Bilindiği gibi metafizik anlamda felsefenin üç
önemli bölümünden biri epistemoloji yani bilgi teorisidir. Bilgi teorisiyle
ilgili bir dizi problem vardır: Varlığı ve onun somut tikel görünümü olan
nesneleri nasıl biliriz? Bilgimiz objesine uygun mudur? Bilme yolumuz ya da
yollarımız nedir? ya da nelerdir? Bunları tartışma duyumlamaların epistemolojik
değerini dikkate almayı gerektirmiştir ve şu özel sorunların ortaya çıkmasına
yol açmıştır: Duyumlamalarımız bir bilgi kaynağı mıdır? Onlara güvenebilir
miyiz güvenemez miyiz? Bu sorunlar felsefe tarihin her döneminde ya da hemen
hemen her döneminde tartışılmıştır.* Algı
konusundaki tartışmalar 1950'li yıllarda da Anglo-sakson dünyada çok
yaygındır. O nedenle Austin de bunlardan uzak kalamamıştır. Austin’in algıya
ilişkin görüşleri çok önemli olsa da söz edimlerinin gölgesinde kalmıştır. Onun
duyumlamalarla ilgili düşünceleri dile ilişkin görüşlerinin tamamlayıcısıdır;
Ayer’le polemikleri çerçevesinde ifade edilmiştir. Austin’in bu konudaki
görüşlerini, elyazmalarından hareketle oluşturulan Le langage de la perception
(Algının Dili) adlı kitabında; “Autrui” (Öteki) ve “Pour les éxcuses” (Özürler
için) adlı makalelerinde ifade etmiştir. Onun görüşlerinin temelinde şu tez
vardır: Duyu organlarının dilsizliği. Bu tez pek çok açıdan özgündür.
Felsefi sonuçları önemlidir. O nedenle şimdi bu tez hakkında açıklamalar
yapmalıyız. Bu tezin özgünlüğünü anlayabilmek için önce Austin’in
duyumlamalarla ilgili düşüncelerini bilmeliyiz. Şimdi bunu açıklamaya
çalışalım.
Austin görüşlerini açıklarken önce tarihe bir
referansta bulunur; problemi ilk defa Herakleitos’un ortaya attığını söyler.
Ona göre problemi tartışmak için ilk ortaya çıktığı döneme gitmelidir; ama bu,
mümkün değildir; çünkü o döneme ilişkin eserler yoktur.
İdeal olarak bu tür bir tartışmanın ilk
metinlerin incelenmesiyle başlamasını isterdim. Fakat bu, bizim açımızdan imkânsızdır.[1]
Austin’e göre imkânsızlıklara rağmen
bildiğimiz bir şey vardır: Duyumlama tartışmaları tümellere karşıt olarak
yapılmıştır ve Platon’un idealar doktrini kadar eskidir.[2]
Felsefe tarihinde filozoflar ısrarla çok
basitleştirilmiş bazı özel kelimelere yoğunlaşır. Bu kelimeler asla doğru
anlaşılmamıştır ve tam olarak betimlenmemiştir:
Sınırlı ve fakirleştirilmiş örneklerin
basitleştirilmiş kullanımı, şemalaştırılması ve saplantılı biçimde tekrarı,
filozofların zaaflarıdır; bu zaaflar kesinlikle giderilmelidir. Yanlış ve
sağduyuya aykırı iddiaları tekrar etmekten daha can sıkıcı bir şey yoktur.[3]
Bu durum algılama ve duyumlama terimleri için
de geçerlidir. Austin bunu aşağıda uzun uzun açıklayacaktır.
Algılar, benim ve duyu organlarımın birlikte
oynadıkları, zihnimde sahnelenen bir tiyatro oyunu değildir; dünyanın bir
olgusu gibidir. Dünyanın olgularını olduğu gibi algılarımızı da dilimizle ifade
ederiz. Onları anlatmaya yarayan pek çok kelimemiz vardır. Bu kelimeler
filozofların değil; sokaktaki insanın kullandığı kelimelerdir. Uygun olmayan
kelimelerle ifade edilen algı açıklamalarında pek çok problem vardır. Problem,
algımızı anlamada yanlış kelimeler kullanmamızdır. Filozoflar bu yanlış
kullanımları fark etmezler; açıklamalarının doğru olduğuna inanırlar. Doğru bir
algı açıklaması dilimizi düzeltmekle, uygun kelimeleri belirlemekle mümkündür.
Algıyı doğru betimlediğimizde sahte ve akla uygun gibi gelen açıklamalar
yapmayız. Algıları aydınlatmanın ek bir kazanımı daha vardır: Bazı felsefi
tereddütlerin giderilmesi.[4]
Austin’e göre filozoflar algı konusunda ikiye
ayrılır:
1. İzlenimciler: Bunlar Hume, Russell ve
Ayer’dir. Onlara göre nesneyi değil; sadece duyu verilerini biliriz. Duyu
verilerimiz yani nesnenin nitelikleri ise izlenimlerdir.[5]
Biz maddi nesneleri, maddi objeleri doğrudan
kavramayız; algılamayız. Doğrudan doğruya kavradığımız
şeyler, sadece duyu verilerimizdir (ya da idelerimizdir, izlenimlerimizdir,
duyumlamalarımızdır, duyulur algılarımızdır algı verilerimizdir).[6]
Oysa sokaktaki insan nesneyi doğrudan
algıladığına inanır; sigaralar ve divitler gibi nesnelerin varlığından kuşku
duymaz. O, algı fenomenolojisine karşıt davranır; duyulur algılar konusunda
ihtiyatsızdır ve haksızdır; Çünkü nesnenin nesne olarak deneyimi yoktur.[7]
Sokaktaki insana ilişkin bu görüşleri ne kadar
ciddiye almalıyız? Andığımız filozoflar tam olarak ne demek isterler? Austin
için öncelikli problem bu değildir. Doğrusu, “duyulur algıları bilme” sorunu
onların dedikleri gibi ve kolayca çözülemez. Yine de bu filozoflar önceki
görüşleri savunurlar; onlarda yeni olan, sadece örneklerdir.[8] Bunlar
Austin’e göre algı skolastikleridir. Onların kelimeleri belirsiz, analizleri
yetersizdir; olgu betimleri yanlıştır; dayandıkları görünüşler hep aynıdır.
Bu tez “yanılsama kanıtı”ndan hareketle
oluşturulmuştur. Bu kanıt, felsefe tarihinde çok iyi bildiğimiz “Suya
daldırılan değnek kırık görünür.” şeklindeki düşüncedir. Bu tezi modern
felsefede Hume ve Berkeley, çağdaş felsefede ise Russell ve Ayer
savunmuşlardır. Bunlar problemi yeni ve farklı ifadelerle ortaya koyarlar ve
güçlükleri göz ardı ederler.
Fakat bu filozofların eserlerine baktığımızda
şunu görürüz: Onlara göre nesnelerin varlığına inanmak pek de o kadar kolay
değildir. Nesnelerin varlığıyla ilgili sözcelerin doğru olduklarını
düşünebiliriz. Örneğin “Bu bir sigaradır.”; “Bu, bir divittir.” gibi
önermelerin doğru olduklarına pek çok durumda inanabiliriz. Hatta diyebiliriz
ki, maddi şeylerin var olduklarına inanmanın bir temeli vardır. Fakat onların
çoğu yine de sigaralar ve divitler gibi nesnelerin doğrudan bilinebildiklerini
kabul etmezler. Onlara göre doğrudan kavradığımız şey, nesneden tümüyle farklı,
duyu verileridir. Bu filozoflar görüşlerini temellendirirken doğrudan ve
dolaylı duyumlamayı yeterince açıklamazlar ve betimlemezler; onların özel
durumlarını göstermezler; sınırlarını çizmezler; sadece basit örneklerle
yetinirler; bildiğimiz bir durumu el çabukluğuyla manipüle ederler.
Bu filozoflar da tıpkı kuşkucular gibidir;
bizi duyusal algıya hapsederler; bu nedenle algı alanından dışarı çıkamayız.
Onlara göre bir duyulur deneyimin doğru olduğunu yine algısal deneyimlerle
biliriz; algı alanından dışarı çıkmamıza gerek olmadığı gibi bu mümkün de
değildir. Sonuçta algı alanından dışarı çıkamadığımız için realiteye asla
ulaşamayız.
Oysa Austin’e göre kuşkucular da izlenimci
filozoflar da yanılmaktadırlar. Kuşkusuz realiteye doğrudan nüfuz edemeyiz.
Ancak algılarımızın ne ifade ettiklerini geçmiş deyimlerimizle biliriz.
Algılarımızı kelimelerimizle ifade ederiz. Kelimelerimizin yardımıyla algıya
hapsolmaktan çıkıp olgusal bir durumla ilişki kurarız; daha doğrusu olgunun ne
olduğunu betimleriz. Aynı şekilde nesneyi duyulur veriler aracılığıyla değil;
doğrudan algılarız. Örneğin biz zürafadaki sarı ve kahverengi lekeleri veya
domuzu değil; zürafayı algılarız.
