MENTALİZMİN ve DAVRANIŞÇILIĞIN AÇMAZLARI
İnsan
ve toplum bilimleri eylemlerin bilimidir. Eylemler ise, gözlemlenebilen veya
anlama yoluyla kavranabilen; dış dünyada etkiler meydana getiren fiillerdir.
Ancak bu eylemleri, kimileri sadece,
bağımsız olduklarını söyledikleri iç olgularla, kimileri de dış uyaranlarla
açıkladılar. Temelde eylem felsefesi alanında yapılan bu tartışmalardan
günümüzdeki insan ve toplum bilimcileri de uzak kalamadı. Onlar da mentalizm ve
davranışçılık konusunda belli bir tavır takınmak zorunluluğu hissettiler. Şimdi
son olarak bu konuyu açıklamaya çalışalım.
Mental,
terimin psikolojik anlamında düşünme yetisi demektir. Gündelik dilde mental
hayatımızı yöneten düşünce anlamına gelir.[1]
Mentalite ise, kolektif bir düşünceyi biçimlendiren ve yöneten, toplumun bütün
üyelerinde ortak inançların ve düşünce alışkanlıklarının bütünüdür.[2]
Örneğin modern “insanın mentalitesi”nden, “Grek mentalitesi”nden” ya da
“geleneksel mentalite”den söz edebiliriz.[3]
Mentalitenin bir başka anlamı ise, zihinsel durum, psikolojik ya da ahlaki yatkınlıklardır.
Ama bizim amacımız burada daha çok mentalizm üzerinde durmaktır. Mentalizm ise, bazı çağdaş yazarların
kullandıkları bir terimdir. Mentalizme göre tüm insan eylemleri bireyin belli
sayıdaki iç olgularının ürünüdür. Bu iç olgular gerçekte psikolojinin
konusudur.[4]
Mentalistler, düşünülen şeyin meşruluğu sorunuyla ilgilenmezler. Mentalizm,
insanı bir dizi kavramla açıklar. Bu kavramlar şunlardır: İnanç, fikir, seçim,
niyet, heyecan, bilinç, irade vs. davranışçılık için bu kavramlar, “gözlemleyemediğimiz”
iç hayatının terimleridir. Bunlar irade, zihin gibi gizemli terimlere
referansta bulunur.[5]
Davranışçılık
ise, süjenin zihinsel durumlarını dikkate almadan, sadece gözlemlenen
davranışları ve reaksiyonları inceler.[6]
Artık psikolojide
olduğu gibi insan ve toplum bilimlerinde de davranışçılık terk edilmiştir.
Çünkü iyice anlaşılmıştır ki, insan, uyaranlara karşı tepkide bulunan bir canlı
olduğu kadar, iç hayatı olan bir süjedir. Bu yüzden, davranışçılıkla insan ve
toplum bilimleri arasındaki bağ kopmuştur. İnsanın fiziksel reaksiyonlarının
yanında amaçlarına, inançlarına, isteklerine, duygularına ve coşkularına dair
bilinci vardır. Bu, göz ardı edilemez. Davranışçılara göre bu gizemli
terimlerin yerine, tepkiye yatkınlık, davranışsal düzenlilik, öğrenme, yaptırım
gibi doğrudan veya dolaylı olarak gözlemlediğimiz terimleri koyabiliriz.
