saf fiildir. Onda aktülleşmeyen hiçbir şey yoktur. O, kaynaktır; ama taşıyıcı değildir. Oysa her tür töz niteliklerin taşıyıcısıdır. O nedenle töz olmayan Saf Fiil halindeki İlk’e nitelikler yüklenemez. Aristoteles’in Tanrısı kategoriler yardımıyla değil, karşıtlık aracılığıyla verilmiştir. Bu Tanrı hareket etmeyen hareket ettiricidir hem düşünen hem de düşünülen varlıktır. Empirik dünyada bireysel tözlerde bulunmayan karşıt nitelikler onda bulunmalıdır. Karşıtlıkları içermesi onun mantığın objesi olmamasını gerektirir. Buradan hareketle diyebiliriz ki, teolojik ifadeler önermeler değildir. Mantık olumsallığın kaynağı olan ve karşıtlık ya da a priori açıklık ile verilen varlıklara Tanrı’ya değil, olumsal varlıklara uygulanır. Kısaca söylersek İ. S. ilk yüzyılda apolojistlerle başlayan ve günümüze kadar gelen inanç objelerine mantığın uygulanması tarihin en büyük metodolojik yanlışlarındandır. Teolojik ifadeler önermeler değildir.

4. Mantıkçıların mantığa yükledikleri fonksiyon mantığın kurucusunda yoktur. Orta Çağ’da olduğu gibi bugün de mantık hakkında çeşitli tasavvurlar vardır. Mantığın özelliği ve kapsamı hakkındaki telakkiler dün olduğu gibi bugün de çok çeşitlidir. Kimilerine göre mantık düşünmenin ilkeleridir; her tür bilgiyi öğrenme aracıdır; bilime, hakikat araştırmasına giriştir, bilimin ve araştırmanın temelidir. Bazılarına göre mantık yasaları doğa yasaları gibidir; düşünmeyi yönetir ve evrenseldir hatta Afrodisyas’a gördüğümüz gibi mistisizmin aracıdır.

Günümüzde mantığın evrenselliği daha çok nesnelere ve olgulara uygun nitelikler yükleme tekniği anlamına gelir. Bu teknik matematiğin soyut zorunluluğundan farklıdır.

Mantığın evrenselliği 1920’lerde terk edilmiştir; çünkü çok değerli sistemler keşfedilmiştir, üçüncüyü dışta bırakma ilkesi terk edilmiştir; kuantum mekaniğinin etkisiyle mantığın mutlaklığı reddedilmiştir. Mantığın evrenselliği dille uyumlu olmayan ve yararsız bir dogmadır. Bu konuda pek çok çalışma vardır.

Sonuç olarak mantıkçıların mantığın doğasına ilişkin bu anlayışlarından hiçbiri Aristoteles’te yoktur. Bu özellikler mantıkçıların tasavvurudur.

 

 Mantıksız yapamaz mıyız?

Burada şu hayati soruyu soralım: Greklerin toplumsal hayatlarına Aristoteles mantığı hangi katkıyı yaptı? Grekler hukuku, politikayı, pratik sanatları, öncekinden daha iyi yapar hale mi geldiler? Şimdi bu sorulara bir açıklık getirmeye çalışalım.

Mantığın bir Grek sitesinin sosyo kültürel, politik ve entelektüel hayatına katkısı olmamıştır. Her toplum gibi Grekler de dili belli bağlamlarda kullanıyorlardı; dil oyunları oynuyorlardı. Onlar Aristoteles’in Organon’u yazmasından önce mükemmel biçimde düşünebiliyorlardı; konuşurken, iletişimde bulurken dili doğru kullanabiliyorlardı; karar alırken, düşüncelerini ifade ederken, akıl yürütürken hatalardan kaçınabiliyorlardı; bir düşünme hatası olduğunda nedenini belirleyebiliyorlardı; gündelik hayatlarını organize edebiliyorlardı.

Antik dünyada yasamacılar kendi deneyimlerine göre en uygun yasayı yapıyorlardı; yargıçlar yasaya uygun kararlar alabiliyorlardı; yöneticiler toplumları için iyi diye düşündükleri şekilde yönetiyorlardı. Hekimlik Aristoteles’ten çok önce kendi yöntemlerini bulmuştu. Bazıları bugün bile uygulanan tedavi biçimleriyle hastalıkları iyileştiriyordu. Matematik de hekimlik kadar ileriydi. İnsanlar Euklides’in icat etmediği sadece ifade ettiği teoremleri kullanıyorlardı; gerektiğinde kanıtlıyorlardı. Üstelik Grek filozofları bu bilgi birikiminden yararlanıyorlardı. Kısaca söylersek Grekler mantık icat edilmeden önce mantığın yardımı olmadan pek çok büyük eserler ortaya koydu.[1]

Grek dünyası için durum böyleydi. Kuşkusuz dünyada Greklerden başka insanlar; Grek kültüründen ve uygarlığından başka kültürler ve uygarlıklar da vardır. Tıpkı Grekler gibi onlar da Aristoteles mantığını bilmeseler de dillerini doğru kullandıklarında doğru düşünüyorlardı; gündelik hayatlarını yaşayıp geliştiriyorlardı. Aristoteles’ten önce yaşamış kimi toplumlar dünyanın yedi harikasını yaptılar. Kimi toplumlar Aristoteles’ten önce Çin, Hint ve Mısır uygarlıklarını; Aristoteles’ten sonra yaşasalar da onun adını bile duymayan kimi toplumlar; İnka ve Maya, uygarlıklarını kurdular.

Geçmiş halklar ve uygarlıklar için geçerli olan durum, çağdaş dünya için de geçerlidir. Günümüzde bilim adamları bilimsel devrimleri gerçekleştirdiler; keşiflerde bulundular, bilim yaptılar; denizlerin dibinden uzayın derinliklerine uzanan araştırmalar yaptılar; insan ömrünü uzattılar, organ nakilleri yaptılar, çocuk ölümlerini azalttılar, salgınları önlediler, yapay zekayı insanlığın hizmetine sundular; yaşanır bir dünyanın daha da yaşanır olması için çaba gösterdiler; açlığın, yoksulluğun, savaşların önlenmesi için uluslararası kuruluşlar oluşturdular; köleliği büyük ölçüde kaldırdılar; insan hakları, kadın hakları hatta hayvan hakları konusunda pek çok ilerleme kaydettiler vs. Somut problemlerin çözümünü, örneğin enflasyonun nasıl önleneceğini, ihracatın nasıl artırılacağını, bölgesel bir savaşın nasıl önleneceğini araştırırken biçimsel mantığı kullanmadılar; Aristoteles’in soyut ilkelerinden ve çağdaş mantıkçıların içeriksiz P ise Q’dur; P veya Q, P ve Q”, P ancak ve ancak Q’dur gibi formüllerinden değil; kendi deneyimlerinden yararlandılar.

Özetle, en sıradan icattan en karmaşık denklemlerle ifade edilen bilimsel keşiflere kadar hiçbir yaratıcı ve keşfedici eylem mantık sayesinde değil, ele alınan konuya ilişkin empirik düşünmeyi kullanarak deneme-yanılma süreci sonunda gerçekleştirilmiştir.

Bir metabilgi olarak mantığın ortaya çıkışı kadar kullanımı da bazı tarihsel koşulların ürünüdür. Mantık insanın ne doğal yapısının ne de kültürel özelliklerinin olmazsa olmazıdır. Metabilim olan mantığı bilmeyen pek çok toplum vardır; ama dili ve grameri olmayan toplum yoktur.