Kuşkusuz algılarımız bazen farklı olabilir;
onları kimi zaman farklı şekillerde de aktarabiliriz; yine de onları
kelimelerimizle ifade ederiz; kelimelerimiz bize uylaşımsal bir bildirim
içeriği verir; bildirimin içeriği de çoğunlukla gerçektir.[9]
Austin’e göre doğrudan algıyı savunan filozoflar
bu iddialarıyla sokaktaki insana haksızlık ederler; çünkü sokaktaki insanın
aşağıda açıklayacağımız görüşleri ne gündelik hayat açısından ne de felsefi
açıdan da problemlidir. Austin demektedir ki, bu haksızlığın nedenleri üzerinde
durmalıyız; ama bunu şimdi değil; aşağıdaki satırlarda yapmayı düşünüyorum.
2. Descartesçılar: Bunlara göre duyumlarımızın
konusu maddi nesnelerdir; biz nitelikleri değil; maddi nesneleri algılarız. Bu
maddi nesnelere ilişkin algılarımız da doğrudandır.
Austin’e göre bu görüş yanlıştır; çünkü
sokaktaki insan “maddi nesne” ifadesini kullanmaz; bildik nesnelerden söz eder.
O, “maddi nesne”yi değil; algılanabilir somut nesneleri algılar. Descartesçı
filozoflar nesnelerin her birinin özel algısını dikkate almazlar; sadece “maddi
nesne”nin duyumundan söz ederler. Onlarda maddi nesnenin hiçbir özgün niteliği
yoktur; onun tek bir özelliği vardır: “Maddi olmayan obje”ye karşıtlık.[10]
Descartes’ın ve izleyenlerinin “doğrudan
algılama” kavramında üç önemli problem vardır. Bundan dolayı hem yanlıştır hem
de saçmadır. Bu problemler şunlardır:
1.
“Doğrudan algılama” gündelik dilde var olan ve
bildiğimiz kullanım değildir.
2.
Doğrudan algıya ilişkin ifadeleri hangi sınıfa
koyacağım bilemem.
3.
Bu algının özelliğinin ne olduğunu söyleyemem.[11]
Görüldüğü gibi hem izlenimciler hem de “maddi
nesne”ciler genellikle terimleri, diğer terimlerle farklarını dikkate alınmadan
kullanırlar. Açıkça söylemeseler de bazı durumları farklı bakış açılarından ve
karşıt teorilere göre değerlendirirler.
Austin modern ve çağdaş filozofların algı
konusundaki temel yanlışlarına böyle işaret eder; izleyen satırlarda kendi algı
anlayışını açıklamaya geçer. Kuşkusuz onu algı konusunda yeniden düşünmeye
yönelten şey, kabul ettiği ve tüm felsefesine uyguladığı yöntemidir yani lengüistik
fenomenolojidir; diğer deyişle sokaktaki insanın kullandığı kelimelerin
analizidir. Peki, Austin’in bu algı fenomenolojisi nedir? Şimdi bunu
açıklayalım.
Austin’in algı doktrini yeni bir doktrindir; duyuların
dilsizliği adını taşır. Bu yeni doktrin bazılarına şaşırtıcı gibi
gelebilir; yine de her şeyden önce açıktır, güvenilirdir ve dikkate alınması
gereken bir açıklama tarzıdır. Peki, duyuların dilsizliği bu özelliklerini neye
borçludur? Kuşkusuz Austin’in yöntemine, lengüistik fenomenoloji yöntemine.
Şimdi Austin’in bu yöntemini açıklayalım.
Austin hiçbir analizinde spekülasyona veya
teoriye başvurmaz; lengüistik fenomenolojiyi uygular. Bu uygulamayı
algılamaların ve duyumlamaların analizinde de sürdürür.
Onun hareket noktası şudur: Duyumlamalar
sanıldığından daha çeşitlidir ve karmaşıktır.[12] Bu
nedenle duyumlamaları gündelik dilimizin kelimeleriyle aydınlatmalıyız; onlar
için en uygun kelimeleri belirlemeliyiz; bu kelimelerle filozofların
yaptıkların daha ince ayrımlar ortaya koymalıyız. Austin şunu söyler:
Psikologlar yeni bir olguyu keşfettiklerinde onu betimlemek için en uygun ve en
doğru kelimeyi araştırırlar; bu kelimeyi bulduklarında olgunun doğru bir
betimini yaparlar. Algı betimlerinde de aynı şey geçerlidir. Doğru ve uygun
kelimeyi belirlemek. Şu farkla ki, psikologlar betim için uygun kelimeyi
aradıkları halde, algı betiminde kullanılacak kelimeler dilimizde hazır olarak
verilmiştir; duyumlamanın kendisi uygun kelimeyi bize empoze eder. Empozeye
uygun davranıldığında kelime doğru kullanılmıştır.
Kısaca söylersek algı betimi gündelik dilin
yani sokaktaki insanın kelimeleriyle yapılır. Bu durumda şunu sormalıyız?
Sokaktaki insan algıyı nasıl açıklamaktadır? Şimdi Austin’in soruya verdiği
cevabı görelim.
Sokaktaki insanın
algılar konusundaki yaklaşımı indirgeyici sayılamaz. Ona göre tekil nesnelerin
özelliklerini gerçekten ve doğrudan algılarız. Austin’in sokaktaki insanı ve
dilini dikkate alması bir popülizm değildir; filozofların çoğunun uyguladıkları
yöntemi terk etmesidir; çünkü Austin’e göre filozofların yöntemi gündelik
dilimizle yaptığımız gözlemleri bozar; belirsizleştirir; değiştirir;
kelimelerin nüanslarını yok sayar. Oysa bu nüanslar yok sayılamaz. Ne kadar çok
nüans varsa onları belirten o kadar çok terimimiz vardır. Algılarımızı ifade
ederken bazı düzleştirici kelimeler kullanırız. Bu kelimeler hem yargıyı
yumuşatır hem açıklama gücü taşır. Örneğin “gibi”, “… göre” ve “…e benziyor” bu düzleştirici kelimelerdendir.
Sokaktaki
insan düzleştirici kelimeleri gerekirse, kullanır; onları kullanarak nesneleri
betimlemek zorunda kalırsa şöyle düşünür: Bunları ilk defa görüyorum veya
duyumluyorum. Bunlar benim dünyamda var olan ve bildiğim şeyler değildir. O
nedenle bunları, daha önce bildiğim şeylere benzeterek, “…gibi”, “..e
benziyor.” vs. gibi ifadelerle betimlerim. Kısaca söylersek, sokaktaki
insanın dili lengüistik fenomenolojinin dilidir.
Lengüistik fenomenolojiyle ele alınan duyu
incelemesi realist değildir ve öyle olmamak zorundadır. Realist duyu açıklaması
Descartesçı’dır ve şunu savunur: Biz maddi şeyleri ya da objeleri gerçekten
algılarız. Bu tez karşıtı yani sadece duyulur nitelikleri biliriz görüşü kadar
sığdır ve yanlıştır.[13]
“Maddi nesneleri mi yoksa duyulur verileri mi
biliriz?” sorusu Thales’in “Evrenin ana maddesi nedir?” sorusu gibidir yani çok
basittir ve yanıltıcıdır.[14]
Başlangıçta belirtilmesi gereken en önemli şey
şudur: “Duyulur veri” ve “maddi nesne” kavramları birbirinin tam karşıtıdır; o
nedenle bunlardan birini temel alan duyu açıklaması öbürüne dayalı açıklamayı
zorunlu olarak dışlar. Her iki kavram da yapay olarak oluşturulmuştur. Onların
birbirinin antitezi olduğu söylenemez. Nesneleri tek bir açıdan değil; çok
farklı açılardan algılayabiliriz. Algıladığımız şeylerin hepsi aynı türden
şeyler değildir; onlar çok çeşitlidir. Bu çeşitliliği bilimden kaldırabiliriz;
ama felsefeden kaldıramayız. Örneğin divitleri çok farklı noktalardan
görebiliriz; ama gökkuşağını ve sinema projeksiyon makinesinin perdeye
yansıttığı arka arkaya görünen görüntüleri farklı açılardan izleyemeyiz.[15]
Austin sözün burasında ele alınan problemin
gerçek problem olup olmadığına değinir ve şu temel saptamayı yapar: Hangi tür
nesneyi algılıyoruz? sorusu yanlış sorulmuştur. Bu sorunun tuzağına düşmemek
için önce, “yanılsama kanıtı” denen düşünceden uzak durmalıyız. Austin’e göre
duyuların yanılttığı tezi modern filozofların ve önceki filozofların
hatalarındandır. Yanılsama kanıtı Hume, Berkeley, Russell ve Ayer gibi
filozoflarca kullanılmıştır; ama pek çok felsefi problemin göz ardı edilmesine
yol açmıştır.[16]
Bu yanılsamalardan kurtulmanın hiçbir yolu
yoktur; çünkü çok karmaşık olan olguların basit bir kanıtı olamaz. Bu durumda
yapılacak şey şudur: Dilin yanlış kullanımından kaynaklanan, geçersiz ya da
kandırıcı akıl yürütmeler üzerindeki sis perdelerini dağıtmak, pek çok gizli
gerçek durumu ortaya çıkarmak.[17]
Bunu yaptığımız takdirde bazı felsefi
belirsizlikleri giderebilecek bir teknik uygularız; örneğin realite
…gibi görünmek, …i andırmak gibi kelimeleri aydınlatırız.
