17 Şubat 2021 Çarşamba

PLATON'UN SAKALININ TRAŞ EDİLMESİ: OCKHAMLI BERBER

 

       IV. GEREKSİZ ENTİTELER

             (Ockhamlı Usturası)

Hans Hahn*

 

Bana öyle geliyor ki, pek kalabalık ve pek çok felsefî sistemleri başlıca iki gruba ayırabiliriz: Dünyaya doğru dönen  felsefe sistemleri ve dünyadan başka yöne dönen  felsefe sistemleri. Dünyaya doğru dönen felsefe, tümüyle, duyularla  kavradığımız dünyaya dayanır; bu dünyayı değişken, düzensiz ve çok biçimli haliyle alır; dünyaya yönelmeye, ona uygun davranmaya ve ondan haz almaya çalışır. Bu felsefe için öz, sadece duyumlanan şeye aittir; duyulur dünyadakilerden başka entiteler araştırılmamalıdır. Buna karşılık dünyadan başka yöne dönen felsefe, duyulara güvenmez;  duyulur dünyayı yanılsama ve yalan sayar, basit bir görünüş kabul eder ve duyuların bildirdikleri görünüşler dünyasının ardındaki gerçek entiteleri, gerçek varlığı arar. Çok farklı tarzda felsefe yapma sebebi, bazı temel psikolojik özellikler; bir yanda belli bir iyimserlik, diğer yanda belli bir kötümserlik olabilir. Kendini duyulur dünyada iyi hisseden ve bundan dolayı mutlu olabilen kişi, bu dünyanın gerisindeki entitelere bakmaz. Fakat bu dünyadan hoşnut olmayan, bu duyulur dünyanın hazzını reddeden kişi ise, başka türde entiteler dünyasına sığınır. Dünyadan başka yöne dönen felsefe, böylece bu dünyada haklı olarak pek de hoşnut olmayanları, başka bir dünyaya göndererek teselli etmede sürekli yararlanılan bir araç gibidir. Bu yüzden dünyadan başka yöne dönen felsefe, iki bin yıl boyunca egemen olmuştur. Onun egemenliğine aşağı yukarı itiraz edilmemiştir.  Ama günümüzde bu egemenlik ciddi biçimde sallanmaya başlamıştır. Fakat dünyadan başka yöne dönen felsefenin politik ve ekonomik adını verdiğim rolünden söz etmenin yeri burası değildir. Biz şimdi daha çok duyulur dünyanın uzağına götüren düşünce yöntemini —çok kısa ve çok şematik biçimde—ele alacağız.

Burada duyuların bizi güya aldattığı söylenen durumlara başvuralım. Örneğin suya daldırılan bir değnek, gerçekte doğru olduğu halde, bize kırıkmış gibi görünür. Serap bize çölün ortasında harika hurma bahçeleri gösterir; fakat gördüğümüzü sandığımız vahaya vardığımızda orada sadece kum buluruz; karşımızda, ileride, kontrast renklerden oluşan bir gökkuşağı görürüz; fakat oraya gittiğimizde yağmur yağar ve başka bir şey yoktur. Söylendiği gibi, bir defa yalan söyleyene inanılmaz! Duyular bizi bazen yanılttıklarından her zaman yanıltabilir. Kırmızı bir cam ardından bakarsak, her şeyi kırmızı görürüz. Eğer bir cin her birimizin gözünün önüne her zaman kırmızı bir cam koysaydı, her şeyin kırmızı olduğuna inanmaz mıydık? Bizi küçümsediği için bize sürekli aldatıcı görünüşlerini gönderen böyle bir cin olamaz mı? Ya da bizi cezalandıran varlık, bir cin değil de, davranışımızla kızdırdığımız, çok iyi ve çok âdil bir Tanrı olamaz mı?

Duyulur dünyaya güvensizliğe götüren,  olasılıkla bu tür düşüncelerdir. Peki, duyulara güvenemezsek, neye güvenebiliriz? Ve bize şu cevap verilir: Düşünce’ye.  Deniyor ki, düşünce, duyumlamaya karşıttır; basit görünüşü değil; hakikî bir öz olan varlığı kavrar ve bu nedenle düşüncemizin kavramları hakikî entiteler olmalıdır. Fakat bu kavramlar duyulur dünyanın objelerinden tümüyle başkadır. Duyulur dünyada pek çok at bulunur; —fakat tek  bir “at” kavramı vardır; duyulur dünyadaki  bir at, doğmuştur; önce taydır, sonra yaşlanır ve ölür; —fakat “at” kavramı doğmamıştır; yaşlanmaz ve ölmez. Duyulur dünyadaki atlar hareket eder, değişir, doğar ve ölür;* —fakat “at” kavramı değişmez ve hareketsizdir; oluşa ve bozuluşa itaat etmez. Böylece Platon şu sonucu çıkardı: Duyular dünyası; karışık, çok biçimli, değişen, her şeyin oluşa ve bozuluşa itaat ettiği ve hiçbir şeyin sürekli olmadığı bu dünya, hakikî varlığın dünyası değildir. Hakikî varlığın dünyası, kavramlarımızın tanıttıkları bir İdealar dünyasıdır. Doğmamış ve ölmeyen; hareketsiz, değişmeyen ve birlik olan bu “at” ideası, idealar dünyasında herhangi bir yerdedir; fakat bunun nasıl olduğunu bilemeyiz. Duyulur dünyadaki atlar sadece “at” ideasına katıldıkları ölçüde varlığa sahiptir;—ideaya katılmanın anlamı nedir? Bunu söylemek zordur.

Elea Okulu’nun aşağı yukarı Platon’la çağdaş filozofları daha çapraşık bir doktrin formüle ettiler. Platon şunu kabul ediyordu: Gerçekten var olan tek bir “at” ideası vardır. Bu “at” ideası duyulur dünyadaki pek çok ata karşıttır. Yine de Platon diyordu ki, hakikî varlık dünyasında pek çok ve farklı İdea vardır. Örneğin bir İnsan İdeası, bir Aslan İdeası; Hakikî, Güzel, İyi İdeaları; İkinin, Üçün İdeası, vs. vardır. Oysa Elealılara göre her çokluk, hakikî varlığın karşıtıdır; hakikî varlık Bir’dir; doğmamıştır, ölümsüzdür; hareketsizdir, bozulmaz ve farklılaşmaz.

