30 Mayıs 2021 Pazar

MANTIK EVRENSEL DEĞİL; ÇOĞULDUR

CARNAP'TA MANTIKSAL ÇOĞULCULUK 

Frege mantığı bir mutlakçılıktı. Bu mutlakçılığa göre mantık yasaları,

1. Kesindir; çünkü açıktır; bu nedenle onları yeniden gözden geçirmek gereksizdir.

 2. Evrensel bir sistemdir.

 3. Bu sistem bütün objelere uygulanabilen (∀,∃) gibi semboller aracılığıyla önermeleri analiz eder.

 Mutlakçı doktrin Russell ve Birinci Wittgenstein gibi mantıkçılar tarafından kabul edilerek çeşitli açılardan geliştirildi ve klasik mantığa alternatif kabul edildi; 1920’li yıllara damgasını vurdu. Bu mantığın ortaya çıkışı Euklidesçi olmayan geometrilerin icadıyla paraleldir. Bu geometriler klasik mantığın mantıksal sezgi aracılığıyla yeniden gözden geçirilmesine yol açmışlardır.

Bu dönemde yani 1920’li yıllarda Carnap da evrensel mantığı kabul ediyordu; ama öbür yandan bir tür senkretizmi de benimsiyordu. Bu senkretik mantık anlayışının üç temel tezi vardı:

1. Mantık, başka hiçbir temel disipline dayanmayan bir ilk bilimdir.

2. Matematik mantığa dayanmalıdır

3. Mantığın önermeleri totolojidir; yani anlamdan ve olgusal içerikten yoksun boş önermelerdir.

Carnap, evrensel mantıkçılığını La Construction logique du monde’da (Dünyanın Mantıksal Açıdan Kuruluşu) sistematik biçimde ortaya koyar. Bu kitabın önsözünde yeni mantık geliştirmek ve felsefede yöntemi değiştirmek arasındaki bağı açıkça ifade eder.[1] Bilindiği gibi geleneksel felsefe sistemleri bir filozofun sezgisine dayanır. Bunun felsefe tarihinde pek çok örneği vardır. Carnap’a göre felsefe bilimsel bir temele dayanmalıdır ve kolektif bir araştırma girişimi olmalıdır. Carnap geleneksel felsefeye karşıt bu felsefe anlayışını şöyle açıklar:

Tarihsel olarak yeni bir mantık ilkin pek az matematikçinin ve mantıkçının ilgisini çekmiştir; bunu anlayabiliriz. Sadece onlar bu yeni mantığın felsefe için önemini kavradılar. Bu yeni mantık, mantığın kullanım alanını genişletecektir. Eğer felsefe bilim yolunu izlemeye hazırsa bilim aracılığıyla kavramların ve sorunlarının aydınlatılmasından vazgeçemez. […] Bu yeni felsefe yapma tarzı, bilimsel çalışmalarla, özellikle matematikteki ve fizikteki gelişmelerle iş birliğinden doğmuştur. Sonuç olarak felsefe kesinliğe sahip ve sorumluluk taşıyan bilimcinin temel tutumunu kabul etmek zorundadır. Oysa metafizikçi şaire daha çok benzer. Bilimci bu yeni tutum hem düşünme biçimini hem de araştırma biçimlerini değiştirir. Filozof felsefesini oluşturmaya girişirken bunu gözü kapalı yapamaz. O, konusunu araştırırken tek bir bütün olan bilimsel verilerden de yararlanmalıdır.[2]

Carnap’ın 1920’lerde projesi başlangıçta şuydu: Evrensel bir mantığın temellerini kurmak ve aydınlatmak, bu mantığın felsefedeki uygulama alanlarını geliştirmek; ondan felsefi yöntem için bir reform araçları çıkarmak. Kısaca söylersek, Dünyanın Mantıksal Olarak İnşası için kolektif bir girişimde kullanılacak kavramları mantık aracılığıyla aydınlatmak. Carnap’ın bu projesi sadece teorik bir arayış değildi; onun pratik bir boyutu da vardı; aynı zamanda Carnap kendi dönemindeki Almanya’da entelektüeller arasında var olan farklı irrasyonalizmlere karşı bir mücadeleyi de içeriyordu; filozof böylece politik ve sosyal hayatı da iyileştirmek istiyordu. Ona göre bunun yolu da dilin mantıksal analizi sayesinde kavramları aydınlatmaktan geçer; çünkü kavramlar gündelik ve sosyal hayatı oluşturan ögelerdir.

Carnap, Dünyanın Mantıksal Olarak İnşası’nda şunu savunur:

Tüm bilimsel söylemi öyle oluşturmalıdır ki, atomlar, hücreler, organizmalar, istekler, inançlar, normlar, değerler, kurumlar, sosyal sınıflar gerçekten duyulur deneyimin bireysel objeleri tarafından tatmin edilen bir veya pek çok temel önermesel fonksiyondan hareketle tümüyle mantıksal işlem aracılığıyla tanımlanmış önermesel fonksiyonlar olarak ortaya çıkabilmelidir. O zaman onlara ilişkin özel bir teori oluşturabiliriz. Ontolojik planda özel özel bir teoriye sahip oluruz; çünkü tüm kategori objeleri mantıksal olarak mantıksal ve üst türde objeler gibi yani duyulur objelerin kavramsal olarak nitelenmiş sınıfları ya da ilişkileri gibi oluşturulmuşlardır. Fakat bütün bunlar şunu varsayar: Bilimsel sözcelerin lengüistik ifadelerinde aldıkları görünüşteki ifadeler aşılmalıdır. Bu sözceleri lengüistik biçimleriyle özdeş olmayan mantıksal biçimlerini ortaya çıkarmak için yeniden formüle etmelidir.[3]

 

Carnap’ın “yeni bir mantık”ın epistemolojik statüsünü aydınlatmaya çalışmasını bu bağlamda anlayabiliriz. Carnap bir şeyi fark etti: Mantığın yapısı Viyana Çevresi Manifestosu’nda ifade edildiğinden daha karmaşıktır. Totolojik bir yapısı olan mantık yeni bir yapıya kavuşturularak bilimlerde kullanılacak bütün kavramları aydınlatabilmelidir; metafiziğin kognitif anlamdan yoksun olduğunu ve matematiğin mantığın bir alt dalı olarak kurulabileceğini göstermelidir. Özetle söylersek, 1920’li yıllarda Carnap’ın projesinin üç ayağı vardı:

1. Metafiziğin eleştirisi;

2. Matematiğin ve mantığın önermelerinin aynı yöntemle analizi;

3. Gerçek bir bilimin kavramlarının birleşik bir bilimde rasyonel olarak yeniden inşası.

Fakat Carnap 1930’lu yıllarda anladı ki, bu programın gerçekleştirilmesi için bazı temel kavramların yeniden düşünülmesi gerekir. Bu amaçla Carnap 1930’lu yılların başında “evrensel mantık” fikrini terk etti; mantıksal çoğulculuğu ve hoşgörü ilkesini kabul etti. Burada şöyle sorabiliriz: Carnap niye Frege’nin ve Russell’ın mirası olan mantıksal evrenselciliği terk edip çoğulculuğu kabul etmiştir? Bunun üç nedeni vardır:

A. Hilbert'in, Gödel'in ve özellikle Tarski’ni etkisiyle meta mantığı kabul etmesi. Meta mantığın amacı, bilimsel rasyonaliteyi matematiğe ve daha genel olarak tümdengelime dayalı sembolik bir sistem dışında ele almaktır.

B. Matematiğin temelleri konusundaki tartışmalara son vermek istemesi.

C. 1920’li yıllar boyunca temellendirmeye çalıştığı mantıksal senkretizmin sınırlarını ve aporilerini fark etmesi.

Carnap’ın mantıksal çoğulculuğa ilişkin çalışmaları daha genel felsefi bir projeye nasıl eklemlenmiştir? Çoğulcu dönemecin anlamı hiç de bir mantık felsefesi problemiyle sınırlı değildir. Onun çoğulculuğu daha geniş felsefi hatta felsefe dışı bir hareketin bir parçasıdır.

Mantığın evrenselliğinden vazgeçmek bir anda alınmış bir karar değildi. Carnap düşüncesindeki önemli dönemecin karmaşık bir tarihi vardır. Bu konuda pek çok çalışma yapılmıştır. Ayrıntıya girmeden şunu söyleyebiliriz: Onun temel düşüncesi başlangıçta şuydu: Bir dilin biçimsel kurallar yardımıyla betimlenmesi. Ona göre yukarıda açıkladığımız oluşturma kuralları göstergelerin hangi sırayı izlemeleri gerektiğini ve dönüştürme kuralları da bir sözcenin hangi koşullarla bir sözceler bütününden çıkabileceğini belirler.

Carnap’ın 1930’larda durumu hem çoğulcudur hem de temelcilik karşıtıdır. Bunu Dilin Mantıksal Sentaksı’nın önsözünde görebiliriz:

 

Bu kitapta şu fikri savunacağız: Dilin biçimlerine karşı her açıdan tam bir özgürlüğe sahibiz. Postulatlar ya da çıkarım kuralları dediğimiz dönüştürme kuralları kadar oluşturma kuralları da tümüyle isteğimize göre seçilebilir.

[…] Ayrıca bu yöntemin kullanılması matematiğin temelleri konusundaki görüş ayrılıklarını da giderebilir; çünkü matematik konusunda dil, eğilimlerden herhangi birinin tercihlerine uygun olarak oluşturulabilir; öyle ki, sonuçta hiçbir doğrulama sorunu ortaya çıkmaz; tek problem tercihlerin götürdüğü sözdizimsel sonuçların ortaya çıkardığı bir problemdir. […] Mantık gemisini klasik biçimlerin limanından ayırmak şeklindeki ilk girişim kesinlikle cesurcaydı. Buna karşılık şimdi bu engeller aşıldı; önümüzde bir ummanın sınırsız imkânları vardır.[4]

Şimdi şöyle düşünebiliriz: Bu metinde Carnap’ın anladığı şekliyle mantıksal çoğulculuk, mantıkçı pozitivizmi doğulama ilkesine dayanır. Bilindiği gibi bu ilkeye göre deneyimde doğrulanabilen ya da yanlışlanabilen sözceler anlamlıdır.

Carnap’ın temel düşüncesi mantığı düzeltme fikrinden vazgeçmekti. Carnap bu tercihiyle Fregeci düşünceye bağlı kaldı. Frege’ye göre hiçbir disiplin temel mantığın çerçevesinin dışında oluşturulamaz. Yine de Carnap evrenselcilikten vazgeçer yani tek bir mantık ve tek bir dil olduğu düşüncesini terk eder.

Carnap çoğulculuk ve hoşgörü yararına mantıksal evrenselcilikten vazgeçse de kendi felsefi projesinden vazgeçmez Fakat mantık felsefesinde yaptığı köklü değişikliğin bazı önemli sonuçları olması da kaçınılmazdı. Çoğulcu dönemeç özellikle metafizik eleştirisini ve mantıksal-matematiksel önermelerin analizini yeniden gözden geçirmeye neden oldu. Carnap 1932’de yukarıda adını andığımız ünlü makalesi “Metafiziği Dilin Mantıksal Analiziyle Aşma”yı yayınladı. Carnap bu makalede söylediğimiz gibi şunu göstermeye çalışıyordu: Metafizik sözceler “Sezar bir ilk sayıdır.” söz yığınından daha anlamlı değildir ve metafizikçiler yeteneksiz müzisyenlerdir. Çoğulcu dönemeçten önce yazılan bu makale oldukça kısa bir süre savunuldu. Fakat buradaki formülasyonlar felsefe kamuoyunda hâlâ Carnap’ın nihai bir düşüncesi gibi görülmektedir. Carnap o zamanlar şunu umuyordu: Sözcelerin evrensel mantığına dayalı analizi metafizik sözcelerin anlamdan yoksun olduklarını göstermeye ve bilimsel sözcelerin anlamının içeriğini nitelemeye izin verir. Anlamlı sözcelerin farklı dillerde formüle edilebildikleri mantıksal bir dil ve evrensel bir mantık olduğunu kabul ettiğimizde şu üç kategoriyi kabul ederiz:

1. Mantıksal dile çevrildiklerinde anlamsız ve sahte önermeler oldukları anlaşılan kategoriler;

2. Mantıksal yasalara indirgenebilen kategoriler;

3. Analizleri, anlamlarının kesin içeriklerini aydınlattığı kategoriler.

Carnap çoğulculuğu kabul ederek evrensel olduğu varsayılan mantıkta metafizik önermeler, mantıksal-matematiksel önermeler ve doğa bilimlerinin önermeleri arasında kesin bir ayrım ilkesini aramaktan vazgeçer. Yine de metafiziği dilin mantıksal analiziyle eleştirmeyi sürdürür; matematiğin-mantığın sözcelerine ilişkin şu düşünceleri korur: Bunların ortak özellikleri anlam içeriğinden yoksun olmalarıdır. Fakat Carnap hoşgörü ilkesini kabul ettikten sonra bu düşünceleri farklılaşır; geleneksel anlamda felsefenin yerine dillerin analizi geçer. O zaman empirizm doğrulamacılığın özel bir biçimi olarak betimlenir.

