IV. GEREKSİZ ENTİTELER
(Ockhamlı Usturası)
Hans Hahn*
Bana öyle geliyor ki,
pek kalabalık ve pek çok felsefî sistemleri başlıca iki gruba ayırabiliriz: Dünyaya doğru dönen felsefe sistemleri ve dünyadan başka yöne dönen felsefe sistemleri. Dünyaya doğru dönen felsefe, tümüyle, duyularla kavradığımız dünyaya dayanır; bu dünyayı
değişken, düzensiz ve çok biçimli haliyle alır; dünyaya yönelmeye, ona uygun
davranmaya ve ondan haz almaya çalışır. Bu felsefe için öz, sadece duyumlanan
şeye aittir; duyulur dünyadakilerden başka entiteler araştırılmamalıdır. Buna
karşılık dünyadan başka yöne dönen
felsefe, duyulara güvenmez; duyulur dünyayı
yanılsama ve yalan sayar, basit bir
görünüş kabul eder ve duyuların bildirdikleri görünüşler dünyasının
ardındaki gerçek entiteleri, gerçek varlığı
arar. Çok farklı tarzda felsefe yapma sebebi, bazı temel psikolojik özellikler;
bir yanda belli bir iyimserlik, diğer yanda belli bir kötümserlik olabilir. Kendini
duyulur dünyada iyi hisseden ve bundan dolayı mutlu olabilen kişi, bu dünyanın
gerisindeki entitelere bakmaz. Fakat bu dünyadan hoşnut olmayan, bu duyulur
dünyanın hazzını reddeden kişi ise, başka türde entiteler dünyasına sığınır.
Dünyadan başka yöne dönen felsefe, böylece bu dünyada haklı olarak pek de
hoşnut olmayanları, başka bir dünyaya göndererek teselli etmede sürekli
yararlanılan bir araç gibidir. Bu yüzden dünyadan başka yöne dönen felsefe, iki
bin yıl boyunca egemen olmuştur. Onun egemenliğine aşağı yukarı itiraz edilmemiştir. Ama günümüzde bu egemenlik ciddi biçimde
sallanmaya başlamıştır. Fakat dünyadan başka yöne dönen felsefenin politik ve
ekonomik adını verdiğim rolünden söz etmenin yeri burası değildir. Biz şimdi
daha çok duyulur dünyanın uzağına götüren düşünce yöntemini —çok kısa ve çok
şematik biçimde—ele alacağız.
Burada duyuların bizi
güya aldattığı söylenen durumlara başvuralım. Örneğin suya daldırılan bir
değnek, gerçekte doğru olduğu halde, bize kırıkmış gibi görünür. Serap bize
çölün ortasında harika hurma bahçeleri gösterir; fakat gördüğümüzü sandığımız
vahaya vardığımızda orada sadece kum buluruz; karşımızda, ileride, kontrast
renklerden oluşan bir gökkuşağı görürüz; fakat oraya gittiğimizde yağmur yağar
ve başka bir şey yoktur. Söylendiği gibi, bir defa yalan söyleyene inanılmaz!
Duyular bizi bazen
yanılttıklarından her zaman
yanıltabilir. Kırmızı bir cam ardından bakarsak, her şeyi kırmızı görürüz. Eğer
bir cin her birimizin gözünün önüne her zaman kırmızı bir cam koysaydı, her
şeyin kırmızı olduğuna inanmaz mıydık? Bizi küçümsediği için bize sürekli
aldatıcı görünüşlerini gönderen böyle bir cin olamaz mı? Ya da bizi
cezalandıran varlık, bir cin değil de, davranışımızla kızdırdığımız, çok iyi ve
çok âdil bir Tanrı olamaz mı?
Duyulur dünyaya
güvensizliğe götüren, olasılıkla bu tür
düşüncelerdir. Peki, duyulara güvenemezsek, neye güvenebiliriz? Ve bize şu
cevap verilir: Düşünce’ye. Deniyor ki, düşünce, duyumlamaya karşıttır;
basit görünüşü değil; hakikî bir öz olan varlığı kavrar ve bu nedenle
düşüncemizin kavramları hakikî entiteler olmalıdır. Fakat bu kavramlar duyulur
dünyanın objelerinden tümüyle başkadır. Duyulur dünyada pek çok at bulunur;
—fakat tek bir “at” kavramı vardır; duyulur
dünyadaki bir at, doğmuştur; önce
taydır, sonra yaşlanır ve ölür; —fakat “at” kavramı doğmamıştır; yaşlanmaz ve
ölmez. Duyulur dünyadaki atlar hareket eder, değişir, doğar ve ölür;* —fakat “at” kavramı değişmez ve hareketsizdir; oluşa ve bozuluşa
itaat etmez. Böylece Platon şu sonucu çıkardı: Duyular dünyası; karışık, çok
biçimli, değişen, her şeyin oluşa ve bozuluşa itaat ettiği ve hiçbir şeyin
sürekli olmadığı bu dünya, hakikî varlığın dünyası değildir. Hakikî varlığın
dünyası, kavramlarımızın tanıttıkları bir İdealar dünyasıdır. Doğmamış ve ölmeyen; hareketsiz, değişmeyen
ve birlik olan bu “at” ideası, idealar dünyasında herhangi bir yerdedir; fakat
bunun nasıl olduğunu bilemeyiz. Duyulur dünyadaki atlar sadece “at” ideasına
katıldıkları ölçüde varlığa sahiptir;—ideaya katılmanın anlamı nedir? Bunu söylemek
zordur.
Elea Okulu’nun aşağı
yukarı Platon’la çağdaş filozofları daha çapraşık bir doktrin formüle ettiler.
Platon şunu kabul ediyordu: Gerçekten var olan tek bir “at” ideası vardır. Bu
“at” ideası duyulur dünyadaki pek çok ata karşıttır. Yine de Platon diyordu ki,
hakikî varlık dünyasında pek çok ve farklı İdea vardır. Örneğin bir İnsan
İdeası, bir Aslan İdeası; Hakikî, Güzel, İyi İdeaları; İkinin, Üçün İdeası, vs.
vardır. Oysa Elealılara göre her çokluk, hakikî varlığın karşıtıdır; hakikî
varlık Bir’dir; doğmamıştır, ölümsüzdür; hareketsizdir, bozulmaz ve farklılaşmaz.