Özetle söylersek mantık

Orta Çağ’da farklı kültür havzalarında ve modern dünyada etkili olduktan sonra “şimdi hemen hemen ölü bir disiplindir.” Onu ayağa kaldırma çabaları ne geneldir ne de güçlüdür. Çağdaş düşünme önceki iki yüzyıldan beri artık mantığa coşkulu biçimde bakmıyor; çalışmalarını, ihtiyacı olmadığını düşündüğü mantıktan yardım almadan sürdürmektedir.[2]

 

Düşünme ve Mantık

Mantığın yapısına ve fonksiyonuna ilişkin bu düşüncelerimiz bir genel çerçevedir. Ancak çerçevenin içinin de doldurulması gerekir. Şimdi ayrıntılı açıklamalarla bunu yapmaya, konuyu çok farklı açılardan ve yeterince açık biçimde ortaya koymaya çalışalım.

Önce mantıkçıların “Mantık kavramları düşünme ve akıl yürütmedir.” tezlerini ele alalım ve şöyle soralım: Mantıksal düşünme nedir? Normal düşünmeden hangi açıdan farklıdır? Bunu söyleyebilmek için önce ana hatlarıyla normal düşünmeye bakalım.

Düşünme bir plana göre gerçekleştirilen sembolik bir süreçtir. Düşünmenin konusu ister bir nesne ister bir tablo olsun; önemi yoktur. Düşünceyle ifade edilen cümle, canlıdır. Düşünme yoksa cümle ölüdür; seslerden ya da yazılardan ibarettir.

İnsan içinde bulunduğu durumda yani belli bağlamda düşünür. Düşünme anlamı üretir; çünkü kişi anlam üreterek bir şey bildirmeyi veya yaptırmayı ister. Düşünmek, etkin olmaktır ve düşüncenin eylemde görünmesi, iradenin eylemde görünmesine benzer. Düşünmeyi taşıyan da dildir.

Düşünme dilden bağımsız veya önce değildir; sözcesinin söylenmesiyle eş zamanlıdır; söylemeyi yöneten de dilin kurallarıdır. Düşünme, zihnimizin aktivitesini ifade etmez; gündelik dilden öğrendiğimiz bir kavramdır. Bu kelimenin kullanımı çok karışıktır. Karışıklık psikolojik fenomenlerdeki karışıklık gibidir. Psikolojik kavramların kullanımında ortak özellikleri nedir? Bunu belirlemek zordur. İşte bunun gibi, düşüncenin kullanımına ilişkin genel bir açıklama yapılamaz. İnsan düşünme kelimesini yani onun kullanımını belli koşullar altında öğrenir; ama bu koşulları betimlemeyi öğrenmeden de, birine bu sözcüğün kullanımını öğretebilirim. Zira bunun için o koşulları betimleme gereksizdir.

Düşünmeyi anlayabilmek ve ifade edebilmek için dil dışında bir aracımız yoktur; dilimiz kullanıma hazırdır ve açıktır. Gerçekte dilin olmadığı yerde düşünmeden söz edilemez Dilde ve realitede verilmeyeni düşünemeyiz. Dilimizi ve gramerimizi aşan bir alanın deneyimine sahip değiliz.

Dili kullanmayan düşünme, düşünmenin gramerine aykırıdır. Düşünen kişi bir bildirim ve yaptırım sözcesi ifade etmeyi ister. Bu da dilin gramerine ve sentaksına uygun, referansı olan ifadeyle gerçekleşir.

Mantık dilimizin kurallarına alternatif, çıkarımları denetleyen meta kurallar varsayar. Oysa söylemin uygun olup olmadığını belirleyen; düşünmeyi yöneten meta kurallar olması çelişkilidir. Eğer çıkarımları denetleyecek meta kurallar kabul edersek, o  zaman meta kuralları da denetleyecek meta kurallar kabul etmemiz gerekir. Bu ise sonsuzca geri gider.

Her insan düşündüğü şeyi diliyle ifade edebilir; bunu yaparken düşünmenin kendi koşullarına uyar.  Gündelik dilimizin alternatifi yoktur. Doğru ve tutarlı düşünebilmek, çıkarım yapabilmek, çıkarım hatalarını fark edebilmek, bildirimde bulunabilmek, bildirimlerin onaylanabilir olanlarını ve olmayanlarını görebilmek için gerekli bütün kurallar dilde içkindir

Dil, anlamı oluşturur. Dilde söylemi denetleme kuralları değil, anlamı oluşturma kuralları vardır. Dil, kuralları sayesinde söylemi belirler ve anlamlı bir sözceyi yönlendirir. Söylem bu kurallara uygun olmalıdır. Kurallara uygun olan söylem dinleyen tarafından başarılı bir bildirim olarak anlaşılır. Bildirimin başarılı olduğunu gösteren, mantık değil; olguya uygunluktur.

Kurallarla ilgili dil, “doğru uygulanan veya uygulanmayan”dır. Bir kural uylaşımsal biçimde uygulanır veya uygulanmaz. Kural doğru uygulanmışsa sonuç kesindir ve doğrudur. Bu sonucun kesinliğinden ve doğruluğundan kuşku duymak, gerçek anlamda kuşku değildir. Kuşku kesinliğin olmadığı yerde mümkündür. Kuşku bir meta kuralla yani mantıkçıların kuralıyla giderilemez. Kuşkunun giderilme yöntemi bellidir. Bir çarpma işleminin sonucundan kuşkuluysam, sağlamasını yaparım. Randevuya geç kalıp kalmadığımdan emin değilsem, saatime bakarım; saatim yoksa birine saati sorarım. Bir bilim adamıysam binlerce defa da olsa doğru sonucu elde edinceye kadar deneyi tekrar ederim. Elde ettiğim sonuca ulaşınca acaba bu mantıksal açıdan doğru mu yanlış mı diye düşünmem. Deney yapan bilim adamı dili kullanan biri gibi davranır.

Dilimiz yetkindir, düzenlidir; bu nedenle, mantıkçıların sembolik, ideal diline ihtiyaç duymaz. Dilin kendine özgü mantığı vardır. Bu mantık dilin kullanım kurallarında ortaya çıkar ve sistematiktir. Dilin kuralları, mantıkçıların kurallarına ihtiyaç duyurmaz.

Dilimizin farklı kelimeleriyle farklı şeyleri anlatırız; yüksek sesle düşünmeyi, kendimizle konuşmayı, hayalimizde biriyle diyalogu, bir şeyi önce hatırlamayıp ardında aklımıza gelmesini vs. anlatmak için uygun kelimelerimiz vardır. Kelimeler söze bürünür, düşünme olur. Düşünme hem bir dildir hem de lengüistik ifadeyle birlikte ilerleyen zihinsel bir süreçtir.

“Düşünmek” kavramı, “konuşmak” kavramından farklıdır. Düşünme ne dile ne de başka bir sürece eşlik etmez.” Dile eşlik eden zihinsel süreç mitolojisi, düşünmeyi gizemli hale getirir. Kelimeler düşüncenin   canlandırdığı varsayılan cansız objeler değildir; fakat düşünmenin ger­çek araçlarıdır. “Dil, düşünmeyi taşır.”

Düşünmek, göstergeleri kullanarak gerçekleştirdiğimiz etkinliktir; bir nesneyi, bir niteliği, bir olguyu veya bir şey yaptırmayı düşünmektir. Bir şeyin düşünülmesi olmayan bir düşünme, düşünme olmayan, sonuçta kategorize edilemeyen bir şeydir. Düşünme kendinin nesnesi olamaz yani düşünmeyi düşünen düşünme imkansızdır. Kendimi düşünmeyi düşünen biri gibi düşünemem; çünkü düşünme, düşünen ve düşünülen arasında ontolojik ayrılığı gerektirir. Düşünmenin konusu ilkeler de olamaz; ilkeler düşünülemez.

Düşünmenin grameri konuşmanın gramerine benzer; nasıl düşünmeyi ağızla söylüyorsak, beyin de düşünmeyi öyle ifade eder. Düşünmeyi zihne, zihni de beyne yüklediğimizde, metaforu metafor olmaktan çıkarırız ve düşünmeyi beyne yerleştirmenin güçlü bir kanıtı gibi görürüz. Oysa kanıt olduğu ileri sürülen bu görüş, bir örtülü indirgemeciliktir.