Carnap Dilin Mantıksal Sentaksı’nda şu önemli düşünceleri savunur: Frege’nin ideografisi Platoncu bir idedir; mantık rasyonel bilimlerin nihai temelini oluşturamaz; logos dünyanın değişmez bir yapısının aynası değildir; matematikte ve deneysel bilimlerde pek çok ideografi mümkündür. Carnap kendi döneminin mantıkçılığını konformizm diye niteler. Ona göre bu konformizmin en açık örneği Frege’dir.

Mantıkçı açıdan mantık bir birleşik bilim sistemi oluşturur. Carnap’a göre bu mantık anlayışını Hilbertçi açıdan yeniden düşünmelidir. Frege önce temel mantıksal—matematiksel sembollere bir anlam yüklüyordu ve sonra hangi cümlelerin ve çıkarımların bu anlama uygun olarak doğru biçimde çıktığını düşünüyordu. Frege’ye göre doğru anlam logosun ideal entitelerinin kurdukları ideal ilişkilere uygundur. Oysa Hilbert’e göre çıkarım kurallarını ve postulatları kendi isteğimize göre seçmeliyiz. Ancak bunu yapmaya çalışırken meta mantık kurallarına saygı göstermeliyiz. Bu postulatların ve kuralların söz konusu ettikleri mantıksal temel sembollerin anlamlarını belirlemeliyiz.[5]

 Carnap Hilbert'in bu düşüncesinin etkisiyle mantığı metafizik temelinden kurtarmayı düşünür. Artık metafizik temellerinden kurtulan mantık uylaşımsal bir özellik kazanır; fakat kesinliğinden bir şey kaybetmez.

Bu açıdan her mantıksal açıklama başlangıçta kendi dilini yöneten mantıksal bir sentaksı saptamalıdır yani lengüistik ifadelerini oluşturan kurallar bütününü belirlemelidir. Aynı şekilde bir ifadenin bir başka ifadeden çıkarım kurallarını da söylemelidir. Böylece Frege’nin ideografisi sadece empirik önermeleri ifade etmeye yaradığında bir dil olur; çünkü mantık bağımsız kendi başına bir dil değildir.

Mantığın evrenselliğinin terki; gerekli olan bir etaptan bir başka etaba zorunlu bir geçişti ve artık Carnap bundan sonra mantıksal çoğulculuğu ve hoşgörü ilkesini savundu. O, Dilin Mantıksal Sözdizimi’nde kuralları belirli biçimsel dillere uygulanabilen bir analiz yöntemi ortaya koydu. Onun amacı anlamlı ya da bilgi ifade eden bütün söylemlere genişletilebilecek bir bilim dilini aydınlatmaktır. Dilin Mantıksal Sözdizimi onun düşüncesinde bir dönemeçtir. Bu kitapta Carnap dil analiziyle bir bilim teorisi ortaya koyar; bilim teorisini açıklamaya yarayan bu dil biçimsel bir dildir; bu dilde bilimin sözceleri rasyonel olarak oluşturulabilir.

Genellikle bilim dili temelde tek bir dilmiş gibi düşünülür. Oysa Carnap’a göre teorik açıdan kabul edilebilir pek çok mantıksal—dilsel çerçeve vardır; sonuçta bilimin rasyonel açıdan mümkün pek çok yapısı vardır. Carnap’ın mantıksal çoğulculuğunun anlamı şudur: Böyle bir çerçevenin seçilmesi bir doğruluk sorunu değildir; ama basitliği ya da uygunluğu dikkate alınarak yapılan pragmatik bir karardır.

Sonuç olarak

İsterse şey dilini seçebilir, isterse görüngücü dili; ister klasik matematik dilini benimseyebilir, isterse formalist matematik dilini. Carnap’a göre dünyayı betimlemek için tek bir doğru dil, hatta tek bir doğru mantık ya da matematik dili bile yoktur. Aufbau sonrası olgun Carnap tam bir çoğulcudur. Dilsel çerçeveler bağlamında “yüz çiçek açsın, bin fikir yarışsın” sloganını benimser. Çoğulculuğu onu Feyerabend ve Rorty ile uzaktan da olsa akraba yapar.[6]

Carnap mantıksal çoğulculuk lehine mantıksal evrenselcilikten vazgeçse de empirik sözcelerin değerini göz ardı etmez. Fakat onun mantık görüşlerindeki bu değişmenin önemli sonuçları vardır; çünkü mantık Carnap felsefesinin temel metodolojik aracıdır. Çoğulcu dönemeç metafizik eleştirisini mantıksal—matematiksel önermelerin analizini farklı bir şekilde ve yeniden yapmaya yöneltti.

Carnap’ın mantıksal çoğulculuğu bilim adamlarının çoğulculuklarından daha farklı ve daha radikaldir. Carnap şuna dikkat çeker: Şu ya da bu mantıksal sistemi başka bir mantıksal sisteme tercih etmek zorunda değiliz. Diğer deyişle bize kendini zorla kabul ettiren bir mantıksal sistem yoktur. Carnap mantıksal normatifliği tümüyle reddeder. Ona göre doğru ya da yanlış diye kabul edilen mantıkları ayırt edebileceğimiz hiçbir ölçüt yoktur. Üstelik doğruluk kavramının tek bir formülü olamaz. Mantıksal çoğulculuk hoşgörü ilkesine sıkı sıkıya bağlıdır. Bu ilkeye göre farklı sistemlerden birini seçme saf bir kararın sonucudur ve bu anlamda şu ya da bu mantığın seçilmesi, ne keyfidir ne de zorunludur. Carnap bunu şöyle ifade eder:

Yasaklar koymayı değil; fakat uylaşımları belirlemeyi istiyoruz […] Mantıkta ahlak yoktur. Herkes istediği mantığı oluşturmada yani anladığı şekilde dilin biçimini oluşturmada özgürdür.[7]

Carnap’ın mantıktaki kuralların ve postulatların özgürce seçilmesine hoşgörü ilkesi denir.

Hoşgörü ilkesi bir telkin ya da bir tavsiye olarak alınmalıdır. Bu telkin ya da tavsiyelerden biri şudur: Mantığın ilkelerini bir ontolojiye ya da bilgi teorisine dayandırmamak; mantıksal ilkelerin doğrulamasının yerine bir referans mantığının çerçevesi diye kabul ettiğimiz kuralların açıklamasını koymak.

Carnap bu ifadesiyle mantıkta belli bir yararcılığın olduğunu söyler. Bu yararcılık şudur: Çeşitli sebepleri göz önüne getirdiğimizde tüm farklı sebeplerle karşılaştırdığımızda bize en yararlı gibi görünen mantığı seçme özgürlüğüne sahip olmak. Burada şöyle sorabiliriz: Farklı sistemler tarafından elde edilen sonuçları nasıl karşılaştırabiliriz? Carnap bu soruyu cevaplamak için aynı kanıtı kullanır: Elde edilen sonuçları karşılaştırabilmemize yarayan hiçbir şey yoktur; çünkü her şey kendimiz için belirlediğimiz amaca bağlıdır. Bazıları için amaç belli bir mantığı kullanmaktır; oysa diğerleri başka bir mantığı tercih edebilirler. Mantık sadece sonuçların türetilmesiyle meşgul olur ve şu ya da bu kurallar bütününü kabul etme sebepleri söz konusu değildir. Kuralların seçimi mantıkta tercihin sınırlarını aşar.

Mantıksal çoğulculuğun ve hoşgörü ilkesinin kabulü bu açıdan kesinlikle en radikal karar oldu. Bu yeni mantık kavramı aynı zamanda a priori kavramını, metafizikle ve felsefi yöntemle ilişkiyi farklı bir şekilde düşünmeye izin veriyordu.

Carnap’ın 1930’lu yılların başında kabul ettiği hoşgörü ilkesine göre herkes kendi amaçlarına en uygun lengüistik çerçeveyi kabul etmekte özgürdür. Bu seçim ne zorunludur ne de felsefî bir doğrulamayı gerektirir.

Bu ilkeyi doğru değerlendirebilmek için metalojik teze dayandığını dikkate almalıyız. Metalojik teze göre iyi anlaşılan felsefi bir tez gerçekte özel bir dili ya da dilsel bir çerçeveyi kabul etmeden başka bir şey değildir. Deneyci olmak, düşüncesini deneyci bir dilde ifade etmeyi seçmektir; realist olmak, teorik ya da felsefi doğrulamaya ihtiyaç duymayan realist tarzda realist bir çerçeveyi kabul etmektir. Bir çerçevenin seçimi pratik bir kararın sonucudur. Bu durum hoşgörü ilkesinin kabulünü mümkün kılar.

Bu ilkenin kabulünün çok önemli bir sonucu vardır: Filozofların tartıştıkları bazı felsefi problemlerin felsefeden dışlanması. Maddi nesnelerin varlığı ve matematik objelerin varlığı tartışma dışı kalan problemlerdendir. Bu problemlerin kognitif bir çözümü yoktur. Onlar lengüistik açıdan çözülebilirler. Sonuçta bu problemler hoşgörü ilkesi açısından nesnelerin dili ya da matematik objelerin dili problemine dönüşür. Bir tezi savunmak değil; kullanımdan öğrendiğimiz belli bir dilin seçimini motive eden şeyi açıklamak söz konusudur.

Burada iki problemi ortaya koyabiliriz:

1. Eğer yapılacak tek şey bir dilin seçilmesiyse felsefe yapmayı sürdürmek neye yarar? Bu, felsefede en temel sorunları araştırmaktan vazgeçmek değil midir?

2. Eğer herkes düşündüğü amaçlara en uygun dili seçmekte özgürse, bu en irrasyonel seçimlere kapı aralamaz mı? Örneğin hoşgörü ilkesini, doğruluk, yanlışlık ya da anlamsızlık kavramlarını dikkate almadan doğruluğu kesin bilimsel bilgilere karşıt ve anlamları da tümüyle kapalı sözceleri formüle etmez miyiz?

Kuşkusuz bu sorular sorulabilir; ancak sorular Carnap’ın hoşgörü ilkesini neye karşıt olarak koyduğunu göz ardı eder ve bundan dolayı anlamlı değildir. Carnap bu ilkeyi doğruluğa ya da anlama karşıt bir ilke gibi düşünmedi; teorik bilgiye alternatif gibi gördü. Ona göre pratik bilgi teorik bilginin karşıtıdır ve ona indirgenemez. Teorik pratik karşıtlığı zorunlu olarak lengüistik bir çerçevenin tercih edilmesini gerektirir.

Carnap’ın hoşgörü ilkesini motive eden şey yine de rasyonalist bir bakış açısıdır. Bu ilke Mantıkçı Pozitivizmin bilimsel dili ideal dil kabul eden empirizminin neden olduğu güçlüklere bir cevaptır. Carnap irrasyonalizme karşı mücadeleden vazgeçmek şöyle dursun, bu mücadeleyi başka yollarla sürdürür. Bunu yaparken bazı formülasyonların anlamsız olduklarını söylemez; fakat dünyayı bilimle kavramanın gereklerine uyan bir dil kabul etmeyi önerir. O zaman sorun şunu bilmek olur: Bilim felsefesinde hoşgörü ilkesi yeniden yorumlandığında bu, irassyonalizmdeki bazı biçimlerin temsilcilerine karşı ya da irrasyonalist olmaksızın farklı düşüncede olan filozoflara karşı gerçek bir kanıt olabilir mi?

İyi anlaşılan felsefi sorunlar nesnelerle ilgili değil; mantıkla veya dille ilgili sorunlardır. Carnap’ın bu görüşü şu tezinin bir açılımıdır: Felsefe sorunları, dil sorunlarıdır; dil sorunları da söylemin iki farklı tarzıyla ortaya konur: biçimsel modu ve maddi modu.

Carnap’ın mantıksal çoğulculuğunun üç ilkesi vardır:

1. Dilin kuralları biçimsel olmalıdır. Bu kurallar da göstergeleri anlamlı bir önerme haline getiren oluşturma kuralları ve bir sözcenin değiş tokuş edilebilirliğini belirleyen değiştirme kurallarıdır.

