6 Temmuz 2020 Pazartesi

MENTALİZMİN ve DAVRANIŞÇILIĞIN AÇMAZLARI


MENTALİZMİN ve DAVRANIŞÇILIĞIN AÇMAZLARI

            İnsan ve toplum bilimleri eylemlerin bilimidir. Eylemler ise, gözlemlenebilen veya anlama yoluyla kavranabilen; dış dünyada etkiler meydana getiren fiillerdir. Ancak bu eylemleri,  kimileri sadece, bağımsız olduklarını söyledikleri iç olgularla, kimileri de dış uyaranlarla açıkladılar. Temelde eylem felsefesi alanında yapılan bu tartışmalardan günümüzdeki insan ve toplum bilimcileri de uzak kalamadı. Onlar da mentalizm ve davranışçılık konusunda belli bir tavır takınmak zorunluluğu hissettiler. Şimdi son olarak bu konuyu açıklamaya çalışalım.
            Mental, terimin psikolojik anlamında düşünme yetisi demektir. Gündelik dilde mental hayatımızı yöneten düşünce anlamına gelir.[1] Mentalite ise, kolektif bir düşünceyi biçimlendiren ve yöneten, toplumun bütün üyelerinde ortak inançların ve düşünce alışkanlıklarının bütünüdür.[2] Örneğin modern “insanın mentalitesi”nden, “Grek mentalitesi”nden” ya da “geleneksel mentalite”den söz edebiliriz.[3] Mentalitenin bir başka anlamı ise, zihinsel durum, psikolojik ya da ahlaki yatkınlıklardır. Ama bizim amacımız burada daha çok mentalizm üzerinde durmaktır.  Mentalizm ise, bazı çağdaş yazarların kullandıkları bir terimdir. Mentalizme göre tüm insan eylemleri bireyin belli sayıdaki iç olgularının ürünüdür. Bu iç olgular gerçekte psikolojinin konusudur.[4] Mentalistler, düşünülen şeyin meşruluğu sorunuyla ilgilenmezler. Mentalizm, insanı bir dizi kavramla açıklar. Bu kavramlar şunlardır: İnanç, fikir, seçim, niyet, heyecan, bilinç, irade vs. davranışçılık için bu kavramlar, “gözlemleyemediğimiz” iç hayatının terimleridir. Bunlar irade, zihin gibi gizemli terimlere referansta bulunur.[5]
            Davranışçılık ise, süjenin zihinsel durumlarını dikkate almadan, sadece gözlemlenen davranışları ve reaksiyonları inceler.[6]
            Artık psikolojide olduğu gibi insan ve toplum bilimlerinde de davranışçılık terk edilmiştir. Çünkü iyice anlaşılmıştır ki, insan, uyaranlara karşı tepkide bulunan bir canlı olduğu kadar, iç hayatı olan bir süjedir. Bu yüzden, davranışçılıkla insan ve toplum bilimleri arasındaki bağ kopmuştur. İnsanın fiziksel reaksiyonlarının yanında amaçlarına, inançlarına, isteklerine, duygularına ve coşkularına dair bilinci vardır. Bu, göz ardı edilemez. Davranışçılara göre bu gizemli terimlerin yerine, tepkiye yatkınlık, davranışsal düzenlilik, öğrenme, yaptırım gibi doğrudan veya dolaylı olarak gözlemlediğimiz terimleri koyabiliriz.
            Fodor haklı olarak şöyle der:
Davranışçılık, başka bilinçlerin realitesi konusunda, başka bilinçler hakkında sahip olduğumuz bilginin doğru olup olmadığını söyleyemez.[7]
            Fakat özellikle dilin ustaca kullanım süreçleri gibi süreçleri açıklamak söz konusu olduğunda iç hayatı bir “kara kutu” gibi görmenin yanlışlığı ortaya çıktı. Bir dili öğrenen kişinin maruz kaldığı uyaranlar ve dilin zenginliği arasında bir orantısızlık vardır. O yüzden bir tür iç yeteneğin, zihinsel yatkınlığın varlığı postulatını koymak zorunludur. Davranışçılık karşıtı bu tezin çok çeşitli görünüşleri vardır. Bu görünüşlere itiraz edilmiştir. Ama yine de özellikle “doğuştan ve uzmanlaşmış bir dil yetisinin varoluşu zorunludur” postulatına itiraz edilemez. Bu ve buna benzeyen postulatlar, “iç hayat” hipotezini doğrular. Gözlemlenemeyen bu iç dünyanın mekanik biçimde üretilebilmesi, bu ilkeleri daha inanılır hale getirdi. İç hayatın vokabüleri, önceleme (anticipation) tasavvur, yetenek, rekabet, el değmedik bilgi, çevresel ve merkezî süreçler, zihnin modalitesi, plan gibi terimlerle zenginleşti.[8]
            Davranışçılık karşıtlığı psikolojiyle sınırlı kalmadı; diğer insan ve toplum bilimlerine yaygınlaştı.   Sosyolojide bu karşıtlığın sağlam gelenekleri oldu. Anlayıcı ve fenomenolojik sosyolojiler, özelikle aktörün amaçladığı anlamı, aktörün projelerini, amaçlarını, değerlerini sosyal dünyayı intersübjektif değişim içinde tanıma ve oluşturma biçimlerini dikkate alan sosyolojiler geleneğinde bu temel bulunur.
            Genel olarak sübjektiflik, intersübjektiflik, eylem, bilinç, kişi ve hatta özgürlük kavramları, insan ve toplum bilimlerinde kuşkulu olmaktan çıktı. Sistematik bir anlam teorisi hazırlama girişimleri sayesinde, amaçlı (ya da içsel) kavramların iyileştirilmesi dikkat çekici boyutlara ulaştı. Fakat sosyolojinin anlam konusundaki araştırmaları yakından izlediğini söyleyemeyiz.  Anlama ilişkin vokabüleri kullanmakta en istekli sosyologlar daha çok, genel kavramlarla yetinmektedirler. Onlar, sadece “yaşantı”, “amaçlanan anlam”, “aktörün amaçları” gibi belirsiz kavramları kullanmaktadırlar. Sosyologlar, örneğin günlük hayatta kullanılan cümlelerin anlamını anlamaya ilişkin son derece karmaşık problemlerle ilgilenmezler.
            Sistematik bir anlam teorisi hazırlamak için en önemli katkılar, sosyoloji sınırlarında pragmatik araştırmaların yapılmasıyla sağlandı. Fakat pragmatik araştırmalar gittikçe kognitif bilimlere yaklaştı ve sosyolojinin anlam incelemesinden uzaklaştı.
            Davranışçılıkta deneysel yönteme bağlı olan şeyi ve psişizm teorisine bağlı olan şeyi ayırmak gerekir. Davranışçılığa göre insan davranışını açıklamak değişkenler arasındaki ilişkiyi göstermekle mümkündür.[9] Davranışçılık, şartlanmanın belirleyici rol oynadığı psikolojik bir teoridir.[10]
            Pragmatik incelemeler gösterdi ki, sözcenin sıkı sıkıya lengüistik anlamını (literal olarak söylenen şeyi) ve taşınan mesajı (konuşanın söylemek istediği şeyi) birbirinden ayırmak uygundur. Eğer bir sözcenin gerçeklik şartlarını anlarsak, yani doğru olduğu takdirde gerçekleştirilen nesne durumunu tasavvur etmeyi başarabilirsek, bu sözceyi literal olarak kavrarız. Bu kavrama, duyulan cümleyi, referanslarını tespit ederek ve belirsizliklerini ortadan kaldırarak zenginleştirme yükümlülüğümüze rağmen, bir anlamda istem dışı ve otomatik bir kavramadır. Çünkü konuşan kişinin ifade ettiği önerme (söylediği şeyde doğru ya da yanlış olabilen şey) her zaman dilsel biçimi tarafından belirlenmiştir; yine de bu şekilde anlaşılan literal sözce, nasıl alınması gerektiğini, gücünün ya da modunun ne olduğunu bize söylemez. “Uslu olacaksın” cümlesi bir öndeyi, bir emir, bir öğüt ifade edebilir. Sözcenin gücü, dar literal anlamdan ayrılmalıdır. Fakat kuşkusuz bu güç, sözcenin genel anlamına katkıda bulunur. Sözcelerin güçlerine (tespit edici, edimsözel) sınıflaması döneminden sonra, anlam düzeylerine göre söz etmenin daha doğru olduğu anlaşıldı. Anlamın ilk düzeyi, eğer denebilirse, dar, lengüistik, çok açık, doğruluk şartları tarafından verilen uzlaşmalı düzeydir. İkinci düzey, varsayımların, imaların, içermelerin uzlaşımsal olmayan prosedürlerle (yorum hipotezleriyle, akla uygunluk seçeneğiyle) yorumlanması düzeyidir. Anlam düzeyleri fikri, özellikle ironi, metafor, ima vb. durumlarına uygulanır.[11]
            Pozitivizmin ya da davranışçılığın anlam teorilerine göre asalak kabul edilen bu fenomenler, yavaş yavaş önemli olgular arasında yer aldılar. Anlamla ilgili her teori, deyim yerindeyse, onlardan hareketle oluşturuldular. Literal anlam metaforun; açık anlam imalı bir durumun özel bir hali oldu. Anlam düzeylerinin ayrılmasına itiraz edildi. Çünkü onlar, sıkı sıkıya lengüistik uzlaşımsal ve otomatik düzeyi dışlıyorlardı.
            Bu filozoflar ve dilciler vurguyu, söylenen şeyden amaçlara, demek istemelere taşıdılar; düşünceye (dile karşıt olarak), genellikle zihinsel hallere git gide daha çok yer verdiler. Ve kognitif psikologları araştırmalarına katılmaya çağırdılar.
            Bu filozoflar ve dilciler, ironi ve ima problemlerini geçici olarak terk ettiler ve daha çok birtakım gizemli problemlerle uğraştılar. Bunlar, gösterici terimlerin (şu”, “bu”, “ben”, “sen”, “şimdi”, “dün” gibi) problemi veya geçişlilik ya da etkililik konusunu ilgilendiren gramatikal problemlerdi.
            Onlara göre her geçişli fiil, eylemi ve edilgiyi, hareketi ve değişmeyi içerir, çok genel bir kategoridir. Ama genelliğinden dolayı bireysel bir eylemi açıklayamaz. Bir eylemi açıklamak, genel bir fiili açıklamaktan daha fazla bir şeydir. Bu fiille ifade edilen şeyin nasıl anlaşıldığını; ifadelerin nasıl işlediklerini doyurucu biçimde açıklayabilmek için, yapılacak şey şudur: Kendi’nin bilinciyle ilgili terimlere başvurmak. Çünkü kendi’nin bilinci, doğrudan algıdır; eylemin zihinde uzaysallaştırılmasıdır ve etkililiğin başlangıcıdır.
            Kısacası psikoloji, bir dil dediğimiz şeyin içine nüfuz etti; daha doğrusunu söylemek gerekirse, pek çok filozof için açıkça anlaşıldı ki, eğer bilinç, niyet gibi bazı geçerliliği kalmamış kavramlar yeniden iyileştirilmeselerdi, anlam fenomenini, asla kavrayamazdık.
            Bulunduğumuz noktada anlam analizi sırasında bu zihinsel kavramlar ağının önemini inkâr etmek zordur. Descartesçılık karşıtı davranışçılık, zihni tümüyle dışlamıştı. Oysa anlaşılmıştır ki, zihin, iç hayatın tasarımları ve zihinsel kavramlar ya da niyetler insan eylemlerinden dışlanamaz. Aynı şekilde isteklerin, düşüncelerin, inançların, arzuların, duyguların, şu veya bu şekilde eylemle ilintili oldukları yadsınamaz. Kısaca zihinsel haller, Ogien’in deyimiyle,
bir psikoloji müzesinde sergilenen folklorik kavramlar gibi görülemez. Hayaller geri dönmektedir; zihin geri gelmektedir. Daha doğrusu zihin, asla başka bir yere gitmemiştir.[12]
            İnsan eylemlerinde zihnin ve zihinsel kavramların önemini kabul etmek gerekir. Ancak bu, hiç de günümüzde çok rağbette olan yeni-zihinci tezleri kabul etmek veya psikologu anlam sorunlarında hakem yapmak anlamına gelmez.
            Kabul edilebilir bir anlam teorisi, inançları, arzuları, bilinç hallerini ve niyetleri, dikkate almalıdır. Ancak bunlar, gerçekten bir entite olarak var değildir. Onların natüralist ve fiziksel bir açıklaması yapılamaz. Sonuç olarak zihinsel hallerin fizyolojik incelemesi, anlamın ve anlamı ifade etmenin ne olduğunu anlamamızda bize yardım edemez.[13]
            Bazılarına göre zihinsel hallerle ilgili teori üretmek psikolojinin yetkisinde olmalıdır. Onlara göre artık sosyolojiden psikolojiye geçme zamanı gelmiştir. Fakat yukarıda yaptığımız açıklamalardan böyle bir sonuç çıkarılamaz. Doğrusu, tam tersini yapmaktır. Zihinsel halleri ve kavramları sosyolojik bir çerçevede ele almak gerekir. Uygun anlam teorileri ortaya koymak için inanç, bilinç, niyet irade, istek kavramlarına başvurmalıyız. Ancak unutmamalıdır ki, bu kavramlar bütünü temelde normatiftir.  Onların normatif oluşu bizi, psikolojik olandan uzaklaştırır. Bu kavramlar gözlemlediğimiz şeyi betimlemez. Onlar gözlemi yönlendirir; tutarlı, rasyonel, iyi ve kötü gibi terimleri organize eder.
