31 Ağustos 2020 Pazartesi

WITTGENSTEIN'DA VE HEIDEGGER'DE METAFİZİĞİN AŞILMASI

 

WITTGENSTEIN VE HEIDEGGER: ANALİTİK FELSEFE VE KITA FELSEFESİ ARASINDA METAFİZİĞİN “AŞILMASI”

                     

 

 

 

İlke olarak metafizik, felsefenin yanılgısıdır; çünkü metafizik bir yandan felsefenin var olma sebebini yani aklı temsil eder: Geleneksel tanımıyla metafiziğin konusu, nihaî şeylerdir. Nihaî şeyler insanların felsefe yapmaya başlamalarındaki amaçtır. Diğer yandan metafiziğin, sürekli araştırılan ve her zaman aporilere yol açan konusunu belirlemek zordur; gerçekte metafiziğin metafizik olarak ne olduğu kolayca söylenemez.

 Bu yargının hem ilkesel hem de tarihsel gerekçeleri vardır. Günümüzde metafizik artık, hiç de açık bir şey değildir, çünkü bugün bilgi konusunda şu düşünce geçerlidir: Bilgi denmeye layık tek bilgi, bilimsel bilgidir. Bu kanı hem bilimlere ve onların epistemoloji anlayışlarına hem de bilgi sorunuyla gerçekten ilgilenmesi gereken felsefeye yerleşmiştir. Metafizikçinin ilgilendiği dünya —Nietzsche’nin bir neolojizmiyle söylersek— bir Hinterwelt’tir; reel dünyanın arkasında bir dünyadır; sonuçta uzak, puslu, belirsiz ve belirlenmemiş bir dünyadır. Bunu bilmek için Nietzscheci olmaya gerek yoktur. Metafiziğe ilişkin bu olumsuz sonuçtan kaçınmak için, “tümevarımsal metafizik” kavramı icat edildi (O. Küple). Savunucularına göre “tümevarımsal metafizik”, spekülatif yani soyut felsefeden farklı olarak, empirik olgulara dayanıyordu: Bu kavram ilginçti; çünkü metafiziği olgular aracılığıyla yani gerçekte, metafiziğin krizine neden olan şey yardımıyla kurtarmaya çalışmak demekti.

Her olursa olsun, metafiziğe dair bu olumsuz düşünceler çağdaş dünyada yankı buldu. Günümüzde felsefî düşünce, ortak duyunun uzun zamandır savunduğu düşünceye (metafizik karşıtlığına ç.n.) ulaşmış gibi görünüyor. Sokaktaki insana göre gerçekte metafizik nedir? Bilindiği gibi bu konuda pek çok nükte vardır. Bu nükteler, bir zamanlar bilimlerin kraliçesi gibi görülen bu disipline karşı halkın genel bir güvensizliğine tanıklık eder: Metafizik, “yenecek hiçbir şeyin bulunmadığı binlerce sayfalık bir yemek listesidir” ya da “karanlık bir odada bir siyah kediyi yakalamaya çalışmaktır; ancak, yakalamaya çalışan kişi, zaman zaman “yakaladım!” “yakaladım!” diye bağırsa da gerçekte yakalamayı asla başaramaz.” Öyle görünüyor ki, çağdaş felsefenin önemli bir bölümü, ortak duyunun bu görüşünü haklı çıkarmaktadır.

XIX. yüzyılın önemli bir filozofu*, yarım kalan bir romanında, metafizikçinin çelişkili durumunu bize betimler. Metafizikçi, kendi düşüncelerinin dünyasında yaşamaktadır; gerçek dünyaya ve gerçek dünyanın bilgisine yabancıdır. Metafizikçi, bir genç metaforuyla şöyle anlatılır: Aşkından hasta olduğu sanılan bir genç vardı. Fakat onun bir kıza âşık olduğunu düşünen herkes yanılıyordu. Gerçekte o, bambaşka bir şeye âşık olmuştu. O, felsefeyi, özellikle metafiziği seviyordu, çünkü ona göre metafizik, bir eğlence değildi; diğer disiplinler arasında bir disiplin gibi de sayılamazdı. Metafizik, derin bir tutkuya benziyordu; seçmeyi ve sürdürmeyi istediği bir hayat biçimi gibiydi. “ Derin düşünceli başı olgun bir başak gibi öne eğiliyordu; ama bu, yârinin sesini duyduğundan değildi; fakat düşüncelerinin gizli mırıltılarını dinlediği içindi. O, düşlü gözlerle bakıyordu; ama bu, yârinin hayali gözünde tüttüğünden değildi; fakat düşüncesinin hareketini ayan beyan görmesiydi.” Bu durum onu spekülatif bir doyuma ulaştırıyordu. O, özel bir düşünceden hareket etmeyi, buradan mantıksal düşünce merdiveninin basamaklarını art arda en yukarıya kadar çıkmayı yeğliyordu. Düşüncesinin en yüksek noktasına bir defa ulaşınca betimlenemez bir sevinç, tutkulu bir haz duyuyordu; hareket ettiği noktaya geri dönünceye kadar aynı mantıksal düşüncelerde kaybolmuş bedenine kavuşmaya can atıyordu.”

Onun adı Johannes Climacus’tu. O, metafiziğe daha çocukken âşık olmuştu: Diğer çocuklar masallar dünyasında ve şiir dünyasında ne buluyorlarsa, Climacus da, fantezisini bastırırken, hep düşüncelerinin peşinde koşarken onu buluyordu. Bu şekilde o, düşünceden düşünceye, soyutlamadan soyutlamaya geçerken, sonunda realiteyle bağını kopardı ve dünyaya yabancılaştı.

Uğursuz bir gün şu önermeyle karşılaştı: de omnibus dubitandum est (her şeyden kuşkulanmak gerekir). Bu ilke bütün hayatına damgasını vurmuştu. O, kendi kendine şöyle diyordu: Filozof ve metafizikçi olmak istenirse, işe kuşku duyarak başlamalıdır. Elde diyalektiğin keskin kılıcı, her şeye savaş açtı; kuşkuyu her teoriye her konuya ya da karşılaştığı her kanıta uygulamaya başladı; her önermeye; her ilineğe ve her yükleme saldırıyordu; hatta realiteye ve kendi dâhil tüm dünyaya saldırıyordu.

Her kesinlik yıkıldığında o, metafiziğin karşılaştığı tehlikeyi seziyordu. Sanki onu metafiziğe bağlayan gizemli bir güç varmış gibi, artık kendini metafizikten kurtaramıyordu. Bu, bir tür baş dönmesiydi. Metafizikten ne kadar çok uzaklaşmaya çalışırsa, metafizik onu kendine o kadar çok çekiyordu; metafiziğe doğru o kadar çok hızlı koşuyordu. Yine de Johannes kuşkunun sonuna kadar götürülebileceğinden emin değildi. Kuşku duymak için gerçekten ne yapmalıydı? Basit bir düşünme yeter miydi? Ya da tüm irademizle mi düşünmeliydik? Ve nasıl? Sonradan Johannes şu güçlüğü keşfetti: “Bir kişi kuşku duymayı isteyebilseydi, Climacus bunu anlayabilirdi. Fakat bu kişinin isteğini bir başkasına söylemeyi nasıl düşünebildiğini anlayamazdı, çünkü söz konusu olan bu başkası, hızlı düşünen biriyse, ona şöyle diyebilirdi: “Çok teşekkür ederim; fakat ileri sürdüğün bu iddianın, her şeyden kuşku duyma iddiasının gerçekliğinden kuşku duyarsam, gerçekten özür dilerim.” Ve gülünçlük burada bitmiyordu: “Eğer ilk kişi üçüncü kişiyle bu konuda yani her şeyden kuşkulanmaları gerektiğinde anlaştıklarını söyleseydi gerçekte onlar onunla alay ederlerdi; çünkü onların görünüşte anlaşmaları sadece anlaşmamalarının soyut ifadesi olurdu.” Bu ilke, her şeyi kemiren bir kurt gibiydi. Ne gerçekten öğrenmeye ne de gerçekten öğretmeye izin veriyordu, çünkü kuşkuyu doğru olarak kabul etmeyi ve öğretmeyi iddia eden kişi, gerçekte dogma üretir. Metafizik Johannes’i—ve onunla birlikte bizi— içinden çıkılamaz bir paradoksa düşürür.