“Düşünmek” kelimesinin gramerini incelediğimizde şunu ortaya koyarız: “Düşünmek”, kullanılabilir bir imkanlar deposu değil, tıpkı “demek istemek”, “anlamak” gibi bir kapasite fiilidir; bir kapasitedir. Bu kapasite öğrenilmiş ve edinilmiş deneyimleri kullanarak yaşamamız sağlar. Örneğin su içmeyi düşünüyorum. Düşünmemin başlangıcı veya nedeni fizyolojik bir ihtiyaçtır. Susadığım için su içmeyi düşünüyorum. Sonra su içmek için gerekli eylemleri gerçekleştirmeye girişiyorum. Bunu yaparken öğrendiğim bilgileri kullanıyorum ve su içiyorum. Su içmek için mantığın ilkelerini kullanmıyorum; pek çok mantık içinden herhangi birinden de destek almıyorum. Örnek basittir; ama aydınlatıcıdır. Daha karmaşık ve soyut durumları da dikkate alalım. Bir matematik profesörü derste bir matematik formülünü anlatırken doldurduğu tahtayı üç defa silsin; dördüncü defa, silinmiş bir tahtaya ihtiyaç duysun. Bu matematik profesörü bu uzun kanıtlamaları yaparken mantığı kullanmaz; sadece matematik düşünmenin sınırları içinde kalır; kanıtlamayı önceden öğrendiği şekilde yapar. Gündelik hayatı sürdürmek, bilim yapmak ve teknoloji icat etmek için gerekli koşullar gündelik dilde ve deneyimde verilmiştir. Öğrenilmemiş ve mantıktan çıkarılabileceği varsayılan kanıtlama mittir.

Mantığın koşulları ve ilkeleri düşünme için gerekli değildir. Düşünme, mantıkçının açığa çıkarabileceği gizli bir sü­reç gibi görülemez. Mantık kuralları düşünmeye eşlik etmez. Aynı şekilde mantık kurallarını uygulamak da düşünme süreçlerine eşlik eden ek süreçler veya gölge süreçler değildir. Kurala eşlik eden kural olmadığı gibi bir kuralın yanlış uygulamasını düzelten ek bir kural da olamaz..

Bir düşünmenin mantığa uygun olup olmadığını bildiren bir mantık kuralı yoktur. Bu nedenle mantık, uygulamanın nasıl yapılacağını bildiremez. Mantığa uygun veya aykırı düşünmeyi mantık dışı bir yolla olgulara ve kullanıma uygunlukla bilebiliriz ve düzeltiriz.

Düşünme ve düşünmek kelimeleri dilin pratik aşamasında kullanılmaz. Bu aşamada “Ne oluyor?”, “Nasıl oluyor?”, “Nasıl yapılıyor?”, “Ne istiyorsun?” gibi sorulara cevap vermeye yarayan kelimeler kullanılır. “Düşünmek” kelimesi gündelik dilde istemek, niyet etmek, karar vermeye çalışmak gibi anlamlara gelir. Bunun dışında kullanılıyorsa teorik bir dilin kelimesi olmuştur ve dilde yabancılaşmadır. “Çocuklara doğru düşünmeyi öğretmelidir.” “Doğru düşünme doğru kararlar almayı sağlar.”, “Nedenler üzerinde düşünmek sonuçların mantıksallığı için gereklidir.” gibi ifadeler bu yabancılaşmanın örnekleridir. Düşünme ister bildirim ister çıkarım isterse yargı şeklinde olsun; otomatik olarak kendi doğal sürecinde gerçekleşir. Sorulan soruya cevap önceden öğrenilmişse, kolayca ve tereddütsüzce verilir.

Bu satırlarda ele aldığımız düşünme akıl yürütmeyi de içerir; fakat akıl yürütmeyle özdeş değildir; akıl yürütme az sonra göreceğimiz gibi problem çözen düşünmedir. Düşünme olmayan bir akıl yürütme olamaz; ama düşünme akıl yürütmeden daha fazla bir şeydir. Kişi geçmişteki bir durumu, gelecekte yapmayı planladığı bir şeyi; bir şey satın almayı, bir yere gitmeyi, yemek yapmayı, kitap okumayı, vs. düşünebilir. Bunlar akıl yürütme değildir; gündelik hayatta ve bir kültür ortamında öğrenilmiş bilgilere dayalı tasarımlardır ve her tasarım gibi arka plan ağı içinde gerçekleştirilir.

Düşünmeyle akıl yürütme farkının anlaşılabilmesi için akıl yürütmeye ilişkin bazı açıklamalar yapalım. Akıl yürütme kognitif bir süreçtir; mantıkçıların iddia ettikleri gibi zorunlu bir sonuç çıkarma değil; problem çözme çabasıdır. Akıl yürüten, ilk bakışta hemen çözemeyeceği bir problemle karşı karşıyadır. Akıl yürütmenin iki prototipi vardır: Bulmaca ve bir mekanik ya da organik sistemdeki problemin çözümü. Örneğin bulmacada kareye hangi harfin sudokuda hangi rakamın geleceği akıl yürütmeyle belirlenir. Aynı şekilde mekanik ya da organik bir sistemde arızanın veya hastalığın neden kaynaklandığı problemi sistemin mantığına bağlı kalarak akıl yürütmeyle çözülür hatta gerektiğinde deneyler, testler ve tetkikler yapılır.

Akıl yürütmede problemin çözümü en az iki olasılığın varlığına bağlıdır. Akıl yürüten kişi bu olasılıkların hangisinin problemi ortaya çıkarabileceği konusunda önceki bilgilerine dayanarak bir karar verir. Eğer sonuca yol açan tek bir neden varsa akıl yürütme yoktur. Akıl yürütmenin özü sorun olan şeyden sorunun kaynağına doğru geriye gitmedir. Akıl yürütme cıvataya uygun somunu belirleme gibidir. Tek bir cıvataya çeşitli somunlar içinden sadece birisi uyar. Akıl yürüten kişi mevcut somunları teker teker dener yani olasılıkları dikkate alır ve sonunda en uygun somunu belirler yani sonuca yol açtığını düşündüğü olasılığı neden olarak kabul eder.

Olası neden akıl yürüten kişinin ön deneyimini, tercihte bulunma ve karar verme yeteneğini gerektirir. Akıl yürütmede akıl yürütme biçimini öğrenme gereklidir; ama yeterli değildir. Akıl yürüten kişi olasılıklar ile olgu arasında bağ kurma deneyimine de sahip olmalıdır; deneyim de olasılıkların neden olabilmelerinin sıklık derecesine ilişkindir.

Akıl yürütme düşünmenin özel bir durumu olduğu gibi çıkarımdan da farklıdır. Akıl yürütme sonuçlardan nedene gitmek olduğu halde çıkarım veriden veya verilerden sonuca doğru yolculuktur; öğrenilmiş bir süreçtir. Kişi veri veya verilerden hangi sonucun zorunlu olarak çıkarılacağını öğrenir. Bireysel inisiyatifin ve deneyimin çıkarımda hiçbir rolü yoktur. Çıkarılacak sonuç kesindir ve zorunludur.

Çıkarımın türleri ana hatlarıyla şunlardır:

1) Lengüistik ifadelerden çıkarım: Bu çıkarım da kendi arasında ikiye ayrılır: 

a) Örtülü ifadeyi anlama: İma örtülü bir ifadededir ve bir veri gibidir. Örneğin bir kişinin güvenilmez olduğunun çabucak anlaşılmasını belirtmek için kullanılan “Sarımsağın kokusu çabuk çıktı.” sözü bir imadır. Muhatap bundan bir lengüistik çıkarım yapar.

 b) Açık ifadenin gücünü anlama: Bir tartışma ortamında söylenen “Gel de görelim!” cümlesinin bir tehdit gücü taşıdığını anlama da lengüistik bir çıkarımdır.