            Günümüzde davranışçılığın artık taraftarları yoktur. Oysa mentalizmin pek çok ateşli destekçisi vardır. Mentalizm, bunlara karşı kendini korumak zorundadır. Mentalizm, bir yöntem değil; bir doktrindir. Bu doktrine göre zihinsel hallerden bazıları bilinç fenomenleridir. Onların çoğu ise dünyada fizik olayları belirleyen nedensel bir fonksiyona sahiptir. Gerçekte dünyanın işleyişine ilişkin bildiğimiz şey olarak onlar sadece tutarlı değildirler; aynı zamanda hakikîdir. Bu, teori-öncesi kabul edilmesi gereken bir durumdur. Ancak ne kadar coşkulu olursa olsun mentalizm, bir anlam teorisinin yedek bir çözümü olmaktan uzaktır.
            Wittgenstein açısından mentalizm konusunda birbirine karıştırılan üç farklı yorum vardır. Buna göre mentalizm:
            1. Bilinç durumu;
            2. Mental bir mekanizmanın hipotetik durumu (mentalist bir terim, bilimde kullandığımız herhangi bir şeyle aynı anda düşünülmesi gereken bir terimdir);
            3. Zihin denen gizemli bir entitenin durumudur. Bu anlamdaki mentalizme göre zihin açıklamalar, fiziksel kategorilerle yapılamaz. Zihin kendine özgü ve sadece kendisiyle açıklanabilen bir şeydir. Çünkü zihnin etkileri hiçbir şeye benzememektedir. O nedenle zihin hakkında bildiğimiz en temel bilgi, onun hiçbir şeye benzemediğidir.[14]
            Wittgenstein bu üçüncü mentalizme dogmatik der. O, bunu aynı zamanda kibirli, bu yüzden de en tehlikeli  diye nitelendirir. Bunun gerekçesini de şöyle açıklar: Dogmatik mentalizm, bütün soruların cevabının önünde sonunda bulunacağına inanır.[15]
            Mentalizm, zihinsel durumların gerçek varlıklar olduklarını yani çok iyi belirlenmiş nedensel güçler’le ve özdeşlik şartları’yla donatıldıkları fikrini doğrulayacak derecede olmalıdır.
            Wittgenstein’a göre mentalizmin iki temel tezi vardır. Bunlardan biri psikolojik’tir; diğeri de semantik’tir. İstemek, ummak, ...niyetini taşımak gibi naif psikoloji terimleriyle ifade edilen durumların mental durumların ya da süreçlerin adları olduklarını düşünme psikolojik mentalizmdir. Semantik mentalizme gelince bu, kelimelerin anlamlarının genellikle mental varlıklar olduklarını kabul etmektir.[16]
            Wittgenstein mentalizmin her iki tezi birbirinden kesinlikle ayırır. Ancak bunların her ikisinin de nedensel karakter taşıyamayacağını söyler. Ona göre amaç zihinsel bir durumdur; daha doğrusu zihinsel durum tipinin adıdır.[17] Bundan dolayı Wittgenstein’la birlikte diyebiliriz ki, “amaç” kelimesinin anlamı, bütün diğer kelimeler gibi, mental bir entitedir. Psikolojik mentalizme karşı çıkarken Wittgenstein’n kullandığı kanıtlar oldukça önemlidir. Bu kanıtlar, psikolojik terimlerin dilde zihinsel durumların isimleri ya da süreçleri gibi olmadığını göstermeye yöneliktir. Wittgenstein örneğin dili anlamanın psişik bir süreç olmadığını ileri sürer. Yaşanan deneyler, anlamaya karakteristik biçimde eşlik eden bilinçli psişik fenomenler, anlama değildirler. Wittgenstein anlama sırasında mental ya da beyinsel mekanizmalara başvurabildiğimizi inkâr etmez; ancak bu tür başvuruların etkili olduğundan kuşku duyduğunu da ekler. O, “anlamak” gibi kelimeleri kullanmamamızın temelinde bu tür hipotetik mekanizmaların varlığının ya da yokluğunun olmadığını ileri sürer. Onun bu konudaki görüşünü özetleyen ifadesi şudur: Bir kimsenin böyle bir mekanizmanın işleyişini ortaya çıkarmamıza bağlı olarak anladığını söyleyemeyiz.
            Wittgenstein’ın semantik mentalizme karşı çıkmasına gelince; o, bu konuda, makine örneğinden hareketle oluşturduğu ünlü kanıtlarından birine başvurur: Bu kanıt, “özel dile karşı çıkar.” 
            Zihinsel nedensellik problemi çok iyi bilinir. Çünkü uzun zamandan beri çeşitli adlar altında pek çok versiyonu vardır. Bunlar gölge olguculuk (epiphénoménalisme) problemi, ruh beden düalizmi problemi veya beden-ruh ilişkisi problemidir.
            Zihinsel durumların özdeşliği için gerekli şartlar sorunu yeterince tartışılmış değildir. Zihinsel haller, dilden hareketle belirlemeye girişildi. Fakat çok çabuk bir güçlükle karşılaşıldı. Şu soruda söz konusu güçlük ifade edilir: Zihinsel durumların, dilin yapısı kadar karmaşık ve çok incelenmiş yapıları olduğunu gösterecek araçlara sahip miyiz? Bir sözlük? Kompozisyon kuralları? Bir süre? Bölümler? Hiçbir ciddî empirik inceleme bu yapıyı ortaya koyamaz. Empirik araştırma, sadece “düşüncenin dili” tezi aracılığıyla, varsayılan bilgisayarla benzerliği temelinde postulat olarak konabilir. Bu analojinin bir temeli olsa bile, mentalisti güç duruma düşmekten kurtaramaz. Çünkü söz konusu analoji mentalizmi, başlangıçtaki isteklerinin tersi bir yola sürükleyerek, davranışçılığın bir türüne dönüştürür.
            Zihinsel durumların özdeşliği şartlarını belirlemenin bir başka biçimi, onları fizik çevreden hareketle bireyselleştirmekten ibarettir. Bu tutumu benimseyenler, iki postulat kabul ederler: Birinci postulata göre, zihinsel objeler ile zihinsel durumlar arasında nedensel ilişkiler vardır. İkinci postulat ise zihinsel objelerle zihinsel durumlar arasında eşanlı değişikliklerin varlığını ileri sürmekten ibarettir. Fakat nedensel bir ilişkinin yerine amaçlı ilişkiyi koyarak, zihinsel durumları uyaranlara gösterilen reaksiyonlara dönüştürmüş oluruz. Bu durum ise, zihincilik karşıtı bir davranışçılık biçimi ortaya çıkarır.
            Zihinsel durumların nedensel güçleri ve bu durumların özdeşlik şartları kuşkulu olduğundan, onların realiteleri kesinlikle ileri sürülemez ve mentalizm, tehdit edilmiştir.
            Mentalizm ve davranışçılık arasında ya da bu iki doktrinin ötesinde herhangi bir şeyin olabildiğini ummak gerekir. Yorumculuk dediğimiz şey, sosyolojik teorilerin çoğuyla uyuşan bu üçüncü yola benzer. Yorumculuğun pek çok çeşidi vardır.
            Önce dar araçsalcılar: Onlar niyetlerin, arzuların, inançların yüklenmesinin, bu yükleme insanın; fakat aynı zamanda hayvanların makinelerin davranışlarını düşünülür kılmaya izin verdikleri için yararlı bir yapıntı olduğunu düşünürler.
            Sonra kanıtlayıcılar (expressiviste) diyebileceğimiz kişiler: Bunlar niyetleri, inançları ve hatta bir anlamda istekleri hayvanlara ve makinelere yüklemekten kaçınırlar. Onlar, düşünülürlüğün yengisi fikrine sempati duyuyorlar gibi görünürlerse de onları araçsalcılar* gibi göremeyiz. Kanıtlayıcıya göre düşünülürlüğün yengisi fikrine araçsal bir değer vermek saçmadır. Düşünceleri, inançları, niyetleri, konuşabilen, bir dili kullanabilen varlıklara, sadece bu varlıklara yükleriz. Çünkü yüklemenin avantajları ve mahzurları, ne olursa olsun, başka türlü yapamayız. Zihinsel haller realizminin güçlükleriyle karşılaşmak istemediğimiz takdirde, kanıtlayıcının durumu, portakallara, akciğerlere, bilgisayarlara, hatta ineklere ve balıklara, niyetler ya da inançlar yüklememize izin vermez.  Amaçlı yapıntılar problemi, sadece konuşan varlıklarla ilişkiler bağlamında ortaya çıkar. Fakat araçsalcı ve kanıtlayıcının her şeye rağmen ortak noktaları vardır. Onlar, şöyle düşünüyorlar gibidir: Arzuların, inançların, niyetlerin yüklenmesinin iki temel fonksiyonu vardır: Öndeyi ve anlaşılırlık. Onlar, yine de çok açık üçüncü bir fonksiyonu ima ederler: Ahlakî yargının haklılığının gösterilmesi.
            Ahlakî yargı (değer biçme ve öğüt), iyi ya da kötü oldukları hakkında yargıya varmamız için ya da tersine sahiplerinin kurban ya da sorumluluk taşımadığını ifade etmek için, başkasına niyetler, düşünceler yüklemeyi gerektirir. Bana öyle geliyor ki, inançların ve niyetlerin yüklenmesinin bu üçüncü fonksiyonu, iyileştirilmelidir. Çünkü amaçlı hiçbir strateji olmaksızın (en etkili öndeyinin kaynağında en yalın davranışçılık vardır) başarılı öndeyileri çok iyi inceleyebiliriz. Dilin anlaşılırlığı söz konusu olduğunda olaylar biraz daha karmaşıktır. Burada şöyle bir soru sorabiliriz: Kendimize ya da başkasına zihinsel halleri ne zaman yükleyebiliriz? Buna cevap olarak diyebiliriz ki, böyle bir yükleme, sadece, dilin cümle tiplerini incelemeyi bir kenara bıraktığımızda gereklidir. Kuşkusuz söz konusu terk,  iletişim durumunda kullanılan cümleler yararına yapılmıştır. Tabiî olarak bu dikotomiye karşı direnenler, anlam analizinin her zaman, zihin hallerinin yüklenmesini gerektirdiğini düşüneceklerdir.
            Bu tür problemlerin tümüyle farklı biçimde ortaya çıktığı bir bağlam, zihinsel haller yüklemenin, bir “iç hayat” yüklemenin gerekli gibi olduğu bir bağlam vardır. Bu, ahlakî yargı bağlamıdır. Diğer deyişle amaçlılık sadece ahlakî bağlamda elenemez. En iyi kanıtlar, yorumculuk lehine bu bağlamda tüketilmelidirler. Amaçlı kavramların katkısı olmaksızın daha iyi öndeyi araçlarını bulabiliriz; ancak yine de bu, söz konusu kavramları terk etmemizi gerektirmez. Çünkü amaçlı kavramları terk etmek, ahlakî yargının imkânını ortadan kaldırmak anlamına gelir. “İç hayat”ı günümüzde değerini yitirmiş bir davranışçılık biçiminde tümüyle eritmeksizin, katı mentalizm çıkmazından kurtaramayız. 
            Her ne olursa olsun, mentalizmin sürekli bir kandırma, davranışçılığın devam eden bir tehdit olduğunu duyguların analizinde bu şekilde davranmak gerekir.
            Genelde duyguların, özelde kin, utanma, korku gibi duyguların yeniden keşfi, davranışçıların, psikolojik folklor müzesinde düzenlemenin daha iyi olduğunu düşündükleri kavramların iyileştirilmesi hareketiyle benzer noktaya sahiptir. Fakat duyguların analizi, açık nedenlerden dolayı, mentalisti türevden daha çok zarar görmüştür.
            Kuşkusuz ilk teşebbüs duyguları, tümüyle nicel durumlara, süjenin hissettiği izlenimlere indirgemektir. Fakat bu durumda çok çabuk görürüz ki, tümüyle nicel ölçüt (süjenin hissettiği şey) yeterli değildir. Oldukça açıktır ki,  arzuyu, kıskançlığı, kini, hıncı ayırt etmemize izin veren şey, süjenin hissettiği belli tipte bir izlenim değildir.
            O zaman daha çok kognitif karakterde ölçütlere ihtiyacımız vardır; duyguları duyumlamalardan çok, düşünceler tarafına yerleştiririz. Duygu, bir önermesel ya da nominal bir objeye doğru yani düşünceye inanca, kişiye doğru yöneltilmiş olabilir. Duygu artık, basit bir reaksiyon, objelerin neden olduğu bir etkilenme hali değildir. Gerçekte bunun çok daha ilerisine gittik. Edilgiden etkiye, duygulanımdan yönelime, duyumla­madan düşünceye geçiş, duyguların özdeşleştirilmesi veya ayrılması sorununu cevaplamaya izin vermez. Ne duygusal durumun önermesel objesi (kin duyduğumuz, korktuğumuz şey. vs.) ne de davranış biçimi, günlük hayatta duyguların bu ince farklarını nasıl teşhis ettiğimizi anlamaya izin vermezler.
            Kısaca söylemek gerekirse,  öyle görünüyor ki, bu ince ayırımları nasıl yaptığımızı anlamak için, duyguları yüklemeye ilişkin bir sosyal prosedür fikrini, bu prosedürdeki ahlakî bir boyut fikrini işin içine sokmak zorunludur. Duyguların ahlakî ya da sosyal objeler olarak bilebileceği ye da tanınabileceği düşüncesi, pek çok epistemolojik sonucu vardır. Eğer duygular açık biçimde reel varlıklardan değil; fakat sadece toplumsal biçimde oluşturulmuş objelerden söz ederse, bunun anlamı şudur: Onlara, olağan anlamda nedensel bir rol yükleyemeyiz; kin, etnik çatışma gibi dramla sonuçlanan fenomenleri açıklamaya çalışan basitleştiricilerin yüklediği nedensellik rolünü yükleyemeyiz.