Alman İdealizminin sonundan; Feuerbach Üzerine Tezler’in on birincisinden günümüze kadar metafizik, uzun bir yıpranma süreci yaşamıştır. Yıpranma modern, çağdaş felsefenin temel özelliğidir. Yıpranmanın sebeplerini bugün Kierkegaard’ın gösterdiği bu tutarsızlıktan hareketle çok iyi anlıyoruz. “Büyük metafizik öldü!” Metafizik ister Kıta Avrupa’sı geleneğini, isterse analitik geleneği savunsun; bu, çağdaş filozofların çoğu için geçerli bir slogandır. Bu filozofların hepsi, metafiziğe ölü bir köpek muamelesi yaparlar. Metafizik, eski filozofların düşünme biçimine benzer; sonuçta eskimiş gibidir, anti-metafizik ve sonunda post-metafizik olmak isteyen modern düşünme biçimi uğruna metafizik, acele terk edildi. Kıta Avrupa’sı felsefesinde ve analitik felsefede bulduğumuz metafiziği “aşma” isteğinin nedeni budur. Bu aşma isteği özellikle iki önemli filozof olan Heidegger’den ve Carnap’tan hareketle gerçekleştirilmeye çalışılır.

 

Rudolf Carnap 1930 Ekiminde Varşova Üniversitesinde verdiği konferansını 1931–1932 yıllarında yeniden ele aldı; Viyana Çevresi’nin resmi yayın organı olan ve Hans Reichenbach’la birlikte yönettiği Erkenntnis (Bilgi) adlı dergide makale olarak yayınladı. Ünlü makalenin adı şuydu: “Überwindung der Metaphysik durch logische Analyse der Sprache” (Metafiziği Dilin Mantıksal Analiziyle Aşma” (Erkenntnis II, 1931[1932], p. 219-241). Burada Carnap, mantıkçı pozitivizm açısından “metafiziği dilin mantıksal analiziyle aşma”nın zorunlu olduğunu gösteriyordu. Bu makale çağdaş analitik felsefede metafiziğe karşı duyulan hoşnutsuzluğu başlattı.

Heidegger 1929 yılında Rektörlük yaptığı üniversitede Metafizik Nedir? konulu bir açış dersi vermişti. Carnap’ın eleştirisinin hedefi doğrudan doğruya bu açış dersiydi. Heidegger 1935 yılında Metafiziğe Giriş’inde Carnap’a dolaylı olarak cevap verdi. Heidegger metafiziği aşmak için, kendi tarzında radikal bir çabaya girişti; bu çabayı önce Überwindung der Metaphysik (metafiziğin üstesinden gelme), sonra Verwindung der Metaphysik (metafiziği kurtarma) diye niteledi. Bu sonuncu terimle Heidegger, hareketinin çok daha radikal olduğunu ifade etmek ister. Aynı şekilde Verwindung (kurtarma), Überwindung (üstesinden gelme) terimindeki istemin Residuum’u (kalıntı) bile olsa, her metafizik ögeden vazgeçmeyi çağrıştırır. Heidegger’in düşüncesinde, Kıta Felsefesindeki metafiziğe en radikal karşıtlığı çok iyi görebiliriz.

Bazı çağdaş düşünürler, metafiziğin kaçınılmaz olarak problematik özelliğine dikkatimizi çekmişlerdir. Gerçekte onların bu önemli çabalarına dayanarak şu tespiti yapabiliriz: Çağımız felsefesi metafiziği sahte bir bilgi ya da en azından kuşkulu bir şey gibi görme eğilimindedir. Ve günümüz felsefesi, metafiziği problemleri incelediğinde bile, onların metafizik olduklarını açıklamaktan sakınır ya da metafiziği tarihsel planda veya deneysel, mantıksal-analitik planda “aşma” ihtiyacını duyar.

Metafiziği önce Kıta felsefesinde sonra analitik felsefede “aşma” problemini daha yakından görelim.[1]

 

Kıta Düşüncesinde Metafiziğin Aşılması

 

Kıta felsefesinde metafiziğin aşılması aslında, özellikle tarihsel sebeplerden dolayı ilan edildi. Pek çok düşünür şu kanıdadır: “Artık metafizik, geçmişe aittir.” Marx, Nietzsche, Dilthey, Husserl, Heidegger, Horkhemeir’in Frankfurt Okulu ve Adorno, bu düşüncede olanlardan sadece birkaç önemli kişidir.

Çağımızda kıta düşünürleri arasında bu probleme canlı bir bilinçle yaklaşan, kuşkusuz Heidegger’dir. Heidegger felsefî çalışmalarıyla metafizik geleneği çeşitli biçimlerde aşma zorunluluğunu ilan etti ve bunu üç tarzda yapmaya çalıştı:

1. Varlık ve Zaman’da geleneksel ontolojinin fenomenoloji sayesinde yıkımı düşüncesiyle. Heidegger gerçekte, 1919’da “aslî teorik bilim”, 1923’te “olgusallığın hermenötiği”, sonra “var oluşun analitiği” ve “temel ontoloji”; nihayet 1929’da “Dasein’ın metafiziği” dediği bir projede, felsefeyi daha radikal temele oturtarak metafiziği aşmayı amaçlıyordu.

2. “Dönemeç” çağında* Heidegger, “metafiziğin aşılması” düşüncesini açıkça ortaya koydu; bu düşüncesini radikal bir projeye dönüştürdü. Bunu da felsefenin özsel niteliklerini belirleyerek yaptı. Felsefenin özel nitelikleri, metafiziğin spekülatif ve tarihsel yapısının ayırt edici özellikleridir yani zorunlu olarak Aristotelesçilik tarafından belirlenen “onto-teoloji”nin ve Platonculuğa götüren “sübjektivite”nin belirlenimleridir.

3. Onun son düşüncesi, “metafiziğin sonu” tezidir. Bu tez modern tekniğin özüyle de ilişkilendirilmiştir. Modern tekniğin özü, metafiziğin tamamlanmasıdır ve kendi sırasında metafizik, tekniğin öntarihidir. Metafiziğin modern tekniğe dönüşmesi karşısında Heidegger, Verwindung (üstesinden gelme) tutumunu öğütler, Verwindung, Überwindung’un (aşma) bir varyasyonudur. Überwindung, şu anlama gelir: Metafizik sadece onda hiçbir şeyi değiştirmeyi istemeksizin, onu sadece kendi haline bıraktığımızda; onu özümseyerek ve onu kendine bırakarak ondan bir hastalıktan çıkar gibi çıktığımızda ya da bir krizi aşar gibi onu aştığımızda gerçekten ve kesin olarak aşılmıştır.

Sorunun ayrıntısına girmeden belirtelim ki, Heidegger’in tanısı belirsizdir. Heidegger şunu iddia eder: Amacına ulaştıktan ve tekniğin özüne dönüştükten sonra metafiziği “aşmalıdır” ya da onun “ötesine geçmelidir.” Bu iddia aynı zamanda metafiziğin önemini dikkate alma diye de okunabilir. Metafiziğin sanki dünyamızın paranteze alınabilir temeli olarak düşünülmesi gerekliymiş gibi, Batı’nın modern tekniğe ulaşan temel kararı onunla birlikte gerçekleşmiş gibi anlaşılabilir. Buna destek olarak şunu açıklamak kolaydır: Heidegger’in metafiziği aşması, metafiziğin kurucu anlarının, bir çatışmanın, metafizikte özsel olan şeye yaklaştırılmış bir açıklamanın radikal bir görünüşüdür. Kesindir ki, Heidegger’in eserleri dikkatimizi temelde metafiziğin problematik yönüne çekmektedir. Ve Heidegger metafiziğin yapısını inceleyen ya da başlıca anlarını analiz eden en önemli araştırmalardan bazılarını az veya çok doğrudan ilham etmişse, bu, bir rastlantı değildir. Felsefede Kant’ın yaptığını Heidegger de yapmıştır. Heidegger’in metafiziği reddetmesi, gerçekte “metafiziğin gizli bir reformu”dur; buna dikkat edilmezse, genel olarak Heidegger’in metafiziği aştığı düşünülür.

Son zamanlarda görüyoruz ki, Kıta Avrupa’sı düşüncesinde metafizik eleştirisi yeni bir hız kazandı ve özellikle Jürgen Habermas Nachmetaphysisches Denken (Metafizik Sonrası Düşünce) adlı kitabında metafiziğe karşı çıktı.[2] Habermas, Frankfurt Okulu’nun[3] eleştirel teorisini niteleyen geleneksel metafizik karşıtlığını izler. Ona göre metafizik, bundan böyle çağımızın problemlerine artık cevap veremeyen düşüncenin eskimiş bir biçimidir. Bu nedenle Habermas metafiziği kesinlikle ortadan kaldırmak ister. Metafizik, çağdaş düşünce açısından bundan böyle âdeta alnında “uygulanamaz” yaftası taşımak zorundadır. Metafiziğin bazı ayırt edici özelliklerinin açıkça gösterdiği şey budur. Metafizik:

1. Bütünü kavramayı amaçlar; onun çabası varlığın ve düşüncenin özdeşliğine ulaşmaktır.

2. Mutlak’a nostalji duyar; ilk felsefenin geleneksel yerini almayı ister; isteğine bilinç olarak belirlenmiş bir süjeyi temel alarak ulaşmak ister; süjenin ilk felsefeye modern çağda sarsılmaz bir temel verebileceğini düşünür.