 2 ) Kültürel ögelerden çıkarım: Birinin konuşmasından, giyiminden, âdetlerinden, kullandığı deyimlerden vs. nereli olduğunu çıkarma.

 3) Güvenilir ve doğrudan tanıklıklardan çıkarım: Yargıçların suçluluk konusundaki kararları böyle bir çıkarımdır.

 4) Doğal olgulardan çıkarım: Örneğin sesini tanıdığımız birinin kendini görmesek de sesini duyduğumuzda onun konuştuğunu; bir doktorun tahlil raporundan hastanın durumunu; bir DNA testinden çocuğun biyolojik babasını, balistik rapordan silahın suçta kullanılıp kullanılmadığını çıkarma.

  5) Postulatlardan çıkarım: Geometrinin ve aritmetiğin belirli postulatlarından hareketle zorunlu sonuçlara ulaşma. Örneğin üçgenin özelliklerini dikkate alarak bilinmeyen kenar uzunluğu, açı veya açı ortayı gibi özelliklerin sayısal değerini bulma.

 Kuşkusuz bunlardan başka çıkarım türleri de olabilir. Bizim açımızdan çıkarım olgusunun özelliğini anlamada bu örnekler yeterlidir.

Bu örneklerden hareketle şu sonucu ortaya koyabiliriz: Gündelik hayatta hangi türden çıkarım yaparsak yapalım, bunu mantığın soyut kurallarını kullanmadan yaparız. Önermeler veri değildir. İster tümel, ister tikel olsun; ister biçimsel mantığın isterse modal mantığın önermeleri olsun, bütün önermelerden sonuç değil, yargı çıkar. Mantığın yargıları ise totolojiktir. Totolojik ifadeler iletişimde, bildirimde ve yaptırımda kullanılamaz; sonuçta dile ait değildir. Düşünme akıl yürütme veya çıkarım şeklinde olsun, totolojik değildir. Düşünmenin konusu akıl yürütme olarak olasılıklar ve çıkarım olarak verilerdir; bir problemin çözümüdür ya da bir sonucun çıkarılmasıdır. Kısaca söylersek mantık dile bir yabancılaşmadır.

BİÇİMSELLİK

 

Yukarıda şöyle demiştik: Mantık başlangıçta içeriği dışlayan bir metabilimdi; töze kategoriler yükleme bilimiydi. Sonradan pek çok mantık türü ortaya çıktı. Bunlardan biri de günümüzün önemli mantıklarından sembolik mantıktır. Yukarıda değindiğimiz gibi dil felsefesi sembolik mantıkçılar tarafından başlatılmıştı.  Bu mantıkçıların felsefe anlayışlarına bir dil felsefesi türü olarak işaret etmiştik; ama sembolik mantığın gündelik dilimizdeki ifadelere uygularken ortaya çıkardıkları sorunlara değinmemiştik. Şimdi biçimsel mantığın gündelik dildeki sonuçları hakkında açıklamalar yapalım.  

Biçimsel mantık düşünme ve realite arasındaki bağı göz ardı eder; içeriksiz bir bilginin mümkün olduğunu varsayar. Sadece biçimsel tutarlılık olup olmadığına bakar. Mantıkçıların göz ardı ettikleri çok temel nokta şudur: Dilin ifadeleri hem biçimselliğe ve hem de içeriğe sahiptir. Biçim ve içerik birbirinden ayrılamaz. İçeriksiz biçim imgelenemez; biçimsiz bir içerik ifade edilemez. Sözcelerimizin biçimi gramere, kullanıma ve sentaksa uygunluktur. İçerik ise anlamdır yani muhatabın söylenen söze karşı uygun tepkide bulunmasını sağlayan şeydir. Örneğin “Kardan yollar kapandığından ulaşım durdu.” cümlesi tam bir bildirimdir. Sözce biçim açısından kusursuzdur yani dilimizin gramerine ve sentaksına uygundur; içerik açısından protokollük koşulları taşır yani sadece belli bir yer ve zamandaki duruma ilişkin bir bildirimdir; bu nedenle dinleyenin onaylama koşullarına sahiptir.

Bu sözce P ise Q dur.

P’dir o halde Q’dur. diye biçimselleştirilirse olgusallığını sonuçta bildirim olma özelliğini yitirir. Oysa bildirimlerin içerikleri dünyada bildiğimiz bir realitedir; olgusaldır; olgusal içeriğin resmini yapmak görüntülemek ve imgelemek mümkündür. Bu içerik realiteye aykırı olamaz. Alice’in Harikalar Diyarı’nda değilsek doğal dünya bize önerme içeriği olarak verilir. Oysa biçimsel bir önermenin böyle bir içeriği yoktur.

Mantıksal biçimselliğin üç önemli sonucu vardır:

1. Mantığın dil dışı biçimsel kuralları dilimizin tüm zenginliğini yansıtamaz; çünkü mantıkçılar sadece nesneleri veya olguları dikkate alırlar; dilsel olguları, dünyada değişiklik yapan lengüistik ifadeleri; emir, soru, istek, rica vs. cümlelerini göz ardı ederler.

2. Mantık sözcede bulunması zorunlu olan referansı dışlar; sadece yadsımayı, içermeyi, birleştirmeyi ve ayırmayı ifade eden sembolleri düzenler. Mantıksal önermeler hiçbir şey hakkında değildir. Mantığın soyut önermelerinin neye delalet ettiklerini düşünemeyiz.

3. Anlamlı sözcelerle anlamsız sözceleri aynı şekilde biçimselleştirir.

Örneğin

a) “Güneş doğmuşsa hava aydınlıktır.”

gibi anlamlı bir önerme

  b) “Kişi bir ve aynı yere uçan halıyla gitmişse yaya gidenden daha kısa sürede ulaşır.” gibi anlamsız bir sözce olsun.

Bunların her ikisini de ( q) diye sembolize edilir.

“Güneş doğmuşsa”

ve “Uçan halıyla gitmişse” yerine P yazılır.

Aynı şekilde

“Hava aydınlanmıştır.”

ve

“Yaya gidenden daha hızlı ulaşmıştır.”

Yerine Q yazılır.

A sözcesinin onaylanma koşulları bellidir; çünkü sözce empirik bir duruma ilişkindir. Oysa B sözcesinin onaylanma koşulları yoktur; çünkü fiktif bir duruma ilişkindir.

  Mantığın realiteye karşıt sözceler oluşturabildiğine dair bir başka örnek verelim.

Mantıkta kullanılan sembolleştirmelerden biri de F(x)’tir. Bunun açılımı şöyledir X gibi bir X vardır ve X, F özelliği taşır. Söz konusu sembolleştirme de deneyime aykırı önerme oluşturmaya izin verir.

Örneğin bir kişi “Dün kedim vaaz etmeye başladı.” desin. Bu sözcenin sembolik ifadesi şöyle olur F(x), F= (Vaaz etmeye başlama) X= Kedi. Bu sözce semantik açıdan doğru mudur yanlış mıdır? Mantık kuralları bunu söyleyemez. Vaaz eden gerçek bir kedi midir? Değil midir? Buna uygun mantıksal sentaks yoktur. Denebilir ki, kedinin vaaz ettiğini söyleyen, halüsinasyon görüyordur; ama buna haklı olarak şöyle itiraz edilebilir: Bu kişinin halüsinasyon görüp görmediği asla mantıkla açıklanamaz.