[1]     http://sergecar.club.fr/cours/pouvoir1.htm#pouvoir%20mentalisme
[2]     Petit Robert, p. 1182.
[3]     http://sergecar.club.fr/cours/pouvoir1.htm#pouvoir%20mentalisme
[4]     Lalande, p. 609
[5]     Ogien,  La philosophie analytique, p. 117.
[6]     Ibid.,   p. 110.
[7]     Fodor, J. L., L’explication psychologique, traduction par Y. Et G. Noizet, Segher, Paris, 1972, p. 162.
[8]     Ogien,  La philosophie analytique, P. 115.
[9]     Dortier, , La philosophie analytique et sciences humaines, p. 153.
[10]   Dortier, Le dictionnaire, p. 81.
[11]   Ogien, La philosophie analytique et sciences humaines, p. 117.
[12]   Ibid.,   p. 119.
[13]   Op. Cit.
[14]   Bouveresse, Jacques, Le mythe de l’intériorité, Les Editions du Minuit, Paris, 1987, p. 398.
[15]   Weissmann, Wittgenstein et le Cercle de Vienne, T.E.R. Paris, 1991, p. 59.
[16]   Wittgenstein, Ludwig Josef, Les Cahiers bleu et brun, Gallimard, collection "Les Essais", Paris, 1965, pp. 70-71. 
[17] Ibid.,   "Le Cahier bleu", p. 73.
*     Her teorinin eylem için bir araç olduğunu ileri süren doktrin.