Austin açıklamalarının bu aşamasında daha
somut durumlardan hareketle sözlerine şöyle devam eder: Ayer’in Foundations
adlı kitabının daha ilk sayfalarına göz attığımızda şunu görürüz: Sokaktaki
insanla ilgili düşüncelerin yanlışlığı. Ayer kendi duyu görüşünü haklı çıkarmak
için normal insanların maddi nesnelerin varlığına inandıklarını ileri
sürmektedir. Oysa biliyoruz ki, insanlar filozofların sözünü ettikleri maddi
şeyler ifadesini kullanmazlar.[18]
Örneğin sandalyeler, masa, kitaplar, tablolar
ve çiçekler gibi odamdaki objeleri algıladığımdan hiç kuşku duymam. Onların
varlığından kesinlikle emin olurum. İnsanlar bazen duyuları tarafından
yanıltılsalar da her şeyin kuşkulu olduğu düşünmezler. Genellikle
yanılmadığımızı düşünmek, hep yaptığımız bir şeydir. İnsanların çoğu gündelik
hayatta John Locke’la birlikte duyuların tanıklığına güvenir; nesnelerin
kesinlikle var olduklarına inanır; fiziksel varlığımızı sürdürmenin bu
kesinliğe bağlı olduğunu ve onu gerektirdiğini kabul eder.
“Sokaktaki insan maddi nesneleri algılar”
demek yanlıştır. O, maddi nesneleri algıladığını düşünmez; “maddi nesne” ve
“algılamak” ifadelerini kullanmaz; örneğin, sandalyeler, masalar, tablolar,
kitaplar, çiçekler, divitler, sigaralar gibi nesneler sınıfını bilir; ama sadece
tekil şeyleri algıladığını düşünür.[19]
İnsan, algıladığı şeyin her zaman daha önce
bildiği şeylere örneğin mobilyalara ya da diğer nesnelere benzediğine inanır.
Aynı şekilde, sinema perdesinde görünen kişileri, seslerini, ırmakları,
dağları, alevleri, gökkuşağını, gölgeleri, resimleri ve duvara asılı tabloları
veya kitaplardaki resimleri; buharları, gazları; insanların gördüklerini,
duyumladıklarını yani algıladıklarını kabul ettikleri her şeyi düşünebilir.
Burada şu sorular sorulabilir: Bütün bunların tümü maddi nesneler midir? Hepsi
değilse hangileri maddi nesnelerdir? Hangileri değildir? Austin’e göre bu
sorulara cevap vermeye değmez; çünkü maddi nesne kavramı belirsizdir.
Sokaktaki insan açısından “maddi nesne” ifadesinin kullanılması can sıkıcıdır.
Bu ifadenin hiçbir fonksiyonu yoktur; o, nesnelerin birleşik bir cinsi
değildir; sadece duyulur nesne’nin anti tezidir.[20]
Algıladığımız varlıkların tümünü ifade eden “maddi nesne”yi bir cins olarak
tasavvur etmek kimsenin aklına gelmez.[21]
Austin’e göre sokaktaki insanla ilgili iki
çelişik ifade vardır:
a.
Sokaktaki insan maddi bir nesneyi algıladığına
inanmadığında duyuları tarafından yanıltıldığına inanır.
b.
Sokaktaki insan duyular tarafından aldatıldığına
inandığında algıladığı şeyin “maddi bir nesne” olmadığına inanır.
Fakat bu iki sonuç da yanlıştır. Austin bu
yanlışlığı şöyle açıklar: Örneğin bir gökkuşağı gören ve bir gökkuşağını “maddi
bir nesne” olmadığına inanan kişi, gözlerinin kendisini yanılttığı sonucunu
çıkarmaz; aynı şekilde açık havada, denizde bir gemi gören insan, gemi ne kadar
uzakta olursa olsun, gördüğünün “hayâlet bir gemi” ya da “maddi bir nesne”
olmadığını bilir. Bu demektir ki, sokaktaki insanın duyularının kendisini
yanılttığı ve yanıltmadığı durumlar karşıt değildir.
Austin sözün burasında şöyle sorar: Sokaktaki
insan Price’in iddia ettiği gibi biraz naiv midir? Bu soruyu Austin dolaylı
olarak şu açıklamalarla cevaplar: Kuşkusuz sokaktaki insan, filozofların aksine
maddi şeyleri doğrulama ihtiyacı duymaz; çünkü onların varlığına inanmaz. O,
masaları ve sandalyeleri gerçekten algıladığından emindir; fakat bazen kuşku
duyduğu durumlar da olabilir; ama çoğunlukla nesnelerin varlığından kuşku
duymaz;[22]
onların var olduklarına inanması istisna değildir. İnsan örneğin bir sandalyeye
yakından ve açık havada baktığında var olduğunu ve onu gördüğünü kesinlikle
bilir. O, böyle bir durumda kuşkuyu açıkça anlamsız kabul eder ve bu konuda da
tümüyle haklıdır.[23] Onun
kuşku konusundaki düşüncesi şudur: “Eğer şu an gördüğüm şey bir gerçek sandalye
değilse, o zaman bir sandalye görmenin ne olduğunu bilmem.” Sandalyenin
varlığına inanmam bir ihtiyatsızlık değildir. Austin şuna dikkat çeker:
Sandalye örneği göstermektedir ki,
a.
Kuşku sürekli ve her konuda değildir;
b.
Sokaktaki insanın kuşkusuyla filozofların
kuşkuları arasındaki fark sadece derece farklı değildir; daha derin farktır.
Austin izleyen satırlarda açıklamalarını
saptama düzeyinden analiz düzeyine yükseltir ve “duyuların yanıltması”
ifadesinin anlamını analiz eder. Ona göre
“duyuların yanıltması” ifadesi bir metafordur
ve metafordan daha fazla bir şey değildir. Ne yazık ki, filozoflar bunun
metafor olduğunu unutmuşlardır; onu olgusal bir açıklama gibi görmüşlerdir ve
sürekli kullanmışlardır. Gerçekte duyularımız dilsizdir.[24]
Descartes sonrası yeni bir problem ortaya
çıkmıştır: “Duyulur algılar.” Kuşkusuz “duyulur algılarımız” ifadesi sokaktaki
insanın terminolojisi değildir; onun inançları arasında yer almaz. Onlardan söz
etme nedenimiz filozoflardır. Filozoflar demektedirler ki, her ne zaman bir
şeyi algılasak bu şey hakkında bilgi veren her zaman var olan aracı bir entite vardır.[25] Bu
durumda şu soruyu sorarız: Bu entitenin bize öğrettiği şeye güvenebilir miyiz?
Güvenemez miyiz? O, gerçek midir? Fakat filozofların aklına gelen bu soruları
sokaktaki insan sormaz; bunları sormak sokaktaki insana filozofların sözde
kanısını yüklemektir.[26]
Şunu da belirtelim ki, aldatma’dan söz etmek,
sadece genel olarak aldatmama temelinde anlamlıdır. Herkesi her zaman yanıltamayız.
Aldatma tuhaf bir durumdur. Onu daha normal durumlarla karşılaştırarak
bilebiliriz. “Benzin göstergesi bazen beni yanıltıyor”. dersem bunun anlamı
şudur: Benzin göstergesi normalde depoda benzin olduğunu gösterir; yine de
bazen depo tümüyle boşalmış olabilir. Fakat “Kristal küre bizi bazen yanıltır.”
dersem bu cümle bizi şaşırtır; çünkü normal durum hakkında en küçük fikrimiz
yoktur.[27]
Ayrıca sokaktaki insanın duyular tarafından
aldatıldığını söylediği durumların hepsi hiç de aynı değildir. Özellikle bir
şeyi normal bakış açısıyla gördüğü durumda, aynadaki görüntüler hakkında ya
da hayal kurduğunda yanıldığını söylemez. Düş gördüğünde ya da uzun ve düz
yolun ilerisine baktığında gördüğü şeyden emindir; ama öbür yandan filozofların
yanılma örneklerini de kabul eder.
Sokaktaki insanın açısından
A. Bazen algı koşulları yoktur ya da
yetersizdir.