F(x) formülü bilimsel formüllerin yapısı ile karşıttır. Bilimsel formülle nicelik ilişkilerini ifade ederiz; kütle, hacim, hız gibi formül ögeleri hep niceliktir. Oysa mantıksal formüllerde F her zaman niteliktir. F yerine sayılamayacak kadar nesneyi kalem, gömlek, ev, otomobil, top vs. X yerine sayılamayacak kadar niteliği örneğin mavi, yeni, ucuz, hızlı, ağır vs. koyabiliriz. Bu f(x) formülü sözceyi nesnesizleştirir; homojen doğal olgulara uygulanan formüller gibi kabul eder..

“Uçan halı” ve “vaaz etmeye başlayan kedi” örneklerinden hareketle diyebiliriz ki, önermelerin doğruluk koşulları mantık tarafından değil; gündelik dil tarafından verilir. Gündelik dili konuşan biri, bu sözcenin lengüistik açıdan ayrıntılı betimini yapacaktır. Mantığın önermeleri bildirim değildir; “Uçma” bir kuş veya uçak için “vaaz etme” sözü ancak bir din adamının eylemi için kullanılabilir. “Halı uçuyor.” Ve “Kedi vaaz ediyor.” sözcesi, gündelik dilden dışlanabilir; ama ideal dilden dışlanamaz yani gündelik dil bunun yanlışlığını gösterebilir; ama ideal dil gösteremez. F(X) formülü kullanışlı değildir. Kısaca mantığın objektifliği objesiz bir objektifliktir; dolayısıyla çelişkilidir

DOĞRULUK KOŞULLARI YOKTUR ONAYLAMA KOŞULLARI VARDIR.

Modern mantıkta temel ilkelerden biri de şudur: Anlamlı bir önermede doğruluk koşulları olmalıdır.  Doğruluk koşulları, önermenin doğru olması için gerekli koşullardır. Buna şu örneği verebiliriz. “Uludağ’a kar yağıyor.”  Uludağ’a kar yağıyorsa doğrudur. Bir sözcenin doğruluk koşulları aktüel bir durumu yansıtmaz; örneğin şu veya bu ânda Uludağ’a kar yağıp yağmadığını belirtmez; o nedenle onaylanma koşulları yoktur. Doğruluk koşulları sadece önermenin hangi koşulla doğru olacağını söyler; bu nedenle de biçimseldir ve sözcenin anlamından ayrıdır. Doğruluk koşulları sözcenin anlamını belirlemez. Bunun kanıtı şudur: Pek çok sözce, doğruluk koşulları özel olmasa da anlaşılabilir. Örneğin “Ahmet dünyada yaşar.” sözcesi Ahmet dünyada yaşarsa doğrudur, ifadesini alalım. Ahmet’in dünya dışında yaşaması mümkün olmadığından diğer deyişle dünyada yaşaması zorunlu olduğundan bu doğruluk koşulu her zaman vardır. Oysa her zaman var olan bir koşul, koşul değildir; ama bu durum sözcenin anlaşılmasına engel teşkil etmez.

Doğruluk koşulu bir söylem değil, meta söylemdir. Her meta söylem gibi doğal olarak başka meta söylemleri de gerektirir. Örneğin ‘“Kar beyazdır.” kar beyazsa doğrudur.” söylemi ‘“Kar beyazsa doğrudur.” Doğrudur.”’, doğrudur’u yani meta söylemin metasını gerektirir. Bu sonsuzca ileri gider. Bu kısır döngü mantığın içinden çıkamadığı bir durumdur.

Bildirim ve yaptırım sözcelerinin onaylanma koşulları vardır. Onaylanma koşulları mantıkçıların kabul ettikleri gibi önceden belirlenmiş, genel, hipotetik ve soyut değildir; bağlamsaldır, pratiktir, somuttur. Tamamlanmış bildirim ve yaptırım gücü içerir. Muhatap sözcenin gücünü keşfettiği anda onaylanma koşulu da gerçekleşir.

Örneğin “bir meteorit dünyamıza hızla yaklaşmaktadır.” bildirimini alalım. Bu bildirim belli bir zamanında belli bir kütleye ve hıza sahip, dinleyenin onaylanma koşullarının bulunduğuna karar verdiği bir sözcedir. Dinleyen konuşanın güvenilir ve olgunun yani meteoritin dünyaya doğru gelmesinin mümkün olduğunu kabul ettiği anda sözce onaylanmıştır.

Mantık önermenin olguyla veya eylemle uygunluğuna dair hiçbir şey söylemez. “Dünya dönmüyor.” sözcesi yanlış mıdır? Anlamsız mıdır? Bu sözce yanlış da anlamsız da değildir. Sadece bağlamsızdır. Dilde referansı olan sentaksa uygun her sözce anlamlıdır. “Dünya dönmüyor.” sözcesi de anlamlıdır. Bu sözcenin anlamın ortaya çıkarılabilmesi için konuşanın hangi bağlamda ve hangi niyetle söylediğine bakılmalıdır. Örneğin konuşan bu sözüyle bir ironi yapmış olabilir; onu metaforik anlamda kullanmış olabilir. Bu cümleyi bir Orta Çağ düşünürü söylemiş olabilir. O nedenle cümleyi anlamak kimin hangi bağlamda söylediğini belirlemektir. Bu konuda önceden belirlenmiş a priroi doğruluk koşulları yoktur. Ama anlamı vardır. Anlamlı olmayla doğruluk koşulları aynı şey değildir.

Mantıkta referans olmadığı gibi bağlam da yoktur. Mekânın belirlenmesinde koordinatlar ne ise konuşmada da bağlam odur. Bağlamsız sözce koordinat bildirmeden mekânı belirlemeye benzer. Oysa insan her zaman bir bağlamdadır. Konuşan ister bir şey bildirmeyi isterse bir şey yaptırmayı istesin, her zaman belli bir bağlamda konuşur her söylem her bildirim belli bir bağlamdaki bildirimdir. Bildirimler bağlamdan soyutlanamaz Bu yüzden bağlamsız mantık dilin işleyiş kurallarını ihlal eder.

Kuşkusuz doğal olgular bağlamsızdır ve onları yöneten yasalar vardır. Doğal olguları yöneten yasalarla olguların ilişkileri formüle edilebilir. Oysa nitelikle nesnelerin ilişkisi doğal olguyla yasa ilişkisi gibi değildir; pek çok farklı nitelik ve nesne vardır. Bunların hepsi heterojen ilişki içindedir. O nedenle nitelik ve nesne ilişkisi sıfır kaplamlıdır. Sonuç olarak her şeyi açıklayan formül hiçbir şeyi açıklamaz.

DİL VE MANTIK

  Mantığa ilişkin bu tespitlerden ve değerlendirmelerden sonra dil mantık ilişkisine değinerek hem konuyu hem de çalışmamızı sonuçlandıralım.

Dil mantık ilişkisi konusunda tezimiz şuydu: Dil ve mantık birbirinden ayrı değildir; dili öğrenirken mantığı da öğreniriz. Dili doğru yani anlamlılık koşullarına uygun kullandığımızda mantığa da uygun kullanırız. Şimdi bu görüşlerimizi temellendirelim. Önce dili öğrenirken mantığı da nasıl öğrendiğimizi açıklayalım:

Mantığın öğrenilmesi

 

Mantığı öğrenmek, mantıkçıların özdeşlik, çelişmezlik ve üçüncüyü dışta bırakma gibi soyut ilkelerini öğrenmek değildir; anlamlı bildirim ve yaptırım cümlelerinin hangi durumda ve nasıl söyleneceğini öğrenmedir. Örneğin Annenin çocuğuna söylediği, “Yağmurda şemsiyesiz çıkarsan ıslanırsın.”; “Marketten ya cips ya da çikolata alabilirsin; ikisini de alma.” gibi sözcelerin gücü vardır. Muhatap busözcelerin gücünü keşfettiği anda dildeki mantığı kavramıştır. 