 Böylece dünyadan başka yöne dönen felsefe; güvenmediği görünüşler topluluğunun arkasında, bağlanmak istediği sabit bir kutup araştırır.  Fakat “kutup” kelimesini matematikten ve coğrafyadan başka yerde duyduğumuzda çok ihtiyatlı olmalıyız. Kutup, kutupsal, kozmik ve daha başka pek çok felsefî terim sabıkalıdır ve bu kelimelerin yer aldıkları sözceler, doğrusu, çok derin şeyler çağrıştırmaktadır; fakat gerçekte çoğunlukla onlar, kesin anlamdan yoksundur.

Platon döneminde, İsa’dan dört yüz yıl önce, dünyadan başka yöne dönen felsefe, Demokritos’un dünyaya dönen felsefesine karşı zafer kazandı. Dünyadan başka yöne dönen felsefe  gerçi Aristoteles felsefesi karşısında biraz geriledi; fakat Epikurosçuluk gibi çok güçlü akımlara rağmen, Platon’dan beri onun bu özelliği (dünyadan başka yöne dönme ç.n.) egemenliğini sürdürdü. Bu Platoncu felsefe bütün Antikite’de; Kilise’nin Skolâstik felsefesi olarak bütün Ortaçağ’da ve rasyonalizm olarak tüm  Modern zamanlarda ve günümüze kadar Alman idealizminin sistemlerinde egemen oldu. Nasıl başka türlü olabilirdi? Herkesin bildiği gibi Almanlar, düşünür ve şair bir halktır. Fakat güneş ufukta yavaş yavaş yükseldi. (Entelektüel ç.n.) özgürlük,  dünyanın politik özgürlüğünün geldiği yerden yani İngiltere’den geldi. Hepimiz biliyoruz ki, İngilizler, tüccar halktır. Bu özgürlük yolunda en aydınlık adlar, John Locke, David Hume ve günümüzde Bertrand Russell’dır. Bu sonuncusu soylu bir İngiliz ailesinden gelir; savaş karşıtı düşüncelerinden dolayı Birinci Dünya Savaşı boyunca hapis yatmıştır. Ve metafiziğin dışlandığı bu ülkede aynı halkın dünyaya demokrasiyi getirmesi; krallığın politik gücünü zayıflatması ve dünyaya dönen felsefe yapması kesinlikle bir rastlantı değildir, çünkü Platon’un ideaları, Elealıların Bir’i, Aristoteles'in saf biçimi ve ilk hareket ettiricisi gibi öte dünyanın metafizik bütün entiteleri; dinlerin tanrıları ve şeytanları; yeryüzünün kralları ve prensleri bir kader toplumu oluşturur; purpura  (bir tür yumuşakça ç.n.) düştüğünde puhu kuşu onu izlemelidir.

Bununla birlikte dünyaya dönen felsefenin silahları ne kılıçtır ne de cellat baltasıdır—silahları yeterince keskin ise de, bu felsefe kana susamamıştır. Ve bugün bu silahların birinden Ockhamlı Usturası’ndan söz etmek istiyorum. Ockhamlı Guillaume,  Skolâstik Felsefe’nin yenilmez doktor’u, Nomisnalist Okul’un  saygıdeğer yenileyicisi, —ne dikkat çekici rastlantı—John Locke, David Hume ve Bertrand Russell gibi bir İngiliz’di. O, 1280-1380 yılları arasında, sonuçta ileri Ortaçağ’da yaşadı. Ve Ockhamlı Usturası bir çiftçinin yabanî otları kökünden koparması gibi, dünya dışı metafizik entitelerin kökünü kazır. Ockham şöyle demektedir: “Kesinlikle gerekli olandan daha çok entite kabul etmemelidir.” Bir lise öğrencisinin Fransızcadan  Latinceye  çevirisinde entia’nın (var olan) altı kırmızı kalemle çizilmişti: Bilindiği gibi, bütün diller içinde mantığa en uygunu kabul edilen klasik Latincede esse’nin (var olmak) şimdiki zaman ortacı yoktur; bu dilde “var olan” ifade edilemez. O yüzden Seneca, Grek filozoflarının όν’u (on) Latinceye quod est (var olan şey) diye çevirme zorunda kaldıklarından yakınır; ens  kelimesi yapay ve sonradan ortaya çıkan bir konstrüksiyondur.

Biz, Ockhamlının ilkesine dönelim. “Entiteler gereksiz yere çoğaltılmamalıdır” sözcesinin anlamı ortaya çıktığı dönemden hareketle anlaşılabilir. O nedenle, Ortaçağ’daki tümeller tartışması üzerinde kısaca durmalıyız. Tümeller, genel kavramlardır: Örneğin, dünyada gerçekten var olan ve yaşayan tikel atlara karşıt olarak “at” kavramı, (bir genel kavramdır ç.n.). Duyulur dünyadan başka yöne dönen felsefe, Platon’un İdealar teorisinden sonra şunu ileri sürüyordu:  Belli bir idealar dünyasında bu genel kavramlara karşılık gelen ve gerçekten var olan entiteler bulunur. O nedenle bu görüşün taraftarlarına realistler denir. Fakat duyulur dünyaya dönen felsefe şöyle der: Atlar, duyulur dünyadadır ve bu yeterlidir. Üstelik “At” kavramına uyan bir entiteyi, bir  “at” İdeasını var diye kabul etmek gereksizdir. “Tikel nesneler yeterlidir ve sonuçta bu tür tümel objeleri kabul etmek tümüyle gereksizdir.” Ve mademki tümeller gereksizdir;—Ockhamlının Usturasını kullanalım—onlardan kurtulalım! Dünyaya dönen bu felsefe kavramına göre hiçbir entite tümellere karşılık gelmez. Bu tümeller adlardan, nomina başka hiçbir şey değildir ve o nedenle bu akımın yanlılarına adcılar denir. Realistler dünyaya sırtlarını dönüyorlardı, adcılar ise düşünce üstatları gibi olan Ockhamlıyla birlikte dünyaya dönüyorlardı.