Böylece dünyadan başka yöne dönen felsefe;
güvenmediği görünüşler topluluğunun arkasında, bağlanmak istediği sabit bir
kutup araştırır. Fakat “kutup”
kelimesini matematikten ve coğrafyadan başka yerde duyduğumuzda çok ihtiyatlı
olmalıyız. Kutup, kutupsal, kozmik ve daha başka pek çok felsefî terim
sabıkalıdır ve bu kelimelerin yer aldıkları sözceler, doğrusu, çok derin şeyler
çağrıştırmaktadır; fakat gerçekte çoğunlukla onlar, kesin anlamdan yoksundur.
Platon döneminde,
İsa’dan dört yüz yıl önce, dünyadan başka yöne dönen felsefe, Demokritos’un
dünyaya dönen felsefesine karşı zafer kazandı. Dünyadan başka yöne dönen felsefe gerçi Aristoteles felsefesi karşısında biraz
geriledi; fakat Epikurosçuluk gibi çok güçlü akımlara rağmen, Platon’dan beri
onun bu özelliği (dünyadan başka yöne dönme ç.n.) egemenliğini sürdürdü. Bu
Platoncu felsefe bütün Antikite’de; Kilise’nin Skolâstik felsefesi olarak bütün
Ortaçağ’da ve rasyonalizm olarak tüm
Modern zamanlarda ve günümüze kadar Alman idealizminin sistemlerinde
egemen oldu. Nasıl başka türlü olabilirdi? Herkesin bildiği gibi Almanlar,
düşünür ve şair bir halktır. Fakat güneş ufukta yavaş yavaş yükseldi. (Entelektüel
ç.n.) özgürlük, dünyanın politik
özgürlüğünün geldiği yerden yani İngiltere’den geldi. Hepimiz biliyoruz ki,
İngilizler, tüccar halktır. Bu özgürlük yolunda en aydınlık adlar, John Locke, David Hume ve günümüzde Bertrand Russell’dır. Bu sonuncusu
soylu bir İngiliz ailesinden gelir; savaş karşıtı düşüncelerinden dolayı
Birinci Dünya Savaşı boyunca hapis yatmıştır. Ve metafiziğin dışlandığı bu
ülkede aynı halkın dünyaya demokrasiyi getirmesi; krallığın politik gücünü
zayıflatması ve dünyaya dönen felsefe yapması kesinlikle bir rastlantı değildir,
çünkü Platon’un ideaları, Elealıların Bir’i, Aristoteles'in saf biçimi ve ilk
hareket ettiricisi gibi öte dünyanın metafizik bütün entiteleri; dinlerin
tanrıları ve şeytanları; yeryüzünün kralları ve prensleri bir kader toplumu
oluşturur; purpura (bir tür yumuşakça
ç.n.) düştüğünde puhu kuşu onu izlemelidir.
Bununla birlikte
dünyaya dönen felsefenin silahları ne kılıçtır ne de cellat
baltasıdır—silahları yeterince keskin ise de, bu felsefe kana susamamıştır. Ve
bugün bu silahların birinden Ockhamlı
Usturası’ndan söz etmek istiyorum. Ockhamlı Guillaume, Skolâstik
Felsefe’nin yenilmez doktor’u,
Nomisnalist Okul’un saygıdeğer yenileyicisi, —ne dikkat
çekici rastlantı—John Locke, David Hume ve Bertrand Russell gibi bir
İngiliz’di. O, 1280-1380 yılları arasında, sonuçta ileri Ortaçağ’da yaşadı. Ve
Ockhamlı Usturası bir çiftçinin yabanî otları kökünden koparması gibi, dünya
dışı metafizik entitelerin kökünü kazır. Ockham şöyle demektedir: “Kesinlikle
gerekli olandan daha çok entite kabul etmemelidir.” Bir lise öğrencisinin
Fransızcadan Latinceye çevirisinde entia’nın (var olan) altı kırmızı kalemle çizilmişti: Bilindiği
gibi, bütün diller içinde mantığa en uygunu kabul edilen klasik Latincede esse’nin (var olmak) şimdiki zaman
ortacı yoktur; bu dilde “var olan” ifade edilemez. O yüzden Seneca, Grek filozoflarının όν’u (on) Latinceye quod est (var olan şey) diye çevirme
zorunda kaldıklarından yakınır; ens kelimesi yapay ve sonradan ortaya çıkan bir
konstrüksiyondur.
Biz, Ockhamlının
ilkesine dönelim. “Entiteler gereksiz yere çoğaltılmamalıdır” sözcesinin anlamı
ortaya çıktığı dönemden hareketle anlaşılabilir. O nedenle, Ortaçağ’daki tümeller tartışması üzerinde kısaca
durmalıyız. Tümeller, genel kavramlardır: Örneğin, dünyada gerçekten var olan
ve yaşayan tikel atlara karşıt olarak “at” kavramı, (bir genel kavramdır ç.n.).
Duyulur dünyadan başka yöne dönen felsefe, Platon’un İdealar teorisinden sonra
şunu ileri sürüyordu: Belli bir idealar
dünyasında bu genel kavramlara karşılık gelen ve gerçekten var olan entiteler
bulunur. O nedenle bu görüşün taraftarlarına realistler denir. Fakat duyulur dünyaya dönen felsefe şöyle
der: Atlar, duyulur dünyadadır ve bu yeterlidir. Üstelik “At” kavramına uyan
bir entiteyi, bir “at” İdeasını var diye
kabul etmek gereksizdir. “Tikel nesneler yeterlidir ve sonuçta bu tür tümel
objeleri kabul etmek tümüyle gereksizdir.” Ve mademki tümeller gereksizdir;—Ockhamlının
Usturasını kullanalım—onlardan kurtulalım! Dünyaya dönen bu felsefe kavramına
göre hiçbir entite tümellere karşılık gelmez. Bu tümeller adlardan, nomina başka hiçbir şey değildir ve
o nedenle bu akımın yanlılarına adcılar
denir. Realistler dünyaya sırtlarını dönüyorlardı, adcılar ise düşünce
üstatları gibi olan Ockhamlıyla birlikte dünyaya dönüyorlardı.