2. Bu kurallar için ve mümkün dillerin çeşitliliği için üst dilde farklı seçimler analiz edilebilir, incelenebilir ve tartışılabilir. Oysa mantığın evrenselciliğini savunanlar pek çok diller arasında bir ayrım imkânını kabul etmezler.

3. Kuralların böyle bir seçimini kabul etmek özel bir dili kabul etmektir; çünkü kurallar bir son ve özel mantık kavramıyla ilişkilidir. Kuralların seçiminin ontolojik ya da epistemolojik bir temellendirilmeye ihtiyacı yoktur; çünkü bu kuralların isabetli ya da isabetsiz, doğru ya da yanlış olduklarını gösteren bir şey yoktur. İnançlar ve niyetler yalnız özel koşullarda ortaya çıkan belirli bir durumda ve belli bir anda vardır. Onlar her zaman ve sürekli biçimde zorunlu hiçbir özellik taşımaz. Bir norm sürekli olmasına rağmen niyetler ve inançlar böyle değildir. O zaman sorun şunu bilmektir: Paylaşılabilen yani öznellerarası içeriklerden sübjektif içerikler nasıl çıkarılabilir?

 



[1] Carnap, R., La Construction logique du monde, Vrin, Paris, 2002, pp. 53‑54

[2] Carnap, La Construction logique du monde , Vrin, Paris, 2002, pp. 53‑55.

[3] Carnap, Rudolf, La Construction logique du monde, Paris, Vrin, coll. «Mathesis », 2002, p. 183.

[4] R. Carnap, Logische Syntax der Sprache, Vienne, Springer, 1934, p. v‑vi.

[5] Leclerq, Bruno, Introduction à la philosophie analytique, De Boeck, Bruxelles, 2008, p. 159.

[6] Irzık, Gürol, “Carnap'ın iç-dış ayrımının kapsamı” Tutarsızlığın İz Sürücüsü içinde, der. Z. Kutlusoy, İmge Kitabevi Yayınları, 2013, s. 260.

[7] Carnap, La syntaxe logique du langage, § 46, trad. Fr. M. Murez

13 Mayıs 2021 Perşembe

DUYU ORGANLARININ DİLSİZLİĞİ

 

 Duyu Organlarının Dilsizliği

Bilindiği gibi metafizik anlamda felsefenin üç önemli bölümünden biri epistemoloji yani bilgi teorisidir. Bilgi teorisiyle ilgili bir dizi problem vardır: Varlığı ve onun somut tikel görünümü olan nesneleri nasıl biliriz? Bilgimiz objesine uygun mudur? Bilme yolumuz ya da yollarımız nedir? ya da nelerdir? Bunları tartışma duyumlamaların epistemolojik değerini dikkate almayı gerektirmiştir ve şu özel sorunların ortaya çıkmasına yol açmıştır: Duyumlamalarımız bir bilgi kaynağı mıdır? Onlara güvenebilir miyiz güvenemez miyiz? Bu sorunlar felsefe tarihin her döneminde ya da hemen hemen her döneminde tartışılmıştır.* Algı konusundaki tartışmalar 1950'li yıllarda da Anglo-sakson dünyada çok yaygındır. O nedenle Austin de bunlardan uzak kalamamıştır. Austin’in algıya ilişkin görüşleri çok önemli olsa da söz edimlerinin gölgesinde kalmıştır. Onun duyumlamalarla ilgili düşünceleri dile ilişkin görüşlerinin tamamlayıcısıdır; Ayer’le polemikleri çerçevesinde ifade edilmiştir. Austin’in bu konudaki görüşlerini, elyazmalarından hareketle oluşturulan Le langage de la perception (Algının Dili) adlı kitabında; “Autrui” (Öteki) ve “Pour les éxcuses” (Özürler için) adlı makalelerinde ifade etmiştir. Onun görüşlerinin temelinde şu tez vardır: Duyu organlarının dilsizliği. Bu tez pek çok açıdan özgündür. Felsefi sonuçları önemlidir. O nedenle şimdi bu tez hakkında açıklamalar yapmalıyız. Bu tezin özgünlüğünü anlayabilmek için önce Austin’in duyumlamalarla ilgili düşüncelerini bilmeliyiz. Şimdi bunu açıklamaya çalışalım.

Austin görüşlerini açıklarken önce tarihe bir referansta bulunur; problemi ilk defa Herakleitos’un ortaya attığını söyler. Ona göre problemi tartışmak için ilk ortaya çıktığı döneme gitmelidir; ama bu, mümkün değildir; çünkü o döneme ilişkin eserler yoktur.

İdeal olarak bu tür bir tartışmanın ilk metinlerin incelenmesiyle başlamasını isterdim. Fakat bu, bizim açımızdan im­kânsızdır.[1]

Austin’e göre imkânsızlıklara rağmen bildiğimiz bir şey vardır: Duyumlama tartışmaları tümellere karşıt olarak yapılmıştır ve Platon’un idealar doktrini kadar eskidir.[2]

Felsefe tarihinde filozoflar ısrarla çok basitleştirilmiş bazı özel kelimelere yoğunlaşır. Bu kelimeler asla doğru anlaşılmamıştır ve tam olarak betimlenmemiştir:

Sınırlı ve fakirleştirilmiş örneklerin basitleştirilmiş kullanımı, şemalaştırılması ve saplantılı biçimde tekrarı, filozofların zaaflarıdır; bu zaaflar kesinlikle giderilmelidir. Yanlış ve sağduyuya aykırı iddiaları tekrar etmekten daha can sıkıcı bir şey yoktur.[3]

Bu durum algılama ve duyumlama terimleri için de geçerlidir. Austin bunu aşağıda uzun uzun açıklayacaktır.

Algılar, benim ve duyu organlarımın birlikte oynadıkları, zihnimde sahnelenen bir tiyatro oyunu değildir; dünyanın bir olgusu gibidir. Dünyanın olgularını olduğu gibi algılarımızı da dilimizle ifade ederiz. Onları anlatmaya yarayan pek çok kelimemiz vardır. Bu kelimeler filozofların değil; sokaktaki insanın kullandığı kelimelerdir. Uygun olmayan kelimelerle ifade edilen algı açıklamalarında pek çok problem vardır. Problem, algımızı anlamada yanlış kelimeler kullanmamızdır. Filozoflar bu yanlış kullanımları fark etmezler; açıklamalarının doğru olduğuna inanırlar. Doğru bir algı açıklaması dilimizi düzeltmekle, uygun kelimeleri belirlemekle mümkündür. Algıyı doğru betimlediğimizde sahte ve akla uygun gibi gelen açıklamalar yapmayız. Algıları aydınlatmanın ek bir kazanımı daha vardır: Bazı felsefi tereddütlerin giderilmesi.[4]

Austin’e göre filozoflar algı konusunda ikiye ayrılır:

1. İzlenimciler: Bunlar Hume, Russell ve Ayer’dir. Onlara göre nesneyi değil; sadece duyu verilerini biliriz. Duyu verilerimiz yani nesnenin nitelikleri ise izlenimlerdir.[5]

Biz maddi nesneleri, maddi objeleri doğrudan kavramayız; algılamayız. Doğrudan doğruya kavradığımız şeyler, sadece duyu verilerimizdir (ya da idelerimizdir, izlenimlerimizdir, duyumlamalarımızdır, duyulur algılarımızdır algı verilerimizdir).[6]

Oysa sokaktaki insan nesneyi doğrudan algıladığına inanır; sigaralar ve divitler gibi nesnelerin varlığından kuşku duymaz. O, algı fenomenolojisine karşıt davranır; duyulur algılar konusunda ihtiyatsızdır ve haksızdır; Çünkü nesnenin nesne olarak deneyimi yoktur.[7]

Sokaktaki insana ilişkin bu görüşleri ne kadar ciddiye almalıyız? Andığımız filozoflar tam olarak ne demek isterler? Austin için öncelikli problem bu değildir. Doğrusu, “duyulur algıları bil­me” sorunu onların dedikleri gibi ve kolayca çözülemez. Yine de bu filozoflar önceki görüşleri savunurlar; onlarda yeni olan, sadece örneklerdir.[8] Bunlar Austin’e göre algı skolastikleridir. Onların kelimeleri belirsiz, analizleri yetersizdir; olgu betimleri yanlıştır; dayandıkları görünüşler hep aynıdır.

Bu tez “yanılsama kanıtı”ndan hareketle oluşturulmuştur. Bu kanıt, felsefe tarihinde çok iyi bildiğimiz “Suya daldırılan değnek kırık görünür.” şeklindeki düşüncedir. Bu tezi modern felsefede Hume ve Berkeley, çağdaş felsefede ise Russell ve Ayer savunmuşlardır. Bunlar problemi yeni ve farklı ifadelerle ortaya koyarlar ve güçlükleri göz ardı ederler.

Fakat bu filozofların eserlerine baktığımızda şunu görürüz: Onlara göre nesnelerin varlığına inanmak pek de o kadar kolay değildir. Nesnelerin varlığıyla ilgili sözcelerin doğru olduklarını düşünebiliriz. Örneğin “Bu bir sigaradır.”; “Bu, bir divittir.” gibi önermelerin doğru olduklarına pek çok durumda inanabiliriz. Hatta diyebiliriz ki, maddi şeylerin var olduklarına inanmanın bir temeli vardır. Fakat onların çoğu yine de sigaralar ve divitler gibi nesnelerin doğrudan bilinebildiklerini kabul etmezler. Onlara göre doğrudan kavradığımız şey, nesneden tümüyle farklı, duyu verileridir. Bu filozoflar görüşlerini temellendirirken doğrudan ve dolaylı duyumlamayı yeterince açıklamazlar ve betimlemezler; onların özel durumlarını göstermezler; sınırlarını çizmezler; sadece basit örneklerle yetinirler; bildiğimiz bir durumu el çabukluğuyla manipüle ederler.

Bu filozoflar da tıpkı kuşkucular gibidir; bizi duyusal algıya hapsederler; bu nedenle algı alanından dışarı çıkamayız. Onlara göre bir duyulur deneyimin doğru olduğunu yine algısal deneyimlerle biliriz; algı alanından dışarı çıkmamıza gerek olmadığı gibi bu mümkün de değildir. Sonuçta algı alanından dışarı çıkamadığımız için realiteye asla ulaşamayız.

Oysa Austin’e göre kuşkucular da izlenimci filozoflar da yanılmaktadırlar. Kuşkusuz realiteye doğrudan nüfuz edemeyiz. Ancak algılarımızın ne ifade ettiklerini geçmiş deyimlerimizle biliriz. Algılarımızı kelimelerimizle ifade ederiz. Kelimelerimizin yardımıyla algıya hapsolmaktan çıkıp olgusal bir durumla ilişki kurarız; daha doğrusu olgunun ne olduğunu betimleriz. Aynı şekilde nesneyi duyulur veriler aracılığıyla değil; doğrudan algılarız. Örneğin biz zürafadaki sarı ve kahverengi lekeleri veya domuzu değil; zürafayı algılarız.

Kuşkusuz algılarımız bazen farklı olabilir; onları kimi zaman farklı şekillerde de aktarabiliriz; yine de onları kelimelerimizle ifade ederiz; kelimelerimiz bize uylaşımsal bir bildirim içeriği verir; bildirimin içeriği de çoğunlukla gerçektir.[9]

Austin’e göre doğrudan algıyı savunan filozoflar bu iddialarıyla sokaktaki insana haksızlık ederler; çünkü sokaktaki insanın aşağıda açıklayacağımız görüşleri ne gündelik hayat açısından ne de felsefi açıdan da problemlidir. Austin demektedir ki, bu haksızlığın nedenleri üzerinde durmalıyız; ama bunu şimdi değil; aşağıdaki satırlarda yapmayı düşünüyorum.

2. Descartesçılar: Bunlara göre duyumlarımızın konusu mad­di nesnelerdir; biz nitelikleri değil; maddi nesneleri algılarız. Bu maddi nesnelere ilişkin algılarımız da doğrudandır.

Austin’e göre bu görüş yanlıştır; çünkü sokaktaki insan “maddi nesne” ifadesini kullanmaz; bildik nesnelerden söz eder. O, “maddi nesne”yi değil; algılanabilir somut nesneleri algılar. Descartesçı filozoflar nesnelerin her birinin özel algısını dikkate almazlar; sadece “maddi nesne”nin duyumundan söz ederler. Onlarda maddi nesnenin hiçbir özgün niteliği yoktur; onun tek bir özelliği vardır: “Maddi olmayan obje”ye karşıtlık.[10]

Descartes’ın ve izleyenlerinin “doğrudan algılama” kavramında üç önemli problem vardır. Bundan dolayı hem yanlıştır hem de saçmadır. Bu problemler şunlardır:

1.    “Doğrudan algılama” gündelik dilde var olan ve bildiğimiz kullanım değildir.