Fodor haklı
olarak şöyle der:
Davranışçılık, başka bilinçlerin realitesi konusunda,
başka bilinçler hakkında sahip olduğumuz bilginin doğru olup olmadığını
söyleyemez.[7]
Fakat
özellikle dilin ustaca kullanım süreçleri gibi süreçleri açıklamak söz konusu
olduğunda iç hayatı bir “kara kutu” gibi görmenin yanlışlığı ortaya çıktı. Bir
dili öğrenen kişinin maruz kaldığı uyaranlar ve dilin zenginliği arasında bir
orantısızlık vardır. O yüzden bir tür iç yeteneğin, zihinsel yatkınlığın
varlığı postulatını koymak zorunludur. Davranışçılık karşıtı bu tezin çok
çeşitli görünüşleri vardır. Bu görünüşlere itiraz edilmiştir. Ama yine de
özellikle “doğuştan ve uzmanlaşmış bir dil yetisinin varoluşu zorunludur”
postulatına itiraz edilemez. Bu ve buna benzeyen postulatlar, “iç hayat”
hipotezini doğrular. Gözlemlenemeyen bu iç dünyanın mekanik biçimde
üretilebilmesi, bu ilkeleri daha inanılır hale getirdi. İç hayatın vokabüleri,
önceleme (anticipation) tasavvur, yetenek, rekabet, el değmedik bilgi, çevresel
ve merkezî süreçler, zihnin modalitesi, plan gibi terimlerle zenginleşti.[8]
Davranışçılık
karşıtlığı psikolojiyle sınırlı kalmadı; diğer insan ve toplum bilimlerine
yaygınlaştı. Sosyolojide bu karşıtlığın
sağlam gelenekleri oldu. Anlayıcı ve fenomenolojik sosyolojiler, özelikle
aktörün amaçladığı anlamı, aktörün projelerini, amaçlarını, değerlerini sosyal
dünyayı intersübjektif değişim içinde tanıma ve oluşturma biçimlerini dikkate
alan sosyolojiler geleneğinde bu temel bulunur.
Genel
olarak sübjektiflik, intersübjektiflik, eylem, bilinç, kişi ve hatta özgürlük
kavramları, insan ve toplum bilimlerinde kuşkulu olmaktan çıktı. Sistematik bir
anlam teorisi hazırlama girişimleri sayesinde, amaçlı (ya da içsel) kavramların
iyileştirilmesi dikkat çekici boyutlara ulaştı. Fakat sosyolojinin anlam
konusundaki araştırmaları yakından izlediğini söyleyemeyiz. Anlama ilişkin vokabüleri kullanmakta en
istekli sosyologlar daha çok, genel kavramlarla yetinmektedirler. Onlar, sadece
“yaşantı”, “amaçlanan anlam”, “aktörün amaçları” gibi belirsiz kavramları
kullanmaktadırlar. Sosyologlar, örneğin günlük hayatta kullanılan cümlelerin
anlamını anlamaya ilişkin son derece karmaşık problemlerle ilgilenmezler.
Sistematik
bir anlam teorisi hazırlamak için en önemli katkılar, sosyoloji sınırlarında
pragmatik araştırmaların yapılmasıyla sağlandı. Fakat pragmatik araştırmalar
gittikçe kognitif bilimlere yaklaştı ve sosyolojinin anlam incelemesinden
uzaklaştı.
Davranışçılıkta
deneysel yönteme bağlı olan şeyi ve psişizm teorisine bağlı olan şeyi ayırmak
gerekir. Davranışçılığa göre insan davranışını açıklamak değişkenler arasındaki
ilişkiyi göstermekle mümkündür.[9]
Davranışçılık, şartlanmanın belirleyici rol oynadığı psikolojik bir teoridir.[10]
Pragmatik
incelemeler gösterdi ki, sözcenin sıkı sıkıya lengüistik anlamını (literal
olarak söylenen şeyi) ve taşınan mesajı (konuşanın söylemek istediği şeyi)
birbirinden ayırmak uygundur. Eğer bir sözcenin gerçeklik şartlarını anlarsak,
yani doğru olduğu takdirde gerçekleştirilen nesne durumunu tasavvur etmeyi
başarabilirsek, bu sözceyi literal olarak kavrarız. Bu kavrama, duyulan
cümleyi, referanslarını tespit ederek ve belirsizliklerini ortadan kaldırarak
zenginleştirme yükümlülüğümüze rağmen, bir anlamda istem dışı ve otomatik bir
kavramadır. Çünkü konuşan kişinin ifade ettiği önerme (söylediği şeyde doğru ya
da yanlış olabilen şey) her zaman dilsel biçimi tarafından belirlenmiştir; yine
de bu şekilde anlaşılan literal sözce, nasıl alınması gerektiğini, gücünün ya
da modunun ne olduğunu bize söylemez. “Uslu olacaksın” cümlesi bir öndeyi, bir
emir, bir öğüt ifade edebilir. Sözcenin gücü, dar literal anlamdan
ayrılmalıdır. Fakat kuşkusuz bu güç, sözcenin genel anlamına katkıda bulunur.