Bu bağlamda Ockhamlının
hayatından kısaca söz etmeliyiz. Ockhamlı Fransiskendi—o dönemde din
adamlarının tümü tarikat mensubuydu—ve Ockhamlı bir inançsız değildi; bu dönemin bir filozofundan
inançsız olması beklenemez. Bu, Ockhamlının özgür bir düşünür olmasına engel
değildi. O, “ne Kilise Dogmalarına ne de Tanrı’nın var oluşuna asla düşünceyle
varılamaz” demektedir. Bu sözü düşünce özgürlüğünün kanıtıdır. Görüyoruz ki,
Ockhamlı bir yandan dünyadan başka yöne dönen felsefeye ve öbür yandan dünyaya
doğru dönen felsefeye sıkı sıkıya karşıttır. Fransızca bir felsefe sözlüğünde
şunu okudum: “Ockhamlı felsefede gözü pekti, dinde dik başlıydı.” Bu nedenle o,
Fransiskenler tarikatından uzaklaştırıldı, üniversitelerden kovuldu. Avignon’da
Papalık mahkemesine çıkarıldı; ömür boyu hapse mahkum edildi; ama cezasını
çekmedi. Bu dönemde papalar diyorlardı
ki, Papa’nın manevî gücü, imparatorların ve kralların dünyevî gücünden
üstündür. Ockhamlı, Cermen İmparatoru ve Papa’nın düşmanı Bavyeralı Louis ile
görüştü; ona şöyle dedi: “Waiblingen’i hatırlıyorsunuz! Ve papaların manevi otoritesini
savunan Welfler’e karşı imparatorların dünyevi otoritesini savunmak amacıyla
Waiblingenlilerin* savaşını hatırlıyorsunuz. Jiblenler (Gibelins)** ve Gelfler (Guelfes)*** arasındaki bu yüzyıl savaşı da ezeli savaşın
sadece bir ânıdır. Biz de Ockhamlı gibi konuşabiliriz ve şöyle diyebiliriz:
Felsefede adcılar ve realistler arasındaki; dünyaya dönenler ve dünyadan başka
yöne dönenler arasındaki mücadele de bu yüzyıl savaşlarına benzer.
Dünyaya dönen felsefe
ve dünyadan başka yöne dönen felsefe
karşıtlığını yakından görelim. Söylediğimiz gibi, ilki duyulara güvenir
ve duyulur dünyada hakikî entiteleri görür; ikincisi, duyulara güvenmez ve
gerçek entiteler dünyasına girmeye çalışan düşünceye bağlanır. İnanıyoruz ki,
dünyadan başka yöne dönen felsefede düşünceye gerektiğinden çok fazla değer
verilmektedir. Oysa her düşünme sadece bir biçim değiştirmedir; düşünmeler asla
yeni herhangi bir şeye götüremez.
Tümüyle sonradan ulaştığımız önemli sonuçlardan biri şudur: Her mantıksal
düşünce, totolojiktir; mantık sadece önceden söylenen şeyi başka türlü
söylememize yardım edebilir; asla yeni herhangi bir şey söylememize izin
vermez. “Bütün insanlar ölümlüdür, İskender bir insandır, o halde İskender de
ölümlüdür”—bu örnek aşağı yukarı her mantıksal düşünme biçimini aydınlatır.
Eğer İskender bir insansa ve “bütün insanlar ölümlüdür” dersem, sonuçta İskender’in
de ölümlü olduğunu söylemiş olurum. “O halde İskender de ölümlüdür” cümlesi
sonuçta yeni hiçbir şey söylemez, çünkü düşünce bizi tümüyle duyulur dünyadan
başka türde bir entiteler dünyasına götürmez; düşüncelerin, duyulur dünyadan
hareket eden ve tümüyle bir başka entiteler dünyasında son bulan mantıksal bir
zinciri yoktur. Ockhamlının düşüncesi bizim düşüncemize ne kadar yakındır!
Şimdi bunu bir defa daha görüyoruz. Biz bugün şunu savunuyoruz: Hiçbir düşünce
duyulur dünyadan dünya dışı entitelere götüremez. Tıpkı bunun gibi Ockhamlı da
o dönemde diyordu ki, hiçbir düşünme biçimi ne Tanrı’ya ne Kilise dogmalarına
götürür: Bunların her ikisi başka bir alana, iman alanına aittir. Ockhamlı Tanrı’ya ve Kilise dogmalarına inanıyordu.
Oysa günümüzde bunlara inanmayan pek çok insan vardır. Bir kişi şifalı otları
sevebilir ve bir diğer kişi sevmeyebilir. Bunun bilgi teorisi açısından önemi
yoktur. Tıpkı bunun gibi Ockhamlı’ının
Tanrı’ya ve Kilise dogmalarına inanması ile günümüzde pek çok kişinin
inanmaması bilgi teorisi açısından pek de önemli değildir.
Dünyadan başka yöne
dönen felsefenin iki temel hatası vardır. Bunlardan birincisi düşünceye;
ikincisi dil’e aşırı değer
vermektir. Dilimizin sözceleri gerçekte bir özneye, muhtemelen pek çok özneye
bir şey yükler. Örneğin “bu tebeşir parçası beyazdır”, “bu ve şu tebeşir
parçaları beyazdır.” Buraya kadar her şey kurala uygundur; fakat dilde şöyle de
denir: “Bu ve şu tebeşir parçaları aynı renktedir.” Dil, tebeşir parçalarına
“aynı renk”i yüklerken, “beyaz”ı yüklediği zamankine benzer bir rol
oynamaktadır. Oysa “aynı renk”i yükleyen
bu son cümlede açıkça bir anlamsızlık vardır, çünkü “aynı renk”, örneğin “beyaz”
gibi, bireyin bir özelliği değildir; fakat iki birey arasındaki ilişkidir.
Dünyada dilin yansıtıyor göründüğü özne-yüklem basit ilişkisi yoktur. Tersine,
öyle görünüyor ki, bilgi ilerledikçe özne-yüklem yapısı her zaman ilişkisel
yapıya yer açmak için daha çok gölgede kalır. Einstein’in görelilik teorisi bu
yolda ileri atılan önemli bir adımdır. Özne-yüklem yapısı “yağmur yağıyor”,
“kar yağıyor”, “şimşek çakıyor” gibi sözcelerde en üst dereceye götürülmüştür.
Her ne olursa olsun
dilin yapısından dünyanın yapısını çıkarmak çok yaygın bir hatadır. Genellikle
dilin derin anlamından söz edilir; fakat çoğu durumda bu, basmakalıp bir
sözdür. Dil, insanlığın ilk dönemlerinde, atalarımızın derin diye
niteleyemediğimiz bir düzeyde bulundukları zaman doğdu. Kuzenlerimiz gelişmiş
maymunlar, kesinlikle derin bir düşünceye sahip değildi. İnsanlığı maymunların
durumuna benzer bir durumdan şimdiki durumuna kadar özel bir derinlik dönemine
geldiğini kabul etmek saçmadır.* sonuç olarak dil, son derece kaba bir araçtır.