KOGNİTİF (BİLİŞSEL) BİLİMLERDE EYLEM


8. KOGNİTİF BİLİMLERDE EYLEM

8.1. Bireysel Eylem

            Klasik kognitivizmde kognisyon (zihinsel süreç) bilgisayar analojisiyle açıklanır. Örneğin kognitivizme göre duyu verileri, bilgisayara giren datalar gibidir. Zihne giren dataları, algılama ve akıl yürütme izler. Sonra bir mikro işlemciden çıkış gibi olan eylem yapılır.
            Eylem, bir sistem olan rasyonel failin eseridir. Rasyonel fail eylemi gerçekleştirirken, bazı amaçlara ve bazı inançlara bağlı kalır. Buna şöyle sıradan bir örnek verebiliriz: Acıkırsam ve buzdolabında yiyecek olduğuna inanırsam, ona doğru giderim.[1]
            Bu tanım bazı yorumları gerektirir. Söz konusu tanım her şeyden önce eylemi, failin niyetlerine bağlar; bu niyetlerin açıkça ya da açıklanabilir biçimde failin zihninde bulunduğunu varsayar; faili, eylemlerini her an açıklayabilecek kişi gibi görür. Böyle bir eylem anlayışı fonksiyonalist kognitivizm ve eylem teorisi arasında sıkı bir ilişki kurar. Kognitivizmin eylem teorisi, sosyal bilimlerdeki akli seçimler teorisine benzer. Fonksiyonalist kognitivizm ise, der ki, tasavvurların her biri kognitif tutumda biçimsel rol oynar; bu biçimsellik onlara neden özelliği kazandırır.[2]
            Fonksiyonalist kognitivizm, tasavvurun yönelimli statüsünde değişiklik yapılabilmesi için eylemin yerini alır.[3]
            Analitik bir tarzda belirlenen şu örnekleri göz önüne getirelim:
            (1) X, eşini sevindirmek istiyor.
            (2) X, eşine çiçek verdiğinde, sevineceğine inanıyor.
            (3) Sonuçta X, eşine çiçek veriyor.
            İlk bakışta öyle görünüyor ki, eylem (3), zihin halini formüle eden önermede tam olarak bulunur.
            (2’) X, eşine çiçek verme kararı alıyor.
            (3’) X, eşine çiçek veriyor.
            (4) X, eşini sevindirdiğine inanıyor.
            O zaman önermeler bütünü şöyle analiz edilir: (1) numaralı önermede olduğu gibi bir amaç, henüz ortaya çıkmamış bir olgunun (şüphe, inkâr, umut konusu olabilen bir olgunun) tasavvurudur. Bir inanç ise, ortaya çıkmış bir tasavvurdan (yani doğru olduğu kabul edilen bir inançtan) ibarettir. Bundan dolayı eylem, açığa vurulmamış bir tasavvurdan, ortaya çıkmış bir tasavvura geçiştir. Bu nedenle (4) numaralı önerme, (1) numaralı önermenin yerini alır. Fakat o zaman, gerçek eylem paranteze alınır. Çünkü o, soyut, boş ve biçimsel hale getirildi. Searle’ün ünlü eleştirisini yeniden ele almak gerekirse, bu şekilde kabul edilen eylem, açıkça gerçekleştirilmedi; fakat düşünüldü. Sonuçta, diyebiliriz ki, bu durumda gerçek eylem değil; eylemin yönergesi vardır ve eylemin etkililiği dikkate alınmadı. Bu, fonksiyonalizmin öncüllerinden çıkan zorunlu bir sonuçtur. Fonksiyonalizme göre fonksiyonu yerine getiren şey, değerli bir sonuçtur; onu değerli yapan şey sadece semboller üzerinde biçimsel bir işlem yapmayı sağlamasıdır.[4]
            Bu eylem açıklaması doğrudur; ama tam değildir. Tam bir açıklama, eylemle algıyı ayırmaz. Eğer bilgiyi lineer tarzda inceliyorsak, kabul etmek zorundayız ki, eylem, tasavvurdan sonra gelir ve sözcelemesinin gölgesinde kalır. Oysa gerçekte eylemi algıyla bağlantısı içinde anlayabiliriz; eylemlerin duyumlamalardaki etkilerini dikkate alarak kavrayabiliriz. Bu açıdan eylem basit bir çıkış değildir. Husserl algılamayı yönelimlilik paradigması kabul ediyordu. Ona göre algılama bir eylemdi. Bu eylem yönelimli anlamın ve algılanan objektifliğin aynı anda ortaya çıkmasını sağlıyordu. Sonuçta, Husserl, eylemi algıyla bağlantısı içinde anlamaya çalışıyordu. Onun bu düşüncesi kognitif bilimler tarafından uyarlanarak kabul edildi. Fenomenolojik analizin mirası olan duyusal nedenli eylem kavramı, biyolojide, etnolojide ve psikolojide pek çok gelişme kaynağı oldu.
            Kognitivizme göre eylem, algıya yani duyuma bağlı olduğundan, kognisyon da bir yorum’dur, özel bir dünyanın (umwelt) inşasıdır. Bu inşa, bizden önce gelen bir dünyada gerçekleşir. Böyle bir inşa, her zaman hareketli algı sayesinde mümkün olur. Bu inşacı, yapıcı kognitivist bilimlerin asıl amacı, yorum yapmayı doğal bir temele yerleştirmektir. Böylece yorum, kognitif bilimler sayesinde, bir yöntem olmanın ötesinde, ontolojik bir statü kazanır; dünyada olma problematiğinin bir parçası olur. Günümüzde, biyolojide ve doğal bilimlerde de bir yorum problematiği vardır. Onlarda bu problematiğin ortaya çıkışında, kognitif bilimlerden hareketle yapılan, yorumun doğasına ilişkin çalışmaların önemli rolü oldu.