Sözcelerin güçlerine (tespit edici, edimsözel) sınıflaması döneminden sonra,
anlam düzeylerine göre söz etmenin daha doğru olduğu anlaşıldı. Anlamın ilk
düzeyi, eğer denebilirse, dar, lengüistik, çok açık, doğruluk şartları
tarafından verilen uzlaşmalı düzeydir. İkinci düzey, varsayımların, imaların,
içermelerin uzlaşımsal olmayan prosedürlerle (yorum hipotezleriyle, akla
uygunluk seçeneğiyle) yorumlanması düzeyidir. Anlam düzeyleri fikri, özellikle
ironi, metafor, ima vb. durumlarına uygulanır.[11]
Pozitivizmin
ya da davranışçılığın anlam teorilerine göre asalak kabul edilen bu fenomenler,
yavaş yavaş önemli olgular arasında yer aldılar. Anlamla ilgili her teori,
deyim yerindeyse, onlardan hareketle oluşturuldular. Literal anlam metaforun;
açık anlam imalı bir durumun özel bir hali oldu. Anlam düzeylerinin ayrılmasına
itiraz edildi. Çünkü onlar, sıkı sıkıya lengüistik uzlaşımsal ve otomatik
düzeyi dışlıyorlardı.
Bu
filozoflar ve dilciler vurguyu, söylenen şeyden amaçlara, demek istemelere taşıdılar;
düşünceye (dile karşıt olarak), genellikle zihinsel hallere git gide daha çok
yer verdiler. Ve kognitif psikologları araştırmalarına katılmaya çağırdılar.
Bu
filozoflar ve dilciler, ironi ve ima problemlerini geçici olarak terk ettiler
ve daha çok birtakım gizemli problemlerle uğraştılar. Bunlar, gösterici
terimlerin (şu”, “bu”, “ben”, “sen”, “şimdi”, “dün” gibi) problemi veya
geçişlilik ya da etkililik konusunu ilgilendiren gramatikal problemlerdi.
Onlara göre
her geçişli fiil, eylemi ve edilgiyi, hareketi ve değişmeyi içerir, çok genel
bir kategoridir. Ama genelliğinden dolayı bireysel bir eylemi açıklayamaz. Bir
eylemi açıklamak, genel bir fiili açıklamaktan daha fazla bir şeydir. Bu fiille
ifade edilen şeyin nasıl anlaşıldığını; ifadelerin nasıl işlediklerini doyurucu
biçimde açıklayabilmek için, yapılacak şey şudur: Kendi’nin bilinciyle ilgili terimlere
başvurmak. Çünkü kendi’nin bilinci, doğrudan algıdır; eylemin zihinde
uzaysallaştırılmasıdır ve etkililiğin başlangıcıdır.
Kısacası
psikoloji, bir dil dediğimiz şeyin içine nüfuz etti; daha doğrusunu söylemek
gerekirse, pek çok filozof için açıkça anlaşıldı ki, eğer bilinç, niyet gibi
bazı geçerliliği kalmamış kavramlar yeniden iyileştirilmeselerdi, anlam
fenomenini, asla kavrayamazdık.
Bulunduğumuz
noktada anlam analizi sırasında bu zihinsel kavramlar ağının önemini inkâr
etmek zordur. Descartesçılık karşıtı davranışçılık, zihni tümüyle dışlamıştı.
Oysa anlaşılmıştır ki, zihin, iç hayatın tasarımları ve zihinsel kavramlar ya
da niyetler insan eylemlerinden dışlanamaz. Aynı şekilde isteklerin, düşüncelerin,
inançların, arzuların, duyguların, şu veya bu şekilde eylemle ilintili
oldukları yadsınamaz. Kısaca zihinsel haller, Ogien’in deyimiyle,
bir psikoloji müzesinde sergilenen folklorik kavramlar
gibi görülemez. Hayaller geri dönmektedir; zihin geri gelmektedir. Daha doğrusu
zihin, asla başka bir yere gitmemiştir.[12]
İnsan
eylemlerinde zihnin ve zihinsel kavramların önemini kabul etmek gerekir. Ancak
bu, hiç de günümüzde çok rağbette olan yeni-zihinci tezleri kabul etmek veya
psikologu anlam sorunlarında hakem yapmak anlamına gelmez.