B. Bazen algılama imkânsızdır.
C. Bazen de algı konusunda geçersiz çıkarımlar
yapılır.
Bu üç durumun her biri farklıdır ve farkları
göz ardı edilemez.
Kuşkusuz sokaktaki insan filozoflar gibi bütün
duyuların bizi yanılttığını düşünmez; ama o duyulur algıların tümünün doğru
olduklarına da inanmaz. O, duyularının kendini ne zaman yanılttıklarını bilir.
Eğer sokaktaki insan duyulur algıların hiçbirinden kuşku duymaz, dersek savaşı
yarı yarıya kaybederiz. Sokaktaki insan bazen duyuları tarafından yanıltılmadan
çok duyularının yanıltıldığını söyler.[28] Fakat
şunu kabul etmek zorundayız: Yanılma durumları o kadar çeşitlidir ki, duyular
tarafından yanıltıldığımıza ilişkin ifadelerin metafor olanlarını ve olmayanlarını
ayırmak kolay değildir.[29]
En saf insan bile şunları ayırır:
a.
Duyu organının rahatsız edildiği ya da normal
olduğu veya kötü çalıştığı durumlar;
b.
Algılarda aracıların ya da koşulların anormal
olduğu durumlar;
c.
Geçersiz çıkarımların yapıldığı, olup bitenlerin
kötü yorumlandığı durumlar;
d.
Hiçbir kategoriye girmeyen yanlış okuma ya da
duyma gibi durumlar.[30]
Normal ve anormal durumların açık ve kesin bir
karşıtlık olduğu her zaman söylenemez. Bir yanılsama olup olmadığını
söyleyemediğimiz pek çok durum vardır. İnsan nesneleri algılamayabilir ya da
nesnel olmayan ya da irrasyonel şeyleri algılayabilir. Örneğin uzunlukları eşit
ama biri diğerinden daha uzun görünen Müller-Lyer diyagramını* doğru
algılamayabilir ya da uzak bir köyü hava açık olsa da göremeyebilir; bir
şizofreni hastası pembe fareler görebilir. İnsan bir illüzyon gösterisinde
“başsız bir kadın” gördüğünde gördüğü şey (ve bu, bilsin ya da bilmesin,
gerçekten gördüğü şeydir) “gerçek dışı ya da “maddi olmayan” bir şey değildir;
fakat siyah bir zeminde siyah bir çantada gördüğü bir kadın başıdır. Eğer hile
iyi yapılmışsa, seyirci, gördüğü şeyin farkına varmaz (gösteri yapanın amacı;
bunu bilerek güçleştirmektir). Fakat seyircinin başka şey gördüğü sonucunu
çıkarmak doğru değildir.[31]
Özetle söylersek, sokaktaki insanının
nesnelerin özel bir kategorisini, örneğin maddi nesneleri algıladığına
inandığını ve tekil nesnelerini bilmediğini söylemek yanlıştır.[32]
Austin, sokaktaki insanın ve filozofların
görüşlerini karşılaştırmayı böyle tamamlar ve açıklamalarını daha teknik planda
sürdürür, anahtar kelimeleri analiz eder. Ona göre algı fenomenolojisinde en
kilit terimlerden biri doğrudan ifadesidir ve bunun üzerinde biraz durmak
gerekir.
Austin’e göre “doğrudan” ifadesi çok
problemlidir. Bu, gerçekte dilin gizlediği en belirsiz ifadelerden biridir.
Filozoflar bu kelimeyi çok genel anlamda kullanırlar, anlamını açıklamazlar ve
sınırlarını belirlemezler. Sonunda bu kelime metaforik anlam dışında olgusal
bir anlam taşımaz ve anlamdan yoksundur. Ona dilimizin saptırılması pahasına
bir anlam yükleriz.[33]
“Doğrudan algılamak” ifadesini kavramak için
karşıtı “dolaylı” ifadesini dikkate almalıyız. Algılama için dolaylı ifadesi şu
iki durumun dışında kullanılamaz.
a)
Özel durumlarda: Televizyon, mikroskop ya da
teleskop gibi araçlar söz konusu olduğunda
b)
Doğrudan kelimesini kullanmanın uygun olmadığı
durumlarda.
Araçsız ve aracısız algılama doğrudan
algılamanın paradigmasıdır. Dolaylı algılama onun yerine geçemez. Dolaylı
algılamanın anlamlı olabilmesi için algılanan şeyin doğrudan da algılanabilme
imkânı olmalıdır. Bir insanı doğrudan doğruya değil; aynada dolaylı olarak
algıladığımızı söyleyebiliriz. Doğrudan/dolaylı algılama sadece görsel alanda
yapılabilir.
Örneğin bir insanı periskopla, gözlükle ya da
dürbünle görebiliriz; kuşkusuz bunlar doğrudan görme değildir; ama onları
dolaylı görme gibi de göremeyiz. Bunlar sadece çıplak gözle görmeye karşıttır.
Aynı şekilde bir konseri icra edildiği salonun dışında örneğin radyodan ya da
televizyonda dinlemek, dolaylı değildir; salonda dinlemeye karşıttır.[34]
“Doğrudan algılamamak”ta periskop ya da ayna
örneğinde olduğu gibi, sapma yön değiştirme fikri vardır. Dolaylı olarak
algılamanın olmazsa olmaz koşulu nesneye karşıdan bakmamaktır. Bu nedenle
silueti perdede görme nesneye karşıdan bakma örneğine uymaz. Aynı şekilde
gözlükle ya da dürbünle görmek dolaylı olarak görmek değildir. Bu tür durumlar,
araç olmadan ya da gözlüksüz görmeye karşıt görme diye betimlenebilir; ama
dolaylı algılama gibi görülemez.[35]
Bu ve benzeri örnekler göstermektedir ki,
dolaylı algılama ifadesinin kullanıldığı durumları belirlemek çok zordur.
Örneğin telefonda konuşma; televizyonda ya da radarda görme dolaylı algılama
mıdır? “Evet!” dersek başlangıç metaforundan çok uzağa gitmez miyiz? Bütün bu
durumlar, “dolaylı algılama”nın sınırlarını çizmeyi gerektirir. Örneğin durağan
olan fotoğrafta ve dinamik olan filmde görme dolaylı görme değildir. Öte yandan
bir nesnenin etkilerini, sonuçlarını gördüğümüzde onu dolaylı olarak algılamış
olmayız. Örneğin, bir topun ateşini ya da Wilson’ın odadaki sesini duyduğumuzda
bu, dolaylı algılama değildir; sadece etkilerin algılanmasıdır.[36]
Kısaca söylersek algı konusunda Austin’e göre
iki dikotomi vardır. Bunlar maddi nesneleri/duyulur nitelikleri, doğrudan/dolaylı
olarak algılarız şeklindeki tezlerdir. Bu dikotomilerin hangisi olursa olsun,
yanıltıcıdır ve üstelik saçmadır; sokaktaki insanın kullanımları değildir.
Örneğin sigaralar ve divitler ne maddi nesnelerdir ne de duyu verileridir;
onlar sigaralardır ve divitlerdir; her algıladığımız şeyin sigaralar ve divitler
gibi somut bir var oluşu bulunmayabilir; örneğin algıladığımız şey gölge veya
gökkuşağı olabilir. Onlar reeldir. Reel bir gökkuşağı irreel gökkuşağına
örneğin resimdeki gökkuşağına karşıt olarak reeldir. Gündelik dilde “dolaylı
algılama” belirsiz bir metafordur. Örneğin savaş sırasında radara bakıp “Düşman
gemileri bize doğru geliyor.” dersem, bunu ekranda sadece siyah noktalara
bakarak söylerim. Bu çıplak gözle görmeye karşıt radar ekranında işaretler
olarak görmedir; dolaylı değil; sadece gemileri temsil eden şeyleri görmedir.[37] Aynı
şekilde bir kişiyi periskop camında görürsem bu, doğrudan görmeye karşı dolaylı
görme değil; çıplak gözle görmeye karşıt periskop camında görmedir. Filozoflar
dolaylı algılamaya ilişkin hiçbir somut ve özgün durumu betimleyememişlerdir;
beş duyumuzdan hangisinin ya da hangilerinin dolaylı algılamayı
gerçekleştirebildiğini gösterememişlerdir. Asıl önemlisi de şudur: “Dolaylı
algılama”, “doğrudan algılama”nın bir türü değildir.[38]
Daha önce söylediğimiz gibi algıya ilişkin bu
problemler Oxford’da çok yoğun biçimde tartışılmıştır. Bu tartışmalardan biri
Austin ve Ayer arasında yaşanmıştır. Ayer bu tartışmalarda felsefede “yanılsama
kanıtı” denen tezleri geliştirmiştir; nesneleri doğrudan değil; dolaylı olarak
bildiğimizi savunmuştur. Bu nedenle onun görüşlerine dolaylı realizm denir. Biz
bu satırlarda 1950’li yıllara damgasını vurmuş bu ünlü tartışmaya ana
hatlarıyla değineceğiz. Önce Ayer’in “yanılsama kanıtı”nı özet olarak vereceğiz;
ardından da Austin’in Algının Dili’nde yönelttiği
eleştirileri ifade edeceğiz.