8.2. Sosyal Eylem

            Kognitivizm sosyal olanı açıklarken, yöntem bireyciliği postulatını yeniden ele alır. Aşağıda ayrıntısıyla göreceğimiz gibi yöntem bireyciliği, sosyal bilimlerde uzun zamandan beri kullanılır ve şu üç aksiyomdan ibarettir:
            1. Tekil birey, sosyolojinin en elemanter ya da atomik birliği gibidir.
            2. Sosyal olgular bireysel davranışların bir araya gelmesinden, kompozisyonundan doğar.
            3. Zihinsel durumları, devlet, Kilise, sosyal sınıflar gibi, bireysel olmayan sözde süjelere değil; fakat sadece bireylere yükleyebiliriz.
            Kognitivizm bunlara şunu da ekler: Kognitif kapasiteler yani düşüncenin dili, doğuştandır; bireysel ve özel bir dildir.
            Sosyal bilimlerde kognitivist yaklaşım şu postulattan ibarettir: Kültürler, evrensel kognitif kapasitelerin sonucu ortaya çıkmışlardır; onlar, kognitif kapasiteleri şekillendiremez. Gerçek ya da mümkün tüm kültürlerin içerikleri a priori olarak, sadece insanın kognitif kapasiteleriyle belirlenebilir. Buradan hareketle hazırlanan araştırma programı, kognitif fonksiyonların sosyal kaynağını bulmaya çalışmaz; tersine sosyal formasyonları kognitif kaynaklarıyla anlama amacı güder. Özetle söylersek, kognitivizm açısından sosyal, bir kognitif sürecin sonucu olan tespitlerin ve farklılaşmaların bütünüdür.[5]

9. DÜŞÜNCEYİ AÇIKLAMA MODELLERİ

            Kognitif bilimlerde zihinsel süreçleri, teknik terimle söylersek kognisyonu açıklamak için çeşitli modeller önerildi. Bu modellerin hepsini burada açıklamamızın imkânı ve gereği yoktur. Bu nedenle biz sadece söz konusu modellerin en önemlilerinden üçü hakkında kısa bilgiler vermekle yetineceğiz. Aşağıda sözünü edeceğimiz üç yaklaşım şunlardır: Hesaplamacılık, görünmecilik ve fonksiyonalizmdir.
            Hesaplamacılık, kelimenin çağrıştırdığı gibi, bütün düşünce biçimlerini, sembollerle yapılan ve birbirini izleyen hesaplamalardan ibaret görür. Görünmecilik ise (connectionisme) düşünceyi daha çok, mikro birlikler ağında ortaya çıkan toplu bir eylem gibi kabul eder. İki model arasında tartışma vardır. Tartışma, “okuma heceden mi yoksa cümleden mi başlayarak daha kolay öğrenilir?” tartışmalarına benzer. Yapısalcılık ise zihinsel süreçlerden çok, bu süreçlerin arkasındaki genel evrensel ilkeleri araştırır. Şimdi bu üç modeli kısaca açıklamaya çalışalım.

9.1. Hesaplamacılık (Computationnalisme)

            Hesaplamacı (İngilizce computer) modelin temelinde şu düşünceler vardır: “Düşünmek, hesaplamaktır”; beynimizdeki düşünceler, mantıksal işlemlerin art arda gelişleridir; sanki bir “cebir”dir; araştırmacılar bu “düşünce cebiri”nin formülünü keşfetmek zorundadır.[6] Bu anlayış yeni değildir; daha önce Leibniz (1646–1716) ve Hobbes (1588–1679) tarafından ifade edildi. Ancak onların tezlerini kanıtlamaları mümkün değildi; çünkü o dönemde yeterli bilimsel ve teknolojik birikim yoktu. Hesaplamacı kognitivistler, bilgisayarın icadıyla söz konusu filozofların görüşlerini yeniden ele aldılar. Ama onlar konuyu spekülatif iddialarla temellendirmek yerine, bilimsel bir bakış açısıyla incelediler; hayata geçirdikleri bu projeye deneysel bir nitelik kazandırma amacı güttüler. Onlar bilgisayarı zihnin bir modeli yaptılar; insan düşüncesini bu modele göre açıkladılar; zihnin işleyişini sembolik hesaplamalar gibi betimlediler.
            Hesaplamacılığa göre insan düşüncesi, bilgisayar programı gibidir; yâdsıma ve içerme gibi mantıksal işlemleri, soyut semboller (x, y, A, β, Ǿ…) yardımıyla birleştirir. Örneğin “bulutlar yağmur ya da kar getirirler” düşüncesi, şu mantıksal yapıya dayanır: A => B v C (A B’ ye ya da C’ ye yol açar). Bu hesaplamada A= Bulutlar, B= Yağmur, C= Kar, demektir. Aynı formül, başka bir düşünceyi şöyle ifade edebilir: “Yoksulluk ya isyana ya da boş vermişliğe yol açar.”[7]
            Hesaplamacılığın tarihi, 1950’li yılların ortalarına kadar gider. Hesaplamacılara göre düşünceleri düzenlemek, ancak biçimsel bir sistemde mümkündür. Biçimsel sistemde semboller, anlamlarından bağımsızlaştırılır ve önceden belirlenen kurallara göre dizayn edilir. Biçimsel bir sistem, bir dildir. Önermeler bütünü bir teoremin kanıtlanması mıdır? Değil midir? Bunu biçimsel dilde mekanik tarzda belirleyebiliriz. Aynı şekilde sistemin formülleri olan semboller dizilerinin mantıksal yapısını da biçimsel dille gösterebiliriz.[8]