Kabul
edilebilir bir anlam teorisi, inançları, arzuları, bilinç hallerini ve niyetleri,
dikkate almalıdır. Ancak bunlar, gerçekten bir entite olarak var değildir.
Onların natüralist ve fiziksel bir açıklaması yapılamaz. Sonuç olarak zihinsel
hallerin fizyolojik incelemesi, anlamın ve anlamı ifade etmenin ne olduğunu
anlamamızda bize yardım edemez.[13]
Bazılarına
göre zihinsel hallerle ilgili teori üretmek psikolojinin yetkisinde olmalıdır.
Onlara göre artık sosyolojiden psikolojiye geçme zamanı gelmiştir. Fakat
yukarıda yaptığımız açıklamalardan böyle bir sonuç çıkarılamaz. Doğrusu, tam
tersini yapmaktır. Zihinsel halleri ve kavramları sosyolojik bir çerçevede ele
almak gerekir. Uygun anlam teorileri ortaya koymak için inanç, bilinç, niyet
irade, istek kavramlarına başvurmalıyız. Ancak unutmamalıdır ki, bu kavramlar
bütünü temelde normatiftir. Onların normatif
oluşu bizi, psikolojik olandan uzaklaştırır. Bu kavramlar gözlemlediğimiz şeyi betimlemez.
Onlar gözlemi yönlendirir; tutarlı, rasyonel, iyi ve kötü gibi terimleri
organize eder.
Günümüzde
davranışçılığın artık taraftarları yoktur. Oysa mentalizmin pek çok ateşli
destekçisi vardır. Mentalizm, bunlara karşı kendini korumak zorundadır. Mentalizm,
bir yöntem değil; bir doktrindir. Bu doktrine göre zihinsel hallerden bazıları
bilinç fenomenleridir. Onların çoğu ise dünyada fizik olayları belirleyen nedensel
bir fonksiyona sahiptir. Gerçekte dünyanın işleyişine ilişkin bildiğimiz şey olarak
onlar sadece tutarlı değildirler; aynı zamanda hakikîdir. Bu, teori-öncesi
kabul edilmesi gereken bir durumdur. Ancak ne kadar coşkulu olursa olsun
mentalizm, bir anlam teorisinin yedek bir çözümü olmaktan uzaktır.
Wittgenstein
açısından mentalizm konusunda birbirine karıştırılan üç farklı yorum vardır.
Buna göre mentalizm:
1. Bilinç
durumu;
2. Mental
bir mekanizmanın hipotetik durumu (mentalist bir terim, bilimde kullandığımız
herhangi bir şeyle aynı anda düşünülmesi gereken bir terimdir);
3. Zihin
denen gizemli bir entitenin durumudur. Bu anlamdaki mentalizme göre zihin
açıklamalar, fiziksel kategorilerle yapılamaz. Zihin kendine özgü ve sadece
kendisiyle açıklanabilen bir şeydir. Çünkü zihnin etkileri hiçbir şeye
benzememektedir. O nedenle zihin hakkında bildiğimiz en temel bilgi, onun
hiçbir şeye benzemediğidir.[14]
Wittgenstein
bu üçüncü mentalizme dogmatik der. O, bunu aynı zamanda kibirli, bu yüzden de
en tehlikeli diye nitelendirir. Bunun
gerekçesini de şöyle açıklar: Dogmatik mentalizm, bütün soruların cevabının
önünde sonunda bulunacağına inanır.[15]
Mentalizm,
zihinsel durumların gerçek varlıklar olduklarını yani çok iyi belirlenmiş nedensel
güçler’le ve özdeşlik şartları’yla donatıldıkları
fikrini doğrulayacak derecede olmalıdır.