Bu bağlamda Ockhamlının hayatından kısaca söz etmeliyiz. Ockhamlı Fransiskendi—o dönemde din adamlarının tümü tarikat mensubuydu—ve Ockhamlı bir  inançsız değildi; bu dönemin bir filozofundan inançsız olması beklenemez. Bu, Ockhamlının özgür bir düşünür olmasına engel değildi. O, “ne Kilise Dogmalarına ne de Tanrı’nın var oluşuna asla düşünceyle varılamaz” demektedir. Bu sözü düşünce özgürlüğünün kanıtıdır. Görüyoruz ki, Ockhamlı bir yandan dünyadan başka yöne dönen felsefeye ve öbür yandan dünyaya doğru dönen felsefeye sıkı sıkıya karşıttır. Fransızca bir felsefe sözlüğünde şunu okudum: “Ockhamlı felsefede gözü pekti, dinde dik başlıydı.” Bu nedenle o, Fransiskenler tarikatından uzaklaştırıldı, üniversitelerden kovuldu. Avignon’da Papalık mahkemesine çıkarıldı; ömür boyu hapse mahkum edildi; ama cezasını çekmedi. Bu dönemde  papalar diyorlardı ki, Papa’nın manevî gücü, imparatorların ve kralların dünyevî gücünden üstündür. Ockhamlı, Cermen İmparatoru ve Papa’nın düşmanı Bavyeralı Louis ile görüştü; ona şöyle dedi: “Waiblingen’i hatırlıyorsunuz! Ve papaların manevi otoritesini savunan Welfler’e karşı imparatorların dünyevi otoritesini savunmak amacıyla Waiblingenlilerin* savaşını hatırlıyorsunuz. Jiblenler (Gibelins)** ve Gelfler (Guelfes)*** arasındaki bu yüzyıl savaşı da ezeli savaşın sadece bir ânıdır. Biz de Ockhamlı gibi konuşabiliriz ve şöyle diyebiliriz: Felsefede adcılar ve realistler arasındaki; dünyaya dönenler ve dünyadan başka yöne dönenler arasındaki mücadele de bu yüzyıl savaşlarına benzer.

Dünyaya dönen felsefe ve dünyadan başka yöne dönen felsefe  karşıtlığını yakından görelim. Söylediğimiz gibi, ilki duyulara güvenir ve duyulur dünyada hakikî entiteleri görür; ikincisi, duyulara güvenmez ve gerçek entiteler dünyasına girmeye çalışan düşünceye bağlanır. İnanıyoruz ki, dünyadan başka yöne dönen felsefede düşünceye gerektiğinden çok fazla değer verilmektedir. Oysa her düşünme sadece bir biçim değiştirmedir; düşünmeler asla yeni  herhangi bir şeye götüremez. Tümüyle sonradan ulaştığımız önemli sonuçlardan biri şudur: Her mantıksal düşünce, totolojiktir; mantık sadece önceden söylenen şeyi başka türlü söylememize yardım edebilir; asla yeni herhangi bir şey söylememize izin vermez. “Bütün insanlar ölümlüdür, İskender bir insandır, o halde İskender de ölümlüdür”—bu örnek aşağı yukarı her mantıksal düşünme biçimini aydınlatır. Eğer İskender bir insansa ve “bütün insanlar ölümlüdür” dersem, sonuçta İskender’in de ölümlü olduğunu söylemiş olurum. “O halde İskender de ölümlüdür” cümlesi sonuçta yeni hiçbir şey söylemez, çünkü düşünce bizi tümüyle duyulur dünyadan başka türde bir entiteler dünyasına götürmez; düşüncelerin, duyulur dünyadan hareket eden ve tümüyle bir başka entiteler dünyasında son bulan mantıksal bir zinciri yoktur. Ockhamlının düşüncesi bizim düşüncemize ne kadar yakındır! Şimdi bunu bir defa daha görüyoruz. Biz bugün şunu savunuyoruz: Hiçbir düşünce duyulur dünyadan dünya dışı entitelere götüremez. Tıpkı bunun gibi Ockhamlı da o dönemde diyordu ki, hiçbir düşünme biçimi ne Tanrı’ya ne Kilise dogmalarına götürür: Bunların her ikisi başka bir alana, iman alanına aittir. Ockhamlı  Tanrı’ya ve Kilise dogmalarına inanıyordu. Oysa günümüzde bunlara inanmayan pek çok insan vardır. Bir kişi şifalı otları sevebilir ve bir diğer kişi sevmeyebilir. Bunun bilgi teorisi açısından önemi yoktur.  Tıpkı bunun gibi Ockhamlı’ının Tanrı’ya ve Kilise dogmalarına inanması ile günümüzde pek çok kişinin inanmaması bilgi teorisi açısından pek de önemli değildir.

Dünyadan başka yöne dönen felsefenin iki temel hatası vardır. Bunlardan birincisi düşünceye; ikincisi dil’e aşırı değer vermektir. Dilimizin sözceleri gerçekte bir özneye, muhtemelen pek çok özneye bir şey yükler. Örneğin “bu tebeşir parçası beyazdır”, “bu ve şu tebeşir parçaları beyazdır.” Buraya kadar her şey kurala uygundur; fakat dilde şöyle de denir: “Bu ve şu tebeşir parçaları aynı renktedir.” Dil, tebeşir parçalarına “aynı renk”i yüklerken, “beyaz”ı yüklediği zamankine benzer bir rol oynamaktadır.  Oysa “aynı renk”i yükleyen bu son cümlede açıkça bir anlamsızlık vardır, çünkü “aynı renk”, örneğin “beyaz” gibi, bireyin bir özelliği değildir; fakat iki birey arasındaki ilişkidir. Dünyada dilin yansıtıyor göründüğü özne-yüklem basit ilişkisi yoktur. Tersine, öyle görünüyor ki, bilgi ilerledikçe özne-yüklem yapısı her zaman ilişkisel yapıya yer açmak için daha çok gölgede kalır. Einstein’in görelilik teorisi bu yolda ileri atılan önemli bir adımdır. Özne-yüklem yapısı “yağmur yağıyor”, “kar yağıyor”, “şimşek çakıyor” gibi sözcelerde en üst dereceye götürülmüştür.