Bu araç her zaman ilk çağların mirası olan ilkselliği yansıtır. Ockhamlının,
İsa’nın sofrasında on üçüncü konuk olarak bulunması ya da herhangi bir çok önemli işi yapmaya giderken yolda
yaşlı bir kadınla karşılaşması, o dönemin en aydın ve en özgür düşünürünü
cezalandırma nedeni olmayacak kadar önemsizdir.
Dünyadan başka yöne
dönen felsefe düşünce gücüne aşırı değer verdiği gibi, dilsel biçimlerin
kapsamını da abartır. Bu felsefe hakkında diyebiliriz ki, o, düşünen bir
süjenin bulunduğu yerde, bir entite de kabul eder. Ve hayret verici olan şudur:
Felsefe tarihinde “yağmur yağıyor”, “şimşek çakıyor”, “kar yağıyor” gibi
sözcelerde (yağmurun, şimşeğin, karın yerini tutan ç.n.) “o”nun entite olarak
bulunduğu bir bölüm yoktur. Yağan, gürleyen, kar olarak düşen “o”lar aynı entite
ya da farklı entiteler midir? Eğer farklılarsa aralarında ne gibi ilişkiler
vardır? Bu sorunun titiz ve derin inceleme konusu olduğu bir bölüm yoktur.
Dile bu aşırı değer
vermenin örneği olarak sözümona imkansız
objeler’i çok kısaca açıklayacağız. Vereceğimiz örnek şudur: “Ağaçtan
bir demir parçası yoktur.” Bu sözce
gramatikal açıdan doğru kabul edilir:
Haklı olarak var olmama, “ağaçtan
bir demir parçası” öznesine yüklenmiştir. “Ağaçtan demir herhangi bir şey”i
haklı olarak kabul edebileceğimiz
bahanesiyle buradan şu sonuç çıkarıldı: “Ağaçtan demir” yine de öyle veya böyle
belirli bir şey olmalıdır. Gerçekte bulunmasa da, belli bir obje, imkânsız bir
obje, ağaçtan demir gibi herhangi bir
obje var olmalıdır. İmkânsız objeler doktrininin kabul ettiği şey budur ve bu
doktrin matematik için bir anlamı olduğunu iddia eder; çünkü dolaylı kanıtlamalarda
matematik tutum imkânsız objeler üzerinde iş gördüğünde bu objeler anlamlıdır.
Bu doktrin tümüyle, lengüistik biçimin yetersizliğinin bir sonucudur. Bugün konuşulan
çeşitli dillerden çok daha gelişmiş bir dilimiz, sembolik mantığın dili vardır. “Ağaçtan demir nesne” sözcesi
sembolik dile şöyle çevrilebilir: “X, demirdendir ve X, ağaçtandır”, sözcesi
tüm X objeleri için yanlıştır. Bundan sonra sembolik dil, nesne durumlarını
ifade eder. Görüyoruz ki, dildeki bu düzeltme bir defa gerçekleştirildikten
sonra yeni formülasyon, bu tür imkansız objelerden hiçbirini içermez. Eğer reel
dünyadaki bütün X denen reel objeleri gözden geçirirsem, şunu tespit ederim: Onlardan
hiçbiri, hem demirden hem de ağaçtan değildir. “Ağaçtan bir demir parçası
bulunamaz” sözcesini anlamak için imkansız bir objeyi kabul etmem gerekmez. Ve
Ockhamlı Usturası şimdi kullanılır: İmkansız objeler, gereksiz entitelerdir; o
halde onlardan kurtulalım! Varlığa benzeyen, belli bir biçimde var olmakta
devam eden ve gölgeler kadar gerçek imkânsız objelerle dolu bir dünyaya hiç
ihtiyacımız yoktur.
Ockhamlı Usturası zaman
ve mekan doktrinlerine de uygulanır. Zamanla başlayalım! Metafizik eğilimli filozoflar
yaşantımızı biçimlendiren duyulur olayların olup bittiği bir “zaman” entitesi
kabul ederler. Bu filozoflar demektedirler ki, “zaman” entitesi basit
entitelerden; ânlardan ya da uzamsız zaman noktalarından oluşur. Bu doktrini,
dünyaya dönen felsefe açısından düşünelim. Bu doktrine göre sadece dünyada olup
biten ve yaşanmış bir deneyimine sahip olduğumuz süreçler vardır ve daha fazla
bir şey yoktur. Bu süreçlerden pek çoğunu (bütünüyle ya da kısmen) eşanlı
olarak yaşıyoruz. (Eşanlıların dışında ç.n.) diğer süreçlerden kimini önce,
kimini sonra olarak yaşarız. Oysa eşanlılığın ve art ardalığın bu
yaşantıları, örneğin görme ya da dokunma
duyumuzun yaşantıları kadar gerçek ve ilksel yaşantılardır. (Zamanı ve ânı
bağımsız entite kabul edenlere göre ç.n.) sanki iki olayın eşanlı olduğunu ve
aynı anda olup bittiğini tespit etmek için, önce bir zamanın ya da anların
bilgisine sahip olmam gerekiyormuş gibidir. Oysa bu, dilin ve “aynı anda”
kelimelerinin neden oldukları yanılsamadır. Bu yanılsamaya izin vermemeliyiz.
Başlangıçta bulunan şey, eşanlılıktır. Bu eşanlılığı, renkleri ve sesleri
yaşadığımız gibi yaşarız. Hiç kimse bir ânın yaşantısına henüz sahip değildir
ve asla olmayacaktır.
Kant’ın dünyadan başka
yöne dönen felsefesinin bizi yanıltmasına izin vermemeliyiz, çünkü Kant’ın
felsefesinde, zamansal eşanlılık ve art ardalık sübjektif düzende eklemelerdir.
Bu eklemeler, “kendinde nesneler”in zaman dışı dünyasına insan tarafından
taşınmışlardır. Gerçekte yaşantıların eş anlılığı, önce ve sonra, kırmızı ve
yeşil gibi, açlık ve sevgi gibi reeldir. Hiç kimse “kendinde bir nesne”nin
yaşantısına asla sahip olmadı ve asla sahip olmayacaktır.