3. En sağlam ve en mükemmel felsefe yapma biçiminin theoria olduğunu kabul eder.[4]

Habermas felsefeye ilişkin kesinlikle özet; fakat kendisi için yeterli bu açıklamadan şu sonucu çıkarır: Metafizik bundan böyle geçmişte yaşanan hatalar galerisine aittir. O, sözlerini şöyle sürdürür: Günümüzde,

1. Bütünü anlama çabası bir yanılgıdır ve bu yanılgı terk edilmiştir; rasyonalite, tözsel ve temellendirici değildir. Gerçekte rasyonalite yöntemseldir; yanılabilen ve düşük profilli bir rasyonalitedir. Sonluluğumuza uygun bir tutum kabul edilmiştir; “felsefî bilgi mutlak olabilir” şeklindeki inanç terk edilmiştir.

2. Evrensel, felsefî bir bilgiyi garanti eden bilinç olarak süje perspektifinin üstünlüğünden, dilin ve iletişimin özneller arasını belirleyiciliğine geçilmiştir.

3. Teori ve pratik arasındaki geleneksel dikotomi savunulamaz; temaşanın üstünlüğü ileri sürülemez; çünkü bunlar modern dünyada yerlerini yeni bir fenomene, iş ve çalışma fenomenine bırakmıştır.

Dikkat etmeliyiz ki, Habermas metafiziği örtük biçimde modern metafizikten; modern metafiziği de rasyonalist (Descartes, Spinoza, Leibniz, Wolff) ya da idealist (Fichte, Schelling, Hegel) metafiziklerden ibaret görmektedir. Bize öyle geliyor ki, Habermas, pars proto toto (bölümü bütün yerine) almaktadır, çünkü onun eleştirisinin hedefinde ne Antik Çağ ne de Orta Çağ metafiziği vardır: Antik Çağ’ın ya da Orta Çağ’ın metafizik düşüncesi âdeta işlevsizdir ve bu düşünceyi tarihe gömmeyi istemek gereksiz bir çabadır. Onun polemiğinin hedefi daha çok “zamanın ruhu”na karşı, Zeitgeist’a karşı metafiziği iyileştirmeye çalışan çağdaş girişimlerdir. Habermas’a göre bu girişimler boş çabalardan ibarettir. Bu çabalar özellikle XX. yüzyıl Alman Felsefesinde periyodik olarak yeniden ortaya çıksalar da, sonuçsuzdur: Bu boş çabaların örnekleri, Karl Stumpf’un (Die Wiedergeburt der Philosophie, 1907), (Felsefenin Yeniden Doğuşu); Peter Wust’un (Die Auferstehung der Metaphysik, 1925) (Metafiziğin Yeniden Dirilişi) ve Nicolaï Hartmann’ın (Grundlegung der Ontologie, 1935) (Ontolojinin Temellendirilmesi) adlı kitaplarındaki görüşleridir. Habermas’a göre bugün Robert Spaemann ve özellikle Dieter Henrich tıpkı Stumpfla ve Hartmann’la aynı yönde giderler; metafiziği savunarak zamanın ruhuna karşı çıkarlar. Onların bu girişimleri de kaçınılmaz olarak başarısızlığı mahkûmdur.

Bunu söyledikten sonra Habermas, gerçekte hemen hemen herkesin paylaştığı şu genel bir tespite başvurur: Metafizik bugün, girilmesi imkânsız bir yoldur ve bu yüzden post-metafizik bir düşünceye geçmelidir. Fakat bu konuda herkes anlaşsa da Habermas’ın teşhisi, Almanya’da metafizik yanlılarının şiddetli bir tepkisine neden oldu. Özellikle Dieter Henrich, modern metafiziğin statüsüne başvurarak Habermas’ın düşüncelerini on iki tez halinde eleştirdi.

Burada böyle bir tartışmanın değerli olup olmadığını ele alamayız. Sadece şunu belirtmek yeter: Tartışma kısa bir süreliğine yapılsa da dikkati metafizik üzerine çekti ve önemli etkiler yaptı.

Analitik felsefenin parçaladığı metafizik viraj, Almanya’da şanslı dönem yaşadı; Heidegger’i izleyen Ernst Tugendhat sayesinde ontolojik problematiğine kavuştu.

Sonradan, belirttiğimiz dönemle hemen hemen eşanlı bir pek çok araştırma yapıldı. Bu araştırmalar problemin tarihinin özüne kadar geriye gitmeye, diğer deyişle metafiziğin geçtiği önemli evreleri tarihsel açıdan analiz etmeye çalışıyordu. Metafizik konusundaki daha eski araştırmaları bir kenara bırakıyorum ve çağdaş araştırmalara değinmek istiyorum. Günümüzde metafiziğe ilişkin önemli çalışmalar şunlardır: Orta Çağ ontolojisi konusundaki Rolf Schönberger’in ve Ludger Honnefelder’in araştırmaları; ontoloji ve dil arasındaki ilişki konusunda Theo Kobusch’un araştırması ya da modern dönemde metafizik eleştirisine ilişkin Panajotis Kondylis’in çalışmaları.

Bu noktada Fransız felsefe kültüründe metafizik sorunun varlığına ilişkin bir parantez açmalıyız. Fransa’da tarihsel-spekülatif araştırmalar denince Pierre Aubenque ve öğrencileri akla gelen ilk kişilerdendir. Altmışlı yılların başından beri, Aristoteles'te varlık sorununa ilişkin çok iyi bilinen çalışmasında Aubenque, metafiziğin problematik özelliğine dikkat çekti; bunu da Aristoteles'in varlığın varlık olarak bilimi dediği metafiziğin aporilerini aydınlatarak; ontolojinin, teolojinin ve metafiziğin Batı düşüncesi için ortak olmalarını ve karşılıklı ilişkilerini anlamaya çalışarak yaptı. Aristotelesçi gelenek üzerine bu çalışmayı esinleyen spekülatif ilgiyi kolayca anlayabiliriz. Bu çalışmanın nedeni, Aubenque’in Heidegger’den ödünç aldığı, metafiziğin, onto-teoloji olarak oluşturulmasını anlama çabasıdır.

Biliyoruz ki, Heidegger “metafizik” teriminin ortaya çıkışını “temel felsefî bir güçlük” olarak; Rodoslu Andronikos’un karşılaştığı güçlük olarak yorumladı. Andronikos Aristoteles’teki varlık olarak varlığın bilimini nereye yerleştireceğini bilemedi; çünkü Helenistik bilgi sistemi, felsefeyi mantık, fizik ve etik diye üçe ayırıyordu. Heidegger 1920’li yılların sonundan itibaren şu tezi savundu: Metafizik temelde bir “onto-teoloji”dir. Onto-teolojinin gerçekleştirdiği var-olan üzerine var-olan olarak araştırma ya tüm var-olanda ortak olan şeyin araştırılmasıdır yani biçimsel bir bilim (on katholou=koinon) olan ontolojidir ya da en yüksek var olanın araştırılmasıdır yani nedensel bir bilim (on katholou=akrotaton on) olan teolojidir.

Ontoloji olarak Aristoteles metafiziğinde varlığın pek çok anlamı vardır; realite çok görünüşlüdür. Bu metafizik için çokluğun tek bir ilkeye indirgenemezliği, olumlu bir faktördür. Bu nedenle metafizik farklılıklar, çeşitlilikler ve çoğulluklar üzerine bir düşünmedir. Aristotelesçi ontoloji çerçevesinde varlık, tek anlamlı olarak düşünülmez; fakat anlamlarının çokluğu ve bölgelerin çeşitliliği ifade edilerek düşünülür.* Sonuç olarak Aristoteles ontolojisi, “bilginin farklı türleri olmalıdır” teorisine dayanır. Bu ontolojide farklı bilgi türleri realiteyi, farklı açılardan ve farklı amaçlar için; pek çok görünüşüyle analiz eder.