2.    Doğrudan algıya ilişkin ifadeleri hangi sınıfa koyacağım bilemem.

3.    Bu algının özelliğinin ne olduğunu söyleyemem.[11]

 

Görüldüğü gibi hem izlenimciler hem de “maddi nesne”ciler genellikle terimleri, diğer terimlerle farklarını dikkate alınmadan kullanırlar. Açıkça söylemeseler de bazı durumları farklı bakış açılarından ve karşıt teorilere göre değerlendirirler.

Austin modern ve çağdaş filozofların algı konusundaki temel yanlışlarına böyle işaret eder; izleyen satırlarda kendi algı anlayışını açıklamaya geçer. Kuşkusuz onu algı konusunda yeniden düşünmeye yönelten şey, kabul ettiği ve tüm felsefesine uyguladığı yöntemidir yani lengüistik fenomenolojidir; diğer deyişle sokaktaki insanın kullandığı kelimelerin analizidir. Peki, Austin’in bu algı fenomenolojisi nedir? Şimdi bunu açıklayalım.

Austin’in algı doktrini yeni bir doktrindir; duyuların dilsizliği adını taşır. Bu yeni doktrin bazılarına şaşırtıcı gibi gelebilir; yine de her şeyden önce açıktır, güvenilirdir ve dikkate alınması gereken bir açıklama tarzıdır. Peki, duyuların dilsizliği bu özelliklerini neye borçludur? Kuşkusuz Austin’in yöntemine, lengüistik fenomenoloji yöntemine. Şimdi Austin’in bu yöntemini açıklayalım.

Austin hiçbir analizinde spekülasyona veya teoriye başvurmaz; lengüistik fenomenolojiyi uygular. Bu uygulamayı algılamaların ve duyumlamaların analizinde de sürdürür.

Onun hareket noktası şudur: Duyumlamalar sanıldığından daha çeşitlidir ve karmaşıktır.[12] Bu nedenle duyumlamaları gündelik dilimizin kelimeleriyle aydınlatmalıyız; onlar için en uygun kelimeleri belirlemeliyiz; bu kelimelerle filozofların yaptıkların daha ince ayrımlar ortaya koymalıyız. Austin şunu söyler: Psikologlar yeni bir olguyu keşfettiklerinde onu betimlemek için en uygun ve en doğru kelimeyi araştırırlar; bu kelimeyi bulduklarında olgunun doğru bir betimini yaparlar. Algı betimlerinde de aynı şey geçerlidir. Doğru ve uygun kelimeyi belirlemek. Şu farkla ki, psikologlar betim için uygun kelimeyi aradıkları halde, algı betiminde kullanılacak kelimeler dilimizde hazır olarak verilmiştir; duyumlamanın kendisi uygun kelimeyi bize empoze eder. Empozeye uygun davranıldığında kelime doğru kullanılmıştır.

Kısaca söylersek algı betimi gündelik dilin yani sokaktaki insanın kelimeleriyle yapılır. Bu durumda şunu sormalıyız? Sokaktaki insan algıyı nasıl açıklamaktadır? Şimdi Austin’in soruya verdiği cevabı görelim.

Sokaktaki insanın algılar konusundaki yaklaşımı indirgeyici sayılamaz. Ona göre tekil nesnelerin özelliklerini gerçekten ve doğrudan algılarız. Austin’in sokaktaki insanı ve dilini dikkate alması bir popülizm değildir; filozofların çoğunun uyguladıkları yöntemi terk etmesidir; çünkü Austin’e göre filozofların yöntemi gündelik dilimizle yaptığımız gözlemleri bozar; belirsizleştirir; değiştirir; kelimelerin nüanslarını yok sayar. Oysa bu nüanslar yok sayılamaz. Ne kadar çok nüans varsa onları belirten o kadar çok terimimiz vardır. Algılarımızı ifade ederken bazı düzleştirici kelimeler kullanırız. Bu kelimeler hem yargıyı yumuşatır hem açıklama gücü taşır. Örneğin “gibi”, “… göre” ve “…e benziyor” bu düzleştirici kelimelerdendir.

Sokaktaki insan düzleştirici kelimeleri gerekirse, kullanır; onları kullanarak nesneleri betimlemek zorunda kalırsa şöyle düşünür: Bunları ilk defa görüyorum veya duyumluyorum. Bunlar benim dünyamda var olan ve bildiğim şeyler değildir. O nedenle bunları, daha önce bildiğim şeylere benzeterek, “…gibi”, “..e benziyor.” vs. gibi ifadelerle betimlerim. Kısaca söylersek, sokaktaki insanın dili lengüistik fenomenolojinin dilidir.

Lengüistik fenomenolojiyle ele alınan duyu incelemesi realist değildir ve öyle olmamak zorundadır. Realist duyu açıklaması Descartesçı’dır ve şunu savunur: Biz maddi şeyleri ya da objeleri gerçekten algılarız. Bu tez karşıtı yani sadece duyulur nitelikleri biliriz görüşü kadar sığdır ve yanlıştır.[13]

“Maddi nesneleri mi yoksa duyulur verileri mi biliriz?” sorusu Thales’in “Evrenin ana maddesi nedir?” sorusu gibidir yani çok basittir ve yanıltıcıdır.[14]

Başlangıçta belirtilmesi gereken en önemli şey şudur: “Duyulur veri” ve “maddi nesne” kavramları birbirinin tam karşıtıdır; o nedenle bunlardan birini temel alan duyu açıklaması öbürüne dayalı açıklamayı zorunlu olarak dışlar. Her iki kavram da yapay olarak oluşturulmuştur. Onların birbirinin antitezi olduğu söylenemez. Nesneleri tek bir açıdan değil; çok farklı açılardan algılayabiliriz. Algıladığımız şeylerin hepsi aynı türden şeyler değildir; onlar çok çeşitlidir. Bu çeşitliliği bilimden kaldırabiliriz; ama felsefeden kaldıramayız. Örneğin divitleri çok farklı noktalardan görebiliriz; ama gökkuşağını ve sinema projeksiyon makinesinin perdeye yansıttığı arka arkaya görünen görüntüleri farklı açılardan izleyemeyiz.[15]

Austin sözün burasında ele alınan problemin gerçek problem olup olmadığına değinir ve şu temel saptamayı yapar: Hangi tür nesneyi algılıyoruz? sorusu yanlış sorulmuştur. Bu sorunun tuzağına düşmemek için önce, “yanılsama kanıtı” denen düşünceden uzak durmalıyız. Austin’e göre duyuların yanılttığı tezi modern filozofların ve önceki filozofların hatalarındandır. Yanılsama kanıtı Hume, Berkeley, Russell ve Ayer gibi filozoflarca kullanılmıştır; ama pek çok felsefi problemin göz ardı edilmesine yol açmıştır.[16]

Bu yanılsamalardan kurtulmanın hiçbir yolu yoktur; çünkü çok karmaşık olan olguların basit bir kanıtı olamaz. Bu durumda yapılacak şey şudur: Dilin yanlış kullanımından kaynaklanan, geçersiz ya da kandırıcı akıl yürütmeler üzerindeki sis perdelerini dağıtmak, pek çok gizli gerçek durumu ortaya çıkarmak.[17]

Bunu yaptığımız takdirde bazı felsefi belirsizlikleri giderebilecek bir teknik uygularız; örneğin realite …gibi görünmek, …i andırmak gibi kelimeleri aydınlatırız.

Austin açıklamalarının bu aşamasında daha somut durumlardan hareketle sözlerine şöyle devam eder: Ayer’in Foundations adlı kitabının daha ilk sayfalarına göz attığımızda şunu görürüz: Sokaktaki insanla ilgili düşüncelerin yanlışlığı. Ayer kendi duyu görüşünü haklı çıkarmak için normal insanların maddi nesnelerin varlığına inandıklarını ileri sürmektedir. Oysa biliyoruz ki, insanlar filozofların sözünü ettikleri maddi şeyler ifadesini kullanmazlar.[18]

Örneğin sandalyeler, masa, kitaplar, tablolar ve çiçekler gibi odamdaki objeleri algıladığımdan hiç kuşku duymam. Onların varlığından kesinlikle emin olurum. İnsanlar bazen duyuları tarafından yanıltılsalar da her şeyin kuşkulu olduğu düşünmezler. Genellikle yanılmadığımızı düşünmek, hep yaptığımız bir şeydir. İnsanların çoğu gündelik hayatta John Locke’la birlikte duyuların tanıklığına güvenir; nesnelerin kesinlikle var olduklarına inanır; fiziksel varlığımızı sürdürmenin bu kesinliğe bağlı olduğunu ve onu gerektirdiğini kabul eder.

“Sokaktaki insan maddi nesneleri algılar” demek yanlıştır. O, maddi nesneleri algıladığını düşünmez; “maddi nesne” ve “algılamak” ifadelerini kullanmaz; örneğin, sandalyeler, masalar, tablolar, kitaplar, çiçekler, divitler, sigaralar gibi nesneler sınıfını bilir; ama sadece tekil şeyleri algıladığını düşünür.[19]

İnsan, algıladığı şeyin her zaman daha önce bildiği şeylere örneğin mobilyalara ya da diğer nesnelere benzediğine inanır. Aynı şekilde, sinema perdesinde görünen kişileri, seslerini, ırmakları, dağları, alevleri, gökkuşağını, gölgeleri, resimleri ve duvara asılı tabloları veya kitaplardaki resimleri; buharları, gazları; insanların gördüklerini, duyumladıklarını yani algıladıklarını kabul ettikleri her şeyi düşünebilir. Burada şu sorular sorulabilir: Bütün bunların tümü maddi nesneler midir? Hepsi değilse hangileri maddi nesnelerdir? Hangileri değildir? Austin’e göre bu sorulara cevap vermeye değmez; çünkü maddi nesne kavramı belirsizdir. Sokaktaki insan açısından “maddi nesne” ifadesinin kullanılması can sıkıcıdır. Bu ifadenin hiçbir fonksiyonu yoktur; o, nesnelerin birleşik bir cinsi değildir; sadece duyulur nesne’nin anti tezidir.[20] Algıladığımız varlıkların tümünü ifade eden “maddi nesne”yi bir cins olarak tasavvur etmek kimsenin aklına gelmez.[21]

Austin’e göre sokaktaki insanla ilgili iki çelişik ifade vardır:

a.     Sokaktaki insan maddi bir nesneyi algıladığına inanmadığında duyuları tarafından yanıltıldığına inanır.

b.    Sokaktaki insan duyular tarafından aldatıldığına inandığında algıladığı şeyin “maddi bir nesne” olmadığına inanır.

 

Fakat bu iki sonuç da yanlıştır. Austin bu yanlışlığı şöyle açıklar: Örneğin bir gökkuşağı gören ve bir gökkuşağını “maddi bir nesne” olmadığına inanan kişi, gözlerinin kendisini yanılttığı sonucunu çıkarmaz; aynı şekilde açık havada, denizde bir gemi gören insan, gemi ne kadar uzakta olursa olsun, gördüğünün “ha­yâlet bir gemi” ya da “maddi bir nesne” olmadığını bilir. Bu demektir ki, sokaktaki insanın duyularının kendisini yanılttığı ve yanıltmadığı durumlar karşıt değildir.

Austin sözün burasında şöyle sorar: Sokaktaki insan Price’in iddia ettiği gibi biraz naiv midir? Bu soruyu Austin dolaylı olarak şu açıklamalarla cevaplar: Kuşkusuz sokaktaki insan, filozofların aksine maddi şeyleri doğrulama ihtiyacı duymaz; çünkü onların varlığına inanmaz. O, masaları ve sandalyeleri gerçekten algıladığından emindir; fakat bazen kuşku duyduğu durumlar da olabilir; ama çoğunlukla nesnelerin varlığından kuşku duymaz;[22] onların var olduklarına inanması istisna değildir. İnsan örneğin bir sandalyeye yakından ve açık havada baktığında var olduğunu ve onu gördüğünü kesinlikle bilir. O, böyle bir durumda kuşkuyu açıkça anlamsız kabul eder ve bu konuda da tümüyle haklıdır.[23] Onun kuşku konusundaki düşüncesi şudur: “Eğer şu an gördüğüm şey bir gerçek sandalye değilse, o zaman bir sandalye görmenin ne olduğunu bilmem.” Sandalyenin varlığına inanmam bir ihtiyatsızlık değildir. Austin şuna dikkat çeker: Sandalye örneği göstermektedir ki,

a.     Kuşku sürekli ve her konuda değildir;

b.    Sokaktaki insanın kuşkusuyla filozofların kuşkuları arasındaki fark sadece derece farklı değildir; daha derin farktır.