9.2. Görünmecilik (Connexionisme)

            Görünmecilik, kognitif bilimlerde önemli bir açıklama biçimidir. 1970’li yıllarda geri planda kaldı; ancak 1980’li yılların başında yeniden ortaya çıktı ve günümüzde daha önem kazandı.
            Görünmecilik bugün hesaplamacılığın (computationnalis­me) en önemli rakibidir. Görünmeci yaklaşım nörolog Warren Mc Cullough’un (1889–1969) sibernetik ve nöron ağıyla ilgili çalışmalarından esinlendi. Bu yaklaşım, kognitivist aktiviteleri zihinsel bir mimarlıktan hareketle anlamaya çalışır. Görünmecilik, kognitivizmle birlikte tasavvur fikrini paylaşır. Ancak ondan çok önemli bir noktada ayrılır ve özgünlüğünü de bu farklılığa borçludur.[9]
            Bilindiği gibi hesaplamacılığa göre zihin, sembolik verileri kullanarak işler, mantıksal tümdengelim sürecini izler. Görünmecilik bu hipotezi reddeder. Görünmeciliğin temeli şudur: İnsan düşüncesi kognitif problemleri tümdengelimle çözmez; tersine, genel bir çözüm, bilginin çok sayıda ve son derece küçük birliklerinin etkileşimleriyle gerçekleşir.[10] Bu küçük birliklerin kombinezonu, objenin imgesine uygun, bütün durumu verir.
            Az önce belirttiğimiz gibi, hesaplamacı modelde zihinsel işlem, bir kontrol merkezinin yönetiminde gerçekleşir; oysa görünmeci modelde çıkarım, merkezî denetim olmadan, pek çok yerde ve etkileşimlerle yapılır. Görünmeci bakış açısından kognisyon, sembolik olmayan entitelerin yaptıkları bir işlem ürünüdür; anlam, bu entitelerin belirli bir anda oluşturdukları nöronlar ağında ortaya çıkar. Görünmeci modelde fizyolojik ve kimyasal nöronun yerine idealize nöronlar geçti. İdealize nöronlar da aktif ya da durağan olabilir.[11]
            Foto-elektrik hücrelerden ibaret pek çok nöron düğümü vardır. Bu düğümler tıpkı balık ağında olduğu gibi, birbirine bağlıdır. Her durum, dış uyaranların veya komşu düğümlerin durumuna bağlı olarak, farklı fiziksel özellikler taşıyabilir. Böyle bir biçimlenme hızla, durağan toplu bir duruma dönüşür. Bu genel biçimlenme, belirli bir kognitif duruma uygundur.[12]
            Görünmeci ağı, noktalama tekniğiyle yapılan bir tabloya benzetebiliriz. Noktalama, modelin her ayrıntısını resme yansıtmaya çalışmaz. O, nesneyi, renkli fırça izlerinin yan yana gelmesiyle resmeder.[13] Tablonun anlamı, doğru biçimde yeniden üretilmiş ayrıntıların eklemlenmesiyle değil; fakat görsel sentezle ortaya çıkar.[14] Görünmeci model, sembolik hesaplamaya başvurmaz. Bu model, beyin hücrelerinin organizasyonuna uygun görünür. Beyinde milyarlarca özel nöronlar birbirine bağlıdır. Bu nedenle görünmeci mimari ilkesine göre oluşturulmuş bilgisayarı nitelemek için “nöron bilgisayarları”ndan söz edilir.[15]

10. MODELLERİN GÜCÜ ve SINIRLARI

            Görünmecilik ve hesaplamacılık arasında iki temel fark vardır. Hesaplamacılığa göre her düşünce, dizi halinde ve çabuk gerçekleştirilen basit işlemlerin art arda yapılmasından ibarettir. Oysa görünmeciliğe göre düşünceler, toplu biçimlerdir. Bu biçimler, bir futbol takımında olduğu gibi, birbirini etkileyen birliklerde ortaya çıkarlar. Hesaplamacı yaklaşımda zekâ, art arda yapılan tümdengelimlerle düşünür. Görünmeci yaklaşımda ise, genel bir izlenimle, sezgiyle düşünür. Hesaplamacılık analitik bir tutuma, görünmecilik ise genel bir tutuma (holizm) uygundur. Hesaplamacılıkta zekâ, tümdengelimle düşünür ve biçimselleştirir. O nedenle hesaplamacı şema, bu biçimselleştirmeye uyduruldu. Kuşkusuz bütün kognitif aktiviteler soyut ve teorik düşüncelerden ibaret değildir. Genel değerlendirmeler yapmayı gerektiren durumlar da vardır. İşte görünmecilik, genel değerlendirmeler yapmayı gerektiren kognitif aktiviteleri açıklamak için daha etkili gibidir. Biçimleri, genel süreçleri görünmecilikle daha iyi bilebiliriz.
            Özetle söylersek, kognitivizmin üç önemli teorisi, görünmecilik, hesaplamacılık ve yapısalcılıktır. Bunlar diğer teorilerin zayıflıklarını ve etkisizliklerini gidermek için ortaya atılmışlardır. Kognitivizmde ikilemden kurtulma biçimi şudur: Bütün kognitif aktiviteler tek bir ilkeyle açıklanamaz.[16]

11. KOGNİTİF PSİKOLOJİ

            Kognitif psikoloji, zihnin kendisini değil; hafıza, zekâ, dil, akıl yürütme, problem çözme ve dikkat gibi yetilerini inceleyen bir psikoloji akımıdır. Kognitif psikoloji, II. Dünya Savaşı’ndan önce ortaya çıktı. Bu yıllara kognitif psikolojinin kuruluş yılları denebilir. Bu psikoloji, 1950–1960 yılları arasında Amerika’da yaygınlık kazandı. Harvard’da iki psikoloji profesörü George Miller ve Jerome Bruner, bu psikolojinin öncüleri oldular. Aşağı yukarı aynı yıllarda yapay zekâ tartışmaları da başlamıştı.[17]
            Kognitif psikolojinin gelişmesinde sibernetiğin, nöro-fizyolojinin, enformasyon teorisinin ve enformatiğin büyük etkisi oldu.
            Kognitif psikoloji davranışçılığa tepki olarak ortaya çıktı. Bilindiği gibi davranışçı psikoloji, zihinsel tasavvur, inanç, bilgi, plan ya da amaç gibi kavramları kuşkulu görür veya en azından ilgiye değer bulmaz; insan eylemini uyaranlara otomatik biçimde verilen bir cevap diye anlar. Oysa kognitif psikolojiye göre insan davranışı, fiziksel durumlara bir tepkiden ibaret değildir; tersine “kognitif”, zihinsel haller aracılığıyla gerçekleşir. Bu nedenle psikoloji davranışı değil; zihinsel durumları incelemelidir. Fakat kognitif psikoloji, diğer zihinselci akımlardan farklıdır; içe bakışın, zihinsel olanı keşfetmede güvenilir bir yöntem olmadığını kabul eder.
            Kognitif psikoloji şöyle bir ilkeden yola çıkar: Psişizm, bağımsız modüllerden oluşan bir enformatik işlemcisine benzer. Tasavvurları, zihinsel yapıları ve süreçleri, davranışın incelenmesinden çıkarabiliriz. Davranış, objektif bilgiye götüren bir araçtır; objektif bilgi sayesinde zihinsel hallerin özelliklerini yeniden oluşturabiliriz. Kognitif psikolojiye algı, dikkat, hatırlama gibi kavramları psikolojiye yeniden soktuğu için “kognitif devrim” de denir.
            Bu psikoloji, betimsel ve açıklayıcı modeller ortaya koymaya çalışır; bu modelleri oluştururken çeşitli süreçlere bağlı kalır. Onun bağlı kaldığı süreçler şunlardır: Bilgi edinme, çıkarımlar yapma; tasavvurları oluşturma ve organize etme; dili anlama, akıl yürütme, karar alma ve problem çözme süreçleri.
            Kognitif psikoloji davranışları açıklamada kullandığımız bütün kavramlara bilimsel bir statü kazandırmaya çalışır. Açıktır ki, bu disiplin, bilimsel olmak istediğinden, az önce andığımız kavramları yeniden ele almakla yetinmez; onları değiştirir ve tekrar icat eder. Bu, epistemolojik ve ontolojik olmak üzere iki tür problem ortaya çıkarır. Epistemolojik problemler şunlardır: Kognitif psikolojide açıklama nedir? Bu açıklama tipinde kullanılan “tasavvurlar”ın, “bilgiler”in vs. ne gibi bir statüsü vardır? Ontolojik diyebileceğimiz probleme gelince; onu şu sorularla ortaya koyabiliriz: “Kognitif” zihinsel durumlar olan entitelerin doğası nedir? Onlar başka entitelere indirgenebilir mi yoksa indirgenemez mi? Eğer indirgenebilirlerse, fizik ya da nöro fizyolojik entitelerden hangisine indirgenebilirler? Bu iki tür problem aslında birbirinden ayrılamaz.
            Kognitif psikolojide bu problemler iki farklı açıdan, “klasik kognitivizm” ve nörolojik bilimler açısından ele alınır. Klasik kognitivizme göre, kognisyon bilimlerinin incelediği mental, kognitif ya da yönelimsel bilgi, “fiziksel düzey” ve “mental düzey” arasında yer alan bağımsız bir alana ilişkin bilgi gibi incelenebilir. Nörolojik bilimler ise bilgiyi fizik terimleriyle açıklar; fiziksel olmayan bilgi tiplerini bu bilgiye indirger; indirgeyemezlerse yaklaştırır.[18]
            Kognitif psikoloji 1970’li yıllardan sonra kognitif bilimlerle sıkı işbirliği yaptı. Bu işbirliği sayesinde onlardan yararlanmış, böylece kendini geliştirdi. Söz konusu yararlanma başlıca şu konularda oldu:
            1. Metodolojik etkilenme: Kognitif psikoloji, zihinsel zamanları açıklamak için kronometrik ve psiko-fizik analiz yöntemini ve süreçleri ayırma tekniklerini diğer kognitif bilimlerden aldı.
            2. Deneysel verilerin değerlendirilmesiyle ilgili etkilenme: Bu, kod çözümleme, hatırlama süresi, kesinlik, hızlılık fonksiyonu gibi konularda oldu.
            3. Teorik konularda etkilenme: Kognitif psikoloji, epizodik/semantik; açıklayıcı/davranışsal, örtük/açık ayırımını da diğer disiplinlerin etkisiyle yaptı.[19]
            Kognitif psikolojiyle diğer kognitif bilimler arasındaki bu etkileşimle artık ortaya çıktı ki, bu bilimlerin uzun ömürlü olamayacağını iddia etmek, onların bir gün ortadan kalkabileceğini düşünmek artık mümkün değildir.