Teoloji olarak Aristoteles metafiziği, yüce ve tanrısal realiteleri bilimsel açıdan inceler. Bu teolojide Tanrı, artık efsanede “anlatılmamıştır”, dinde de “vahyedilmemiştir”. O, en yüce Varlık’tır ve rasyonel olarak araştırılır. Tanrı bu özellikte Varlık olarak felsefeye girmiştir. Teoloji olarak metafizik, böyle gördüğü Tanrısalla ilgilenir; Tanrı’ya ilişkin tasavvurlarını mitolojiden ve dinden almaz; kendi kavramını rasyonel bir kanıtlamayla elde eder. Teoloji olarak Aristotelesçi metafizik, spekülatif yani felsefî, kavramsal teolojidir. Kuşkusuz Tanrı’nın felsefeye bu şekilde, summum ens (En yüce Varlık) olarak girmesine itiraz edilebilir; fakat Aristoteles’in Tanrı’sı, Tanrı olarak birinci şahıs sözcelerle konuşmaz. Tanrı’nın söylediği şey, metafiziğin ve felsefenin diline aktarılmıştır. Aristoteles metafiziğin ufkuna Tanrı, gerçekten girmiştir; ama bu giriş hemen metafizikten dışarı çıkmak içindir.

Mantık olarak metafizik, sezgisel ya da esinli türde bir bilgi değildir; fakat rasyonel kanıtlama modalitelerine uygun düşünmedir. Metafiziğin temelindeki rasyonel kanıtlama bir diyalektiktir. Aristoteles’e göre diyalektik bir ars bene dissrendi’dir (tartışma sanatı) ve kanıtlamanın en yüce biçimidir. Aristoteles diyalektiğinin Hegelci-modern anlamdaki diyalektikle yani çelişki mantığıyla ve sistemiyle ilişkisi yoktur.

Aubenque Okulu, “onto-teoloji”nin önemli anlarını, özellikle Aristoteles'teki kaynaklarını inceledi ve XVII. yüzyılın başında Suárez’in temsil ettiği dönemeci araştırdı. Bütün bu incelemeler ve araştırmalar, Rémie Brague’ın Aristoteles’e[5] ve Jean-François Courtin’in Suárez’e[6] ilişkin monografilerine dayanır. Bu bağlamda Jean Luc Marion’un[7] incelemelerini de anmak gerekir. Marion, Descartes düşüncesinde onto-teoloji sorununun nasıl etkin olduğunu betimlemektedir.

Bu aşamada ortaya konan sorun şunu bilmektir: Varlığın varlık olarak Aristotelesçi biliminden çıkarılmış metafizikte onto-teolojinin oluşturulması, bir ilk belirlenim midir? Yoksa onto-teoloji oluşturma, Hans Krämer’in “tin metafiziği” dediği metafiziğin bir türevi midir? —Platon bu tin metafiziği doktrinini yazmamıştır; onu Tübingen Okulu yani Konrad Gaiser, Thomas A. Slzezák iyileştirmiştir.— Bu oluşturma önemli ve temel sistematik formülasyon verir mi? Bu ezoterik tin metafiziği öğretisinin çekirdeğini Platon’un Speusippos, Xenokrates ve Aristoteles gibi doğrudan öğrencilerinin tanıklıkları sayesinde biliyoruz. Bu çekirdek, Varlık ve oluş; düşünülür ve duyulur; tin ve doğa ayırımlarının ötesindedir; bir aşkınlık doktrininden, özellikle ilkeler teorisinden ibarettir. Bu çekirdeği birliğin ve çokluğun kaynağı olan Bir ve İki (dyade) gibi ilkeler oluşturur; söz konusu ilkeler varlığın ötesindedir (epekeina tes ousias). Whitehead’e göre Batı felsefesi tarihi “Platon’a düşülen dipnotlar”dan oluşur . Bunun ne anlama geldiğini Platoncu metafiziğin ölgün ışığında görebiliriz. Böylece, yeni yani Whitehead’ın bakış açısından ele alınacak ilk filozof, Aristoteles’tir. Whitehead’e Aristoteles artık aşkınlık düşünürü Platona’a karşıt bir içkinlik filozofu gibi görünmez—Rafaël Atina Okulu’nda bu klasik karşıtlığı resmetmişti; bu resimde Platon bir eliyle Timaeios’u tutarak diğer elinin parmağıyla gökyüzünü gösterir; Aristoteles ise bir elinde Nikomakhosa Etik, diğer eliyle yeri işaret eder.— Yeni, (Whitehead’ın) bakış açsından Platon doktrininde aşkınlık ve içkinlik; zekâ ve duyarlık; tin ve doğa birlik halindedir. Aristoteles sistemi, Platon bu birlik doktrininden türemiş sistemlerden biridir. Gizemli Platon’un incelenmesi, yeni bir senaryoyu da telkin eder. Bu senaryonun konu şudur: Grek metafiziği, “Hristiyan felsefesi” ve bunların dışındaki gelenekler; örneğin  René Guénoncu anlamda metafizik fikrini çağrıştıran gelenekler özdeştir.

 

Analitik felsefede Metafiziğin Aşılması

 

Analitik felsefeye gelince; biliyoruz ki o, en azından başlangıçta metafiziğe hiç de hoşgörülü davranmamıştır. Carnap, “Metafiziği Dilin Mantıksal Analiziyle Aşma” adlı makalesinde şunu savunur: Metafizik, gerçek bir açıklama değildir; sözümona açıklamadır, çünkü metafizik kavramlar, doğrulanabilir hiçbir anlamı olmayan boş kavramlardır; metafizik sözceler de sentaks kurallarına aykırı ifadelerdir. Carnap’ın metafiziğe karşı bu olumsuz tutumu, yeni pozitivizmin ve analitik felsefenin tutumunu uzun süre belirledi. Biliyoruz ki, Viyana Çevresi tartışmalarında doğrulanamaz bir önerme söylendiğinde, “bu, metafiziktir” diyerek reddedilirdi.

Fakat son zamanlarda bu konuda analitik felsefenin bir geri adım attığını görüyoruz. Analitik felsefe, metafizik bilgide olumlu bir yönü anlamaya çalışarak, metafiziğe başlangıçta takındığı olumsuz tutumu terk etti. Bu konuda Viyana Çevresi’nin yeni pozitivist atmosferinde yetişen ve bilim felsefesinin önde gelen isimlerinden biri olan Karl Popper’ı örnek verebiliriz.* Popper’a göre, yeni bilimsel paradigmalar oluşturmada metafiziğin üretici bir rolü vardır. Bazı metafizikler sezgi ürünüdür ve yanlışlanamaz. Bu yüzden onlar, bilimin sonradan rasyonel kanıtlara dayalı olarak kesin biçimde formüle ettiği tezlerden ve teorilerden öncedir. Kuşkusuz Popper’ın düşüncelerinden etkilenen Carnap, sonradan daha ihtiyatlı analizler sonucu metafizik eleştirisinin dozunu hafifletti; metafizik önermelerin anlamsızlığı konusunda şu değişiklikleri yaptı: Anlam konusundaki ölçütler şunlara uygulanamaz:

 1. Aristoteles'in metafiziği ya da Kant’ın metafiziği gibi kendi dönemlerinin bilimiyle sıkı ilişki içindeki metafiziklere.

2. Çok cesur yine de bilimsel açıklamaların öncelenmesini temsil eden soyutlamaların ve genelleştirmelerin içinde, deneyimden hareketle doğan metafizik açıklamalara;

3. Deneysel bilgilere dayanan ve onlardan kozmolojik sistemler çıkaran “tümevarımsal” metafiziklere.**

Sıkı anlamda analitik filozof olan  Strawson, Les individus (Bireyler) adlı kitabında ilke olarak iki metafiziği, düzenleyici (corrective) ve betimsel metafizikleri birbirinden ayırır ve betimsel metafiziklere pozitif bir fonksiyon yükler.

Yine de görüyoruz ki, metafizik kavramı tüm bu durumlarda minimal bir anlamda alınmıştır; sonuçta —Tanrı, ölümsüz ruh, dünya gibi— bir zamanların yüce realiteleri üzerine söylem olarak değil; fakat realitenin felsefî betimi olarak, objelerin ya da olayların ontolojisi olarak alınmıştır. Strawson’ın betimsel metafiziğinin ya da son zamanlarda Brentano’nun düşüncesinden esinlenen Roderick Chisholm, Kevin Mulligan, Barry Smith, Peter Simons tarafından geliştirilen somutlaştırıcı ontolojinin durumu açıkça budur.