 

Austin izleyen satırlarda açıklamalarını saptama düzeyinden analiz düzeyine yükseltir ve “duyuların yanıltması” ifadesinin anlamını analiz eder. Ona göre

“duyuların yanıltması” ifadesi bir metafordur ve metafordan daha fazla bir şey değildir. Ne yazık ki, filozoflar bunun metafor olduğunu unutmuşlardır; onu olgusal bir açıklama gibi görmüşlerdir ve sürekli kullanmışlardır. Gerçekte duyularımız dilsizdir.[24]

Descartes sonrası yeni bir problem ortaya çıkmıştır: “Duyulur algılar.” Kuşkusuz “duyulur algılarımız” ifadesi sokaktaki insanın terminolojisi değildir; onun inançları arasında yer almaz. Onlardan söz etme nedenimiz filozoflardır. Filozoflar demektedirler ki, her ne zaman bir şeyi algılasak bu şey hakkında bilgi veren her zaman var olan aracı bir entite vardır.[25] Bu durumda şu soruyu sorarız: Bu entitenin bize öğrettiği şeye güvenebilir miyiz? Güvenemez miyiz? O, gerçek midir? Fakat filozofların aklına gelen bu soruları sokaktaki insan sormaz; bunları sormak sokaktaki insana filozofların sözde kanısını yüklemektir.[26]

Şunu da belirtelim ki, aldatma’dan söz etmek, sadece genel olarak aldatmama temelinde anlamlıdır. Herkesi her zaman yanıltamayız. Aldatma tuhaf bir durumdur. Onu daha normal durumlarla karşılaştırarak bilebiliriz. “Benzin göstergesi bazen beni yanıltıyor”. dersem bunun anlamı şudur: Benzin göstergesi normalde depoda benzin olduğunu gösterir; yine de bazen depo tümüyle boşalmış olabilir. Fakat “Kristal küre bizi bazen yanıltır.” dersem bu cümle bizi şaşırtır; çünkü normal durum hakkında en küçük fikrimiz yoktur.[27]

Ayrıca sokaktaki insanın duyular tarafından aldatıldığını söylediği durumların hepsi hiç de aynı değildir. Özellikle bir şeyi normal bakış açısıyla gördüğü durumda, aynadaki görüntüler hakkında ya da hayal kurduğunda yanıldığını söylemez. Düş gördüğünde ya da uzun ve düz yolun ilerisine baktığında gördüğü şeyden emindir; ama öbür yandan filozofların yanılma örneklerini de kabul eder.

Sokaktaki insanın açısından

A. Bazen algı koşulları yoktur ya da yetersizdir.

B. Bazen algılama imkânsızdır.

C. Bazen de algı konusunda geçersiz çıkarımlar yapılır.

 

Bu üç durumun her biri farklıdır ve farkları göz ardı edilemez.

Kuşkusuz sokaktaki insan filozoflar gibi bütün duyuların bizi yanılttığını düşünmez; ama o duyulur algıların tümünün doğru olduklarına da inanmaz. O, duyularının kendini ne zaman yanılttıklarını bilir. Eğer sokaktaki insan duyulur algıların hiçbirinden kuşku duymaz, dersek savaşı yarı yarıya kaybederiz. Sokaktaki insan bazen duyuları tarafından yanıltılmadan çok duyularının yanıltıldığını söyler.[28] Fakat şunu kabul etmek zorundayız: Yanılma durumları o kadar çeşitlidir ki, duyular tarafından yanıltıldığımıza ilişkin ifadelerin metafor olanlarını ve olmayanlarını ayırmak kolay değildir.[29]

En saf insan bile şunları ayırır:

a.     Duyu organının rahatsız edildiği ya da normal olduğu veya kötü çalıştığı durumlar;

b.    Algılarda aracıların ya da koşulların anormal olduğu durumlar;

c.     Geçersiz çıkarımların yapıldığı, olup bitenlerin kötü yorumlandığı durumlar;

d.    Hiçbir kategoriye girmeyen yanlış okuma ya da duyma gibi durumlar.[30]

 

Normal ve anormal durumların açık ve kesin bir karşıtlık olduğu her zaman söylenemez. Bir yanılsama olup olmadığını söyleyemediğimiz pek çok durum vardır. İnsan nesneleri algılamayabilir ya da nesnel olmayan ya da irrasyonel şeyleri algılayabilir. Örneğin uzunlukları eşit ama biri diğerinden daha uzun görünen Müller-Lyer diyagramını* doğru algılamayabilir ya da uzak bir köyü hava açık olsa da göremeyebilir; bir şizofreni hastası pembe fareler görebilir. İnsan bir illüzyon gösterisinde “başsız bir kadın” gördüğünde gördüğü şey (ve bu, bilsin ya da bilmesin, gerçekten gördüğü şeydir) “gerçek dışı ya da “maddi olmayan” bir şey değildir; fakat siyah bir zeminde siyah bir çantada gördüğü bir kadın başıdır. Eğer hile iyi yapılmışsa, seyirci, gördüğü şeyin farkına varmaz (gösteri yapanın amacı; bunu bilerek güçleştirmektir). Fakat seyircinin başka şey gördüğü sonucunu çıkarmak doğru değildir.[31]

Özetle söylersek, sokaktaki insanının nesnelerin özel bir kategorisini, örneğin maddi nesneleri algıladığına inandığını ve tekil nesnelerini bilmediğini söylemek yanlıştır.[32]

Austin, sokaktaki insanın ve filozofların görüşlerini karşılaştırmayı böyle tamamlar ve açıklamalarını daha teknik planda sürdürür, anahtar kelimeleri analiz eder. Ona göre algı fenomenolojisinde en kilit terimlerden biri doğrudan ifadesidir ve bunun üzerinde biraz durmak gerekir.

Austin’e göre “doğrudan” ifadesi çok problemlidir. Bu, gerçekte dilin gizlediği en belirsiz ifadelerden biridir. Filozoflar bu kelimeyi çok genel anlamda kullanırlar, anlamını açıklamazlar ve sınırlarını belirlemezler. Sonunda bu kelime metaforik anlam dışında olgusal bir anlam taşımaz ve anlamdan yoksundur. Ona dilimizin saptırılması pahasına bir anlam yükleriz.[33]

“Doğrudan algılamak” ifadesini kavramak için karşıtı “dolaylı” ifadesini dikkate almalıyız. Algılama için dolaylı ifadesi şu iki durumun dışında kullanılamaz.

a)    Özel durumlarda: Televizyon, mikroskop ya da teleskop gibi araçlar söz konusu olduğunda

b)   Doğrudan kelimesini kullanmanın uygun olmadığı durumlarda.

 

Araçsız ve aracısız algılama doğrudan algılamanın paradigmasıdır. Dolaylı algılama onun yerine geçemez. Dolaylı algılamanın anlamlı olabilmesi için algılanan şeyin doğrudan da algılanabilme imkânı olmalıdır. Bir insanı doğrudan doğruya değil; aynada dolaylı olarak algıladığımızı söyleyebiliriz. Doğrudan/dolaylı algılama sadece görsel alanda yapılabilir.

Örneğin bir insanı periskopla, gözlükle ya da dürbünle görebiliriz; kuşkusuz bunlar doğrudan görme değildir; ama onları dolaylı görme gibi de göremeyiz. Bunlar sadece çıplak gözle görmeye karşıttır. Aynı şekilde bir konseri icra edildiği salonun dışında örneğin radyodan ya da televizyonda dinlemek, dolaylı değildir; salonda dinlemeye karşıttır.[34]

“Doğrudan algılamamak”ta periskop ya da ayna örneğinde olduğu gibi, sapma yön değiştirme fikri vardır. Dolaylı olarak algılamanın olmazsa olmaz koşulu nesneye karşıdan bakmamaktır. Bu nedenle silueti perdede görme nesneye karşıdan bakma örneğine uymaz. Aynı şekilde gözlükle ya da dürbünle görmek dolaylı olarak görmek değildir. Bu tür durumlar, araç olmadan ya da gözlüksüz görmeye karşıt görme diye betimlenebilir; ama dolaylı algılama gibi görülemez.[35]

Bu ve benzeri örnekler göstermektedir ki, dolaylı algılama ifadesinin kullanıldığı durumları belirlemek çok zordur. Örneğin telefonda konuşma; televizyonda ya da radarda görme dolaylı algılama mıdır? “Evet!” dersek başlangıç metaforundan çok uzağa gitmez miyiz? Bütün bu durumlar, “dolaylı algılama”nın sınırlarını çizmeyi gerektirir. Örneğin durağan olan fotoğrafta ve dinamik olan filmde görme dolaylı görme değildir. Öte yandan bir nesnenin etkilerini, sonuçlarını gördüğümüzde onu dolaylı olarak algılamış olmayız. Örneğin, bir topun ateşini ya da Wilson’ın odadaki sesini duyduğumuzda bu, dolaylı algılama değildir; sadece etkilerin algılanmasıdır.[36]

Kısaca söylersek algı konusunda Austin’e göre iki dikotomi vardır. Bunlar maddi nesneleri/duyulur nitelikleri, doğrudan/­dolaylı olarak algılarız şeklindeki tezlerdir. Bu dikotomilerin hangisi olursa olsun, yanıltıcıdır ve üstelik saçmadır; sokaktaki insanın kullanımları değildir. Örneğin sigaralar ve divitler ne maddi nesnelerdir ne de duyu verileridir; onlar sigaralardır ve divitlerdir; her algıladığımız şeyin sigaralar ve divitler gibi somut bir var oluşu bulunmayabilir; örneğin algıladığımız şey gölge veya gökkuşağı olabilir. Onlar reeldir. Reel bir gökkuşağı irreel gökkuşağına örneğin resimdeki gökkuşağına karşıt olarak reeldir. Gündelik dilde “dolaylı algılama” belirsiz bir metafordur. Örneğin savaş sırasında radara bakıp “Düşman gemileri bize doğru geliyor.” dersem, bunu ekranda sadece siyah noktalara bakarak söylerim. Bu çıplak gözle görmeye karşıt radar ekranında işaretler olarak görmedir; dolaylı değil; sadece gemileri temsil eden şeyleri görmedir.[37] Aynı şekilde bir kişiyi periskop camında görürsem bu, doğrudan görmeye karşı dolaylı görme değil; çıplak gözle görmeye karşıt periskop camında görmedir. Filozoflar dolaylı algılamaya ilişkin hiçbir somut ve özgün durumu betimleyememişlerdir; beş duyumuzdan hangisinin ya da hangilerinin dolaylı algılamayı gerçekleştirebildiğini gösterememişlerdir. Asıl önemlisi de şudur: “Dolaylı algılama”, “doğrudan algılama”nın bir türü değildir.[38]

Daha önce söylediğimiz gibi algıya ilişkin bu problemler Oxford’da çok yoğun biçimde tartışılmıştır. Bu tartışmalardan biri Austin ve Ayer arasında yaşanmıştır. Ayer bu tartışmalarda felsefede “yanılsama kanıtı” denen tezleri geliştirmiştir; nesneleri doğrudan değil; dolaylı olarak bildiğimizi savunmuştur. Bu nedenle onun görüşlerine dolaylı realizm denir. Biz bu satırlarda 1950’li yıllara damgasını vurmuş bu ünlü tartışmaya ana hatlarıyla değineceğiz. Önce Ayer’in “yanılsama kanıtı”nı özet olarak vereceğiz; ardından da Austin’in Algının Dili’nde yönelttiği eleştirileri ifade edeceğiz.

Şimdi Ayer’in bu kanıtını açıklayalım. Önce şunu belirtelim: “Yanılsama kanıtı”nı ilk defa Ayer keşfetmiş değildir. Bu, felsefe tarihinin en eski dönemlerinden beri bilinen iddiadır. Bu iddianın klasik örneği şudur: Suya batırılan değneğin sudaki bölümü kırık görünür. Ayer için bu klasik örnek algı konusunda çok açınlayıcıdır. O, bu örnekten hareketle başka örnekler de bulur. Ayer’in “aldatıcı görünüş”e verdiği kendi örnekleri de şunlardır:

1.    Yarısı suya daldırılmış bir değneğin sudaki bölümü kırık görünür.

2.    Bir metal para bazı açılardan elips, bazı açılardan daire gibi görünür.

3.    Uyuşturucu kullanan biri renkleri farklı görür.

4.    Çölde giden kişi olmayan vahayı görür.