Wittgenstein’a
göre mentalizmin iki temel tezi vardır. Bunlardan biri psikolojik’tir;
diğeri de semantik’tir. İstemek, ummak, ...niyetini taşımak gibi
naif psikoloji terimleriyle ifade edilen durumların mental durumların ya da
süreçlerin adları olduklarını düşünme psikolojik mentalizmdir. Semantik mentalizme
gelince bu, kelimelerin anlamlarının genellikle mental varlıklar olduklarını
kabul etmektir.[16]
Wittgenstein
mentalizmin her iki tezi birbirinden kesinlikle ayırır. Ancak bunların her
ikisinin de nedensel karakter taşıyamayacağını söyler. Ona göre amaç zihinsel
bir durumdur; daha doğrusu zihinsel durum tipinin adıdır.[17]
Bundan dolayı Wittgenstein’la birlikte diyebiliriz ki, “amaç” kelimesinin
anlamı, bütün diğer kelimeler gibi, mental bir entitedir. Psikolojik mentalizme
karşı çıkarken Wittgenstein’n kullandığı kanıtlar oldukça önemlidir. Bu
kanıtlar, psikolojik terimlerin dilde zihinsel durumların isimleri ya da
süreçleri gibi olmadığını göstermeye yöneliktir. Wittgenstein örneğin dili
anlamanın psişik bir süreç olmadığını ileri sürer. Yaşanan deneyler, anlamaya
karakteristik biçimde eşlik eden bilinçli psişik fenomenler, anlama
değildirler. Wittgenstein anlama sırasında mental ya da beyinsel mekanizmalara
başvurabildiğimizi inkâr etmez; ancak bu tür başvuruların etkili olduğundan
kuşku duyduğunu da ekler. O, “anlamak” gibi kelimeleri kullanmamamızın
temelinde bu tür hipotetik mekanizmaların varlığının ya da yokluğunun
olmadığını ileri sürer. Onun bu konudaki görüşünü özetleyen ifadesi şudur: Bir
kimsenin böyle bir mekanizmanın işleyişini ortaya çıkarmamıza bağlı olarak
anladığını söyleyemeyiz.
Wittgenstein’ın
semantik mentalizme karşı çıkmasına gelince; o, bu konuda, makine örneğinden
hareketle oluşturduğu ünlü kanıtlarından birine başvurur: Bu kanıt, “özel dile
karşı çıkar.”
Zihinsel
nedensellik problemi çok iyi bilinir. Çünkü uzun zamandan beri çeşitli adlar
altında pek çok versiyonu vardır. Bunlar gölge olguculuk (epiphénoménalisme)
problemi, ruh beden düalizmi problemi veya beden-ruh ilişkisi problemidir.
Zihinsel
durumların özdeşliği için gerekli şartlar sorunu yeterince tartışılmış
değildir. Zihinsel haller, dilden hareketle belirlemeye girişildi. Fakat çok
çabuk bir güçlükle karşılaşıldı. Şu soruda söz konusu güçlük ifade edilir:
Zihinsel durumların, dilin yapısı kadar karmaşık ve çok incelenmiş yapıları
olduğunu gösterecek araçlara sahip miyiz? Bir sözlük? Kompozisyon kuralları?
Bir süre? Bölümler? Hiçbir ciddî empirik inceleme bu yapıyı ortaya koyamaz.
Empirik araştırma, sadece “düşüncenin dili” tezi aracılığıyla, varsayılan
bilgisayarla benzerliği temelinde postulat olarak konabilir. Bu analojinin bir
temeli olsa bile, mentalisti güç duruma düşmekten kurtaramaz. Çünkü söz konusu
analoji mentalizmi, başlangıçtaki isteklerinin tersi bir yola sürükleyerek,
davranışçılığın bir türüne dönüştürür.
Zihinsel
durumların özdeşliği şartlarını belirlemenin bir başka biçimi, onları fizik
çevreden hareketle bireyselleştirmekten ibarettir. Bu tutumu benimseyenler, iki
postulat kabul ederler: Birinci postulata göre, zihinsel objeler ile zihinsel
durumlar arasında nedensel ilişkiler vardır. İkinci postulat ise zihinsel
objelerle zihinsel durumlar arasında eşanlı değişikliklerin varlığını ileri
sürmekten ibarettir. Fakat nedensel bir ilişkinin yerine amaçlı ilişkiyi
koyarak, zihinsel durumları uyaranlara gösterilen reaksiyonlara dönüştürmüş
oluruz. Bu durum ise, zihincilik karşıtı bir davranışçılık biçimi ortaya
çıkarır.