Her ne olursa olsun dilin yapısından dünyanın yapısını çıkarmak çok yaygın bir hatadır. Genellikle dilin derin anlamından söz edilir; fakat çoğu durumda bu, basmakalıp bir sözdür. Dil, insanlığın ilk dönemlerinde, atalarımızın derin diye niteleyemediğimiz bir düzeyde bulundukları zaman doğdu. Kuzenlerimiz gelişmiş maymunlar, kesinlikle derin bir düşünceye sahip değildi. İnsanlığı maymunların durumuna benzer bir durumdan şimdiki durumuna kadar özel bir derinlik dönemine geldiğini kabul etmek saçmadır.* sonuç olarak dil, son derece kaba bir araçtır. Bu araç her zaman ilk çağların mirası olan ilkselliği yansıtır. Ockhamlının, İsa’nın sofrasında on üçüncü konuk olarak bulunması ya da herhangi bir çok önemli işi yapmaya giderken yolda yaşlı bir kadınla karşılaşması, o dönemin en aydın ve en özgür düşünürünü cezalandırma nedeni olmayacak kadar önemsizdir.

Dünyadan başka yöne dönen felsefe düşünce gücüne aşırı değer verdiği gibi, dilsel biçimlerin kapsamını da abartır. Bu felsefe hakkında diyebiliriz ki, o, düşünen bir süjenin bulunduğu yerde, bir entite de kabul eder. Ve hayret verici olan şudur: Felsefe tarihinde “yağmur yağıyor”, “şimşek çakıyor”, “kar yağıyor” gibi sözcelerde (yağmurun, şimşeğin, karın yerini tutan ç.n.) “o”nun entite olarak bulunduğu bir bölüm yoktur. Yağan, gürleyen, kar olarak düşen “o”lar aynı entite ya da farklı entiteler midir? Eğer farklılarsa aralarında ne gibi ilişkiler vardır? Bu sorunun titiz ve derin inceleme konusu olduğu bir bölüm yoktur.

Dile bu aşırı değer vermenin örneği olarak sözümona imkansız objeler’i çok kısaca açıklayacağız. Vereceğimiz örnek şudur: “Ağaçtan bir demir parçası yoktur.”   Bu sözce gramatikal açıdan doğru kabul edilir:   Haklı olarak var olmama,  “ağaçtan bir demir parçası” öznesine yüklenmiştir. “Ağaçtan demir herhangi bir şey”i haklı olarak  kabul edebileceğimiz bahanesiyle buradan şu sonuç çıkarıldı: “Ağaçtan demir” yine de öyle veya böyle belirli bir şey olmalıdır. Gerçekte bulunmasa da, belli bir obje, imkânsız bir obje,  ağaçtan demir gibi herhangi bir obje var olmalıdır. İmkânsız objeler doktrininin kabul ettiği şey budur ve bu doktrin matematik için bir anlamı olduğunu iddia eder; çünkü dolaylı kanıtlamalarda matematik tutum imkânsız objeler üzerinde iş gördüğünde bu objeler anlamlıdır. Bu doktrin tümüyle, lengüistik biçimin yetersizliğinin bir sonucudur. Bugün konuşulan çeşitli dillerden çok daha gelişmiş bir dilimiz, sembolik mantığın dili vardır. “Ağaçtan demir nesne” sözcesi sembolik dile şöyle çevrilebilir: “X, demirdendir ve X, ağaçtandır”, sözcesi tüm X objeleri için yanlıştır. Bundan sonra sembolik dil, nesne durumlarını ifade eder. Görüyoruz ki, dildeki bu düzeltme bir defa gerçekleştirildikten sonra yeni formülasyon, bu tür imkansız objelerden hiçbirini içermez. Eğer reel dünyadaki bütün X denen reel objeleri gözden geçirirsem, şunu tespit ederim: Onlardan hiçbiri, hem demirden hem de ağaçtan değildir. “Ağaçtan bir demir parçası bulunamaz” sözcesini anlamak için imkansız bir objeyi kabul etmem gerekmez. Ve Ockhamlı Usturası şimdi kullanılır: İmkansız objeler, gereksiz entitelerdir; o halde onlardan kurtulalım! Varlığa benzeyen, belli bir biçimde var olmakta devam eden ve gölgeler kadar gerçek imkânsız objelerle dolu bir dünyaya hiç ihtiyacımız yoktur.

Ockhamlı Usturası zaman ve mekan doktrinlerine de uygulanır. Zamanla başlayalım! Metafizik eğilimli filozoflar yaşantımızı biçimlendiren duyulur olayların olup bittiği bir “zaman” entitesi kabul ederler. Bu filozoflar demektedirler ki, “zaman” entitesi basit entitelerden; ânlardan ya da uzamsız zaman noktalarından oluşur. Bu doktrini, dünyaya dönen felsefe açısından düşünelim. Bu doktrine göre sadece dünyada olup biten ve yaşanmış bir deneyimine sahip olduğumuz süreçler vardır ve daha fazla bir şey yoktur. Bu süreçlerden pek çoğunu (bütünüyle ya da kısmen) eşanlı olarak yaşıyoruz. (Eşanlıların dışında ç.n.) diğer süreçlerden kimini önce, kimini sonra olarak yaşarız. Oysa eşanlılığın ve art ardalığın bu yaşantıları,  örneğin görme ya da dokunma duyumuzun yaşantıları kadar gerçek ve ilksel yaşantılardır. (Zamanı ve ânı bağımsız entite kabul edenlere göre ç.n.) sanki iki olayın eşanlı olduğunu ve aynı anda olup bittiğini tespit etmek için, önce bir zamanın ya da anların bilgisine sahip olmam gerekiyormuş gibidir. Oysa bu, dilin ve “aynı anda” kelimelerinin neden oldukları yanılsamadır. Bu yanılsamaya izin vermemeliyiz. Başlangıçta bulunan şey, eşanlılıktır. Bu eşanlılığı, renkleri ve sesleri yaşadığımız gibi yaşarız. Hiç kimse bir ânın yaşantısına henüz sahip değildir ve asla olmayacaktır.

Kant’ın dünyadan başka yöne dönen felsefesinin bizi yanıltmasına izin vermemeliyiz, çünkü Kant’ın felsefesinde, zamansal eşanlılık ve art ardalık sübjektif düzende eklemelerdir. Bu eklemeler, “kendinde nesneler”in zaman dışı dünyasına insan tarafından taşınmışlardır. Gerçekte yaşantıların eş anlılığı, önce ve sonra, kırmızı ve yeşil gibi, açlık ve sevgi gibi reeldir. Hiç kimse “kendinde bir nesne”nin yaşantısına asla sahip olmadı ve asla sahip olmayacaktır.