Şimdi Ayer’in bu kanıtını açıklayalım. Önce
şunu belirtelim: “Yanılsama kanıtı”nı ilk defa Ayer keşfetmiş değildir. Bu,
felsefe tarihinin en eski dönemlerinden beri bilinen iddiadır. Bu iddianın
klasik örneği şudur: Suya batırılan değneğin sudaki bölümü kırık görünür. Ayer
için bu klasik örnek algı konusunda çok açınlayıcıdır. O, bu örnekten hareketle
başka örnekler de bulur. Ayer’in “aldatıcı görünüş”e verdiği kendi örnekleri de
şunlardır:
1.
Yarısı suya daldırılmış bir değneğin sudaki
bölümü kırık görünür.
2.
Bir metal para bazı açılardan elips, bazı
açılardan daire gibi görünür.
3.
Uyuşturucu kullanan biri renkleri farklı görür.
4.
Çölde giden kişi olmayan vahayı görür.
Ayer’e göre, gerek klasik değnek örneği
gerekse bunu destekleyen kendi örnekleri şu sonucu empoze eder: Biz nesneleri
doğrudan algılayamayız; algıladığımız şeyler sadece duyulur verilerdir.
Nesneler farklı gözlemcilere hatta farklı zamanlarda bir ve aynı gözlemciye farklı
görünür. Bu görünüşleri bir ölçüde gözlemcinin durumları belirler. Sudaki
değnek örneğinde olduğu gibi aldatıcı görünüş yine de bir görünüştür ve
değneğin kırık görünmesi bir duyu verisidir. Duyulur bir veri, algıda bilincine
doğrudan doğruya vardığımız obje gibi görülmelidir.
Descartes algılarımızın konusunun “maddi
objeler” olduklarını söyler; oysa Ayer “maddi obje” terimini kabul etmez; nesneler
sınıfı’ndan söz eder ve bizim maddi objeleri değil; nesneleri
algıladığımızı kabul eder. Ayer’in dolaylı realizmi şunu savunur: Algılayan
süje, realiteyi yalnız zihinsel realiteler yardımıyla algılar ve onun hakkında
bu realiteler yardımıyla yargıda bulunur.
Ve
Her ne zaman bir şeyi “algılasak”, hep bizi
başka bir şey konusunda bilgilendiren aracı bir entite vardır.[39]
Burada şöyle sorabiliriz: Dünya ve algılayan
süje arasında niçin bu aracı entitelerin varlığını kabul etmelidir? Cevap
şudur: Eğer algı adını verdiğimiz aracı entiteler olmasaydı bilgiyi
oluşturamazdık.
Putnam’ın La triple corde’da[40]
dediklerinden hareketle Ayer’in dolaylı realizmini daha iyi anlayabiliriz.
Putnam burada demektedir ki, bir kişinin Taç Mahal’i düşünde gördüğünü
varsayalım. Bu kişi o zaman algısına uyan bir obje olmasa bile, belli bir
algıyı deneyimler. Şimdi varsayalım ki, bu aynı kişi daha sonra Taç Mahal’i
görmeye gitsin; o zaman Taç Mahal’i bir başka algının deneyimiyle algılar; onun
bu ikinci algısı birinciye nitelik olarak benzer; her iki durumda da bu kişi
Taç Mahal’in algısını deneyimler. Fakat Taç Mahal birinde vardır ve diğerinde
yoktur. Sonuç olarak bir kişinin algısı, doğrudan doğruya verilmiş realite
değildir; fakat “dış realite”ye bazen doğru biçimde ve bazen de illüzyonda
olduğu gibi doğru olmayan biçimde gönderen bir aracıdır. O zaman bu aracının
doğruluğunu garanti eden şey, aracı ve gönderdiği realite arasındaki bazı
nedensel ilişkilerdir yani algının reele ilişkin doğru bir söylemin kaynağı
olmasıdır. Öte yandan algı da bir nedene bağlıdır; algıyı ortaya çıkaran çevre
doğal değilse; fakat uyuşturucu ve sinirsel tepkiler gibi başka faktörler ise,
bu algı yanıltıcıdır. “Aracı olan algı teorisi”nin avantajı şudur: Bu teori
yanlışlanamaz bir görünüşe sahiptir (eğer mavi izlenimine sahipsem, mavi
izlenimine sahip olmamam imkânsızdır); aynı zamanda bu aracı empirik bilgi dediğim
şeyi oluşturmama izin verir. Aracının diğer bir avantajı da şudur: O, zihinle
aynı doğadadır ve algılayan süjenin doğrudan bilince sahip olma nedeni de
budur. Bu aracıdan hareketle kişi, göstergeyle ifade edilen ya da etkisi
gözlemlenen realiteye ilişkin yargılar ve maddi nesnelere ilişkin empirik
sözceler oluşturabilir. Örneğin varsayalım ki, ortam deneyim yapmama uygundur;
ben kediye ilişkin yanılsama olmayan ve gerçek bir deneyim edinebilecek bir
durumdayım; “Siyah kediye ilişkin görsel bir izlenim”e sahibim; o zaman
“Karşımda siyah bir kedi vardır.” yargısını oluşturabilirim.
Ayer’in dolaylı realizm tezi kısaca böyledir.
Bu açıklamalar Austin’in karşı görüşlerini anlamak için yeterlidir, diye
düşünüyorum ve şimdi Austin’in eleştirilerine geçiyorum.
Austin’ in bu görüşe ilk itirazı
kanıtın adınadır; “yanılsama kanıtı”nadır. Austin demektedir ki, duyu
organlarımızın yanıltmasına ilişkin Ayer’in verdiği bu örnekler doğru değildir.
Ayer “gerçek yanılsama” ile “gerçek olmayan yanılsama”yı karıştırmıştır.[41]
Peki, gerçek yanılsama nedir? Bunun örnekleri var mıdır? Elbette vardır. Gerçek
yanılsamanın örnekleri şunlardır:
1. Optik yanılsama: Eşit uzunlukta
iki çizgiden birinin diğerinden daha uzun görünmesi. Bu yanılsamada benim
duyumlarımla ilgili bir problem yoktur; o sadece bana özgü değildir; herkes bu
yanılsamaya düşer. Bu yanılsamaya düşmek istemiyorsak, dikkatli olmalıyız.
2. İllüzyonistlerin
gösterilerindeki yanılsama: Örneğin oyuncak bir bebeğin gösteri sırasında
karnından konuşması, bir kadının başının gövdeden ayrılması.
Yanılsama filozofların bazı mesleki
kötü alışkanlıklarından doğan yanıltıcı felsefi konstrüksiyonlardır. Filozoflar
bu konstrüksiyonlarıyla algıları belirsizleştirmişlerdir; çünkü onlar algıları
açıklarken “reel”, “olgu”, “görünüş”, “doğrudan” ve “izlenim” gibi gündelik
dilimizde kullanmadığımız kelimeleri, metafizik terimleri kullanırlar.
Austin eleştirilerini şöyle
sürdürür: Serap gören, hiçbir şey deneyimlemiyor değildir. Gerçek vahada
gördüğümüz aynı özellikleri taşıyan bir vahanın deneyimine sahiptir; fakat onun
deneyimine sahip olduğu bu görünüşler aldatıcıdır yani bu özellikleri taşıyan
nesne gerçekte yoktur.
Algıladığım şeyden örneğin kediden
söz edersem, “Kediye ilişkin duyumlamalarım var.” diyemem; sadece “Kediyi gördüm.”
derim.
Algı yanılsaması her zaman
düzeltebildiğim bir kötü algılama değildir; sadece bir yanılsamadır.
Düş ya da halüsinasyon görürsem,
kuşkusuz algımın konusu bir nesne değildir; yine de bir şey algılarım.