Zihinsel
durumların nedensel güçleri ve bu durumların özdeşlik şartları kuşkulu
olduğundan, onların realiteleri kesinlikle ileri sürülemez ve mentalizm, tehdit
edilmiştir.
Mentalizm
ve davranışçılık arasında ya da bu iki doktrinin ötesinde herhangi bir şeyin
olabildiğini ummak gerekir. Yorumculuk dediğimiz şey, sosyolojik teorilerin
çoğuyla uyuşan bu üçüncü yola benzer. Yorumculuğun pek çok çeşidi vardır.
Önce
dar araçsalcılar: Onlar niyetlerin, arzuların, inançların yüklenmesinin, bu
yükleme insanın; fakat aynı zamanda hayvanların makinelerin davranışlarını
düşünülür kılmaya izin verdikleri için yararlı bir yapıntı olduğunu düşünürler.
Sonra
kanıtlayıcılar (expressiviste) diyebileceğimiz kişiler: Bunlar niyetleri,
inançları ve hatta bir anlamda istekleri hayvanlara ve makinelere yüklemekten
kaçınırlar. Onlar, düşünülürlüğün yengisi fikrine sempati duyuyorlar gibi
görünürlerse de onları araçsalcılar*
gibi göremeyiz. Kanıtlayıcıya göre düşünülürlüğün yengisi fikrine araçsal bir
değer vermek saçmadır. Düşünceleri, inançları, niyetleri, konuşabilen, bir dili
kullanabilen varlıklara, sadece bu varlıklara yükleriz. Çünkü yüklemenin
avantajları ve mahzurları, ne olursa olsun, başka türlü yapamayız. Zihinsel
haller realizminin güçlükleriyle karşılaşmak istemediğimiz takdirde,
kanıtlayıcının durumu, portakallara, akciğerlere, bilgisayarlara, hatta
ineklere ve balıklara, niyetler ya da inançlar yüklememize izin vermez. Amaçlı yapıntılar problemi, sadece konuşan
varlıklarla ilişkiler bağlamında ortaya çıkar. Fakat araçsalcı ve
kanıtlayıcının her şeye rağmen ortak noktaları vardır. Onlar, şöyle
düşünüyorlar gibidir: Arzuların, inançların, niyetlerin yüklenmesinin iki temel
fonksiyonu vardır: Öndeyi ve anlaşılırlık. Onlar, yine de çok açık üçüncü bir
fonksiyonu ima ederler: Ahlakî yargının haklılığının gösterilmesi.
Ahlakî
yargı (değer biçme ve öğüt), iyi ya da kötü oldukları hakkında yargıya varmamız
için ya da tersine sahiplerinin kurban ya da sorumluluk taşımadığını ifade
etmek için, başkasına niyetler, düşünceler yüklemeyi gerektirir. Bana öyle
geliyor ki, inançların ve niyetlerin yüklenmesinin bu üçüncü fonksiyonu,
iyileştirilmelidir. Çünkü amaçlı hiçbir strateji olmaksızın (en etkili
öndeyinin kaynağında en yalın davranışçılık vardır) başarılı öndeyileri çok iyi
inceleyebiliriz. Dilin anlaşılırlığı söz konusu olduğunda olaylar biraz daha
karmaşıktır. Burada şöyle bir soru sorabiliriz: Kendimize ya da başkasına
zihinsel halleri ne zaman yükleyebiliriz? Buna cevap olarak diyebiliriz ki,
böyle bir yükleme, sadece, dilin cümle tiplerini incelemeyi bir kenara
bıraktığımızda gereklidir. Kuşkusuz söz konusu terk, iletişim durumunda kullanılan cümleler
yararına yapılmıştır. Tabiî olarak bu dikotomiye karşı direnenler, anlam
analizinin her zaman, zihin hallerinin yüklenmesini gerektirdiğini
düşüneceklerdir.