Şimdi hepsi tümüyle ya da kısmen eşanlı yani zamansal olarak çakışan veya kısmen iç içe geçen süreçler bütünü düşünelim. Bütün bu yaşantılar, normalde belli bir zaman parçasında gerçekleşeceklerdir. Ve bazıları erken başlayacaktır. Oysa diğerleri   daha uzun zaman oluşa devam edecektir. Şimdi üstelik (tümüyle ya da kısmen) eşanlı diğer yaşantıları, söylediğimiz tüm yaşantılarla birlikte düşünelim. Bu yaşantılar yukarıda belirtilen bütün yaşantıların ve şimdi söylediğimiz yaşantıların gerçekleştikleri zaman diliminde gerçekleşir. Artık genişletilemeyen bir yaşantılar sınıfını alalım: 1)  Bu yaşantılar, sayıları ne olursa olsun, (kısmen) eşanlı olarak gerçekleşmiştir; 2) bu yaşantıların oluşturdukları sınıf o kadar geniştir ki, bu sınıfın tüm yaşantılarıyla kısmen eşanlı olan başka hiçbir yaşantı yoktur; birlikte düşünülen bu yaşantıların gerçekleştiği zaman, o takdirde tek bir âna indirgenir.  Şimdiye kadar gündelik dilin üslubuyla konuştuk; fakat bundan sonra Russell’la birlikte diyeceğiz ki, bir ân,  genişletilemeyen, eşanlı yaşantılar sınıfından başka bir şey değildir.

Doğal olarak eşanlı yaşantılara sadece işaret edebiliriz. Yine de akla gelen iki itirazı kısaca cevaplamalıyız. İlk itiraz şudur: Her şeye rağmen artık genişletilemeyen, eşanlı olaylar sınıfının yaşantıları bütün olarak düşünüldüklerinde, tek bir ânda değil; fakat bir zaman parçasının bütününde devam edebilir. Bu itirazın temelinde tümüyle şu düşünce vardır:  Dünyadan başka yöne dönen felsefenin anladığı anlamda zaman, bağımsız bir entitedir. Fakat bu itirazı cevaplayalım: Eğer belirtilen sınıfa ait tüm yaşantılar gerçekten zamanın bütün bölümleri boyunca sürseydi,  şu anlama gelirdi: Zamanın bu tüm bölümlerinde yaşantılarımdan hiçbiri ne başlardı ne de biterdi ve tüm bu zaman parçası boyunca hiçbir değişikliği yaşayamazdım ve sadece tek bir ânı değil; geçen zamanın hakikî bir parçasını tespit etmek için, herhangi bir araca kesinlikle muhtaç olmazdım. Oysa anlam ne olursa, olsun tespit edilemeyen şeyin anlamı da yoktur.

İkinci itiraz: Zamanın bir ânı bir yaşantılar sınıfından tümüyle ve açıkça farklı bir şeydir! Fakat bu itiraz ilkinden daha anlamlı değildir. Bir ânın ne olduğunu bilseydik, onu yaşayabilirdik ve o zaman yaşanmış olan “ân”ı yaşantıların önceden düşünülmüş sınıfıyla karşılaştırabilirdik ve —tıpkı kırmızı rengi yaşantısının sayesinde bildiğimiz gibi—ânın herhangi bir başka şey olduğunu haklı olarak söyleyebilirdik ve o zaman varsayalım ki, bir kişi “kırmızı renk, bir muz yığınıdır” demiş olsun. O takdirde haklı olarak şöyle karşılık verebiliriz: “Bu, doğru değildir.” Bir ânın yaşantısına sahip olamadığımızdan, itiraz tüm anlamını kaybeder.

Russell’ın bu ân tanımına sadece yaşantılar girer; bu tanım tümüyle dünyaya dönüktür; dünya dışı ve duyuüstü realitelerin hiçbir türünü gerektirmez.   Ve şunu gösterebiliriz: Bu ânlar, Russell’a fiziğin ânlardan istediği her şeyi yaptırabilir. Yaşantıların dışında, bu yaşantıların kalıbı gibi olan ânları; bu uzamsız ânlardan oluşan bir zamanı var olan diye kabul etmek doğru değildir. Yaşantılarımızın sadece eşanlı, daha erken ve daha geç ilişkilerine; bir yaşantının gerçekleştiği ilişkilere ihtiyacımız vardır. Ve zamanın ve ânlarının gerçek varlığını kabul etmek doğru olmadığından, Ockhamlı Usturasını yeniden kullanalım ve şöyle diyelim: Bu zamanlardan ve ânlardan kurtulalım ve bir zamanın metafizik var oluşunu kabul eden  sahte felsefî problemlerin tümünden kurtulalım.

Zaman konusunda söylediklerimiz, mekan için de geçerlidir. Genellikle bölünmez ve uzamsız entitelerden yani noktalardan bileşen “mekan” diye bir entite kabul edilir. Yine kabul edilir ki, bu mekan, bir rezervuardır; rezervuarda duyularımızın tanıklık ettikleri süreçler görünür;  balıklar akvaryumda nasıl yüzerse, duyulur dünyanın nesneleri kendi başına var olan rezervuarda (mekanda) öyle yüzerler. Çocukken bana deniyordu ki, uzamsız bir nokta nedir? Bunu anlamak ve düşünmek çok güçtür. Çok güç mü? Bu, son derece ihtiyatlı konuşmaktır. Bu, güç değil; tümüyle imkansızdır. Bir ânı  yaşayamayanlar, bir noktayı da yaşayamazlar.