Şimdi hepsi tümüyle ya
da kısmen eşanlı yani zamansal olarak çakışan veya kısmen iç içe geçen süreçler
bütünü düşünelim. Bütün bu yaşantılar, normalde belli bir zaman parçasında
gerçekleşeceklerdir. Ve bazıları erken başlayacaktır. Oysa diğerleri daha uzun zaman oluşa devam edecektir. Şimdi
üstelik (tümüyle ya da kısmen) eşanlı diğer yaşantıları, söylediğimiz tüm
yaşantılarla birlikte düşünelim. Bu yaşantılar yukarıda belirtilen bütün
yaşantıların ve şimdi söylediğimiz yaşantıların gerçekleştikleri zaman
diliminde gerçekleşir. Artık genişletilemeyen bir yaşantılar sınıfını alalım:
1) Bu yaşantılar, sayıları ne olursa
olsun, (kısmen) eşanlı olarak gerçekleşmiştir; 2) bu yaşantıların oluşturdukları
sınıf o kadar geniştir ki, bu sınıfın tüm yaşantılarıyla kısmen eşanlı olan
başka hiçbir yaşantı yoktur; birlikte düşünülen bu yaşantıların gerçekleştiği
zaman, o takdirde tek bir âna indirgenir.
Şimdiye kadar gündelik dilin üslubuyla konuştuk; fakat bundan sonra Russell’la birlikte diyeceğiz ki,
bir ân, genişletilemeyen, eşanlı
yaşantılar sınıfından başka bir şey
değildir.
Doğal olarak eşanlı
yaşantılara sadece işaret edebiliriz. Yine de akla gelen iki itirazı kısaca
cevaplamalıyız. İlk itiraz şudur: Her şeye rağmen artık genişletilemeyen,
eşanlı olaylar sınıfının yaşantıları bütün olarak düşünüldüklerinde, tek bir
ânda değil; fakat bir zaman parçasının bütününde devam edebilir. Bu itirazın
temelinde tümüyle şu düşünce vardır:
Dünyadan başka yöne dönen felsefenin anladığı anlamda zaman, bağımsız
bir entitedir. Fakat bu itirazı cevaplayalım: Eğer belirtilen sınıfa ait tüm
yaşantılar gerçekten zamanın bütün bölümleri boyunca sürseydi, şu anlama gelirdi: Zamanın bu tüm
bölümlerinde yaşantılarımdan hiçbiri ne başlardı ne de biterdi ve tüm bu zaman
parçası boyunca hiçbir değişikliği yaşayamazdım ve sadece tek bir ânı değil;
geçen zamanın hakikî bir parçasını tespit etmek için, herhangi bir araca
kesinlikle muhtaç olmazdım. Oysa anlam ne olursa, olsun tespit edilemeyen şeyin
anlamı da yoktur.
İkinci itiraz: Zamanın
bir ânı bir yaşantılar sınıfından tümüyle ve açıkça farklı bir şeydir! Fakat bu
itiraz ilkinden daha anlamlı değildir. Bir ânın ne olduğunu bilseydik, onu
yaşayabilirdik ve o zaman yaşanmış olan “ân”ı yaşantıların önceden düşünülmüş
sınıfıyla karşılaştırabilirdik ve —tıpkı kırmızı rengi yaşantısının sayesinde
bildiğimiz gibi—ânın herhangi bir başka şey olduğunu haklı olarak söyleyebilirdik
ve o zaman varsayalım ki, bir kişi “kırmızı renk, bir muz yığınıdır” demiş
olsun. O takdirde haklı olarak şöyle karşılık verebiliriz: “Bu, doğru
değildir.” Bir ânın yaşantısına sahip olamadığımızdan,
itiraz tüm anlamını kaybeder.
Russell’ın bu ân
tanımına sadece yaşantılar girer; bu tanım tümüyle dünyaya dönüktür; dünya dışı
ve duyuüstü realitelerin hiçbir türünü gerektirmez. Ve şunu gösterebiliriz: Bu ânlar, Russell’a
fiziğin ânlardan istediği her şeyi yaptırabilir. Yaşantıların dışında, bu
yaşantıların kalıbı gibi olan ânları; bu uzamsız ânlardan oluşan bir zamanı var
olan diye kabul etmek doğru değildir. Yaşantılarımızın sadece eşanlı, daha
erken ve daha geç ilişkilerine; bir yaşantının gerçekleştiği ilişkilere ihtiyacımız
vardır. Ve zamanın ve ânlarının gerçek varlığını kabul etmek doğru
olmadığından, Ockhamlı Usturasını yeniden kullanalım ve şöyle diyelim: Bu
zamanlardan ve ânlardan kurtulalım ve bir zamanın metafizik var oluşunu kabul
eden sahte felsefî problemlerin tümünden
kurtulalım.
Zaman konusunda
söylediklerimiz, mekan için de geçerlidir. Genellikle bölünmez ve uzamsız
entitelerden yani noktalardan bileşen “mekan” diye bir entite kabul edilir.
Yine kabul edilir ki, bu mekan, bir rezervuardır; rezervuarda duyularımızın
tanıklık ettikleri süreçler görünür;
balıklar akvaryumda nasıl yüzerse, duyulur dünyanın nesneleri kendi
başına var olan rezervuarda (mekanda) öyle yüzerler. Çocukken bana deniyordu
ki, uzamsız bir nokta nedir? Bunu anlamak ve düşünmek çok güçtür. Çok güç mü?
Bu, son derece ihtiyatlı konuşmaktır. Bu, güç değil; tümüyle imkansızdır. Bir
ânı yaşayamayanlar, bir noktayı da
yaşayamazlar.
Düne kadar şöyle
düşünülüyordu: Geometrinin konusu mekandır ve noktalardır. Ve konuyu pek
bilmeyenler de diyorlardı ki, “bir nokta
nedir? Biz bunu bilmeyebiliriz; yine de en azından matematikçiler bunu
gerçekten bilebilirler.” Ne büyük yanlışlık! Noktanın ne olduğunu
matematikçiler daha iyi bilmezler ve onlar da bu konuda en bilgisiz kişilerden daha bilgili
değillerdir. Bir noktanın ne olduğunu söylemek
güçtür. Güçlüğün yol açtığı ilkesizlik bir kenara bırakılırsa, noktalar bilimi
olan geometri, matematikçilere kusursuz gibi göründü. Bu nedenle
matematikçiler, hayret verici biçimde basit bir çıkış yolu buldular. Onlar
şöyle dediler: Bir noktanın ne olduğunu bilmek, matematiğin görevi değildir; bu
sorun bizi hiç de ilgilendirmez ve bir noktanın ne olduğunu bilmeden,
matematiği yetkin biçimde yapabiliriz. Doğrusu bu, ilk bakışta biraz tuhaf gibi
görünür; fakat hiç de anlamsız değildir. Bu durum, bilimin yapısına ilişkin
bilgimizde önemli bir ilerlemeye yol açtı. Aksiyomatik yöntemin, örtük
tanımlara ve varsayımsal-tümdengelimsel sistemlere ilişkin doktrinleri vardır.