Hilary Puthnam’ı Renewing Philosophy’de (=Felsefeyi Yenilemek) (1992) adlı kitabında demektedir ki, “analitik felsefe, dünya felsefe sahnesinde metafizik lehine en önemli hareket olmuştur.” Kuşkusuz burada sözü edilen metafizik, geleneksel metafizik değildir; günümüz filozoflarının anladıkları şekliyle minimal felsefedir.  Fakat analitik felsefede metafizik problemini ve metafiziğin aşılması sorununu doğru biçimde açıklamak için, Wittgenstein'ın bir pasajını aktaralım. Wittgenstein'ın burada ifade ettiği görüşler, metafizik hakkındaki yeni düşüncenin temelidir.

Maalesef Wittgenstein’ın metafizik karşısındaki tutumu ne basittir ne de tek anlamlıdır; fakat daha çok problematiktir ve karışıktır; kısacası bu tutumu kavramak zordur. Bu tutum, temel bir ikilemle karşı karşıyadır: Bu ikilemi Wittgenstein'ın Heidegger hakkındaki bir açıklamasıyla aydınlatabiliriz. Söz konusu açıklama bize şimdiye kadarki açıklamalardan daha çok yardım edecektir. Wittgenstein uzmanları bu açıklamayı bilirler; fakat ona pek de önem vermezler. Üstelik onlar bütünlüğü koruma adına metindeki değişikliğe itiraz etmezler.

Wittgenstein tarafından Viyana’da 30 Kasım 1929’da Schlick’in evinde yapılan kısa bir açıklama söz konusudur. Açıklama Friedrich Waismann tarafından not edilmiştir ve onun ölümünden sonra yayınlanmıştır. Ve işte metin:

 

      Heidegger Hakkında

   

    30 Kasım 1929, Pazartesi, (Schlick’in Evi)

 

Heidegger’in varlıktan ve kaygıdan ne anladığını kesinlikle düşünebilirim. İnsanda dilin sınırlarına doğru atılma eğilimi vardır. Örneğin herhangi bir şeyin var olmasına bağlı hayreti düşünün. Bu hayret bir soru biçiminde ifade edilemez; aynı şekilde kesinlikle bir cevap içermez. Demek istediğimiz her şey sadece a priori bir anlamsızlık olabilir. Bu, dilin sınırlarına doğru gitmemize engel değildir. Kierkegaard da dilin sınırlarına doğru gitmeyi çok iyi gördü ve durumu tümüyle benzer terimlerle (paradoksa doğru gitme olarak  betimledi. Dilin sınırlarına doğru gitmek; bu, etiktir. Bir bilgi, değerler olup olmadığını; İyi’yi tanımlayıp tanımlayacağımızı vs. sormak gibi etik üzerine her gevezeliğe son vermenin gerçekten önemli olduğunu savunuyorum. 

Etikte her zaman söz konusu olan şeyin özüne ulaşmayan ve asla ulaşamayan herhangi bir şeyi söylemeyi deneriz. Bir şey a priori kesindir: İyi’yi nasıl tanımlarsak tanımlayalım, gerçekten amaçladığımız şeyin karşılığı bir ifadede bulduğunu söylersek her zaman yanılırız (Moore). Sınıra doğru gitme eğilimi, oraya gitme herhangi bir şeyi belirtir. Augustinus gereksiz yere tartışan birine demektedir ki, “ A be adam! Anlamsızı söylemek istemiyorsun, öyle mi? Haydi anlamsız bir söz söyle! Sadece bir söz; bunun sana bir zararı olmaz.” 

Friedrich Waismann Wittgenstein ve Viyana Çevresi’nin bazı üyeleri arasındaki tartışmaları bir deftere yazmıştır. Waismann Wittgenstein'ın bu açıklamasını da söz konusu deftere not etmiştir. Wittgenstein bu notlara ulaşmaya belli bir zamana kadar izin vermiştir; fakat onlar sadece Waismann’ın ölümünden sonra yayınlanmıştır (Oxford, 1959).* Heidegger’e ilişkin bu açıklama ilk defa 1965 Ocağında Philosophical Review’de (Felsefe Dergisi) (LXXIV, 3-27) Almanca orijinali ve Max Black’in İngilizce çevirisiyle birlikte yayınlanmıştır. Bu çeviriyi Elisabeth Anscombe, Rush Rhees, Georg von Wrigth onaylanmıştır. Bu yazı Wittgenstein’ın, Eylül 1929 ve aralık 1930 tarihleri arasında “Cambridge “Heretikleri” Derneği’nde yazılı olarak verdiği efsanevî konferans olan Lecture of Ethics’e ek gibi görünmektedir. Heidegger üzerine konferans ve açıklama 1966’da Lecture and Conversation on Ethics, Psychology Aesthetics, and Religious Belief’te (Blackwell, Oxford)** yeniden ele alındı.

Şaşırtıcı olan, şudur: Wittgenstein'ın Heidegger üzerine açıklaması, gerek dergide gerekse kitapta bütün olarak yayınlanmadı; üstelik Heidegger’e yapılan referans sansürlendi; Zu Heidegger [Heidegger Üzerine], adlı başlık ve “Heidegger’in varlıktan ve kaygıdan ne anladığını gerçekten düşünebilirim” şeklindeki giriş açıklaması silindi. Silinen bu açıklama, tüm açıklamanın genel anlamını belirler, çünkü Wittgenstein'ın dilin sınırlarıyla karşılaşmaya dair ve herhangi bir şeyin var oluşundan duyulan hayret hakkında dedikleri, Heidegger’le ilgilidir.

Waismann’ın notları ölümünden sonra, Wittgenstein und der Wiener Kreis. Gespräche, aufgezeichnet von Friedrich Waismann (Wittgenstein ve Viyana Çevresi. Friedrich Waismann Tarafından Kaydedilen Oturumlar) (Suhrkamp, Frankfurt, a. M. 1967) başlığıyla III cilt halinde ve Brian McGuinness’in yorumuyla yayınlandığında bu sansür fark dildi ve çok eleştirildi; onun hakkında çeşitli varsayımlar öne sürüldü. Ve söylemeliyiz ki, dürüstlük adına daha ciddî filolojik bir davranış beklenirdi.

İçeriğe; özellikle metafizik konusuna gelince; en azından üç açıklama kaçınılmazdır:

1. Her şeyden önce ilginçtir ki, analitik felsefeyi başlatan Frege’yle birlikte Wittgenstein, Heidegger hakkında bir değerlendirme yapar. Bu değerlendirme de şudur: Heidegger, analitik tutuma hem en uzak hem de en aykırı Kıta Avrupa’sı filozofudur. Onun felsefesi, yeni pozitivistler tarafından felsefede kaçınılması gereken şeyin kesinlikle negatif paradigması gibi görülmüştür.

Wittgenstein'ın 1929 tarihli açıklaması Varlık ve Zaman’ın yayınlanmasından sonra Heidegger’in başarısına gösterilen ilk tepkilerdendir. Wittgenstein'ın tepkisi tek tepki değildir. Wittgenstein'dan hemen sonra analitik ve yeni pozitivist çevrelerde iki tepki daha ortaya çıkmıştır. Bunlardan biri Gilbert Ryle’ın tepkisidir. Ryle bu tepkisini Mind (Zihin) adlı dergi için (XXXVIII, 1929, pp. 355-370) yazdığı Varlık ve Zaman eleştirisinde göstermiştir. Ryle, bu tepkisini 1949 yılında yayınladığı The Concept of Mind (Zihin Kavramı) adlı kitabında hafifletmiştir. Diğer tepki ise Rudolf Carnap’ın yukarıda anılan tepkisidir. Carnap “Metafiziği Dilin Mantıksal Analiziyle Aşma” adlı makalesinde Heidegger’in Metafizik Nedir? konulu açış dersini eleştirdi.

2. Wittgenstein'ın eleştirisi çok kısa olsa da önemlidir, çünkü Varlık ve Zaman’ın ve Metafizik Nedir?’in temel kavramları olan “varlık” ve “kaygı” gibi kavramlara analitik açıdan olumlu bir anlam verir. Wittgenstein bu eleştiriyi yaparken kendisini etkileyen Kierkegaard ve Augustinus gibi filozoflarla ilişki kurar; Wittgenstein'ın açıklaması bağlamımız için kaçınılmaz olan bir probleminin yani ifade edilemezi metafizik olarak ifade etmenin imkânsızlığı probleminin özüyle ilgilidir; diğer deyişle etik ve metafizik arasındaki, pratik felsefe ve teorik felsefe arasındaki bağlantı sorunuyla ilişkilidir.