 

Ayer’e göre, gerek klasik değnek örneği gerekse bunu destekleyen kendi örnekleri şu sonucu empoze eder: Biz nesneleri doğrudan algılayamayız; algıladığımız şeyler sadece duyulur verilerdir. Nesneler farklı gözlemcilere hatta farklı zamanlarda bir ve aynı gözlemciye farklı görünür. Bu görünüşleri bir ölçüde gözlemcinin durumları belirler. Sudaki değnek örneğinde olduğu gibi aldatıcı görünüş yine de bir görünüştür ve değneğin kırık görünmesi bir duyu verisidir. Duyulur bir veri, algıda bilincine doğrudan doğruya vardığımız obje gibi görülmelidir.

Descartes algılarımızın konusunun “maddi objeler” olduklarını söyler; oysa Ayer “maddi obje” terimini kabul etmez; nesneler sınıfı’ndan söz eder ve bizim maddi objeleri değil; nesneleri algıladığımızı kabul eder. Ayer’in dolaylı realizmi şunu savunur: Algılayan süje, realiteyi yalnız zihinsel realiteler yardımıyla algılar ve onun hakkında bu realiteler yardımıyla yargıda bulunur.

Ve

Her ne zaman bir şeyi “algılasak”, hep bizi başka bir şey konusunda bilgilendiren aracı bir entite vardır.[39]

Burada şöyle sorabiliriz: Dünya ve algılayan süje arasında niçin bu aracı entitelerin varlığını kabul etmelidir? Cevap şudur: Eğer algı adını verdiğimiz aracı entiteler olmasaydı bilgiyi oluşturamazdık.

Putnam’ın La triple corde’da[40] dediklerinden hareketle Ayer’in dolaylı realizmini daha iyi anlayabiliriz. Putnam burada demektedir ki, bir kişinin Taç Mahal’i düşünde gördüğünü varsayalım. Bu kişi o zaman algısına uyan bir obje olmasa bile, belli bir algıyı deneyimler. Şimdi varsayalım ki, bu aynı kişi daha sonra Taç Mahal’i görmeye gitsin; o zaman Taç Mahal’i bir başka algının deneyimiyle algılar; onun bu ikinci algısı birinciye nitelik olarak benzer; her iki durumda da bu kişi Taç Mahal’in algısını deneyimler. Fakat Taç Mahal birinde vardır ve diğerinde yoktur. Sonuç olarak bir kişinin algısı, doğrudan doğruya verilmiş realite değildir; fakat “dış realite”ye bazen doğru biçimde ve bazen de illüzyonda olduğu gibi doğru olmayan biçimde gönderen bir aracıdır. O zaman bu aracının doğruluğunu garanti eden şey, aracı ve gönderdiği realite arasındaki bazı nedensel ilişkilerdir yani algının reele ilişkin doğru bir söylemin kaynağı olmasıdır. Öte yandan algı da bir nedene bağlıdır; algıyı ortaya çıkaran çevre doğal değilse; fakat uyuşturucu ve sinirsel tepkiler gibi başka faktörler ise, bu algı yanıltıcıdır. “Aracı olan algı teorisi”nin avantajı şudur: Bu teori yanlışlanamaz bir görünüşe sahiptir (eğer mavi izlenimine sahipsem, mavi izlenimine sahip olmamam imkânsızdır); aynı zamanda bu aracı empirik bilgi dediğim şeyi oluşturmama izin verir. Aracının diğer bir avantajı da şudur: O, zihinle aynı doğadadır ve algılayan süjenin doğrudan bilince sahip olma nedeni de budur. Bu aracıdan hareketle kişi, göstergeyle ifade edilen ya da etkisi gözlemlenen realiteye ilişkin yargılar ve maddi nesnelere ilişkin empirik sözceler oluşturabilir. Örneğin varsayalım ki, ortam deneyim yapmama uygundur; ben kediye ilişkin yanılsama olmayan ve gerçek bir deneyim edinebilecek bir durumdayım; “Siyah kediye ilişkin görsel bir izlenim”e sahibim; o zaman “Karşımda siyah bir kedi vardır.” yargısını oluşturabilirim.

Ayer’in dolaylı realizm tezi kısaca böyledir. Bu açıklamalar Austin’in karşı görüşlerini anlamak için yeterlidir, diye düşünüyorum ve şimdi Austin’in eleştirilerine geçiyorum.

Austin’ in bu görüşe ilk itirazı kanıtın adınadır; “yanılsama kanıtı”nadır. Austin demektedir ki, duyu organlarımızın yanıltmasına ilişkin Ayer’in verdiği bu örnekler doğru değildir. Ayer “gerçek yanılsama” ile “gerçek olmayan yanılsama”yı karıştırmıştır.[41] Peki, gerçek yanılsama nedir? Bunun örnekleri var mıdır? Elbette vardır. Gerçek yanılsamanın örnekleri şunlardır:

1. Optik yanılsama: Eşit uzunlukta iki çizgiden birinin diğerinden daha uzun görünmesi. Bu yanılsamada benim duyumlarımla ilgili bir problem yoktur; o sadece bana özgü değildir; herkes bu yanılsamaya düşer. Bu yanılsamaya düşmek istemiyorsak, dikkatli olmalıyız.

2. İllüzyonistlerin gösterilerindeki yanılsama: Örneğin oyuncak bir bebeğin gösteri sırasında karnından konuşması, bir kadının başının gövdeden ayrılması.

Yanılsama filozofların bazı mesleki kötü alışkanlıklarından doğan yanıltıcı felsefi konstrüksiyonlardır. Filozoflar bu konstrüksiyonlarıyla algıları belirsizleştirmişlerdir; çünkü onlar algıları açıklarken “reel”, “olgu”, “görünüş”, “doğrudan” ve “izlenim” gibi gündelik dilimizde kullanmadığımız kelimeleri, metafizik terimleri kullanırlar.

Austin eleştirilerini şöyle sürdürür: Serap gören, hiçbir şey deneyimlemiyor değildir. Gerçek vahada gördüğümüz aynı özellikleri taşıyan bir vahanın deneyimine sahiptir; fakat onun deneyimine sahip olduğu bu görünüşler aldatıcıdır yani bu özellikleri taşıyan nesne gerçekte yoktur.

Algıladığım şeyden örneğin kediden söz edersem, “Kediye ilişkin duyumlamalarım var.” diyemem; sadece “Kediyi gördüm.” derim.

Algı yanılsaması her zaman düzeltebildiğim bir kötü algılama değildir; sadece bir yanılsamadır.

Düş ya da halüsinasyon görürsem, kuşkusuz algımın konusu bir nesne değildir; yine de bir şey algılarım.

Düşte ve uyanıkken gördüğüm şeylerin deneyimi arasında nicelik farkı yoktur. Kediyi rüyamda görsem bile onu deneyimlerim. Rüyamda gördüğüm kedi deneyimi uyanıkken gördüğüm kedi deneyiminden hiç de farklı değildir. Fakat uyanıkken gördüğüm kedi gerçek bir deneyim olduğu halde, rüyamda gördüğüm kedi gerçek deneyim değildir; sadece bir deneyimdir. Kısaca söylersem, rüyamda gördüğüm şey gerçek deneyim değildir. Bu, uyanıklık ve rüya arasındaki farktır ve bunun bir riski de kuşkuculuğun iddia ettiği gibi her zaman düş gördüğümüzün iddia edilmesidir.[42]

Austin’e göre filozoflar yanılsamayı çok genel ifadelerle ele alırlar; yanılsamanın karmaşıklığını göz ardı ederler; ince ayrımları yapmazlar. Birbirinden çok farklı durumları farklarını dikkate almadan, yanılsama diye nitelerler. Nesnelerin algısına ilişkin genel bir doktrin ortaya koyarlar. Austin yanılsama konusunda filozoflarda olmayan bir sınıflama yapar; gerçek yanılsamanın yanında bir de “aldatıcı yanılsama”dan söz eder. Austin açısından “yanılsama” ve “aldatıcı yanılsama” aynı şey değildir. Örneğin ışığın yanıltması bir yanıltmadır; ama aldatıcı yanıltma değildir. Ona göre “yanılsama” ve “aldatıcı yanılsama” arasındaki fark çok önemlidir; çünkü bu farkın göz ardı edilmesinden şu inanç doğar: Her tür yanılsamada farklı gördüğümüz ya da algıladığımız bir obje vardır. Oysa göreceğimiz gibi yanılsamanın bir objesi vardır; ama “aldatıcı yanılsama”nın objesi yoktur.

Şimdi yanılsamayı ve aldatıcı yanılsamayı kısaca açıklayalım. Önce yanılsama hakkında bilgi verelim.

Yanılsama bir nesnenin ya da fenomenin bize, bildiklerimize aykırı şekilde görünmesidir. Örneğin illüzyonistin sahnede bir kadını testereyle ikiye bölmesi, içi boş bir torbadan tavşanı çıkarması, hızla dönen bir tekerleğin bize ters yönde dönüyor gibi gelmesi. Yanılsama düzeltilebilir, giderilebilir; çünkü yanılsamada gerçek dışı bir şey yoktur. Örneğin illüzyon gösterisinde gövdeden ayrılan başın gerçekte ayrılmadığını, tersine dönüyor gibi görünen tekerleğin gerçekten doğru yönde döndüğünü kanıtlayabiliriz. Bunlar yanılsamalardır.

Yanılsama

I. Yanılmadan farklıdır. Bir redaktörün bir kelimeyi yanlış okumasını yanılmadır. Örneğin bir metinde “causal” diye yazılması gereken kelime “casual” diye yazılsın. Redaktör de bu kelimenin yanlış olduğunu fark etmesin “casual” şeklinde olduğu gibi bıraksın. Bu durumda yanılsamadan söz edemeyiz; sadece kötü okuma olduğunu söyleyebiliriz. Aynı şekilde düş gören kişi yanılmamıştır; sadece düş görmüştür.[43]

II. Yanılsamayı hayal görmeyle aynı şey değildir. Yanılsamada yadırgasak da bize şöyle veya görünen bir şey vardır. Oysa hayal görmede görülen bir nesne ya da olgu yoktur. Hayal görmeyi en iyi anlatan fenomen seraptır. Serapta görülen bir şey yoktur. Serabın iki yorumu vardır. Serap,

A) Kişinin sinir sistemlerinin iyi çalışmamasının bir sonucudur: Çölde giden kişi aşırı susadığında ve gücü tükendiğinde sinir sistemleri düzgün çalışmaz; yanılmaya müsaittir. Bu durum­da onun beyni serabı üretir ve hayal görür. Sonuçta serap-hayal olan yanılsamanın nedeni fizyolojiktir.

B) Kötü bir görüntüdür: Bu kötü görüntünün nedeni şunlardır: Gölgelerin optik yanılsama etkileri; ışık oyunlarının etkisi; atmosferdeki ışığın kırılması. Kötü görüntünün en iyi örneği seraptır. Serap fizyolojik nedenlere değil; atmosferik faktörlere bağlı bir hayal görmedir.

Değneğin suda kırık görünmesi gibi algısal yanılsamalarda, algı tümüyle gerçek dışı bir şey telkin etmez; sadece küçük bir ortam değişikliğiyle gerçekleştirilmiştir. Aynı şekilde illüzyon gösterisinde kadının sahnede başının gövdeden ayrılması, tekerleğin tersine dönüyor görünmesi gerçek dışı bir şeyin görünmesi değildir.

Austin’e göre her tür yanılsamayı duyu organlarımızın tanıklığıyla fark ederiz. Duyu organlarımız fiziksel varlığımızın ulaşabildiği maksimum kesinliktir; dünyadaki var olma tarzımızı bu kesinlikle sürdürürüz.

Görmek, dünyanın nesnelerini görmektir; yanılsama durumunda nesneyi gerçek haliyle belirlemek için görünüşlerinde düzeltmeler yaparız. Örneğin, değneğin sudaki bölümünü eğri gördüğümüzde tümüyle eğri olduğunu düşünmeyiz ve eğri bölümün eğri görülmesinin bir yanılsama olduğunu gösterebiliriz; bunu sopayı sudan çıkararak yapabiliriz böylece bu yanılsamaya giderebiliriz. Yanılsamanın giderilmesi, bir şeyin ne olduğunu belirlemeden farklıdır. Bir şeyin ne olduğunu belirleme, bir özdeşlik kurmadır. Örneğin duyduğumuz bir ses, saka kuşuna mı aittir ya da gördüğümüz şey bir saka kuşu mudur? Bunu çeşitli yollarla belirleriz. Ama algı yanılgısının giderilmesiyle ortaya çıkan şey bir özdeşlik saptaması değildir; sadece var olan şeyin algısında bir düzeltmedir.