Bu
tür problemlerin tümüyle farklı biçimde ortaya çıktığı bir bağlam, zihinsel
haller yüklemenin, bir “iç hayat” yüklemenin gerekli gibi olduğu bir bağlam
vardır. Bu, ahlakî yargı bağlamıdır. Diğer deyişle amaçlılık sadece ahlakî
bağlamda elenemez. En iyi kanıtlar, yorumculuk lehine bu bağlamda
tüketilmelidirler. Amaçlı kavramların katkısı olmaksızın daha iyi öndeyi
araçlarını bulabiliriz; ancak yine de bu, söz konusu kavramları terk etmemizi
gerektirmez. Çünkü amaçlı kavramları terk etmek, ahlakî yargının imkânını
ortadan kaldırmak anlamına gelir. “İç hayat”ı günümüzde değerini yitirmiş bir
davranışçılık biçiminde tümüyle eritmeksizin, katı mentalizm çıkmazından
kurtaramayız.
Her
ne olursa olsun, mentalizmin sürekli bir kandırma, davranışçılığın devam eden
bir tehdit olduğunu duyguların analizinde bu şekilde davranmak gerekir.
Genelde
duyguların, özelde kin, utanma, korku gibi duyguların yeniden keşfi,
davranışçıların, psikolojik folklor müzesinde düzenlemenin daha iyi olduğunu
düşündükleri kavramların iyileştirilmesi hareketiyle benzer noktaya sahiptir.
Fakat duyguların analizi, açık nedenlerden dolayı, mentalisti türevden daha çok
zarar görmüştür.
Kuşkusuz
ilk teşebbüs duyguları, tümüyle nicel durumlara, süjenin hissettiği izlenimlere
indirgemektir. Fakat bu durumda çok çabuk görürüz ki, tümüyle nicel ölçüt
(süjenin hissettiği şey) yeterli değildir. Oldukça açıktır ki, arzuyu, kıskançlığı, kini, hıncı ayırt
etmemize izin veren şey, süjenin hissettiği belli tipte bir izlenim değildir.
O zaman
daha çok kognitif karakterde ölçütlere ihtiyacımız vardır; duyguları
duyumlamalardan çok, düşünceler tarafına yerleştiririz. Duygu, bir önermesel ya
da nominal bir objeye doğru yani düşünceye inanca, kişiye doğru yöneltilmiş
olabilir. Duygu artık, basit bir reaksiyon, objelerin neden olduğu bir
etkilenme hali değildir. Gerçekte bunun çok daha ilerisine gittik. Edilgiden
etkiye, duygulanımdan yönelime, duyumlamadan düşünceye geçiş, duyguların
özdeşleştirilmesi veya ayrılması sorununu cevaplamaya izin vermez. Ne duygusal
durumun önermesel objesi (kin duyduğumuz, korktuğumuz şey. vs.) ne de davranış
biçimi, günlük hayatta duyguların bu ince farklarını nasıl teşhis ettiğimizi
anlamaya izin vermezler.
Kısaca söylemek gerekirse, öyle görünüyor ki, bu ince ayırımları nasıl
yaptığımızı anlamak için, duyguları yüklemeye ilişkin bir sosyal prosedür
fikrini, bu prosedürdeki ahlakî bir boyut fikrini işin içine sokmak zorunludur.
Duyguların ahlakî ya da sosyal objeler olarak bilebileceği ye da tanınabileceği
düşüncesi, pek çok epistemolojik sonucu vardır. Eğer duygular açık biçimde reel
varlıklardan değil; fakat sadece toplumsal biçimde oluşturulmuş objelerden söz
ederse, bunun anlamı şudur: Onlara, olağan anlamda nedensel bir rol
yükleyemeyiz; kin, etnik çatışma gibi dramla sonuçlanan fenomenleri açıklamaya
çalışan basitleştiricilerin yüklediği nedensellik rolünü yükleyemeyiz.
[7] Fodor, J. L., L’explication psychologique, traduction par Y. Et G. Noizet,
Segher, Paris, 1972, p. 162.
[8] Ogien, La philosophie analytique, P.
115.
[16] Wittgenstein,
Ludwig Josef, Les Cahiers bleu et brun, Gallimard, collection
"Les Essais", Paris, 1965, pp. 70-71.