3. Viyana Çevresi’nde Heidegger, dili, semantiği ve sentaksı yanlış kullanma paradigması gibi görülür; Heidegger düşüncesi küçümsenir. Wittgenstein'ın Heidegger’e tutumu bu küçümsemeyle karşılaştırılırsa, açıkça anlaşılır ki, Wittgenstein’ın tavrı ılımlıdır. Carnapçı yeni pozitivist polemiğin eleştirdiği Heidegger’in lengüistik ihlalini, Wittgenstein “dilin sınırlarını aşma” diye niteler. Wittgenstein'a göre dilin sınırlarını aşma, etiğe denktir. Etik insanın özündeki metafizik eğilimin ilk motivasyonu gibidir. Wittgenstein'ın açıklaması, dünyayı mantıksal anlama ve etik-metafizik anlama arasındaki ilişkiyi yeniden düşünmeyi zorunlu kılar.

Fakat Wittgenstein'ın, Heidegger’in “varlık” ve “kaygı” terimlerini iyi anladığını söylediğinde Heidegger’in hangi doktrinlerini ima etmektedir? Wittgenstein'ın dikkatini olumlu veya olumsuz olarak çeken nedir?

Heidegger kaygıyı her zaman belirli bir faktörün neden olduğu korkudan ayırır. Ona göre kaygı, bir ruhsal durum gibidir; temel bir yatkınlık ya da mizaçtır; kaygıda Dasein, var olana ilişkin gündelik hayattaki anlamını yitirir ve böylece Dasein kendini yokluğun karşısına atılmış olarak bulur. Heidegger’in kaygı doktrini budur. Wittgenstein açıkça bu doktrini ima eder. Bu anlamda kaygının ontolojik ve açınlayıcı bir fonksiyonu vardır; çünkü kaygı, Dasein’ı tümüyle ortaya çıkarır ve onu var olanın deneyimine her felsefî teoriden daha çok açar. Bir anlam kaybından doğan negatif anlam, Dasein’ı (var olanın bütünlüğüne ilişkin, basit, mantıksal bir yadsımayla elde edilen yokluğun değil) gerçek yokluğun deneyimine götürür. Bu tezi Heidegger Varlık ve Zaman’da § 40 68 b iler sürer ve Metafizik Nedir?’de derinleştirir.

Wittgenstein'ın dikkatini çeken şeye gelince; bu konuda tahminde bulunabiliriz. Heidegger felsefî sorgulamanın temeli olan ilk motivasyonu yeni bir biçimde ele alır; kendi varlığını sorgulamak için var olanın gündelik anlamını aşan metafizik tutumu benimser; “kaygı”yı ve “varlık”ı deneyimleme imkânı arasında ilişki kurar. Olasılıkla bütün bunlar Wittgenstein'ın dikkatini çekmiştir. Felsefe tarihi yazıcılığının belli biçimleri ve figürleri vardır. Heidegger metafiziği, felsefe tarihi yazıcılığı terimleriyle tanımlamaya çalışmaz; fakat özüne dayanarak belirlemeyi düşünür. Bu durum, Heidegger’in felsefede yaptığı gerçek yeniliktir. Buna göre metafiziğin özelliği, var olanın var olan olarak sorgulanmasıdır; var olanın şu veya bu özel görünüşüyle değil; kendi varlığıyla ilişkisi içinde kavranmasıdır. Metafizik, var olana gündelik hayatta verilen anlamı aşar ve Heidegger’in felsefî tutumuna “sıçrar”. Sorulması gereken şudur: Gündelik anlamdan felsefî anlama sıçramayı sağlayan nedir?

Bu geçiş gelenekte farklı şekillerde yorumlandı. Örneğin Heidegger’in hem izlediği hem de karşı çıktığı Husserl fenomenolojisine göre doğal ve dolaysız tutumdan felsefî (fenomenolojik) tutuma epokhe’de (paranteze alma) geçilir; paranteze alma, teknik bir egzersizdir; meslekten filozofun gerçekleştirdiği bir tür “kurgu”dur. Bu kurguyla filozof, dünyanın doğal görünümünü paranteze alır; fakat doğal tutumda görülemeyen dünya deneyimimizi oluşturmak için gerekli teknik işlemleri, dünyayı görmeden hareketle yapar.

Buna karşılık Heidegger’de felsefe yapma motivasyonu, fenomenolojik epokhe gibi karmaşık, üstün bir entelektüel edim değildir; fakat bir tür yönelim’dir. Bu yönelim, insan varlığının merkezinde görünür; insan realitesinin en derin tabakalarında ortaya çıkar. Bu yönelimin etkisiyle insan, kendini sorgular; nesneleri ve nesnelerin anlamlarını sorunsallaştırır. Var olanın neliği’ne ve var olma moduna ilişkin sorunun kaynağı, var olanı deneyimlemedir. Heidegger’e göre var olan, teorik bir ufukta deneyimlenemez; yansız, tespit edici ve gerçekleyici terimlerle sorgulanamaz. Var olanı sorgulama, gerçekten radikaldir; çünkü özel bir istem edimiyle yapılmaz.  Dasein var olanı temel stimmung’undan (ruhsal durum) doğan herhangi bir eylemle sorgular ve Dasein, kendisiyle ilgili bir ruhsal kargaşa yaşadığında sorgulama vardır. “Ruhsal kargaşa en az olduğunda” her şey farklı açıdan görünür; var olanın anlamı kaçıp kaybolur, değişir ya da tersine döner. Heidegger’e göre bu uyanıklığı sağlayan ruhsal durum ve bu deneyim, kaygıdır. Heidegger kaygının ontolojik olarak açınlayıcı fonksiyonunu keşfetmeye çalışır. Var olanın metafizik sorgulamasının kaynağı bu derin düzey ise, o zaman bu sorgulama insanî realitenin bütününe ulaşır ve ilke olarak her birimize ulaşabilir. Var oluşun en derinine kök salan metafizik ihtiyacı, var olanın mantıksal-bilimsel betiminden önce gelir. Bu açıdan felsefe, bir meslek olarak değil; fakat herhangi bir kişinin gerçekleştirebildiği bir yönelim olarak; her bireysel var oluşa katılabilen ve tümüyle bireysel var oluşu ilgilendiren bir yönelim olarak ortaya çıkar. Felsefe her teorik-betimsel boyutu aşan bir ilk etiğin uygun olduğu, genel bir yönelimdir.

Wittgenstein demektedir ki, felsefe yapmanın pratik, ahlakî motivasyonunu çok iyi anlıyorum. Bunu da Heidegger’in varlık, kaygı ve onların yapısal ilişkilerine dair  görüşlerine borçluyum. Wittgenstein kendini Moore ahlakından çok, otantik kabul ettiği Heideggerci ahlaka yakın hisseder. Wittgenstein Moore ahlakını eleştirirken şöyle der: Ahlak konusunda her gevezeliğe son vermelidir; aynı şekilde “bilgi ve değerler var mıdır? İyi tanımlanabilir mi?” diye sormamalıdır. Wittgenstein gerçi değişik bir açıdan şunun farkındadır: Ahlakın motivasyonu pratik bir şeydir. Ahlakın temeline teorik ve betimsel dille ifade edilen bir şeyi koymak, aporiye ve çelişkiye düşmektir. Wittgenstein Heidegger’de de ahlakî motivasyonun pratik bir durumdan kaynaklandığını söyler. Ona göre Heidegger’de ahlakın pratik motivasyonu varlık ve kaygı arasındaki örtük gerilimdir. Bu gerilimin yapısı, Wittgenstein'ın Lecture on Ethics’te   “dilin sınırlarına çarpma”” dediği şeye benzer. Benzerlik Carnap’ın düşünebildiğinden çok daha fazla bir şeydir.