Yukarıda şu tezi ortaya koymuştuk: Mantık dilde içkindir; dilden ayrı mantık yoktur. Dili öğrenirken mantığı da öğreniriz. Şimdi bunu sayfalarımızın izin verdiği kadarıyla açıklayalım

Mantığın öğrenilmesinde üç aşama vardır:

I. Dolaysız çıkarım. Dolaysız çıkarım nesneye ilişkin doğru bir imge edinmektir. “Ağaç”, “kuş”, “araba”, “anne”, “kardeş” gibi nesne adları çocuğa, göstererek öğretilir. Çocuk adı öğrendiğinde adı taşıyana ilişkin imgeyi de edinir; nesneyi gösterebilir ve nesne adını doğru kullanabilir; başka nesnelerden ayırabilir; başka nesnelerle benzerliği olsa bile onun özgün niteliklerini bilebilir. Benzerliklerin, farklılıkların ve özgün niteliklerin kavranması mantığın ilkelerini de öğrenmedir; mantığı öğrenmede ilk aşamadır.

II. Analojiyi kullanma: Analoji Grekçe ἀναλογία (analogia) (ἀνα, ana : “göre”+ λογία, logia “orantı) iki şeyin birbirine benzemesi ya da eşit olması demektir. Tüm nesneler bir cinsin türüdür ya da bir türün bireyidir. Dilimizde önceki kuşaklardan devraldığımız bütün deneyimler analojiden çıkarılmışlardır. Dili kullanan her insan öğrendiği analojiden doğan deneyimlerine kendi deneyimlerini yani analojik sonuçları da ekler. Analojik düşünmede temel şudur: B, A’ya şu veya bu açıdan benziyorsa

1. A’nın bildiğim ve B’de henüz tecrübe etmediğim bazı özellikleri kesinlikle veya olasılıkla B’de de vardır. Elmaya benzeyen şeyin elma gibi tadı vardır veya olabilir.

2. A’nın yapabildiği bir eylemi A’ya benzeyen B de yapabilir. A yürüdüğü bilinen çocuksa ona benzeyen ve yürüdüğü görülmeyen çocuğun da yürüyebileceği düşünülebilir.

Analoji tümevarımla tamamlanır. A ve B arasındaki benzerlikleri saptayan çocuk bunu C ve D nesnelerine de genişletir. Otomobilin hareketli olduğunu gördüğünde park halindeki otomobilin arızalı değilse istendiğinde hareket edeceğini bilir.

Analoji mantığın öğrenilmesinde en temel aşamadır. Bütün kişisel deneyimler bilimsel araştırmalar yani tüm empirik bilgiler analojinin ürünüdür. Sonuçları ister kesin isterse olası olsun; her bilme etkinliği her yaştan ve her meslekten insanın gerçekleştirdiği analojidir. Aynı deneyi binlerde defa tekrar eden bilim adamının deneyine yön veren şey sadece analojidir. Analoji yapabilmek için hiçbir zaman mantıkçıların ne dediklerini bilmeye gerek yoktur.

Analojinin iki türü vardır:

A. Naiv analoji: Küçük çocukların analojisidir. Bir oyuncak bebek çocuğa benzediği için, çocuk onun da susayabileceğini ve acıkabileceğini düşünür.

B. Empirik deneyimle sonuçlanan analoji: Bir analojinin empirik deneyim olabilmesi için dili kullanan kişi niceleştirmeyi öğrenmelidir. Niceleştirme yargıdaki yüklemin ait olduğu özne sayısını tüm(ü), bazı(ları) hiçbir(i) gibi kelimelerle ifade etmedir. Örneğin “Bütün çocukların yaşayan ya da ölmüş anneleri vardır.”, Bazı insanlar uzun boyludur.” “Hiçbir bir insan havasız yaşayamaz.” gibi önermeler nicelik ifadeleri içerir. Niceleştirme öğrenilen ya da şahsen yapılan gözlem önermelerinin ürünüdür ve bu kelimeleri içeren yargı kesindir. Örneğin “Tüm uçan hayvanlar kanatlıdır.”; “Bazı kanatlı hayvanlar uçamaz.” gibi niceleyici içeren yargılar gözlemden çıkarılan kesinliklerdir.

III. Farklılıkların Gözlemlenmesi: Çocuk sadece benzerlikleri değil; farklılıkları da görür. Çevresindeki insanlar, nesneler, nitelikler birbirine benzedikleri kadar farklıdır. İnsanlar uçamaz; kuşlar konuşamaz. Kimi insanlar göremez, kimileri yürüyemez. İnsanların meslekleri, yaşları farklı farklıdır, bunlardan kimine öğretmen, tüccar, kimine, bilgisayarcı, kimine müzisyen; kimine yaşlı, kimine genç, kimine çocuk vs. denir. Farklılıkların gözlemlenmesi dilin bildirim fonksiyonunun kavranmasının temelidir. Çünkü bildirim sözceleri tekil olan nesnelere ve durumlara ilişkindir.

IV. Dolaylı çıkarım: Dolaylı çıkarım akıl yürütmeyle yapılır. Örneğin “ortanca kardeş”ten üç çocuğu, “limon gibi tad”dan ekşi tadı “bir ülkenin Yunanistan olduğunu belirtilmesinden orada anadilin Yunanca olduğunu, bir profesörün bugün yaş haddinden emekli olmasından 67 yaşını doldurduğunu; bir ilde halkın yarısından azının aşılandığından aşısız insan sayısının aşılı insan sayısından fazla olduğunu; vs. çıkarabiliriz. Bu çıkarımların her biri doğrudur ve tümdengelime başvurmadan yapılır. Bu çıkarımlar biçimsel kurallardan değil; olguların durumlarında ya da sözcelerde örtük olarak vardır. Eğer olgulara ya da durumlara ve dilin kullanımlarına ilişkin bilgimiz olmasaydı asla çıkarım yapamazdık.

Bu çıkarımlar olguların ve dilin öğrenilmiş anlamlarından hareketle gerçekleştirilir. Örneğin bir siren sesinin ne anlama geldiğini bilmeseydik ambülansın ne taşıdığını; “ülkenin dili” kavramını bilmeseydik Atina’da Grekçe konuşulduğunu; ortanca çocuğun hangi durum için kullanıldığını bilmeseydik o ailenin üç çocuğun olduğunu; ülkemizde üniversitede yaş haddinin ne zaman dolduğunu bilmeseydik dün emekli olan profesörün altmış yedi yaşını doldurduğunu çıkaramazdık.

Gramer, sentaks, referans bağlam, kullanım. Bunlar anlam beşgenidir. Her dil bu beşgenden oluşur. Sonuç olarak evrensel olan mantık değil, anlam beşgenidir.

Dil doğrudan realizmdir. Dili doğru kullanarak dünya ile ilişki kurarız; bu ilişkiyi bildirim olarak ifade ederiz Bildirim muhataba kapalı, belirsiz ya da çelişkili görülebilir. Bu problemlerden hangisi varsa muhatap konuşandan çözmesini ister.

Dünyayı dilin belli bir bağlamdaki ifadeleriyle doğrudan ve gerçek haliyle kavrarız; bu kavrayışımız hem insanların dili nasıl kullandıklarını hem de bildirimlerini oluşturma biçimini açıklar; böylece objektif bir bilgi modelini düşünmeye izin verir.

 Her anlamlı cümle anlaşılır. Anlaşılan sözceler başarılıdır ve anlaşılmayan sözceler mantığa aykırı değil; başarısızdır. Örneğin

1. “Dalgıçlar denizden pek çok atık çıkardı.” sözcesi anlamlıdır ve anlaşılabilir.

Oysa

2. “Denizin suları alev aldığından bütün balıklar yandı.”

sözcesi gramere uygun olsa da anlaşılamaz; çünkü, imgelenemez bir duruma ilişkindir. İmgeleyebilmek için önceden en az bir defa gözlemlenmiş olması gerekir. Oysa “alev alan deniz” şimdiye kadar hiç gözlemlenmemiştir .