Düne kadar şöyle düşünülüyordu: Geometrinin konusu mekandır ve noktalardır. Ve konuyu pek bilmeyenler  de diyorlardı ki, “bir nokta nedir? Biz bunu bilmeyebiliriz; yine de en azından matematikçiler bunu gerçekten bilebilirler.” Ne büyük yanlışlık! Noktanın ne olduğunu matematikçiler daha iyi bilmezler ve onlar da bu konuda  en bilgisiz kişilerden daha bilgili değillerdir.  Bir noktanın ne olduğunu söylemek güçtür. Güçlüğün yol açtığı ilkesizlik bir kenara bırakılırsa, noktalar bilimi olan geometri, matematikçilere kusursuz gibi göründü. Bu nedenle matematikçiler, hayret verici biçimde basit bir çıkış yolu buldular. Onlar şöyle dediler: Bir noktanın ne olduğunu bilmek, matematiğin görevi değildir; bu sorun bizi hiç de ilgilendirmez ve bir noktanın ne olduğunu bilmeden, matematiği yetkin biçimde yapabiliriz. Doğrusu bu, ilk bakışta biraz tuhaf gibi görünür; fakat hiç de anlamsız değildir. Bu durum, bilimin yapısına ilişkin bilgimizde önemli bir ilerlemeye yol açtı. Aksiyomatik yöntemin, örtük tanımlara ve varsayımsal-tümdengelimsel sistemlere ilişkin doktrinleri vardır. Aksiyomatik yöntem bu doktrinler sayesinde yöntem olmuştur. Fakat bu konunun burada ayrıntısına giremeyiz. Bizim için önemli olan yalnız şudur: Matematikçiler “bu problem bizi ilgilendirmez” dediklerinde problem ne çözülmüştür ne de elenmiştir. Geriye şu temel soru kalır: “Bir nokta nedir?” Ve noktayı incelerken tümüyle ânları incelerken davrandığımız gibi davranırız. Doğrusu duyulur dünyada noktaları değil; cisimleri buluruz.  İki cismin ortak noktaları olması, birinin diğerini tümüyle içermesi ya da çakışmaları ne anlama gelir? Bunu biliriz. Kuşkusuz noktaya ilişkin problemi çözmeye çalışırken başka türde yani mekana ilişkin problemle ilgilenmek zorunda kaldık. Mekan problemleri burada bize pusu kursa da en azından ortak noktanın, içermenin ve çakışmanın anlamını bildiğimizi iddia ediyoruz. Ortak bölümleri olan bir cisimler sınıfını yeniden düşünelim. Düşündüğümüz cisimler ne kadar çoksa, ortak yönleri, o oranda azdır. Yeniden, uzamı olmayan cisimler sınıfını (noktayı ç.n.) düşünüyoruz ve Russell’a birlikte şöyle diyoruz: Böyle (uzamsız ç.n.)  bir cisimler sınıfı, bir noktadır. Doğal olarak, “bir nokta, mekanın uzamsız bir bölümüdür” şeklindeki ilk tanımımızdan şimdi çok uzağız; uzamsız bu bölüm yardımıyla hiçbir nesne anlaşılmaz. Bundan böyle artık bazı bölümlerini, özellikle bazı uzamsız bölümlerini dikkate almamız gereken “mekan” dediğimiz entite yoktur; burada sadece duyulur dünyanın bize verdiği nesneler vardır ve biz, bu tür cisimleri içeren bazı sınıflara noktalar diyoruz. Duyulur dünyadan özsel olarak ayrı bir entiteyi, şurasında ve burasında cisimler bulunan kendi başına var olan herhangi bir mekanı; bu mekanı oluşturan ve kendi başına var olan herhangi bir noktayı kabul etmemiz için hiçbir sebep yoktur. Mekana ve noktaya muhtaç değiliz ve Ockhamlı Usturası’nı burada yeniden kullanıyoruz: “(Kendi başına var olan ç.n.) mekandan ve noktadan kurtulalım!” Geometrinin muhtaç olduğu her şeyi anlamak için, duyulur dünyadaki cisimlerden başka hiçbir şeye ihtiyacımız yoktur.

Ve matematikten söz etmekte olduğumuz için sayılar’dan da söz edelim. Metafizik eğilimli filozoflar sayıları bir tür mistik var oluşa sahip entiteler gibi kabul ettiler. Platon’a göre İdealar Dünyası’nda bir İki İdeası, bir Üç İdeası vs. vardır ve pek çok metafizikçi şuna inandı: Kimi sayılarda gizemli güçler vardır. Yedi, en mükemmel sayıdır; o yüzden kutsaldır. Hristiyanlıkta yedi sakrement –yanılmıyorsam” yedi günah vardır; fakat bu, belki de kutupsallık olabilir. Oysa renklerin spektrumunda gerçekte altı renk vardır. Spektruma gerçekte olmayan çivit rengi eklenerek yedi kutsal sayısının burada bile varlığı söylenir. Yedi entitesi renklerin spektrumuna çivit renginin eklenmesiyle bir defa oluşturulduktan sonra, gerçekten yaratıcı bir tarzda iş gördü, çünkü çivit rengi olmasaydı gerçekte spektrumda sadece altı rengimiz olurdu ve spektrumda sakrement sayısı kadar renk olmaması, dünyamız için çok büyük bir eksiklik olurdu. Bundan dolayıdır ki, çocuklar optikte, başka hiçbir yerde görmedikleri bir çivit renginden söz edildiğini duyarlar.

Zaman ve mekan için söylediklerimiz, sayılar için de geçerlidir. Görmüştük ki, biz eşanlı olayları yaşarız; fakat zamanı veya bir ânı asla ve hiçbir yerde yaşamayız. Aynı şekilde yaşanmış deneyimlerimizde üç ya da beş objeyi içeren bütünler buluruz; fakat üç ya da beş sayısını asla ve hiçbir yerde yaşamayız. Bir objeler bütünü hakkında “beş objeden oluşmuştur” dediğimizde tam olarak ne demek isteriz? Şunu anlarız: Onları elin parmaklarıyla sayabiliriz; bir eldeki parmaklar kadar nesne vardır; daha doğru deyişle bu bütünün objeleri, her objeye bir parmak ve her parmağa bir obje karşılık gelecek şekilde sayılabilir. Beş objeyi oluşturan bütünler o halde, objeleri bir elin parmaklarıyla, belirtilen şekilde uyuşturulabilen bütünlerdir ve bu bütünler böylece beş objeden bazen daha çoğunu bazen de daha azını içeren tüm diğer bütünlerden ayrılır. Ve şimdi diyebiliriz ki, —ve zamanın ân ve nokta tanımlarına bizi götüren şey, tamamıyla aynı düşüncedir: —Beş sayısı, ögeleri yukarıda belirtilen şekilde bir elin parmaklarıyla kesinlikle uyuşturulabilen bütünler sınıfından başka bir şey değildir. Tanrı aşkına, burada, “yine de bir sayı, bir bütünler sınıfından başka bir şeydir” diye bize itiraz edilmesin! Sayıları renkler ve sesler gibi yaşamadığımız için, kendinde ve kendisi için sayılar kesinlikle hiçbir şey değildir. Sayılar bize renklerin ve seslerin verildikleri gibi verilmez; onlar verilerden hareketle yani duyulur dünyadan hareketle oluşturulmalıdır. Aynı şekilde sayılar öyle oluşturulmalıdır ki, günlük hayatta ve bilimde bütün fonksiyonlarını kesinlikle yerine getirebilsinler. Frege’ye ve Russell’a göre sayılar duyulur dünyadan hareketle nasıl oluşturulur? Bunu yukarıda gördük. Oluşturuldukları şekliyle sayılar, günlük hayatta ve bilimde yerine getirmeleri gereken bütün fonksiyonları gerçekten yerine getirir—burada ayrıntıya girmemiz gereksizdir—ve bu kısa açıklamalarımızdan daha çoğuna ihtiyacımız yoktur. Duyulur dünyanın objeleri bize tümüyle yeter ve duyulur dünyadan daha çoğunu veya onun ardındaki dünyayı, sayıları sanki bir tür var oluşa sahip özel entiteler gibi kabul etmemiz asla ve hiçbir yerde gerekmez. Ve sayılara özel entiteler sıfatıyla ihtiyacımız olmadığından ve bu tür entiteler olmaksızın yaşayabildiğimizden—Ockhamlı Usturası yine işbaşındadır—onları daha çok gerçeklik olarak kabul etmek istemiyoruz. Sadece saydığımız objeler vardır; buna karşılık onların dışında mistik türde entiteler olan sayılar yoktur.