“Aldatıcı yanılsama”ya gelince; bunlar örneğin öldürülme korkusu ve büyüklük çılgınlığı gibi durumlardır. “Aldatıcı yanılsama” davranışlardaki dengesizliklerdir. “Aldatıcı yanılsama”da algıladığımız hiçbir şey yoktur; ama kişinin yanlış da olsa olguya ilişkin bilinci vardır. Bu açıdan aldatıcı görünüşten ayrılır. Örneğin pembe fare gördüğünü düşünen kişi bir şey gördüğünü sanır. Onun bu sanısı “aldatıcı görünüş”tür. Aldatıcı görünüş, bilinç durumlarıyla birlikte değildir; çünkü o gördüğünün gerçek fare olup olmadığını bilmemektedir.[44] “Aldatıcı yanılsama” düzeltilemez; çünkü tümüyle gerçek dışıdır. Onun sonuçları böyle olmayan yanılsamalardan çok daha ağırdır. Ona karşı dikkatli olmak çare değildir; tedavi olmak gerekir.[45]

Austin yanılsama ve aldatıcı yanılsama arasındaki bu ayrımın yerine “kesin algılama” ve “kesin olmayan algılama” kavramlarını koyar. Ona göre yanılsama tümüyle gerçek dışı bir şeyin göründüğü anlamına gelmez; tersine sadece düzenlenecek bir algının olduğunu belirtir.

Austin’in yanılsama ve aldatıcı yanılsama konusundaki görüşleri böyledir. Şimdi onun tarihsel ve modern felsefedeki algı görüşlerinden çok farklı görüşünü “duyuların dilsizliği” doktrinini açıklayalım. “Duyuların sessizliği” bize göre söz edimleri kadar önemlidir; epistemolojide şimdiye kadar var olan genel kabulleri değiştirecek özelliktedir. Austin’in bu tezi felsefe kamuoyunda büyük bir ilgiyle karşılanmıştır; pek çok araştırmacı bu konuda kitap ve makale olmak üzere çeşitli yayınlar yapmışlardır. Travis gibi dil filozofları bu tezi geliştirmişlerdir. Duyular bazı araştırmacılara göre Austin’in sandığından daha dilsizdir. Olivier Massin “Le Mutisme des Sens” adlı makalesinde bu görüşü ileri sürer.[46]

Austin duyu yetilerinden doğan duyu verileri kavramına karşıttır. O, bu tez karşısına “duyu organlarının dilsizliği” tezini koyar. Ona göre duyu organları hiçbir şey söylemez, hiçbir şey belirtmez, hiçbir şey göstermez. Bu tez radikaldir ve “duyu verileri teorisi”ni ortadan kaldırır. Austin’in önemli tezini açıklayalım.

Austin “Duyular dilsizdir.” ifadesini üç yerde kullanır.

1. Philosophical paper’da:

Duyular dilsizdir ve onlar kaçınılmaz olarak duyumlamayı ve düşünmeyi karıştırmadan daha fazla bir şey değildir.[47]

2. “L’autre”’da

Duyular dilsizdir; sadece önceki deneyimlerimiz onları belirlememize izin verir. Onların belirlendiklerini (ve “keşfetmek” bizim açımızdan çok istediğimiz bir etkinlik değildir) söylemeyi tercih edersek, o zaman Kabul etmemiz gerekir ki, konuşan kişiyle aynı doğuştan hakkı, belirsiz veya kesin olmayan biçimde konuşma hakkını paylaşır.)[48]

3. Le langage de la perception’da

Açıktır ki, duyu organları gerçekte dilsizdir. Duyumlar kuşkusuz bildirimin ön aşamasıdır. Descartes ve diğer filozoflar duyu organlarımızın tanıklığından söz etseler de duyu organlarımız bize hiç de doğru ya da yanlış olan bir şey söylemez. Diğer deyişle dünyaya ilişkin algımızın sonuçları yargı içermez; algı verileri kavram da değildir.[49]

Austin’de duyuların dilsizliği tezinin iki görünüşü vardır:

1. X’i ya da Y’yi görmeyiz; fakat bir şeyi duyumlarız; bu duyumladığımız şey hakkında konuşmak isteseydik, şunu diyebilirdik: “Bu, bir X’tir.” “Bu, bir Y’dir.”; “Bu, X’e aittirya da “Bu, Y’ye aittir.”. vs.

2. “Duyuların dilsizliği”nden söz ederken hep belli durumları düşünürüz. Bu durumlar filozofun teorik düşünmesine karşıt olarak olgusal durumlardır. Öbür yandan duyular o kadar sessiz o kadar sessizdir ki, onlarda bildirime dair hiçbir şey bulamayız. Kuşkusuz bildirim bir yargıdır; bu yargı da bir içerimler koleksiyonudur; yargıyı oluşturan bu içerimler, yargıya girmeden önce algıya giren bir etkinliktir. Algı etkinliğini bazen “denetleme”, bazen “ayırt etme” diye niteler.

Duyularımız dilsiz olduklarından, onların tasavvur olarak konuştukları söylenemez. Duyular bizi reele doğrudan nüfuz ettirmez. Austin duyuların bir şey söylediği yanılsamasını “Öteki” adlı makalesinde şöyle açıklar:

Öyle görünüyor ki, objenin tanımadan/bilmeden sonra doğrudan eleştirel olmayan kullanımı, duyulur veriler yani nesneler, renkler, gürültüler ve diğer şeyler, doğaları gereği gördüğüm şeyi literal olarak söyleyebileceğim şekilde konuşuyorlar (ya da konuşuyorlardı) düşüncesine götüren şeylerden biridir. Bu da işitilir. Onu açık kitapta okurum. Sanki duyulur veriler kendi kendilerini haber veriyorlarmış ve bildiriyorlarmış gibidir; “Bunun tüm güzelliğiyle beyaz bir gergedan olduğu az önce anlaşıldı.” dediğimde durum böyledir. Fakat bu, Fransızların İngilizlerden daha özgürce kabul edecekleri bir konuşma biçimi, bir ifade biçimi değildir. Duyulur veriler dilsizdir; onları bilmeye sadece geçmiş deneyimimiz izin verir.[50]

Austin’e göre bilgi olgu durumlarını uygun kelimelerle belirlemektir. Benzer durumlarda benzer kelimeleri kullanırız. Kullandığımız kelimeler az veya çok başarılıysa, o zaman olguyu biliriz. Bir durumun ne olduğunu belirlemek için kelimelerden başka aracımız yoktur. Sonuçta bilgi problemi, algıya uygun kelimelerin belirlenmesi problemidir. Bunu aşağıda algının belirginleştirilmesini açıklarken göstereceğiz.

Duyuların dilsizliği tezi mutlakçı değildir; çünkü duyunun içerimleri algılama tarafından verilmiştir. Austin “Öteki” adlı makalesinde şunu kabul etmektedir: “Biliyorum.” derken hem deneyimime hem de duyularımın ince ayrımlarına dayanırım.

Bilme eyleminde duyu içerimleri deneyimin araçlarıdır; ancak bunlar bilince doğrudan verilmez; önceki duyu içerimleriyle bir karşılaştırmadan sonra ne tür bir algı oldukları anlaşılır. Duyu verilerinin eleştirisi şunu fark etmemizi sağlamıştır: Herhangi bir şey duyulara verildiği anda bilince ve bilgiye de verilmiştir düşüncesi yanlıştır. Bu bakımdan duyuların dilsizliği tezi duyu verisi teorisyenlerinin tezlerine karşıttır. Austin şunu kabul etmektedir: Deneyim zihnin bir etkinliğidir; bu etkinliğin amacı, deneyimde ve deneyim yardımıyla deneyim konusunda yapabildiğimiz öne sürümlerin içerimlerini araştırmaktır.

Ona göre bir domuzu görmek, onun varlığının bir işareti ya da bir kanıtı değildir; sadece görmektir. Bu, diğer duyu organlarına da genelleştirilebilir. Bir klakson sesi ya da babamın sesini duyduğumda bir klaksonu ya da babamın sesini duyarım; hepsi budur. Kulaklarım bu konuda bana hiçbir şey söylemez, sadece benim duymama izin verir. İki kişi bir ve aynı şeyi örneğin bir domuzu farklı mesafeden farklı açılardan vs. görse de gördükleri şeyin domuz olduğunu bilirler. Bu da gösteriyor ki, algılar paylaşılabilir; özneler arası ortak bir söyleme konu olabilir; deneyimde objektif bir yan vardır; çünkü kelimelerle, benim değil; bizim olan kelimelerle anlatılır.[51]

“Siyah pantolonlu, kim olduğunu seçemediğin bir adam gördüm.”; “Hitler’i gördüm.” Burada görmenin iki farklı anlamına mı sahibiz? Bu, açıkça belli değildir.[52]

Bu önemli cümle görmenin doğru bir biçimi olmadığını ifade eder. Fakat onlar betimlerin, sınırlamaların ve kategorilerin algılarından hareketle gerçekleştirmişlerdir. Betimler, sınıflamalar ve kategoriler bireyden bireye değişir. Bunun nedeni bireylerin önceki deneyimlerinin, sosyalleşmelerinin ve içinde bulundukları durumların farklı olmalarıdır. Bu, önceki tezle çelişkili değildir; aynı şeyi görmeyi sürdürebiliriz; fakat iki farklı sosyal varlık olmamız, bize şundan çok bunu gösterir. Algılar hem paylaşılabilir hem de farklılaşabilir.

Duyuların dilsizliği algıyı doğrudan betimlemekten çok onu bir tasavvura dönüştürme girişimlerine karşıttır; algıdan doğan bilgi teorisini eleştirmektir; çünkü Austin’e göre bir şeyi algıladığımda doğru ya da yanlış hiçbir şey yoktur. Domuz şuradadır; karşımdadır; onu görüyorum; hepsi budur. “İşte bir domuz.” ya da “Bu bir domuzdur.” dersem duyumlarım beni yalanlayamaz; çünkü görünüşler güvenilirdir; nesneler, görünüşü olan şeyin görünüşüne sahiptir. Onların görünüşü, görünüşü olan şeyin görünüşüdür. Sudaki değnek, sudaki bir değnek görünüşüne sahiptir. Değneği hem kırılmış hem de suda diye ayrı ayrı gördüğümü söyleyemem.

Görünüşlere genellikle güvendiğimizden, bir olgudan kuşku duymak için neden olmalıdır. Kuşkuyu yalanlamak ya da doğrulamak için testler yapılmalıdır. Babamın sesini işitme örneğini alalım. Ondan sadece bazı durumlarda kuşku duyabilirim. Babam geçen yıl öldü. Duyduğum ses kısmen onun sesine benziyor. Bu kuşkuyu gidermek için sesin kaynağına yaklaşmam yeterlidir.

Bir kuşku gerçekte sadece varlık nedeni varsa, örneğin olağan dışı bir durum yani bir çözüm yöntemi en azından bir mümkün yöntem varsa kuşkudur.[53]

Gündelik dilde verilen sağduyumuzu kaybetmedikçe, realiteden kuşku duyamayız ve kendimizi gündelik dilimizin kelimelerinin değiştirilmesine kurban edemeyiz. Doğrusu ortak duyunun sağladığı güveni kaybetmenin hiçbir yararı yoktur. Duyulur verilerde onları bilgiye dönüştürmek için düzeltebileceğim a priori hiçbir şey yoktur.

Austin’in Algıyla ilgili görüşleri “bağlamcı epistemoloji”dir.

Bilginin ögeleri olan kelimeler bize belli bir bağlamda ve belli amaçlar için (betimler) verilmişlerdir; bildirimde bulunmak için öne sürdüğümüz kanıtlar ve gerçek bilgimiz sadece bu bağlamla sınırlıdır. Bilginin mutlak bir temeli yoktur; sadece bu bağlamda geçerli, yani tartışılması gerekmeyen bilgi vardır.[54]

Bu satırlarda ifade edilen düşünceler, Charles Travis’in Austinci deneyim dediği şeydir. Travis’e göre bu deneyim doğru bir betimin temellerini verir. Öte yandan bağlam sadece durum betimini vermekle kalmaz, bazen amaçları da belirler. Örneğin bulutlara baktığımda “Yağmur yağacak.” demekle kalmam; dışarı çıkarken şemsiye almam gerektiğini de düşünürüm.