“Denizin suları alev aldığından bütün balıklar yandı.” sözcesi mantık dışı mıdır? Saçma mıdır? İmkânsız mıdır? Bütün dillerde bunun tek bir adı vardır: İmkânsız. İmkânsızlık çeşitli ifade biçimlerinde ortaya konabilir. “Mümkün değil”; “olamaz”, “hiç görülmüş şey değil” vs. Hangi biçimde ifade edilirse edilsin temelde şu fikir özseldir: Denizin ateş alması imkansızdır. İmkansızın iki anlamı vardır: Sokaktaki insan açısında ve bilim adamına göre. Sokaktaki insan açısından imkânsız böyle bir şeye kimse şimdiye kadar tanık olmadı. Bilim adamı açısından, suyun kimyasal yapısında yanabilme imkânı yoktur.

Gündelik dili doğru kullanırsak gerçeğe ilişkin söylemlerimizi düzeltebiliriz; olgu söylemi ortaya koyabiliriz. Sözcelerin ya da önermelerin mantıksal analizi doğru kullanımda verilenlerden daha çoğunu veremez. Diğer değişle dilin doğru kullanılması ne ifadeyi düzeltmeye ne de mantıksal analize ihtiyaç duyurur. Kapalı belirsiz ifadeler anlamın ölçütlerine uygun söylenmemiştir. Dilde her şey açıktır ve anlamı belirleyen ölçütlere uyulduğunda anılan belirgindir.

Dilin doğal işleyişi için kurallar dilde vardır ve yeterlidir. Yanlış çıkarım mantığın kurallarına değil; kelimenin kullanım kurallarına uymamaktır. Dilin doğru kullanımı ile elde edilen açıklık karşı konulmaz ve karşıtı olmayan bir açıklıktır. Bu açıklık kabul edilince başka hiçbir açıklığın olma olasılığı sonsuza kadar yoktur. Bu açıdan dilin doğru kullanımı matematiğin önermelerindeki kesinliğe benzer kesinliğin kaynağıdır.

Dilin doğru kullanımıyla yapılan çıkarım olguya karşıt değildir. Dilin doğru kullanımı onaylanabilir bildirimler verir. Oysa mantığın doğru kullanımından onaylanması mümkün olmayan yani olguya aykırı sonuçlar çıkarılabilir.

Bunu şu tasımla gösterebiliriz:

Her kuş uçar.

Deve kuşu bir kuştur.

O halde deve kuşu da uçar.

Bu tasımın sonucu yanlıştır. Deve kuşu tavuk gibi kuş alt türü değil de gerçekten kuş ailesinin bireyi olduğu halde uçamaz. Bunu bize söyleyen empirik bilgilerimiz yani gözlemlerimizdir.

Doğru kullanımın bildirdiği şey bir niyetin ya da kararın sonucu değildir; akıl yürütme de dilin doğru kullanılmasından ibarettir. Bir önerme hatasız mıdır? İncelemeden denetlemeden muaf mıdır? veya yeterince test edilmiş midir? Bunları bize bildiren dilin kullanımıdır. Dilin bildirdiği şey mantığın çıkarması gereken şeydir; ana dilimizi doğru kullanarak olguları bildirirken yanılmayız. Bildirimdeki hata kullanıcıdan kaynaklanan anormal bir durumdur. Bu anormal durum matematik işlemleri yaparken matematik kurallara aykırı işlem yapan kişinin yanılmasına benzer. Empirik olgulara ilişkin yargıların doğruluğu dildeki düzenliliklerin sonucudur. Nasıl matematik düzenlilikler kesin sonuçlara ulaşmayı sağlıyorsa dildeki düzenlilikler de bildirimin onaylanabilirliğini garanti eder. Dili doğru kullanıp da yanlış bir sonuca ulaşmak imkânsızdır. Yanlış kullanımla bir olgu durumu bildirilemez; böyle bir durumu imgeleyemeyiz; örneğin “Sobadaki ateş soğuktan donmuştu.” cümlesinin bildirmeye çalıştığı durum imgelenemez. İmgelenemez durumlar fiktif durumlardan farklıdır. Örneğin Orta Çağ gravürlerindeki tavuk bacaklı erkekleri ve yılanların sardığı başlık takan kadınları düşünelim. Bunlar gravürü yapan kişilerin imgeleyerek çizdikleri şekillerdir. Bu imgesel nesneler reel olana karşıt olarak kurmacadır. Söz konusu resimleri görenler onların fiktif olduklarını bilir. Oysa “Sobadaki ateş soğuktan donmuştu.” cümlesi resimden farklı olarak bir bildirim olma iddiasındadır; fakat dilin yanlış kullanımı olduğundan referansı olmayan sonuçta imgelenemeyen bir duruma ilişkindir.

Kısaca söylersek mantıkçının sözde akıl yürütmelerle ulaştığı sonuca her zaman daha önce bilgi olarak sahiptik. Mantığın hiçbir önermesi yoktur ki, onun sonucuna önceden empirik olarak sahip olmayalım. Bu nedenle çıkarımın doğruluğunu belirlemek için kullanımı düzeltmek yerine mantıksal olarak denetlenmesi çelişkilidir.

Mantığın kullanımı Küçük Prens'teki iş adamının sayılarla yıldızları eşleştirmesi gibidir. İş adamı sayıları ustaca toplamaktadır toplamın sonucu şudur: Beş yüz bir milyon altı yüz iki bin yedi yüz otuz bir. Küçük Prens:

Bu rakam ne?

İş adamı ister istemez sayılan şeyler söylemek zorunda kalır:

“Bazen gökyüzünde görülen küçük şeyler gibi.”

 Küçük Prens:

“Sinekler gibi mi?”

“Hayır.”

 “Arılar mı?

“Hayır.”

 Yıldızlar mı?”

“Evet o kadar yıldız.”

 Küçük Prens sayların mantığının ne olduğunu önceden bilmektedir. Bu mantık saylarla nesneleri eşleştirmedir. Sayılar tıpkı adlar gibidir. Nasıl adlar bilinen nesnelere yapıştırılan etiketler ise, sayılar da tek tek ya da toplu olarak nesnelere yapıştırılır.

Dilde içkin mantığı teknik bir terim olmaktan çok çeşitli bağlamlarda dil oyunlarında kullanırız. Mantık her bir bağlamda farklı anlamlara gelir. Örneğin “Mantık var, izan var”, “Mantıksız konuşmak”, “Mantığı almamak”, “Mantıklı bulmamak/mantıklı bulmak” “Mantıklı görünmek”, “Mantığa aykırı olmak”, “Mantıklı/mantıksız konuşmak”.

Mantıklı ve mantıksız ifadeleri bavul kelimelerdir; bunlar bağlama göre çok farklı anlama gelir. Bunların listesi ana hatlarıyla şöyledir.

 

 

Mantıklı

Mantıksız

Kesin

Kurala aykırı

Ortak duyuya uygun

Aptalca

Açık

Sakat

Tutarlı

Saçma

Zorunlu

Anormal

Çıkarsanmış

Akıl karşıtı

Kaçınılmaz

Karışık

Makul

Çelişkili

Sistematik

İpe sapa gelmez

Orantılı

Tuhaf

Akıl yürütme ürünü

Aptalca

Sağlam

Sahte

Bilgece (sage)

Tutarsız

Yöntemli

Sonu hesap edilmemiş

Net

Akıl dışı

Mümkün

Densiz patavatsız

Muhtemel

Gülünç

Akla uygun

Tuhaf

Doğal

Anlaşılmaz

 

Görüldüğü gibi kabaca mantıklı/mantıksız diye nitelediğimiz olgu durumlarına ilişkin kullandığımız bu kelimelerin her biri realitenin indirgenemez nüanslarını ifade eder. Bütün bu nüansları dilimizi doğru kullanarak ifade edebiliriz.