Düşte ve uyanıkken gördüğüm şeylerin
deneyimi arasında nicelik farkı yoktur. Kediyi rüyamda görsem bile onu
deneyimlerim. Rüyamda gördüğüm kedi deneyimi uyanıkken gördüğüm kedi
deneyiminden hiç de farklı değildir. Fakat uyanıkken gördüğüm kedi gerçek bir
deneyim olduğu halde, rüyamda gördüğüm kedi gerçek deneyim değildir; sadece bir
deneyimdir. Kısaca söylersem, rüyamda gördüğüm şey gerçek deneyim değildir. Bu,
uyanıklık ve rüya arasındaki farktır ve bunun bir riski de kuşkuculuğun iddia
ettiği gibi her zaman düş gördüğümüzün iddia edilmesidir.[42]
Austin’e göre filozoflar
yanılsamayı çok genel ifadelerle ele alırlar; yanılsamanın karmaşıklığını göz
ardı ederler; ince ayrımları yapmazlar. Birbirinden çok farklı durumları
farklarını dikkate almadan, yanılsama diye nitelerler. Nesnelerin algısına
ilişkin genel bir doktrin ortaya koyarlar. Austin yanılsama konusunda
filozoflarda olmayan bir sınıflama yapar; gerçek yanılsamanın yanında bir de
“aldatıcı yanılsama”dan söz eder. Austin açısından “yanılsama” ve “aldatıcı
yanılsama” aynı şey değildir. Örneğin ışığın yanıltması bir yanıltmadır; ama
aldatıcı yanıltma değildir. Ona göre “yanılsama” ve “aldatıcı yanılsama”
arasındaki fark çok önemlidir; çünkü bu farkın göz ardı edilmesinden şu inanç
doğar: Her tür yanılsamada farklı gördüğümüz ya da algıladığımız bir obje
vardır. Oysa göreceğimiz gibi yanılsamanın bir objesi vardır; ama “aldatıcı
yanılsama”nın objesi yoktur.
Şimdi yanılsamayı ve aldatıcı
yanılsamayı kısaca açıklayalım. Önce yanılsama hakkında bilgi verelim.
Yanılsama bir nesnenin ya da
fenomenin bize, bildiklerimize aykırı şekilde görünmesidir. Örneğin
illüzyonistin sahnede bir kadını testereyle ikiye bölmesi, içi boş bir torbadan
tavşanı çıkarması, hızla dönen bir tekerleğin bize ters yönde dönüyor gibi
gelmesi. Yanılsama düzeltilebilir, giderilebilir; çünkü yanılsamada gerçek dışı
bir şey yoktur. Örneğin illüzyon gösterisinde gövdeden ayrılan başın gerçekte
ayrılmadığını, tersine dönüyor gibi görünen tekerleğin gerçekten doğru yönde
döndüğünü kanıtlayabiliriz. Bunlar yanılsamalardır.
Yanılsama
I. Yanılmadan farklıdır. Bir
redaktörün bir kelimeyi yanlış okumasını yanılmadır. Örneğin bir metinde
“causal” diye yazılması gereken kelime “casual” diye yazılsın. Redaktör de bu
kelimenin yanlış olduğunu fark etmesin “casual” şeklinde olduğu gibi bıraksın.
Bu durumda yanılsamadan söz edemeyiz; sadece kötü okuma olduğunu
söyleyebiliriz. Aynı şekilde düş gören kişi yanılmamıştır; sadece düş
görmüştür.[43]
II. Yanılsamayı hayal görmeyle aynı
şey değildir. Yanılsamada yadırgasak da bize şöyle veya görünen bir şey vardır.
Oysa hayal görmede görülen bir nesne ya da olgu yoktur. Hayal görmeyi en iyi
anlatan fenomen seraptır. Serapta görülen bir şey yoktur. Serabın iki yorumu
vardır. Serap,
A) Kişinin sinir sistemlerinin iyi
çalışmamasının bir sonucudur: Çölde giden kişi aşırı susadığında ve gücü
tükendiğinde sinir sistemleri düzgün çalışmaz; yanılmaya müsaittir. Bu durumda
onun beyni serabı üretir ve hayal görür. Sonuçta serap-hayal olan yanılsamanın
nedeni fizyolojiktir.
B) Kötü bir görüntüdür: Bu kötü görüntünün
nedeni şunlardır: Gölgelerin optik yanılsama etkileri; ışık oyunlarının etkisi;
atmosferdeki ışığın kırılması. Kötü görüntünün en iyi örneği seraptır. Serap
fizyolojik nedenlere değil; atmosferik faktörlere bağlı bir hayal görmedir.
Değneğin suda kırık görünmesi gibi
algısal yanılsamalarda, algı tümüyle gerçek dışı bir şey telkin etmez; sadece
küçük bir ortam değişikliğiyle gerçekleştirilmiştir. Aynı şekilde illüzyon
gösterisinde kadının sahnede başının gövdeden ayrılması, tekerleğin tersine dönüyor
görünmesi gerçek dışı bir şeyin görünmesi değildir.
Austin’e göre her tür yanılsamayı
duyu organlarımızın tanıklığıyla fark ederiz. Duyu organlarımız fiziksel
varlığımızın ulaşabildiği maksimum kesinliktir; dünyadaki var olma tarzımızı bu
kesinlikle sürdürürüz.
Görmek, dünyanın nesnelerini
görmektir; yanılsama durumunda nesneyi gerçek haliyle belirlemek için
görünüşlerinde düzeltmeler yaparız. Örneğin, değneğin sudaki bölümünü eğri
gördüğümüzde tümüyle eğri olduğunu düşünmeyiz ve eğri bölümün eğri görülmesinin
bir yanılsama olduğunu gösterebiliriz; bunu sopayı sudan çıkararak yapabiliriz
böylece bu yanılsamaya giderebiliriz. Yanılsamanın giderilmesi, bir şeyin ne
olduğunu belirlemeden farklıdır. Bir şeyin ne olduğunu belirleme, bir özdeşlik
kurmadır. Örneğin duyduğumuz bir ses, saka kuşuna mı aittir ya da gördüğümüz
şey bir saka kuşu mudur? Bunu çeşitli yollarla belirleriz. Ama algı
yanılgısının giderilmesiyle ortaya çıkan şey bir özdeşlik saptaması değildir;
sadece var olan şeyin algısında bir düzeltmedir.
“Aldatıcı yanılsama”ya gelince;
bunlar örneğin öldürülme korkusu ve büyüklük çılgınlığı gibi durumlardır.
“Aldatıcı yanılsama” davranışlardaki dengesizliklerdir. “Aldatıcı yanılsama”da
algıladığımız hiçbir şey yoktur; ama kişinin yanlış da olsa olguya ilişkin
bilinci vardır. Bu açıdan aldatıcı görünüşten ayrılır. Örneğin pembe fare
gördüğünü düşünen kişi bir şey gördüğünü sanır. Onun bu sanısı “aldatıcı
görünüş”tür. Aldatıcı görünüş, bilinç durumlarıyla birlikte değildir; çünkü o
gördüğünün gerçek fare olup olmadığını bilmemektedir.[44]
“Aldatıcı yanılsama” düzeltilemez; çünkü tümüyle gerçek dışıdır. Onun sonuçları
böyle olmayan yanılsamalardan çok daha ağırdır. Ona karşı dikkatli olmak çare
değildir; tedavi olmak gerekir.[45]
Austin yanılsama ve aldatıcı yanılsama
arasındaki bu ayrımın yerine “kesin algılama” ve “kesin olmayan algılama”
kavramlarını koyar. Ona göre yanılsama tümüyle gerçek dışı bir şeyin göründüğü
anlamına gelmez; tersine sadece düzenlenecek bir algının olduğunu belirtir.
Austin’in yanılsama ve aldatıcı
yanılsama konusundaki görüşleri böyledir. Şimdi onun tarihsel ve modern
felsefedeki algı görüşlerinden çok farklı görüşünü “duyuların dilsizliği”
doktrinini açıklayalım. “Duyuların sessizliği” bize göre söz edimleri kadar
önemlidir; epistemolojide şimdiye kadar var olan genel kabulleri değiştirecek
özelliktedir. Austin’in bu tezi felsefe kamuoyunda büyük bir ilgiyle
karşılanmıştır; pek çok araştırmacı bu konuda kitap ve makale olmak üzere
çeşitli yayınlar yapmışlardır. Travis gibi dil filozofları bu tezi
geliştirmişlerdir. Duyular bazı araştırmacılara göre Austin’in sandığından daha
dilsizdir. Olivier Massin “Le Mutisme des Sens” adlı makalesinde bu görüşü
ileri sürer.[46]
Austin duyu yetilerinden doğan duyu
verileri kavramına karşıttır. O, bu tez karşısına “duyu organlarının
dilsizliği” tezini koyar. Ona göre duyu organları hiçbir şey söylemez, hiçbir
şey belirtmez, hiçbir şey göstermez. Bu tez radikaldir ve “duyu verileri
teorisi”ni ortadan kaldırır. Austin’in önemli tezini açıklayalım.
Austin “Duyular dilsizdir.”
ifadesini üç yerde kullanır.