Az veya çok tedirgin edici ve gereksiz; az veya çok hayali entiteler vardır. Ockhamlı Usturası bizi bunlardan özgürleştirir. Bu durumun, verdiklerimizden başka örnekleri vardır. Bizim için çok özel bu entiteler hakkında birkaç söz söyleyelim.  Daha önce dilin yüklemsel yapısından söz etmiştim; bu yapının dünyadan başka yöne dönen felsefe üzerindeki yıkıcı etkilerini ifade etmiştim; bu felsefenin dilin yapısından dünyanın yapısına ilişkin sonuçlar çıkardığını söylemiştim. Bu konuyu biraz daha açıklayalım. “İşte bir kâğıt! O, şimdi kaygandır; şimdi kıvrıktır; şimdi top halindedir” ve bu sözcede sürekli bir özneyi (kâğıt) ve değişen yüklemleri (şimdi kaygan, şimdi kıvrık, şimdi top halinde) buluruz. Dilin belirsizleştirdiği felsefe buradan şu sonucu çıkarır: Dil bize şöyle bir görünüş verir: Dünyada sürekli tözler vardır; bu tözler “sürekli” lengüistik süjelere uygundur. Tözler, değişen niteliklerin; kendi sıralarında, değişen yüklemlere uyan, değişen özelliklerin (niteliklerin) taşıyıcılarıdır. Fakat sürekli bir töze ilişkin yaşantımız nerede gerçekleşir? Hiçbir yerde asla gerçekleşmez. Tebeşir parçasına ilişkin yaşantım, niteliklerin dayanağı gibi olan sürekli bir töze ilişkin yaşantım değildir. Görerek ve dokunarak tebeşiri ve biçimini kavradığımda, onun renginin beyazlığını; direncini ve katılığını duyumsarım. Fakat tebeşir parçasını başka yere koyduğumda ya da ben yer değiştirdiğimde biçimi de değişir. Yer değiştirmemden önceki yaşantım ve gördüğüm şey, yer değiştirmemden sonrakilerle aynı değildir. Kısaca söylersek bizi çevreleyen dünyanın bildiğimiz objelerini değişmez tözsel özler olarak yaşamıyoruz; yaşadığım şeyler sadece renklerdir, biçimlerdir, sertlik dereceleridir vs. değişen pek çok niteliktir.

Yaşantılarımızı, renkleri, sesleri  vs. oluşturan şeyin dışında, deneyimleyemediğimiz başka entiteleri; örneğin yaşadığımız renkler biçimler, sertlik dereceleri gibi nitelikleri taşıyan sürekli tözleri   şimdi kabul edecek durumda olabilir miyiz? Burada aynı düşünce bize yardım eder; söz konusu düşünce mekanı, zamanı ve sayıyı anlamamıza izin vermiştir; bunları anlarken, yaşanabilen şeyin ötesine gitmek zorunda kalmamıştık; duyur dünyanın dışında ya da ötesinde özel entiteler kabul etmemiz gerekmemişti. “Bu tebeşir parçası” dediğimiz şey, güya taşıyıcısı olduğu renklerden, biçimlerden, katılık derecelerinden vs. oluşan sınıftan başka bir şey değildir. Bu düşünceyi dünyaya doğru dönen İngiliz Felsefesine borçluyuz. Derneğimize adını veren büyük fizikçi ve Viyanalı filozof, Ernst Mach bu felsefeyi tutkuyla izledi. Bu düşünceyi özümleme bize öğretiyor ki, duyulur dünyanın, yaşanmış deneyimlerimize girebilen entitelerinin altında ya da gerisinde herhangi bir yaşantı konusu olmayan başka entiteleri, tözleri kabul etmek asla ve hiçbir yerde zorunlu değildir. Şimdi Ockhamlı Usturası tözlerin de kökünü bir çırpıda kazır; tözler için pek çok övgü konusu olan süreklilik, Ustura’nın keskin yüzüne dayanamaz. Burada ayrıntıya girmemiz hiç de gerekmez; çünkü bu sorun Derneğimizde daha sonra kesinlikle derinlemesine ele alınacaktır.

Yine de son ve önemli bir problemi tartışmalıyız. Geriye bir bakalım! Gördüğümüz gibi ânlar, yaşanmış deneyimlerin bazı sınıflarıdır; noktalar, cisimlerin bazı sınıfıdır; sayılar, bütünlerin sınıflarıdır (ve bütünler, objeler sınıflarıdır); biliyoruz ki, yaşadığımız dünyanın objeleri renklerin, biçimlerin, sertlik derecelerinin vs. sınıflarıdır. Düşünülen her durum, bizi sınıflara götürür. Her şeye rağmen sonuçta  öyle görünüyor ki, duyulur dünyanın entiteleri sınıflar için yeterli değildir; ayrıca bu ilk dereceden entiteler yanında Ockhamlı Usturası’na direnen bu ilk dereceden entiteler sınıfları gibi üst dereceden başka entiteleri; sonra bu sınıfların sınıflarını (sayılar sınıfların sınıflarıdır) ve belki bunların ötesinde başka sınıfları kabul etmemiz gerekir. Şunu hatırlatmakla yetineceğim: Dünyaya doğru dönen felsefe bize burada da doğru yolu gösterdi. “Sınıf “kelimesinin yer aldığı her anlamlı sözce, objeler sınıflarının değil, sadece bizzat objelerin dahil olduğu bir sözceye nasıl dönüşebilir? Bunu bize Russell gösterdi. İşte akla hemen geliveren uygun bir örnek. “Memeliler sınıfı, aslanlar sınıfını, içerir”. Bu örnekten gerçekte sadece şunu anlıyoruz: “Her aslan bir memelidir”; bunu biraz daha ayrıntılı biçimde şöyle formüle edebiliriz: “Aslan” kavramını tanımlayan özelliklere sahip her obje, aynı zamanda “memeli” kavramını tanımlayan özelliklere sahiptir ve bu formülde sadece sınıflar hariç, duyulur dünyanın, bir yaşantı konusu olabilen objeleri söz konusudur. Son tahlilde sınıfların bile kendi tarzlarında gereksiz entiteler oldukları ortaya çıkar; öyle ki, geriye duyulur dünyamızın yaşanabilen entitelerinden  başka bir şey kalmaz.