Bilindiği gibi Carnap, Heidegger metafiziğini anılan makalesinde eler. Bunu yaparken Carnap, Heidegger’in Metafizik Nedir?'deki görüşlerini temel alır. Carnap demektedir ki, Heidegger yokluktan (ve varlıktan) söz ettiğinde, dili yanlış kullanır; çünkü o, doğrulanabilir anlamlara hiçbir referansta bulunmayan kelimeler kullanır ve Das Nichts nichtet (hiçleştiren hiçlik) gibi sahte önermeler ortaya koyar. Heidegger Carnap’ın adını asla anmadan üniversitesinde 1935 yaz sömestrinde Metafiziğe Giriş adlı (1953’te kitap olarak basılan) derste cevap verir. Özellikle “Varlık Kelimesinin Grameri ve Etimolojisi üzerine” başlıklı ikinci kısım, Carnap’ın eleştirisinin dolaylı bir karşı eleştirisi gibi okunabilir, çünkü Heidegger burada şunu göstermeye çalışır: Varlık kelimesinin mantıksal-gramatikal analizi ve etimolojisi, bu terimin gönderdiği metafizik problemin derin anlamını kavramaya hiç de izin vermez. Heidegger’in söz konusu derste Carnap’la yaptığı bu dolaylı polemik, bir ekle birlikte Gesamtausgabe’de yayınlanmıştır. Yalnız Heidegger burada polemiği örtük biçimde değil; açıkça yapmaktadır. Heidegger demektedir ki,

Bilindiği gibi basmakalıp ve sonunda kendini geçersizleştiren şöyle bir iddia vardır: Aristoteles’ten beri Varlık, “…dır”dan hareketle belirlenmiştir. Erkenntnis (Bilgi) Dergisi’yle özdeşleşen bir düşünce akımı, bu basmakalıp düşüncelerden daha çoğunu söyler. Bu akım matematiğin ve matematik hesaplamanın araçlarını kullanarak geleneksel mantığı, ilk defa kesin terimler halinde oluşturmaya ve geliştirmeye çalışır. Bu akımın amacı, “mantıksal olarak doğru” bir dili bu şekilde inşa etmektir. Söz konusu akıma göre gelecekte, mantıksal olarak doğru bir dilde, sahte önermeler üretilemeyecektir. Bu dergide (Erkenntnis, II, 1931), “Metafiziği Dilin Mantıksal Analiziyle Aşma” başlıklı bir yazı yayınlandı. Yazıda sözde kesin bilimsellik görünüşü altında yargıya ilişkin geleneksel doktrin, son derece belirsizleştirildi ve köksüzleştirildi.

Heidegger, Carnap’a, tarihi belli olmayan, fakat sonra yapıldığı kesin olan bir başka eleştiri daha yöneltir. Bu eleştiride Heidegger, Carnap’ın Metafizik Nedir?’de eleştirdiği bölümdeki nichts Hiçbir şey) zarfının yerine el çabukluğuyla Das Nichts adını koydu. Heidegger Metafizik Nedir?’in ünlü bölümünde şöyle demektedir:

Dünya ile ilişkinin yöneldiği şey, var olandır ve başka bir şey. Her tutumun yönetici davranışının kaynağı, var olandır ve daha fazla hiçbir şey. Araştıran ve hesaplaşan analizin zorunlu olarak birlikte vuku bulduğu şey, var olandır ve ötesinde hiçbir şey […] Araştırmanın nüfuz etmek zorunda olduğu şey, sadece “var olan şey” ve bunun dışında hiçbir şey: Sadece var olan şey, ötesinde hiçbir şey. Bu hiçlik hakkında ne denebilir?[8]

Oysa sözü edilen satırlarda Heidegger, Hippolyte Taine’in yani pozitivist sayılan bir düşünürün “ve başka hiçbir şey” formülünü (ve varyantlarını) yeniden ele aldığını açıklar.

1964’te Heidegger “Fenomenoloji ve Teoloji” başlıklı konferansının ekinde Carnap’la ortadan kaldırılamaz karşıtlığını son defa dile getirecektir. Bu konferansında Heidegger kendi durumunu ve Carnap’ın durumunu çağdaş felsefede “son derece karşıt iki durum” diye açıklar.[9]

 

“HARİKALARIN HARİKASI”

 

Carnap’ın ve Heidegger’in durumlarını polemiğinin ötesinde, metafizik açsısından belirleyen ve betimleyen şey, açıktır. Carnap, felsefî söylemin geçerlilik şartları’nı ortaya koymakla ilgilenir. Oysa Heidegger geçerlilik problemini bir kenara bırakır; dilin sınırlarını bazen tüm bir özgürlükle aşarak, anlamın nasıl ortaya çıktığını göstermeye çalışır.

Wittgenstein’a göre mantıksal biçimin içermediği şeyi ifade etmeye çalışmak istediğimizde, çelişkili; ama kaçınılmaz olarak dilin sınırlarına çarparız yani mantığa uygun tarzda kavramaya izin vermeyen ifade edilemezi ifade etmeyi istediğimizde kesin olarak betimlenebilirlik kurallarını ihlal ederiz. Wittgenstein bunu çok iyi görmüştür ve açıklayabilmiştir. O, dilin sınırlarını aşma eğilimini; her şeye rağmen (deneysel olarak doğrulanamadıklarından ç.n.) sadece anlamsız olduklarını söylediğimiz entitelerin varlığını örneklerle açıklamak ister. Onun örnekleri göstermektedir ki, ifade edilemez şeyler yani aşkın entiteler vardır. Örneğin Augustinusçu anlamda Tanrı değil de, herhangi bir şeyin var olmasının harikalığı” bu aşkın entitelerdendir. Wittgenstein bizi, aşkın entiteleri düşünmeye davet eder.[10] Wittgenstein Lecture on Ethics’te[11] demektedir ki, hiçlikten çok herhangi bir şeyin var olması, “benim ilk ve temel örneğimdir.” Hiçlikten çok herhangi bir şeyin var olması, bende bir hayrete yol açar. Bu hayret soru biçiminde ve cevabı olmayan bir soru biçiminde ifade edilemez. Buradan hareketle Wittgenstein şu sonuca ulaşır: “Söylemek istediğimiz her şey sadece a priori anlamsız olabilir. Buna rağmen dilin sınırlarına çarparız.”

Biliyoruz ki bu, Wittgenstein’ın Tractatus’tan itibaren ısrarla savunduğu bir tezdir. Lecture on Ethics bu tezi daha genişçe ortaya koyar ve derinleştirir.

1. Bir yandan Wittgenstein şunu açıklar: Dünyanın sadece var oluşundan duyulan hayret, çelişkilidir. Söz konusu hayreti dünyanın şu ya da bu görünüşünden; “şöyle veya böyle” olmasından kaynaklanan doğal ve meşru hayretle karşılaştırdığımızda bu çelişkiyi çok iyi anlayabiliriz.

Dünyanın var oluşunun beni hayrete düşürdüğünü söylemek bir anlamsızlıktır; çünkü dünyanın var olmadığını düşünemem. Doğal olarak beni çevreleyen dünyanın bu şekilde olmasına hayret edebilirim. Örneğin mavi gökyüzüne bakarak bu deneyimi yapsaydım, gökyüzünün bulutlu değil de mavi olmasına hayret edebilirdim. Fakat belirttiğim şeyin özü burada değildir. Hangi renkte olursa olsun, gökyüzünün var olmasına hayret ederim.[12]

2. Diğer yandan Wittgenstein şunu ileri sürer. Bu paradoks kaçınılmazdır, çünkü “bir anlamda dilimizin kötü kullanımına yol açan bu belli karakteristik yapısı, etik ve dinî tüm ifadelerimizde bulunur.”[13]

Daha kesin yani mantıksal betimin sınırlarına ve kurallarına göre konuşmak gerekirse, dünyanın var oluşuna hayret ettiğimizi söylemek yanlıştır. Yine de bu dünya deneyiminin temelinde olan etik ve metafizik türdeki, dinî duyguyu ve zorunluluğu ifade etmek için hayret etmeyi sürdürüyoruz.

Wittgenstein'ın önerdiği geçici çözüm şudur: Bu paradoks, nesneleri görmenin iki mümkün biçimini ayıran derin aralığı gösterir. “Gerçekte bir olguya bilimsel yaklaşım, bu olguya yaklaşmayı bir harikaya yaklaşma gibi yapmaz.”[14] Harikayı, diğer anlarda değil de sadece belli bir anda fark ederiz. Wittgenstein şöyle sorar: O zaman bu harikayı belli bir anda fark etmemizin anlamı nedir?[15] Dünyayı niçin bazen mantığın kesin biçimi altında bazen tersine, algılarımızın yanılmasından dolayı, büyüye, harikaya ve hatta mucizeye ilişkin düzene göre görürüz?[16] Bir düşünce modalitesinden diğerine nasıl geçeriz? Ve onların aralarında ne gibi ilişki vardır?

Sonuç olarak Wittgenstein bir yığın soru sorar, çünkü ona göre, ifade edilmezi ifade etmek isteyen etik, dinî ve metafizik önermeler anlamsızdır (deneysel doğrulamaları yapılamaz ç.n.); fakat onları reddetmek yerine derin ve önemli olduklarını kabul etmeliyiz. Bu önermeler kaçınılmaz ve tamamlayıcı biçimde doğar ve ifade edilebilir şeyin açık tasavvurunun yok edilemez kalıntı’sıdır. Onlar kesinlikle ifade edilebilirden başka şeydir; ifade etmeye ve dile indirgemeye hiçbir biçimde izin vermeyen yani sözle anlatılamaz bir şeydir. Wittgenstein buradan şu sonucu çıkarır:

Şimdi görüyorum ki, bu ifadelerin anlamı yoktur. Bunun nedeni doğru ifadeyi bulamayışım değildir; fakat onların özünde anlamın bulunmamasıdır. Gerçekte onları kullanarak söylediğim her ifade, beni dünyanın ötesine yani anlamlı dilin ötesine götürür. Yöneldiğim şey—ve inanıyorum ki, etik ya da din üzerine konuşmaya ya da yazmaya çalışan herkesin yöneldiği şey—dilin sınırlarıyla karşılaşmaktır.[17]

Wittgenstein metafiziğin ne yanındadır ne de karşısındadır. O daha çok ifade edilebilir ve ifade edilemez arasındaki, mantık ve ahlak arasındaki, mekanik gibi olan hayat ve anlam gibi olan hayat arasındaki mesafe üzerinde ısrar eder. Bu nedenle metafiziği mümkün kılan şey, onun, insanî sonluluğa bağlı bir problem olmasıdır.