Aksiyomatik yöntem bu doktrinler sayesinde yöntem olmuştur. Fakat bu konunun
burada ayrıntısına giremeyiz. Bizim için önemli olan yalnız şudur: Matematikçiler
“bu problem bizi ilgilendirmez” dediklerinde problem ne çözülmüştür ne de
elenmiştir. Geriye şu temel soru kalır: “Bir nokta nedir?” Ve noktayı
incelerken tümüyle ânları incelerken davrandığımız gibi davranırız. Doğrusu
duyulur dünyada noktaları değil; cisimleri buluruz. İki cismin ortak noktaları olması, birinin
diğerini tümüyle içermesi ya da çakışmaları ne anlama gelir? Bunu biliriz.
Kuşkusuz noktaya ilişkin problemi çözmeye çalışırken başka türde yani mekana
ilişkin problemle ilgilenmek zorunda kaldık. Mekan problemleri burada bize pusu
kursa da en azından ortak noktanın, içermenin ve çakışmanın anlamını bildiğimizi
iddia ediyoruz. Ortak bölümleri olan bir cisimler sınıfını yeniden düşünelim.
Düşündüğümüz cisimler ne kadar çoksa, ortak yönleri, o oranda azdır. Yeniden,
uzamı olmayan cisimler sınıfını (noktayı ç.n.) düşünüyoruz ve Russell’a birlikte
şöyle diyoruz: Böyle (uzamsız ç.n.) bir
cisimler sınıfı, bir noktadır. Doğal olarak, “bir nokta, mekanın uzamsız bir
bölümüdür” şeklindeki ilk tanımımızdan şimdi çok uzağız; uzamsız bu bölüm
yardımıyla hiçbir nesne anlaşılmaz. Bundan böyle artık bazı bölümlerini,
özellikle bazı uzamsız bölümlerini dikkate almamız gereken “mekan” dediğimiz
entite yoktur; burada sadece duyulur dünyanın bize verdiği nesneler vardır ve
biz, bu tür cisimleri içeren bazı sınıflara noktalar diyoruz. Duyulur dünyadan
özsel olarak ayrı bir entiteyi, şurasında ve burasında cisimler bulunan kendi
başına var olan herhangi bir mekanı; bu mekanı oluşturan ve kendi başına var
olan herhangi bir noktayı kabul etmemiz için hiçbir sebep yoktur. Mekana ve
noktaya muhtaç değiliz ve Ockhamlı Usturası’nı burada yeniden kullanıyoruz:
“(Kendi başına var olan ç.n.) mekandan ve noktadan kurtulalım!” Geometrinin
muhtaç olduğu her şeyi anlamak için, duyulur dünyadaki cisimlerden başka hiçbir
şeye ihtiyacımız yoktur.
Ve matematikten söz
etmekte olduğumuz için sayılar’dan
da söz edelim. Metafizik eğilimli filozoflar sayıları bir tür mistik var oluşa
sahip entiteler gibi kabul ettiler. Platon’a göre İdealar Dünyası’nda bir İki
İdeası, bir Üç İdeası vs. vardır ve pek çok metafizikçi şuna inandı: Kimi
sayılarda gizemli güçler vardır. Yedi, en mükemmel sayıdır; o yüzden kutsaldır.
Hristiyanlıkta yedi sakrement –yanılmıyorsam” yedi günah vardır; fakat bu,
belki de kutupsallık olabilir. Oysa renklerin spektrumunda gerçekte altı renk
vardır. Spektruma gerçekte olmayan çivit rengi eklenerek yedi kutsal sayısının
burada bile varlığı söylenir. Yedi entitesi renklerin spektrumuna çivit
renginin eklenmesiyle bir defa oluşturulduktan sonra, gerçekten yaratıcı bir
tarzda iş gördü, çünkü çivit rengi olmasaydı gerçekte spektrumda sadece altı
rengimiz olurdu ve spektrumda sakrement sayısı kadar renk olmaması, dünyamız
için çok büyük bir eksiklik olurdu. Bundan dolayıdır ki, çocuklar optikte,
başka hiçbir yerde görmedikleri bir çivit renginden söz edildiğini duyarlar.
Zaman ve mekan için
söylediklerimiz, sayılar için de geçerlidir. Görmüştük ki, biz eşanlı olayları
yaşarız; fakat zamanı veya bir ânı asla ve hiçbir yerde yaşamayız. Aynı şekilde
yaşanmış deneyimlerimizde üç ya da beş objeyi içeren bütünler buluruz; fakat üç
ya da beş sayısını asla ve hiçbir yerde yaşamayız. Bir objeler bütünü hakkında
“beş objeden oluşmuştur” dediğimizde tam olarak ne demek isteriz? Şunu anlarız:
Onları elin parmaklarıyla sayabiliriz; bir eldeki parmaklar kadar nesne vardır;
daha doğru deyişle bu bütünün objeleri, her objeye bir parmak ve her parmağa
bir obje karşılık gelecek şekilde sayılabilir. Beş objeyi oluşturan bütünler o
halde, objeleri bir elin parmaklarıyla, belirtilen şekilde uyuşturulabilen
bütünlerdir ve bu bütünler böylece beş objeden bazen daha çoğunu bazen de daha
azını içeren tüm diğer bütünlerden ayrılır. Ve şimdi diyebiliriz ki, —ve
zamanın ân ve nokta tanımlarına bizi götüren şey, tamamıyla aynı düşüncedir:
—Beş sayısı, ögeleri yukarıda belirtilen şekilde bir elin parmaklarıyla
kesinlikle uyuşturulabilen bütünler sınıfından başka bir şey değildir. Tanrı aşkına, burada, “yine de bir
sayı, bir bütünler sınıfından başka bir şeydir” diye bize itiraz edilmesin!