Ockhamlı Usturası’nın işbaşında olduğunu gördüğümüze göre şöyle dememize izin verilmiştir: Bu Ustura iyi kesiyor—dünyadan başka yöne dönen metafizik felsefe, tıraş kremini köpürterek tıraşı kolaylaştırmak için çok yardımcı oldu.  İmkansız objeler, tümeller, boş mekan, boş zaman gibi varlık ve var-olmayan arasında herhangi bir yerde bulunması gereken hayali ve yarı entitelerin tümünden arındırılmış bir dünyayı yeniden buluyoruz; bu dünya, daha güçlü bir varlık oldukları iddia edilen; İdealar, tözler denen; duyulur dünyamızın karışık ve değişen entitelerinden çok daha sürekli, üstün entitelerin tümünden de arındırılmıştır.

Yine de demeye çalışıyoruz ki, duyulur dünya ile yetinen, üstün ve daha derin herhangi bir şey araştırmayan, dünyaya dönen bu felsefe, başlangıçtaki haliyle bir hakikî işportacılar felsefesidir; bir cahiller ve ukalalar felsefesidir; fanteziler yapmayan sıradan insanın bir felsefesidir. Dünya, aldatıcı görünüşlerin üstündendir; Goethe’nin betimlediği şekliyle son derece tinselleştirilmiş ve yüceltilmiş İdeaların altındadır. Goethe şöyle der:

Otururlar tanrıçalar tahtta yapayalnız, soyluca

Dışında her yerin, her zamanın;

Ne zordur, sözünü etmek tanrıçaların!

Ve bu son noktada uzlaşımdan daha çok bir şey vardır.

Dünya, her yerde tanrıların ve şeytanların hissedildiği zamanlarda çok güzel olmuş olabilir; dualarla ve kurbanlarla her tür üstün varlığı az veya çok güzel sözlerle sürekli baş tacı etmemiz; pek çok kötü ruhu büyülü formüllerle engellememiz gereken bir çağ ne kadar şiirseldir! Ve yere üç defa tükürmenin bir kötülüğü kovabildiğine inanan insanlar, bu inançlarından dolayı kendilerini kutlayabilirler. Bir aynayı vecdle kıran bir kişiyi görmüştüm. Bu kişi düşünüyordu ki, aynayı kırdığı için en  erken yedi yıl sonra evlenmelidir. Böyle yapmayan bizler, yine de biliyoruz ki, bunların hepsi sadece batıl inançlardır ve biz şöyle demeyi sürdürmeliyiz: Ne kadar çekici ve şiirsel olurlarsa olsunlar, bunlara inanılmamalıdır. “Çok güzel ve çok şiirsel bütün bu gereksiz entitelerin kaybolmaları ne kadar üzücüdür!” demek, Ockhamlının Usturası’na karşı bir kanıt değildir.

Fakat—ve başlangıç noktasına şimdi geri dönelim—herkesin zevki farklıdır. Biri, çeşitlilikten, değişmenin kararsızlıklarından, ele avuca sığamaz ve kavranması zor dünyanın kaprislerinden hoşlanır ve bunun için kendi doğrultusunda kalmayı seçer—diğeri bu duyulur dünyadan haz almayı reddeder; arka dünyalar masalını uydurmak için, bu dünyadan başka yöne döner. Dünya doğru dönen felsefeye bağlı bize gelince; dünyada, yolunu şaşıran, bir çıkmaza giren birinin davranışını görüyoruz; gene dünyada binlerce yıldır insanlığın mustarip olduğu bir hastalığı görüyoruz ve isteğimiz insanı bu karabasandan kurtarmaktır. Ve dünyaya doğru dönen felsefenin basit, açık ve şeffaf doktrinlerini kabul etmek için, dünyadan başka yöne dönen felsefenin mistik karanlığını terk eden insanı şu kelimelerle selamlıyoruz:

Doğuyorsun ölümden, kaynağı belirsiz acılardan;

Her şeyden, gevşek, sıvımsı ve kapalı,

Ve öğreniyorsun özgür bir bakışla ayırmayı

Acı çeken alacakaranlığı, günün aydınlığından.



* Bu yazı Manifeste ddu cercle de Vienne et autres écrits sous la direction de A Antonia Soulez PUF, Paris, 1985, adlı kitapta pp. 201-217. sayfalar arasında yayınlanmıştır.

* Duyulur dünyadaki atın ölmesi iki defa ifade edilmektedir. Bu bizim çevirimizden kaynaklanan bir yanlış değildir. Çevirdiğimiz metinde ifade böyledir.

* XII. yüzyılda Hohenstaufenli Fréderick’in, Almanya’daki topraklarında yaşayanlar.

** XII-XIV. yüzyılda papa taraftarı olan Gelfelere karşıt, Germen İmparatoru yanlıları.

*** Gelfler: XIII.-XV. yüzyıl İtalyasında Papa yanlıları.

* Dilin başlangıçta derinliğe sahip olmaması ile maymunlarda dil olduğunu çağrıştıran bu ifadeleri bağdaştırmak pek mümkün gibi görünmüyor. Dilin en eski biçimlerinin yapısını çocuğun dili öğrenmesinden hareketle çıkarsayabiliriz. Ama maymunlarda bir dil olduğunu empirik olarak söyleyemeyiz. (ç.n).