12. KOGNİTİF PSİKOLOJİYLE DAVRANIŞÇILIĞIN FARKLARI

            Kognitif psikoloji ile davranışçılık arasında şu farklar vardır:
            Davranışçılık, süjenin davranışlarını gözlemlemekle yetinir. Kognitif psikoloji ise, imgeler, tasavvurlar, kavramlar gibi süjenin zihinsel durumlarını ve bunların bağlantılarını anlamaya çalışır; bu amaçla zihnin yapısını ve işleyişini empirik biçimde kavrama amacı güder. Davranışçılık şunu varsayar: Düşünce, otomatik bir mekanizma gibi çalışır. Bu mekanizma dış ortamdan gelen verileri pasif biçimde kayıt eder ve refleks eylemler kombinezonuyla bu uyaranlara cevap verir. Kognitivist bakış ise çok farklıdır. Ona göre her bilgi, alınan enformasyonların seçilmesi ve yorumlanmasıdır. Eylem ya da düşünce, her duruma özgü problemlerin çözüm stratejilerini belirlemeyi içerir. Bu açıdan psikologun rolü, zihin denen kara kutuda olup biten şeyi ortaya çıkarmaktan ibarettir. Psikologun işi, davranışlara kılavuzluk eden zihinsel durumların doğasını anlamaya çalışmaktan ibarettir. Kognitivistlere göre düşünme, zihinsel durumların karmaşık bütününden ibaret bir süreçtir. Bu süreçte düşünceler temel durumlara indirgenir; mantıksal prosedürlere göre birbiriyle birleşir, birbirine eklemlenir. Tefekkürden düş kurmaya kadar en soyut düşünceler, insan zihninde olup biter; bunlar imgelerin ve kavramların iç içe geçmesinden doğar. Kognitif psikolojiye göre düşünmek, yaratmak ve inanmak gerçekte, zihinsel durumları manipüle etmektir.

13. KOGNİTİF PSİKOLOJİ KARMA BİR DİSİPLİN MİDİR?

            Kognitif psikolojinin diğer disiplinlerden etkilenerek gelişmesi kısa ömürlü olacağına ilişkin kuşkuları giderdi. Ancak bu durum başka bir problemi, kognitif psikolojinin bağımsızlığı problemini ortaya çıkardı. Bu problemi ortaya koyanlara göre, diğer disiplinlerden ödünç aldığı şeyler, kognitif psikoloji üzerinde belirleyici bir etki yaptı. Belirleyicilik o kadar etkili oldu ki, bağımsız bir kognitif psikolojiden söz etme imkânı kalktı; o, farklı disiplinlerden oluşan, sınırları belirsiz bir görünüm kazandı. Son yorumu yapanlara göre kognitif psikoloji, nöro fizyolojinin, nöro psikiyatrinin, nöro biyolojinin, bazı sosyolojik akımların, istatistiğin karışımından oluşan evrensel bir antropo-biyolojidir. Kognitif psikoloji bu disiplinler sayesinde mitolojik bilince nüfuz etmeyi; böylece “işleyiş bozukluğu” (dysfonctionnement) diye bilinen şeyi iyileştirmeyi umar. Bu demektir ki, söz konusu psikoloji için referansta bulunacağı ideal model, kendinden başka bir yerdedir.
            Nöro fizyolojiye, nöro psikiyatriye, nöro biyolojiye göre psişik problemlerin ve bütün zihinsel bozukluklarının kaynağı bedendir. Bunlarda beyin, çoğunlukla, bilincin merkezi olan makinedir; bilinç ise doğası tartışmalı bir karışımdır; bilince ilişkin farklı bakış açılarını uzlaştırmak mümkün değildir.
            İkinci yorumun ışığında bakarsak, kognitif psikoloji denen karışıma, kognitif bilimler içinde bir yer bulmak, diğer disiplinlerle farklarını açıkça belirlemek zor gibidir. Kognitif psikoloji, modellerini oluştururken, felsefî geleneğe her gün daha çok bağlanır. Onun bağlandığı felsefî gelenek ise, radikal bir mantıkçılıktan beslenir. Kuşkusuz mantıkçılık hakikate ilişkin üst-dil gibidir. Bu üst dilde çeşitli dinsel ve politik mirasın ürünüdür.