Austin görünüşlerin ve kuşkunun sadece belli bir bağlamda meşru olduğuna inanır; bu nedenle, epistemolojisinin yani geçerli ve değişmez bilginin mutlak temellerini aydınlatmaya çalışmaz. Fakat o, tersine her zaman deneyimin gerçekleştirildiği bağlama ilişkin temelleri aydınlatmaya gayret eder. Kuşkusuz nesneler bize bağlamda vermişlerdir. Onların deneyimini bağlamda gerçekleştiririz; kanıtlarımızı bağlama dayanarak ortaya koyarız; eleştirileri bağlam sayesinde cevaplarız. Bu nedenle bilginin mutlak bir temeline ihtiyaç yoktur; sadece bağlamda geçerli bir temel vardır. Bir betim bağlamda ortaya konur ve objektiflik kazanır.

Algının felsefe için önemli olma nedeni, insanın dünya ile ilişkisini söz konusu etmesidir. Austinci algı anlayışının en büyük faydası şudur: O analizini gerektirmez. Austin’e göre dilin gizli anlamı olmadığı gibi algının gizli anlamı da yoktur. Nesnelerin görünüşü vardır. X, Y’yi gördüğünü söylediğinde onu ciddiye almalıdır; Çünkü o bağlamı yani algının çerçevesini ciddiye almıştır.

Austin algıdan hem kuşkuyu hem de belirsizliği algıdan arındırmak için birtakım eylemler kabul eder. Bu eylemler sayesinde algıyı daha iyi hale getirebiliriz. Algıyı iyileştiren eylemler şunlardır: Tekrar etmek, yaklaşmak, odaklanmak, benzer geçmiş deneyimleri hatırlamak vs.dir.

Ancak bu her zaman mümkün değildir; çünkü ilk defa algıladığımız bir şeye ilişkin geçmiş deneyimimiz yoktur. Bu nedenle dilimiz bu konuda bir kesinsizlik içerir. Daha önce bilmediğimiz bu şeye bir ad veremeyiz; onun algısının genel veya ayrıntılı bir betimini yapamayız; çünkü onun hakkında hiçbir kelimemiz yoktur.

Kuşkusuz renkler, biçimler ve sesler gibi doğrudan algılanan fenomenler vardır; fakat “zeki olmak”, “suçlu olmak”, “dürüst olmak” gibi doğrudan deneyimleyemediğimiz durumlar da vardır. O zaman şunu sorabiliriz: Austin doğrudan deneyimlenemeyen durumların algısını nasıl açıklamaktadır? Şimdi bunu ele alalım. Konuyu açıklayabilmek için şunu göz önünde bulunduralım: Yukarıda söylediğimiz gibi Austin’de algı açıklamasının temelinde güven kavramı vardır. Bu güven, hem görünüşlere güvendir hem de başkalarına güvendir. Başkalarının algıları konusunda bilgi verici olduğuna inanma ve onların dil kurumunun temeli olduğuna inanma; sonuçta başkalarının algılarına da güvenmedir.[55]

Algı farklılıklar yaratma makinesi gibidir; çünkü algılanan şey, belli bir sınıfla uyumludur.

Her betimsel kelime sınıflayıcıdır; bu anlamda önceden tanımayı ve hafızayı içerir. Ancak hafızamız ve önceden tanımamız genellikle kesin değildir ve onlara güvenilemez.[56]

Tereddütlü oluşumuzun iki farklı biçimi vardır:

a)    Hiç deneyimleyemediğim durumlar: Örneğin ilk defa tattığım bir tadın ne olduğunu kesin olarak söyleyemem.

b)   Deneyimlediğim durumların betime izin vermemesi. Örneğin ananas tadı keskin midir? ya da mide bulandırıcı mıdır? Bunu söylemek zordur. Tıpkı bunun gibi hem menekşe rengine hem de eflatuna benzeyen rengin ne olduğunu söyleyemem.[57]

 

Bu iki durum bazı durumlardan “emin olmama”ya ya da “onların kesildiğinden uzak durma”ya yöneltir. Kuşkusuz hissettiğimiz şeye kesin bir ad verme imkânsız olabilir. Bu durumda bir tereddüt yaşarız.

Bu göstermektedir ki, algının sınıflayıcı özelliği bizi onun doğrudan özelliğinden uzaklaştırmaz; sınıflama bir tasavvur ya da çıkarım değildir. Kısaca sadece masayı görüyorum. “Masayı görmem kognitif bir işlem değildir.” derken çıkarım yapmam; ışığın dalga boyunu ya da sinirlerin etkilenmelerini masa olarak yorumlamam. Austin’in “bir domuz görmek”, “siyah pantolonlu bilmediğim bir adamı görmek”, “Hitler’i görmek” örneklerini hatırlayalım. Bunlar önceden bildiğim (“domuz”, “Hitler” gibi) nesnelere ilişkin algılardır ya da “sudaki kırık değnek” gibi her defasında başka değneklerle gerçekleştirdiğime benzeyen deneyimlerdir.

Tek cümleyle özetlersek algı bir organizasyondur; bu organizasyon sınıflamayı kullanır ve farklılıkları üretir; Austin’in “epistemolojik bağlamcılığını” işin içine katar.

Austin duyumlamayı, görünüşün semantik alanını aydınlatmak için analiz eder. Onun duyumlamaya ilişkin söylediklerinden hareketle bu semantik hakkında şunları diyebiliriz: Austin görünüş konusunda üç önemli kelime belirler: Bunlar “…i havası olmak”, “…olarak görünmek” “… gibi gelmek”tir. Algımızın dolaylı olduğunu söyleyen Ayer bunlar arasında bir ayrım yapmaz; bunların değiş tokuş edilebileceklerini düşünür.[58]

Austin’e göre bunlar arasındaki farklar göz ardı edilemez; onlardan herhangi birini değil; sadece şunu kullanmamız, genellikle çok önemlidir. Kuşkusuz bazı istisna durumlar vardır. Bunlar göreceğimiz gibi bazı değiş tokuş edilebilecekleri bağlamlarda aynı anlama gelebilir; fakat bundan söz konusu terimler arasında hiçbir fark olmadığı sonucu çıkarılamaz.

Austin bu farkları çok çeşitli örneklerle gösterir:

Önce “… havası olmak” terimini ele alır:

1.    “Onun bir centilmen (bir serseri, bir sporcu, tipik bir İngiliz) havası var.”

2.    “Bulutlarda yağmur havası var.”

3.    “Onun 60'lık havası var.”

4.    “Onun kaçmak üzere olduğu havası var.”

 

Austin’in “… gibi görünmek”le ilgili örnekleri de şunlardır:

1.       “O, mavi gibi görünüyor.”

2.       “O, centilmen gibi görünüyor.”

3.       ” Bu bana yanlış görünüyor.”

4.       “İnsanlar onların hepsini yemişler gibi görünüyor.”[59]

 

Austin, “… gibi görünmek” fiilinin “…havasında olmak” ile aynı yapıda olduğunu söyler. Kuşkusuz “… gibi görünmek”te bazı durumlarda örtük bir kuşkusuz edim bulunabilir yine de onun kullanımı yanlış değildir. “Bu, geçmişteki gibidir”; “Bu bir kâbus gibidir” kullanımları, “… gibi ve “…gibi görünüyor.” kullanımlarının istisnalarıdır.[60]

Austin bu üç fiili daha ince ayrımlar yaparak şöyle analiz eder: Bunu yaparken şu üç örneği kullanır:

1.    Onun suçlu havası var.

2.    O suçlu görünüyor.

3.    O suçlu gibi geliyor.

 

Sonra bu örnekleri yorumlar. Birinci örnek şu demektir: “Onun suçlu bir insan görünüşü vardır.” İkinci sözce özel durumlarda belli bir ilişkiyi telkin eder. Üçüncü örnek ise, bazı tanıklıklara örtük bir referanstır.[61]

Austin bu üç fiilin kullanımlarına ilişkin temel düşüncelerini şöyle ifade eder: “… Havası olmak”, “…görünmek” ve “…gibi gelmek” kullanımları aynı değildir Onları birbirinin yerine kullanamayız; “suçlu gibi olan adam” ifadesinde suçlu olmaya ilişkin görsel özellikler bulunmaz.


 



*    Duyumlamalarla ilgili bu sorunlar felsefe tarihlerindeki iddiaya göre daha felsefe sistemleri ortaya çıkmadan önce tartışılmıştır. Bu sorunu ilk defa tartışanlar da Sofistlerdir. Sofistler demektedirler ki, duyumlamalar bizi yanılttıkları için bilgilerimiz kesin değildir. Duyumlarımıza güvenemeyiz. Sofistlerin olduğu varsayılan bu görüşler Sokrates’ten itibaren hemen hemen her dönemde pek çok filozof tarafından tartışıl­mıştır. Burada özelde sofistlerle ve genelde de Platon’a kadar olan tarihsel olduğu iddia edilen sürece ilişkin bir değerlendirme yapmak ka­çınılmazdır. Dil Felsefesi III: İkinci Wittgenstein’da Gramer Paradigması adlı kitabımızda Antik Felsefeye dair bazı tespitlerde bulunmuştuk. Ulaştığımız kesin kaynaklara dayanarak şunu söylemiştik. Metafizik tarihinin bir bölümü, Pythagoras’tan Sokrates’e kadar olan dönem Şamanizmidir ve geri kalan tüm dönemleri ise şaman tekniğinin kozmosa uygulanmasından ibarettir. Bu değerlendirmeyi yaparken kaynakları­mızdaki açıklamaların yani tanıklıkların bir belge değerinde olduklarını kabul etmiştik Oysa Austin’i yazarken şunu saptadık: Austin’in “İkinci elden bilgiler yani anlatılar belge değildir.” görüşünden hareketle, Önsözde belirttiğimiz gibi felsefe Platon’la birlikte başlar; Platon öncesine ilişkin sadece “belge olmayan anlatıları ve aktarımları belge gibi göremeyiz; onların felsefe tarihine dair uylaşımsal ve kesin bilgiler verdiklerini söyleyemeyiz. Sofistler bunun dışında değildir. Onların kim olduklarına ve neyi savunduklarına dair sadece söylentiler vardır ve bunlar iddialardan ibarettir.

[1] Austin, Le Langage de la perception, p.22.

[2] Loc. cit.

[3] Ibid., p.23.

[4] Austin, Le Langage de la perception, p.23.

[6] Ayer, A.J., The Foundations of Empirical Knowledge, London: Macmillan & Co Ltd. 1940, p. 88.

[7] Austin, Le Langage de la perception, p.31.

[8] Ibid., p.23.

[9] Ibid., p. 100.

[10] Austin, Le Langage de la perception, p.29.

[11] Ibid., p. 39.

[12] Ibid., p. 23.

[13] Ibid., p. 24.

[14] Loc. cit.

[15] Loc. cit.

[16] Austin, Le Langage de la perception, p.25.

[17] Loc. cit.

[18] Ibid., p. 29.

[19] Loc. cit.

[20] Loc. cit.

[21] Loc. cit.

[22] Loc. cit.

[23] Ibid., p.31.

[24] Austin, Le Langage de la perception, p.32.

[25] Loc. cit.

[26] Ibid., p. 33

[27] Loc. cit.

[29] Loc. cit.

[30] Loc. cit.

*    Bu diyagram şöyledir.

Müller Lyer diyagramı ile ilgili görsel sonucu

[31] Loc. cit.

[32] Austin, Le Langage de la perception, p. 35.

[33] Loc. cit.

[34] Ibid., p. 36.

[35] Ibid., p. 37.

[36] Ibid., p. 38.

[37] Ibid., p. 39.

[38] Loc. cit.

[39] Ong-Van-Cung, Kim Sang, “L’argument de l'illusion” et la philosophie Cartésıenne des idées”, Revue de métaphysique et de morale 2004/2 no 42 |p. 222.

[40] Putnam, Hilary, La triple corde, Vrin, Paris, 2017, pp. 51-60.

[42] Ibid., p. 49, 50, 51.

[43] Ibid., p. 46.

[44] Ibid., p. 42.

[45] Ibid., p. 45.

[46] Massin, Olivier, “Mutismes du sens”, dans L. Austin et la philosophie du langage ordinaire; Editeurs, S. Laugier & C. Al-Saleh, Vrin, Paris, 2011, p. 321.

[47] Austin, “Are There A priori Concepts?” Philosophical paper Oxford at the clarendon press, 1961 p. 26.

[48] Austin, “L’autre”, p.70.

[50] Austin, “L’autre”, p. 70.

[51] Ibid., p. 76.

[52] Austin, Langage de la perception, p. 189.

[53] Ibid., p. 25.

[54] Ibid., p. 44.

[55] Austin, “Autrui”, p. 68.

[56] Ibid., p. 64.

[57] Ibid., p. 67.

[58] Austin, Le Langage de la perception, p. 55.

[59] Ibid., p. 57.

[60] Ibid., p. 58.

[61] Loc. cit.