1. Philosophical paper’da:
Duyular dilsizdir ve onlar
kaçınılmaz olarak duyumlamayı ve düşünmeyi karıştırmadan daha fazla bir şey
değildir.[47]
2. “L’autre”’da
Duyular dilsizdir; sadece önceki deneyimlerimiz
onları belirlememize izin verir. Onların belirlendiklerini (ve “keşfetmek”
bizim açımızdan çok istediğimiz bir etkinlik değildir) söylemeyi tercih
edersek, o zaman Kabul etmemiz gerekir ki, konuşan kişiyle aynı doğuştan hakkı,
belirsiz veya kesin olmayan biçimde konuşma hakkını paylaşır.)[48]
3. Le langage de la perception’da
Açıktır ki, duyu organları
gerçekte dilsizdir. Duyumlar kuşkusuz bildirimin ön aşamasıdır. Descartes ve
diğer filozoflar duyu organlarımızın tanıklığından söz etseler de duyu
organlarımız bize hiç de doğru ya da yanlış olan bir şey söylemez. Diğer
deyişle dünyaya ilişkin algımızın sonuçları yargı içermez; algı verileri kavram
da değildir.[49]
Austin’de duyuların dilsizliği
tezinin iki görünüşü vardır:
1. X’i ya da Y’yi görmeyiz; fakat
bir şeyi duyumlarız; bu duyumladığımız şey hakkında konuşmak isteseydik, şunu
diyebilirdik: “Bu, bir X’tir.” “Bu, bir Y’dir.”; “Bu, X’e aittirya da “Bu, Y’ye
aittir.”. vs.
2. “Duyuların dilsizliği”nden söz
ederken hep belli durumları düşünürüz. Bu durumlar filozofun teorik düşünmesine
karşıt olarak olgusal durumlardır. Öbür yandan duyular o kadar sessiz o kadar
sessizdir ki, onlarda bildirime dair hiçbir şey bulamayız. Kuşkusuz bildirim
bir yargıdır; bu yargı da bir içerimler koleksiyonudur; yargıyı
oluşturan bu içerimler, yargıya girmeden önce algıya giren bir etkinliktir.
Algı etkinliğini bazen “denetleme”, bazen “ayırt etme” diye niteler.
Duyularımız dilsiz olduklarından,
onların tasavvur olarak konuştukları söylenemez. Duyular bizi reele doğrudan
nüfuz ettirmez. Austin duyuların bir şey söylediği yanılsamasını “Öteki” adlı
makalesinde şöyle açıklar:
Öyle görünüyor ki, objenin tanımadan/bilmeden
sonra doğrudan eleştirel olmayan kullanımı, duyulur veriler yani nesneler,
renkler, gürültüler ve diğer şeyler, doğaları gereği gördüğüm şeyi literal olarak
söyleyebileceğim şekilde konuşuyorlar (ya da konuşuyorlardı)
düşüncesine götüren şeylerden biridir. Bu da işitilir. Onu açık kitapta okurum.
Sanki duyulur veriler kendi kendilerini haber veriyorlarmış ve bildiriyorlarmış
gibidir; “Bunun tüm güzelliğiyle beyaz bir gergedan olduğu az önce anlaşıldı.”
dediğimde durum böyledir. Fakat bu, Fransızların İngilizlerden daha özgürce
kabul edecekleri bir konuşma biçimi, bir ifade biçimi değildir. Duyulur veriler
dilsizdir; onları bilmeye sadece geçmiş deneyimimiz izin verir.[50]
Austin’e göre bilgi olgu
durumlarını uygun kelimelerle belirlemektir. Benzer durumlarda benzer
kelimeleri kullanırız. Kullandığımız kelimeler az veya çok başarılıysa, o zaman
olguyu biliriz. Bir durumun ne olduğunu belirlemek için kelimelerden başka
aracımız yoktur. Sonuçta bilgi problemi, algıya uygun kelimelerin belirlenmesi
problemidir. Bunu aşağıda algının belirginleştirilmesini açıklarken
göstereceğiz.
Duyuların dilsizliği tezi mutlakçı
değildir; çünkü duyunun içerimleri algılama tarafından verilmiştir. Austin
“Öteki” adlı makalesinde şunu kabul etmektedir: “Biliyorum.” derken hem
deneyimime hem de duyularımın ince ayrımlarına dayanırım.
Bilme eyleminde duyu içerimleri deneyimin
araçlarıdır; ancak bunlar bilince doğrudan verilmez; önceki duyu içerimleriyle
bir karşılaştırmadan sonra ne tür bir algı oldukları anlaşılır. Duyu
verilerinin eleştirisi şunu fark etmemizi sağlamıştır: Herhangi bir şey
duyulara verildiği anda bilince ve bilgiye de verilmiştir düşüncesi yanlıştır.
Bu bakımdan duyuların dilsizliği tezi duyu verisi teorisyenlerinin tezlerine
karşıttır. Austin şunu kabul etmektedir: Deneyim zihnin bir etkinliğidir; bu
etkinliğin amacı, deneyimde ve deneyim yardımıyla deneyim konusunda
yapabildiğimiz öne sürümlerin içerimlerini araştırmaktır.
Ona göre bir domuzu görmek, onun
varlığının bir işareti ya da bir kanıtı değildir; sadece görmektir. Bu, diğer
duyu organlarına da genelleştirilebilir. Bir klakson sesi ya da babamın sesini
duyduğumda bir klaksonu ya da babamın sesini duyarım; hepsi budur. Kulaklarım
bu konuda bana hiçbir şey söylemez, sadece benim duymama izin verir. İki kişi
bir ve aynı şeyi örneğin bir domuzu farklı mesafeden farklı açılardan vs. görse
de gördükleri şeyin domuz olduğunu bilirler. Bu da gösteriyor ki, algılar
paylaşılabilir; özneler arası ortak bir söyleme konu olabilir; deneyimde
objektif bir yan vardır; çünkü kelimelerle, benim değil; bizim olan
kelimelerle anlatılır.[51]
“Siyah pantolonlu, kim olduğunu
seçemediğin bir adam gördüm.”; “Hitler’i gördüm.” Burada görmenin iki farklı
anlamına mı sahibiz? Bu, açıkça belli değildir.[52]
Bu önemli cümle görmenin doğru bir
biçimi olmadığını ifade eder. Fakat onlar betimlerin, sınırlamaların ve
kategorilerin algılarından hareketle gerçekleştirmişlerdir. Betimler,
sınıflamalar ve kategoriler bireyden bireye değişir. Bunun nedeni bireylerin
önceki deneyimlerinin, sosyalleşmelerinin ve içinde bulundukları durumların
farklı olmalarıdır. Bu, önceki tezle çelişkili değildir; aynı şeyi görmeyi
sürdürebiliriz; fakat iki farklı sosyal varlık olmamız, bize şundan çok bunu
gösterir. Algılar hem paylaşılabilir hem de farklılaşabilir.
Duyuların dilsizliği algıyı
doğrudan betimlemekten çok onu bir tasavvura dönüştürme girişimlerine
karşıttır; algıdan doğan bilgi teorisini eleştirmektir; çünkü Austin’e göre bir
şeyi algıladığımda doğru ya da yanlış hiçbir şey yoktur. Domuz şuradadır;
karşımdadır; onu görüyorum; hepsi budur. “İşte bir domuz.” ya da “Bu bir
domuzdur.” dersem duyumlarım beni yalanlayamaz; çünkü görünüşler güvenilirdir;
nesneler, görünüşü olan şeyin görünüşüne sahiptir. Onların görünüşü, görünüşü
olan şeyin görünüşüdür. Sudaki değnek, sudaki bir değnek görünüşüne
sahiptir. Değneği hem kırılmış hem de suda diye ayrı ayrı gördüğümü söyleyemem.
Görünüşlere genellikle
güvendiğimizden, bir olgudan kuşku duymak için neden olmalıdır. Kuşkuyu
yalanlamak ya da doğrulamak için testler yapılmalıdır. Babamın sesini işitme
örneğini alalım. Ondan sadece bazı durumlarda kuşku duyabilirim. Babam geçen
yıl öldü. Duyduğum ses kısmen onun sesine benziyor. Bu kuşkuyu gidermek için
sesin kaynağına yaklaşmam yeterlidir.
Bir kuşku gerçekte sadece varlık
nedeni varsa, örneğin olağan dışı bir durum yani bir çözüm yöntemi en azından
bir mümkün yöntem varsa kuşkudur.[53]
Gündelik dilde verilen sağduyumuzu
kaybetmedikçe, realiteden kuşku duyamayız ve kendimizi gündelik dilimizin
kelimelerinin değiştirilmesine kurban edemeyiz. Doğrusu ortak duyunun sağladığı
güveni kaybetmenin hiçbir yararı yoktur. Duyulur verilerde onları bilgiye
dönüştürmek için düzeltebileceğim a priori hiçbir şey yoktur.
Austin’in Algıyla ilgili görüşleri
“bağlamcı epistemoloji”dir.