1. KOGNİTİF YANILSAMALAR NASIL ÖNLENEBİLİR?

            Görsel algı yanılsamaları, görme psikolojisi alanında yapılan pek çok çalışmanın konusu oldu. Kanıtlayıcı ve tümevarımcı çıkarımların psikolojik açıdan incelenmesi, kognitif yanılsamalar olup olmadığı sorununu ortaya çıkardı. Bu sorunu çözmek için kanıtlamanın deneysel temeli üzerinde, çıkarımların ve yargıların kesinsizliği konusunda araştırmalar yapıldı. Sonunda şu durum ortaya çıktı: İnsan zihni sofizmler tarafından kolayca yanıltılabilir; olasılıkları değerlendirirken çeşitli güçlüklerle karşı karşıya kalabilir.[20]
            Açık ve kesin veriler bulunmadığında insan, akıl yürütmekten vazgeçer mi? Yoksa vazgeçmez mi? Tversky ve Kahneman bunu araştırdılar. Onlar deneklerine şöyle bir betim sundular: “Linda 31 yaşında genç ve akıllı bir bayandır; felsefe lisansı aldı. Linda öğrenciyken ırk ayırımcılığına ve sosyal eşitsizliğe karşı mücadele etti.” Bu bilgilerden sonra deneklere şu soruldu: Sadece bir bankada veznedarlık yapmak ya da veznedarlık yaparken bir taraftan da feminizmi savunmak; Linda’nın bunlardan hangisini yapma olasılığı daha yüksektir? Verilen cevaplarda görüldü ki, deneklerin % 80-90’ı, olasılığın işlevsellik kurallarını ihlal etti. Tversky ve Kahneman’a göre, yanılma nedeni, “özellik bulgusallığı” (heuristique de représentativité) dedikleri şeydir. Çünkü deneklerin çoğu şöyle düşünür: Linda’nın özellikleri, bir kamu bankasından çok feministlerin çalıştığı özel bir bankada veznedarlık yapmaya elverişlidir. Evrimci psikolog Gigerenzer, deneklerdeki bu kognitif yanılma oranının azaltılabileceğini söyledi. Ona göre problem, doğal yoğunluk terimleriyle formüle edilmelidir. Deneklere önce 200 bayanın Linda’nın özelliklerine sahip olduğu söylensin; ardından bu bayanlardan ne kadarının sadece bir kamu banksında veznedarlık yapmakla yetineceği, ne kadarının bir özel bankada çalışmakla birlikte feminist çalışmalarını sürdüreceği sorulsun. O takdirde, olasılığın işlevsellik kuralarını ihlal eden denek sayısının % 0–20 arasında olduğu görülecektir.
            Kognitif bilimlerle ilgili bir değerlendirme yapmak gerekirse şunları söyleyebiliriz: Bu bilimler, yukarıda belirttiğimiz gibi, süjenin iç hayatını incelemeye çalışır. İç hayat, inançlardan, isteklerden, bilinçten, amaçlardan vs. ibarettir. Bu bilimler süjenin iç hayatını iyileştirirken davranışçılığın eleştirisinden yararlanır; iç hayatını, kendileri için faaliyet alanı yaparlar. İnanç, arzu, tasavvur, amaç, bilinç, vs. kavramlarından vazgeçmek mümkün değildir. Kognitivistler bunu açıkça gösterdiler. Fakat bazı filozoflar derler ki, zihinsel hallerin gerçekliği, insan ve toplum bilimlerinin bilimselliğini ortadan kaldırır. İnançtan, arzudan, bilinçten, amaçtan söz ettiğimiz anda, yasalar, hipotezler, artık işe yaramaz; hangi düzende olursa olsun, keşifler yarar sağlamaz. Bundan dolayı söz konusu filozoflar, insan ve toplum bilimlerini bilim saymaya kuşkuyla baktılar; onlara bağımsız, bilimsel bir statü vermekte tereddüt gösterdiler. Bize öyle geliyor ki, insan ve toplum bilimlerinin bilimselliğinin eleştirisine dolaylı da olsa hizmet etmeleri, kognitif bilimlerin bir talihsizliğidir.
            İlk bakışta (inanç, arzu, sebep, saikler, istem, bilinç, vs. gibi) yönelimli kavramlardan uzak durmakta yarar vardır; çünkü insan eylemlerini açıklarken karşılaştığımız temel güçlükler, bu kavramlardan doğar. Fakat bu kavramları dışlarsak, eylemi başarılı biçimde açıklayamayız. En iyimser davranışçılar ve fizikalistler, sonunda bunu anladılar. Gerçekte ikilemimiz şöyledir: Amaçlar, inançlar, arzular ve bilinç aracılığıyla yaptığımız açıklamalar eksiktir; bu açıklamalarımız karışıklıkların, çelişkilerin kaynağıdır; fakat pek çok nedenden, özellikle ahlâkî nedenlerden dolayı, onlardan vazgeçemeyiz ya da vazgeçmek istemeyiz.
            Bolluk boynuzu yasası, epistemolojik sorunların çözülmesinde önemli katkılar sağlayacaktır. Bu yasa hem felsefeye hem de insan ve toplum bilimleri teorilerine uygulanabilir. Söz konusu yasaya göre, herhangi bir doktrini desteklemek veya makul gördüğümüz sebepleri savunmak için her zaman kanıt bulabiliriz. Bu kanıtlar bütünüyle verimsiz değildir. Onlar sorunun durumunu aydınlatmaya ve bu sorunların niçin önemli olduğunu açıklamaya izin verir.
            Nöroloji ve kognitif bilimler, indirgemeciliğin ve materyalizmin son kalesi gibidir. Jacques Monod’nun eski öğrencisi Jean-Pierre Changeux, College de France’ta verdiği açılış dersinde bir kişiyi parmağıyla işaret ederek şöyle diyordu: “Bu beyefendinin ne düşündüğünü bilmiyorum; fakat günün birinde bileceğim, hatta iki dakika içinde ne düşüneceğini bileceğim.” O, bu sözüyle demek istiyordu ki, bir bireyin beyninde ortaya çıkan nöronal süreçlerin tam bilgisi, onun en özel düşüncelerini bilmeye ve hatta bu düşüncelerin evrimini önceden görmeye izin verecektir. Changeux bu kesinliği, beyindeki nöronal süreçler ve insanın sübjektif yaşantısı arasında var olması gereken özdeşliğe dayandırıyordu.
            Budist rahipler ve daha pek çok kişi üzerinde yapılan çeşitli araştırmalarda nöronal süreçler ile bilinç arasındaki ilişki deneysel olarak kanıtlandı. Açıktır ki, insan, bilinçli olmak için, nöronlardan vazgeçemez. Ancak bilincimiz, sadece nöronal süreçlerle açıklanamayacak derecede karmaşık bir fenomendir. O nedenle bilinç, sadece nöronal planda yorumlanamaz. Ama her şeye rağmen kognitif bilimler, etkileri XXI. yüzyılda bile açıkça hissedilecek bir evrimdir.[21]
            Ogien’e göre kognitif bilimler davranışçılık karşıtı tez oluşturmamızda bize yardımcı olmuştur; ama yine de bir tür mentalizm kurbanı olmuştur.[22] Yazarın bu görüşü son derece önemlidir. O nedenle kitabımızı bu konudaki açıklamalarla bitirmek istiyoruz.


[1]     Sperber, Dan, Les sciences cognitives, les sciences sociales et le matérialisme”, Le Débat, 1987, 47, 105-115.
[2]     Sperber, Dan, “Remarques anthropologiques sur le relativisme morale” dans Fondements naturels de l’éthique, Odile Jacob, Éditeur Jean-Pierre Changeux Paris: 1993, p. 234. 
[3]     Droit et Sperber, p. 94.
[4]     Searle, John, R., Liberté et neurobiologie, Traduit, Patrick Savidan, Grasset, Paris, 2004, p. 57.
[5]     Sperber, Dan, Contagion des idées, p. 113.
[6]     Dortier, Le dictionnaire des sciences humaines, p. 101.
[7]     Dortier, Les sciences humaines, P. 208.
[8]     Dennett, Daniel, La conscience expliquée, Odile Jacob, Paris, 1994, p. 63.
[9]     Chamak, Brigitte, “Sciences cognitives et modèles de la pensée”, Le sens public, 2004, p.4.
[10]   Dortier, Le dictionnaire des sciences humaines, p. 102.
[11]   Changeux, p. 176.
[12]   Dortier, Les sciences humaines, p. 210.
[13]   Dennett, p. 72.
[14]   Dortier, Le dictionnaire des sciences humaines, p. 103.
[15]   Dortier, Les sciences humaines, P. 211.
[16]   Ibid.  
[17]   Chamak, Brigitte, “Sciences cognitives et modèles de la pensée”, Le sens public, 2004, p.3.
[18]   Engel, Pascal, “La psychologie cognitive peut-elle se réclamer de la psychologie ordinaire?”, Hermès, No. 3, p. 61.
[19]   Vergnaud, p.13.
[20]   Ibid.  
[21]   Staune, Jean, “Science et sens” http://www.staune.fr/Science-et-sens-Rencontre-entre.html
[22]   Ogien, La philosophie analytique et sciences humaines, p. P. 123.