Dilimiz mantıksal önermelerle değil; cümlelerle ilgilenir, önerme ele almak istediği konuyu bloke eder yani cümlenin ve bildirimin nesne durumuyla ilişkisini incelemeye izin vermez. Oysa cümleler nesne durumlarına uygundur ya da onları bildirir. Gündelik dilde temelsiz bir öge yoktur. Gündelik dili önceden kabul edilmiş bir modelle uyumlu olmaya zorlamak doğru değildir ve onda artık keşfedilecek bir şey yokmuş gibi davranmalıdır. Mantıkçılar hep “mantıksal sentaks”a ve “mantıksal gramer”e referansta bulunur; bunlar sanki gündelik dilin gramerinden ve sentaksından ayrıymış gibi yapar. Oysa mantıkçıların mantıksal sentaksı ve kullanımlarımızın gündelik gramerini ayırmaları yanlıştır.

İnsanlar eğitimi mesleği kültürü ve dili ne olursa olsun; hangi etkinliği yaparsa yapsın, biçimsel mantığı bilmeden ve kullanmadan, düşündüğü şeyi en doğru biçimde ifade edebilir; yaptığı şeyi en mükemmel biçimde yapabilir. Gündelik dilde olmayıp da mantıkla keşfettiğimiz ortaya çıkardığımız hiçbir derin ayrım ve doğruluk yoktur. Bütün ayrımlara mantık yapmadan önce sahiptik. Kelimelere dair ayrımlar, metafizikçilerinki gibi soyut, mantıkçılarınki gibi biçimsel değil, doğaldır; özellikle kelimelerin mantıksal analizlerinden üstündür; realiteyi, mantıkçıların biçimsel ifadelerinden daha iyi anlatır.

 Bir kanıtı, onu oluşturmadan öngöremeyiz; düşündüğümüz şeyi düşünmeden belirlemek gerekseydi, asla düşünemezdik; çünkü bu ön belirleme önceden belirlenemezdi.

Mantık dilin durağanlaştırılması ve referanstan arındırılması hareketidir. Mantıksal önermelerin sentaksı vardır, referansları yoktur; bu nedenle olgusal içeriğe sahip değildir, zihnimizde hiçbir tasavvur uyandırmaz; çünkü analitiktir ve sonuçta totolojiktir. Örneğin “insan konuşan hayvandır.” İnsan dik durur.”; “Mikrop canlıdır.”; “Kuş uçan hayvandır.”, “Cisim yer kaplar.”; “Balina memelidir.” gibi totolojik ifadeler bildirim değildir.

“Cümle”nin veya “dil”in düşünebildiğim biçimsel birliği yoktur. Fakat onların aralarında az veya çok yakınlık bulunan yapısal benzerliği vardır.

Mantık bir iletişim ve bildirim aracı değildir. Mantıkla bir diyalogda bulunamayız; bir olguyu bildiremeyiz ve bir şey yapılmasını sağlayamayız. Mantığın ortaya çıkışı dilin ortaya çıkışı ile aynı koşulları taşımaz. İnsanlık referansın ve sentaksın icadı ile dil öncesinden dil dönemine geçmiştir. Birini bir şeyden sakındırmak uyarmak için kelimeyi bağlamda söylemek yeterlidir. İnsanların bunları yapabilmeleri anlayabilmeleri için mantık kurallarına ihtiyaçları olmamıştır. Mantığın Antik Yunan'da icadından binlerce yıldır bu hep böyle olmuştur ve hâlâ daha öyledir. Bunu sadece dilde doğru düşünme ve doğru anlama ve denetleme içkindir diye açıklayabiliriz dilin doğru öğrenilmesi ve doğru kullanılması ek norma asla ihtiyaç duymaz.

1938'de Seyit Onbaşı için düzenlenen cenaze töreninde konuşmacı, “Seyit Onbaşı Birinci Dünya Savaşı'nda kahramanca savaşmıştır. Türk halkı ona minnettardır.” diyebilir mi? Diyemez; çünkü birinci kelimesinin kullanılabilmesi için ikincisi de olmalıdır. Oysa 1938’de İkinci Dünya Savaşı çıkmamıştı; bizim bugün birinci dünya savaşı dediğimiz savaşın adı Büyük Savaş’tı.

Öte yandan bu çıkarımların hiçbirinin denetlenmesi gerekmez. önermeyi denetleme kullanımın doğruluğunu onayladır.

Doğru düşünme aslında dilimizin kelimelerini anlamlı sözcelerde yani doğru biçimde kullanılmasıdır. Mantığın yasaları denen şey birbirimizle anlaşabilmek için kelimelerin doğru kullanılmasıdır. Her insan kelimeleri doğru kullanarak anlaşmak kapasitesine sahiptir; anlaşmak doğru kullanım ile oluşturulan yargılarda anlaşmaktır. Yargıların kuşkulu olma nedeni yanlış kullanımdır. Kelimeler yanlış kullanıldıklarında “doğru” “yanlış” “bilmek” “emin olmak” “kuşkulanmak” emin olmak gibi kelimeler de anlamsız olur.

Anlamsızlıktan dil değil dili yanlış kullanan sorumludur. Örneğin “Ahmet anahtarını eşine verdi ve eşi de kapıyı açtı.” cümlesini alalım. Bu cümlede kuşkusuz belirsizlik vardır belirsizlik iyelik zamirinden kaynaklanmaktadır. Ahmet eşine kendisinin anahtarını mı yoksa eşinin anahtarını mı vermiştir? Bu belli değildir; referans kapalıdır. Cümleyi söyleyen referansını açık ve seçik olması ilkesini ihlal etmiştir. Eğer cümlede şu iki tarzdan birisiyle kurulsaydı belirsizlik olmayacaktı
 Ahmet kendi anahtarını eşine verdi…

 veya

Ahmet eşine eşinin anahtarını verdi….

Mantık sabitelerin tek biçimli olduğu kabul eder. Örnek mantıkçı “ya” “ya da” sabitesini hep bir alternatif ifadesi diye anlar. Örneğin “Doğacak çocuğun cinsiyeti ya kızdır ya da erkektir.”; “Deniz ya dalgalıdır ya da sakindir.” Oysa gündelik dilde bu sabiteler farklı kullanımlara sahiptir. “Ya, ya” ifadesinin alternatif olmadığı bağlamlar vardır. Örneğin sabite “başka şansın” ya da “başka imkânın” yok anlamında şöyle kullanılabilir ”Ya bu deveyi güdeceksin.” “ya da bu düveyi gideceksin.”

Lengüistik fenomenler son derece karmaşıktır; mantığı biçimsel önermelerinin analizini çok aşar. Dili mantığını sınırlı ve totolojik ifadelerinden ibaret göremeyiz. Mantığın nesnelerini nesnelerin mantığı saymak Skolastik bir yanılgıdır.

Gündelik dilde mantık vardır; mantık matematiğin başlıca bir alanına ait değildir. Bu nedenle bilimde kullanılamaz. Bilim adamları mantığı kullanmaz. Mantık ne biçimsel yüklemlerin sayısını söyler ne de doğasını açıklar. Mantıksal olmayan vokabülerimizi iyileştirmeye yardım edemez.

Pek çok cümle “gösterge”, “kelime” ve “önerme” dediğimiz şeyi kullanmanın pek çok çeşidi vardır. Ve bu çok çeşitlilik son ve kesin olarak belirleyebileceğimiz bir şey değildir. Örneğin “yok” kelimesini alalım. Bu kelime bilinen kullanımları aşan bir anlamda kullanılabilir. Satırların yazarı bir mağazanın tabelasında “Yok, yok.”u okumuştu. Bu kullanım “Ne ararsan var.”, “Her aradığın burada satılır.” vs. anlamlarına gelir. Öbür yandan yeni olgular ve durumlar ortaya çıktıkça yeni kelimeler ve cümleler kullanırız.