Sayıları renkler ve sesler gibi yaşamadığımız için, kendinde ve kendisi için
sayılar kesinlikle hiçbir şey değildir. Sayılar bize renklerin ve seslerin
verildikleri gibi verilmez; onlar verilerden hareketle yani duyulur dünyadan
hareketle oluşturulmalıdır. Aynı şekilde sayılar öyle oluşturulmalıdır ki,
günlük hayatta ve bilimde bütün fonksiyonlarını kesinlikle yerine
getirebilsinler. Frege’ye ve Russell’a göre sayılar duyulur
dünyadan hareketle nasıl oluşturulur? Bunu yukarıda gördük. Oluşturuldukları
şekliyle sayılar, günlük hayatta ve bilimde yerine getirmeleri gereken bütün
fonksiyonları gerçekten yerine getirir—burada ayrıntıya girmemiz gereksizdir—ve
bu kısa açıklamalarımızdan daha çoğuna ihtiyacımız yoktur. Duyulur dünyanın
objeleri bize tümüyle yeter ve duyulur dünyadan daha çoğunu veya onun ardındaki
dünyayı, sayıları sanki bir tür var oluşa sahip özel entiteler gibi kabul
etmemiz asla ve hiçbir yerde gerekmez. Ve sayılara özel entiteler sıfatıyla
ihtiyacımız olmadığından ve bu tür entiteler olmaksızın yaşayabildiğimizden—Ockhamlı
Usturası yine işbaşındadır—onları daha çok gerçeklik olarak kabul etmek
istemiyoruz. Sadece saydığımız objeler vardır; buna karşılık onların dışında mistik
türde entiteler olan sayılar yoktur.
Az veya çok tedirgin
edici ve gereksiz; az veya çok hayali entiteler vardır. Ockhamlı Usturası bizi
bunlardan özgürleştirir. Bu durumun, verdiklerimizden başka örnekleri vardır. Bizim
için çok özel bu entiteler hakkında birkaç söz söyleyelim. Daha önce dilin yüklemsel yapısından söz etmiştim;
bu yapının dünyadan başka yöne dönen felsefe üzerindeki yıkıcı etkilerini ifade
etmiştim; bu felsefenin dilin yapısından dünyanın yapısına ilişkin sonuçlar
çıkardığını söylemiştim. Bu konuyu biraz daha açıklayalım. “İşte bir kâğıt! O,
şimdi kaygandır; şimdi kıvrıktır; şimdi top halindedir” ve bu sözcede sürekli
bir özneyi (kâğıt) ve değişen yüklemleri (şimdi kaygan, şimdi kıvrık, şimdi top
halinde) buluruz. Dilin belirsizleştirdiği felsefe buradan şu sonucu çıkarır:
Dil bize şöyle bir görünüş verir: Dünyada sürekli tözler vardır; bu tözler “sürekli” lengüistik süjelere uygundur.
Tözler, değişen niteliklerin; kendi sıralarında, değişen yüklemlere uyan,
değişen özelliklerin (niteliklerin) taşıyıcılarıdır. Fakat sürekli bir töze
ilişkin yaşantımız nerede gerçekleşir? Hiçbir yerde asla gerçekleşmez. Tebeşir
parçasına ilişkin yaşantım, niteliklerin dayanağı gibi olan sürekli bir töze
ilişkin yaşantım değildir. Görerek ve dokunarak tebeşiri ve biçimini
kavradığımda, onun renginin beyazlığını; direncini ve katılığını duyumsarım.
Fakat tebeşir parçasını başka yere koyduğumda ya da ben yer değiştirdiğimde
biçimi de değişir. Yer değiştirmemden önceki yaşantım ve gördüğüm şey, yer
değiştirmemden sonrakilerle aynı değildir.
Kısaca söylersek bizi çevreleyen dünyanın bildiğimiz objelerini değişmez tözsel
özler olarak yaşamıyoruz; yaşadığım şeyler sadece renklerdir, biçimlerdir,
sertlik dereceleridir vs. değişen pek çok niteliktir.
Yaşantılarımızı,
renkleri, sesleri vs. oluşturan şeyin dışında,
deneyimleyemediğimiz başka entiteleri; örneğin yaşadığımız renkler biçimler,
sertlik dereceleri gibi nitelikleri taşıyan sürekli tözleri şimdi kabul edecek durumda olabilir miyiz?
Burada aynı düşünce bize yardım eder; söz konusu düşünce mekanı, zamanı ve
sayıyı anlamamıza izin vermiştir; bunları anlarken, yaşanabilen şeyin ötesine
gitmek zorunda kalmamıştık; duyur dünyanın dışında ya da ötesinde özel
entiteler kabul etmemiz gerekmemişti. “Bu tebeşir parçası” dediğimiz şey, güya
taşıyıcısı olduğu renklerden, biçimlerden, katılık derecelerinden vs. oluşan
sınıftan başka bir şey
değildir. Bu düşünceyi dünyaya doğru dönen İngiliz Felsefesine borçluyuz.
Derneğimize adını veren büyük fizikçi ve Viyanalı filozof, Ernst Mach bu felsefeyi tutkuyla
izledi. Bu düşünceyi özümleme bize öğretiyor ki, duyulur dünyanın, yaşanmış
deneyimlerimize girebilen entitelerinin altında ya da gerisinde herhangi bir
yaşantı konusu olmayan başka entiteleri, tözleri kabul etmek asla ve hiçbir
yerde zorunlu değildir. Şimdi Ockhamlı Usturası tözlerin de kökünü bir çırpıda
kazır; tözler için pek çok övgü konusu olan süreklilik, Ustura’nın keskin
yüzüne dayanamaz. Burada ayrıntıya girmemiz hiç de gerekmez; çünkü bu sorun
Derneğimizde daha sonra kesinlikle derinlemesine ele alınacaktır.
Yine de son ve önemli
bir problemi tartışmalıyız. Geriye bir bakalım! Gördüğümüz gibi ânlar, yaşanmış
deneyimlerin bazı sınıflarıdır; noktalar, cisimlerin bazı sınıfıdır; sayılar,
bütünlerin sınıflarıdır (ve bütünler, objeler sınıflarıdır); biliyoruz ki,
yaşadığımız dünyanın objeleri renklerin, biçimlerin, sertlik derecelerinin vs.
sınıflarıdır. Düşünülen her durum, bizi sınıflara
götürür. Her şeye rağmen sonuçta öyle görünüyor
ki, duyulur dünyanın entiteleri sınıflar için yeterli değildir; ayrıca bu ilk
dereceden entiteler yanında Ockhamlı Usturası’na direnen bu ilk dereceden
entiteler sınıfları gibi üst dereceden başka entiteleri; sonra bu sınıfların
sınıflarını (sayılar sınıfların sınıflarıdır) ve belki bunların ötesinde başka
sınıfları kabul etmemiz gerekir. Şunu hatırlatmakla yetineceğim: Dünyaya doğru
dönen felsefe bize burada da doğru yolu gösterdi. “Sınıf “kelimesinin yer
aldığı her anlamlı sözce, objeler sınıflarının değil, sadece bizzat objelerin
dahil olduğu bir sözceye nasıl dönüşebilir? Bunu bize Russell gösterdi. İşte akla hemen geliveren uygun bir örnek.