Bilginin ögeleri olan kelimeler
bize belli bir bağlamda ve belli amaçlar için (betimler) verilmişlerdir;
bildirimde bulunmak için öne sürdüğümüz kanıtlar ve gerçek bilgimiz sadece bu
bağlamla sınırlıdır. Bilginin mutlak bir temeli yoktur; sadece bu bağlamda
geçerli, yani tartışılması gerekmeyen bilgi vardır.[54]
Bu satırlarda ifade edilen
düşünceler, Charles Travis’in Austinci deneyim dediği şeydir. Travis’e göre bu
deneyim doğru bir betimin temellerini verir. Öte yandan bağlam sadece durum
betimini vermekle kalmaz, bazen amaçları da belirler. Örneğin bulutlara
baktığımda “Yağmur yağacak.” demekle kalmam; dışarı çıkarken şemsiye almam
gerektiğini de düşünürüm.
Austin görünüşlerin ve kuşkunun
sadece belli bir bağlamda meşru olduğuna inanır; bu nedenle, epistemolojisinin
yani geçerli ve değişmez bilginin mutlak temellerini aydınlatmaya çalışmaz.
Fakat o, tersine her zaman deneyimin gerçekleştirildiği bağlama ilişkin
temelleri aydınlatmaya gayret eder. Kuşkusuz nesneler bize bağlamda
vermişlerdir. Onların deneyimini bağlamda gerçekleştiririz; kanıtlarımızı
bağlama dayanarak ortaya koyarız; eleştirileri bağlam sayesinde cevaplarız. Bu
nedenle bilginin mutlak bir temeline ihtiyaç yoktur; sadece bağlamda geçerli
bir temel vardır. Bir betim bağlamda ortaya konur ve objektiflik kazanır.
Algının felsefe için önemli olma
nedeni, insanın dünya ile ilişkisini söz konusu etmesidir. Austinci algı
anlayışının en büyük faydası şudur: O analizini gerektirmez. Austin’e göre
dilin gizli anlamı olmadığı gibi algının gizli anlamı da yoktur. Nesnelerin
görünüşü vardır. X, Y’yi gördüğünü söylediğinde onu ciddiye almalıdır; Çünkü o
bağlamı yani algının çerçevesini ciddiye almıştır.
Austin algıdan hem kuşkuyu hem de
belirsizliği algıdan arındırmak için birtakım eylemler kabul eder. Bu eylemler
sayesinde algıyı daha iyi hale getirebiliriz. Algıyı iyileştiren eylemler
şunlardır: Tekrar etmek, yaklaşmak, odaklanmak, benzer geçmiş deneyimleri
hatırlamak vs.dir.
Ancak bu her zaman mümkün değildir;
çünkü ilk defa algıladığımız bir şeye ilişkin geçmiş deneyimimiz yoktur. Bu
nedenle dilimiz bu konuda bir kesinsizlik içerir. Daha önce bilmediğimiz bu
şeye bir ad veremeyiz; onun algısının genel veya ayrıntılı bir betimini
yapamayız; çünkü onun hakkında hiçbir kelimemiz yoktur.
Kuşkusuz renkler, biçimler ve
sesler gibi doğrudan algılanan fenomenler vardır; fakat “zeki olmak”, “suçlu
olmak”, “dürüst olmak” gibi doğrudan deneyimleyemediğimiz durumlar da vardır. O
zaman şunu sorabiliriz: Austin doğrudan deneyimlenemeyen durumların algısını
nasıl açıklamaktadır? Şimdi bunu ele alalım. Konuyu açıklayabilmek için şunu
göz önünde bulunduralım: Yukarıda söylediğimiz gibi Austin’de algı
açıklamasının temelinde güven kavramı vardır. Bu güven, hem görünüşlere
güvendir hem de başkalarına güvendir. Başkalarının algıları konusunda bilgi
verici olduğuna inanma ve onların dil kurumunun temeli olduğuna inanma; sonuçta
başkalarının algılarına da güvenmedir.[55]
Algı farklılıklar yaratma makinesi
gibidir; çünkü algılanan şey, belli bir sınıfla uyumludur.
Her betimsel kelime
sınıflayıcıdır; bu anlamda önceden tanımayı ve hafızayı içerir. Ancak hafızamız
ve önceden tanımamız genellikle kesin değildir ve onlara güvenilemez.[56]
Tereddütlü oluşumuzun iki farklı
biçimi vardır:
a)
Hiç deneyimleyemediğim durumlar: Örneğin ilk
defa tattığım bir tadın ne olduğunu kesin olarak söyleyemem.
b)
Deneyimlediğim durumların betime izin vermemesi.
Örneğin ananas tadı keskin midir? ya da mide bulandırıcı mıdır? Bunu söylemek
zordur. Tıpkı bunun gibi hem menekşe rengine hem de eflatuna benzeyen rengin ne
olduğunu söyleyemem.[57]
Bu iki durum bazı durumlardan “emin
olmama”ya ya da “onların kesildiğinden uzak durma”ya yöneltir. Kuşkusuz hissettiğimiz
şeye kesin bir ad verme imkânsız olabilir. Bu durumda bir tereddüt yaşarız.
Bu göstermektedir ki, algının
sınıflayıcı özelliği bizi onun doğrudan özelliğinden uzaklaştırmaz; sınıflama
bir tasavvur ya da çıkarım değildir. Kısaca sadece masayı görüyorum. “Masayı
görmem kognitif bir işlem değildir.” derken çıkarım yapmam; ışığın dalga boyunu
ya da sinirlerin etkilenmelerini masa olarak yorumlamam. Austin’in “bir domuz
görmek”, “siyah pantolonlu bilmediğim bir adamı görmek”, “Hitler’i görmek”
örneklerini hatırlayalım. Bunlar önceden bildiğim (“domuz”, “Hitler” gibi)
nesnelere ilişkin algılardır ya da “sudaki kırık değnek” gibi her defasında
başka değneklerle gerçekleştirdiğime benzeyen deneyimlerdir.
Tek cümleyle özetlersek algı bir
organizasyondur; bu organizasyon sınıflamayı kullanır ve farklılıkları üretir;
Austin’in “epistemolojik bağlamcılığını” işin içine katar.
Austin duyumlamayı, görünüşün
semantik alanını aydınlatmak için analiz eder. Onun duyumlamaya ilişkin
söylediklerinden hareketle bu semantik hakkında şunları diyebiliriz: Austin
görünüş konusunda üç önemli kelime belirler: Bunlar “…i havası olmak”, “…olarak
görünmek” “… gibi gelmek”tir. Algımızın dolaylı olduğunu söyleyen Ayer bunlar
arasında bir ayrım yapmaz; bunların değiş tokuş edilebileceklerini düşünür.[58]
Austin’e göre bunlar arasındaki
farklar göz ardı edilemez; onlardan herhangi birini değil; sadece şunu
kullanmamız, genellikle çok önemlidir. Kuşkusuz bazı istisna durumlar vardır.
Bunlar göreceğimiz gibi bazı değiş tokuş edilebilecekleri bağlamlarda aynı
anlama gelebilir; fakat bundan söz konusu terimler arasında hiçbir fark
olmadığı sonucu çıkarılamaz.
Austin bu farkları çok çeşitli
örneklerle gösterir:
Önce “… havası olmak” terimini ele
alır:
1.
“Onun bir centilmen (bir serseri, bir sporcu,
tipik bir İngiliz) havası var.”
2.
“Bulutlarda yağmur havası var.”
3.
“Onun 60'lık havası var.”
4.
“Onun kaçmak üzere olduğu havası var.”
Austin’in “… gibi görünmek”le
ilgili örnekleri de şunlardır:
1.
“O, mavi gibi görünüyor.”
2.
“O, centilmen gibi görünüyor.”
3.
” Bu bana yanlış görünüyor.”
4.
“İnsanlar onların hepsini yemişler gibi
görünüyor.”[59]
Austin, “… gibi görünmek” fiilinin
“…havasında olmak” ile aynı yapıda olduğunu söyler. Kuşkusuz “… gibi
görünmek”te bazı durumlarda örtük bir kuşkusuz edim bulunabilir yine de onun
kullanımı yanlış değildir. “Bu, geçmişteki gibidir”; “Bu bir kâbus gibidir”
kullanımları, “… gibi ve “…gibi görünüyor.” kullanımlarının istisnalarıdır.[60]
Austin bu üç fiili daha ince
ayrımlar yaparak şöyle analiz eder: Bunu yaparken şu üç örneği kullanır:
1.
Onun suçlu havası var.
2.
O suçlu görünüyor.
3.
O suçlu gibi geliyor.
Sonra bu örnekleri yorumlar.
Birinci örnek şu demektir: “Onun suçlu bir insan görünüşü vardır.” İkinci sözce
özel durumlarda belli bir ilişkiyi telkin eder. Üçüncü örnek ise, bazı
tanıklıklara örtük bir referanstır.[61]
Austin bu üç fiilin kullanımlarına
ilişkin temel düşüncelerini şöyle ifade eder: “… Havası olmak”, “…görünmek” ve
“…gibi gelmek” kullanımları aynı değildir Onları birbirinin yerine
kullanamayız; “suçlu gibi olan adam” ifadesinde suçlu olmaya ilişkin görsel
özellikler bulunmaz.