“Memeliler sınıfı, aslanlar sınıfını, içerir”. Bu örnekten gerçekte sadece şunu
anlıyoruz: “Her aslan bir memelidir”; bunu biraz daha ayrıntılı biçimde şöyle
formüle edebiliriz: “Aslan” kavramını tanımlayan özelliklere sahip her obje,
aynı zamanda “memeli” kavramını tanımlayan özelliklere sahiptir ve bu formülde
sadece sınıflar hariç, duyulur dünyanın, bir yaşantı konusu olabilen objeleri
söz konusudur. Son tahlilde sınıfların bile kendi tarzlarında gereksiz
entiteler oldukları ortaya çıkar; öyle ki, geriye duyulur dünyamızın
yaşanabilen entitelerinden başka bir şey
kalmaz.
Ockhamlı Usturası’nın
işbaşında olduğunu gördüğümüze göre şöyle dememize izin verilmiştir: Bu Ustura
iyi kesiyor—dünyadan başka yöne dönen metafizik felsefe, tıraş kremini
köpürterek tıraşı kolaylaştırmak için çok yardımcı oldu. İmkansız objeler, tümeller, boş mekan, boş
zaman gibi varlık ve var-olmayan arasında herhangi bir yerde bulunması gereken
hayali ve yarı entitelerin tümünden arındırılmış bir dünyayı yeniden buluyoruz;
bu dünya, daha güçlü bir varlık oldukları iddia edilen; İdealar, tözler denen;
duyulur dünyamızın karışık ve değişen entitelerinden çok daha sürekli, üstün
entitelerin tümünden de arındırılmıştır.
Yine de demeye
çalışıyoruz ki, duyulur dünya ile yetinen, üstün ve daha derin herhangi bir şey
araştırmayan, dünyaya dönen bu felsefe, başlangıçtaki haliyle bir hakikî işportacılar
felsefesidir; bir cahiller ve ukalalar felsefesidir; fanteziler yapmayan
sıradan insanın bir felsefesidir. Dünya, aldatıcı görünüşlerin üstündendir;
Goethe’nin betimlediği şekliyle son derece tinselleştirilmiş ve yüceltilmiş
İdeaların altındadır. Goethe şöyle der:
Otururlar tanrıçalar tahtta
yapayalnız, soyluca
Dışında her yerin, her
zamanın;
Ne zordur, sözünü etmek
tanrıçaların!
Ve bu son noktada
uzlaşımdan daha çok bir şey vardır.
Dünya, her yerde
tanrıların ve şeytanların hissedildiği zamanlarda çok güzel olmuş olabilir;
dualarla ve kurbanlarla her tür üstün varlığı az veya çok güzel sözlerle
sürekli baş tacı etmemiz; pek çok kötü ruhu büyülü formüllerle engellememiz
gereken bir çağ ne kadar şiirseldir! Ve yere üç defa tükürmenin bir kötülüğü
kovabildiğine inanan insanlar, bu inançlarından dolayı kendilerini
kutlayabilirler. Bir aynayı vecdle kıran bir kişiyi görmüştüm. Bu kişi
düşünüyordu ki, aynayı kırdığı için en
erken yedi yıl sonra evlenmelidir. Böyle yapmayan bizler, yine de
biliyoruz ki, bunların hepsi sadece batıl inançlardır ve biz şöyle demeyi
sürdürmeliyiz: Ne kadar çekici ve şiirsel olurlarsa olsunlar, bunlara inanılmamalıdır.
“Çok güzel ve çok şiirsel bütün bu gereksiz entitelerin kaybolmaları ne kadar
üzücüdür!” demek, Ockhamlının Usturası’na karşı bir kanıt değildir.
Fakat—ve başlangıç
noktasına şimdi geri dönelim—herkesin zevki farklıdır. Biri, çeşitlilikten,
değişmenin kararsızlıklarından, ele avuca sığamaz ve kavranması zor dünyanın
kaprislerinden hoşlanır ve bunun için kendi doğrultusunda kalmayı seçer—diğeri
bu duyulur dünyadan haz almayı reddeder; arka dünyalar masalını uydurmak için,
bu dünyadan başka yöne döner. Dünya doğru dönen felsefeye bağlı bize gelince;
dünyada, yolunu şaşıran, bir çıkmaza giren birinin davranışını görüyoruz; gene
dünyada binlerce yıldır insanlığın mustarip olduğu bir hastalığı görüyoruz ve
isteğimiz insanı bu karabasandan kurtarmaktır. Ve dünyaya doğru dönen
felsefenin basit, açık ve şeffaf doktrinlerini kabul etmek için, dünyadan başka
yöne dönen felsefenin mistik karanlığını terk eden insanı şu kelimelerle selamlıyoruz:
Doğuyorsun ölümden, kaynağı
belirsiz acılardan;
Her şeyden, gevşek, sıvımsı
ve kapalı,
Ve öğreniyorsun özgür bir
bakışla ayırmayı
Acı çeken alacakaranlığı,
günün aydınlığından.
* Bu yazı Manifeste ddu cercle de Vienne et autres écrits
sous la direction de A Antonia Soulez PUF, Paris, 1985, adlı kitapta pp.
201-217. sayfalar arasında yayınlanmıştır.
* Duyulur dünyadaki atın ölmesi iki defa ifade edilmektedir. Bu bizim çevirimizden
kaynaklanan bir yanlış değildir. Çevirdiğimiz metinde ifade böyledir.
* XII. yüzyılda Hohenstaufenli Fréderick’in, Almanya’daki topraklarında
yaşayanlar.
** XII-XIV. yüzyılda papa taraftarı olan Gelfelere karşıt, Germen İmparatoru
yanlıları.
*** Gelfler: XIII.-XV. yüzyıl İtalyasında Papa yanlıları.
* Dilin başlangıçta derinliğe sahip olmaması ile maymunlarda dil olduğunu
çağrıştıran bu ifadeleri bağdaştırmak pek mümkün gibi görünmüyor. Dilin en eski
biçimlerinin yapısını çocuğun dili öğrenmesinden hareketle çıkarsayabiliriz.
Ama maymunlarda bir dil olduğunu empirik olarak söyleyemeyiz. (ç.n).