Dilimizin kafesinin parmaklıklarına kesinlikle çarpma umudu taşımaksızın tam böyledir. —Etik bir ölçüde bilim olamaz; çünkü hayatın, mutlak iyinin, mutlak değerin nihaî anlamına ilişkin herhangi bir şey söyleme isteğinden doğar. Etiğin söylediği şey, bilgimize hiçbir anlamda yeni bir şey eklemez. Fakat etik, insan zihninde var olan eğilim hakkında; sadece kendi açımdan derinden saygı gösterebildiğim ve hayatımda asla hafife almak istemediğim eğilim hakkında bize bilgi verir.[18]

Kısaca söylersek Heidegger metafizik problemin geleneksel çözümünü reddeder; Ona göre kaygı, ontolojik açıdan Stimmung’dur (ruhsal durum); var olanın anlamını ortaya çıkarır; çünkü, var olanın anlamı bütün olarak ve mantıksal-teorik planda kavranamaz, ifade edilemez. Var olanın anlamı, onu kategorik, diskürsif boyuta indirgemeye izin vermez; fakat daha çok kaygı gibi coşkusal bir ruhsal durum aracılığıyla görünür. Bu nedenle Heidegger Leibniz tarafından formüle edilen ve Schelling tarafından yeniden ele alınan ve Wittgenstein tarafından gözden geçirilen önemli bir metafizik problemi Metafizik Nedir?’de çözmeye çalışmıştır. Bu problem Niçin hiçbir şey yok değil de herhangi bir şey vardır? sorusuyla ortaya konur.

Daha doğrusu Heidegger 1943’te Metafizik Nedir?’in sonsözünde insanın yoklukla ilgilenme kapasitesini ve varlığının bir niteliği olarak nesnelerin varlığına hayret etme kapasitesini inceler. O, burada demektedir ki, “kaygıya yatkınlık [yani bütünlüğü içinde var olanın yadsınması olarak yokluk deneyimine kendini açmaya yatkınlık] insan özünü kavrayan en yüksek zorunluluğun tatmininde ısrara “evet” demektir. Tüm var olanların içinde varlığın sesine tek kulak veren insan, var olan vardır sözüyle tüm harikaların en harikasının deneyimini ifade eder.[19]

Aynı vokabülerin— özellikle “harika” teriminin—kullanması şunu gösterir: Wittgenstein’ın metafiziğe karşı tutumu Carnap’tan çok Heidegger’e yakındır. Kuşkusuz Wittgenstein, Heidegger’in varlık ve kaygı kavramlarına ilişkin düşüncelerini anlar. Ama bu demek değildir ki, Wittgenstein, bu kavramların içerdikleri doktrinleri onaylar; Tractatus’taki tutumunu değiştirir ve metafizik söyleme bir anlam yükler. Wittgenstein hem metafiziği hem de Heidegger’in temsil ettiği felsefî tutumu radikal biçimde eleştirir. Fakat açıktır ki, Wittgenstein, Heidegger’de ve metafizikte Viyana Çevresi’inin metafizik karşıtı programının düşünebildiğinden çok daha önemli bir derinlik kabul eder. Daha doğrusu Wittgenstein'da metafiziğe karşıtlığı besleyen ve yöneten düşünce, Carnap’ın ünlü eleştirisini esinleyen düşünceden daha ince ve daha rafinedir. Wittgenstein bilir ki, metafiziğin kaynağı olan ve ifade edilemez, etik ya da mistik diye nitelediği problemler, sadece metafiziği reddederek çözülemez. Metafiziğin bastırıldığını söylemek, metafiziği bastırmaktan daha kolaydır; metafizikten kaynaklanan sorunların dağıtılması için yeterli değildir.

Moritz Schlick, Bonn’daki kendisine teklif edilen felsefe kürsüsüne gitmeyi reddetti ve Viyana’da kalmaya karar verdi. Schlick’in dostları ve öğrencileri bu nedenle Schlick’e minnettarlıklarını belirtmek üzere Wissenschaftliche Weltauffassung (Bilimsel Dünya Görüşü) cildini, sonuçta Viyana Çevresi Manifestosu’nu yayınlayacaklarını duyurdular. Wittgenstein'ın bu habere tepkisi oldukça anlamlıdır. Cilt, 1929’da basıldı ve aynı yıl Prag’da Eylül ayında toplanacak ilk bilgi felsefesi kongresi dolayısıyla dağıtıldı. Cambridge’te bulunan Wittgenstein, Waismann’a bu hareketten, özellikle Çevre’nin felsefî programını niteleyen katı biçimde metafizik karşıtı düşünceden uzak durmasını yazdı. Wittgenstein mektubunda şöyle diyordu: “ Schlick eşsiz bir insan olduğu için, o ve başkanlık ettiği Viyana Okulu, çok iyi niyetle söylense bile, haklı diye nitelenemez. “Haklı” dediğimde şunu anlıyorum: İnsanları etkilemeye çalışan narsisizmin her türü. “Metafiziği reddetmek!” Bu, sanki yeni bir şeymiş gibi! Viyana Okulu yapmayı başardığı şeyi söylemek yerine göstermelidir […] Wittgenstein, Viyana Çevresi Manifestosu’nu böyle görür.[20] Bu durum, Wittgenstein'ın metafiziğe karşı tutumunun Carnap’ın ve Mantıkçı Pozitivizm’in tutumlarından farklı olduğunu bir defa daha gösterir.

Schlick’in evinde Wittgenstein'ın ve Carnap’ın tartışmalarını anlatan belgeleri okuduğumuzda, bu uyuşmazlık açıkça görülür. Biliyoruz ki, Wittgenstein Perşembe günleri yapılan Viyana Çevresi’nin gerçek toplantılarına katılmadı. Buna karşılık o, Schlick’in evindeki pazartesi akşamları yapılan ve Carnap’ın da bulunduğu özel toplantılara katıldı. Wittgenstein bu toplantılara katılmayı sürdürdü. Bir süre sonra Wittgenstein Carnap’ın artık toplantılara katılmasını istemedi. Wittgenstein aşırı duyarlı, karanlık, kendi kendine yeten bir kişiydi; tuhaf ve dengesiz davranışlar yapan biriydi; hırpalayıcı biçimde felsefe yapıyordu. Carnap ise, pozitivistti ve arayış içindeydi; bu iki farklı karakterde kişinin uyuşması kolay değildi. Wittgenstein, hepsi Tractatus’un tutkulu okuyucuları olan muhataplarını düş kırıklığına uğratıyordu, çünkü o, kitabında şunu söylüyordu: Söylenemeyen şey, söylenebilen şeyden çok daha önemlidir. Wittgenstein bazen toplantılarda yüksek sesle şiirler, özellikle Rabindranath Tagore’dan şiirler okuyordu. Ve genellikle, Wittgenstein, yeni pozitivistler’in onunla tartışmak istedikleri felsefî ve bilimsel sorunlardan çok, mistisizmle ilgileniyor izlenimi veriyordu.

Carnap Wittgenstein'ın kişiliğinin orijinal yönlerini takdire ve övgüye değer bir objektiflikle anlatır. Wittgenstein’ın tuhaf davranışının insanlar üzerinde neden olduğu huzursuzluğun çok iyi betimini yapar. Carnap otobiyografisinde demektedir ki,

Wittgenstein sempatik ve çok centilmen bir insandı; fakat çok alıngandı ve çabuk kızardı. Söylediği şey her zaman çok ilginçti; tahrik ediciydi ve söylediğini inandırıcı biçimde söylerdi. Onun kişilere ve sorunlara hatta teorik sorunlara karşı bakışı ve tutumu bir bilim adamınkilerden çok bir sanatçınınkine benziyordu; daha doğru deyişle hemen hemen bir din ulusununkilere ve mistiğinkilere benziyordu. O, özel felsefî problemlere ilişkin bakış açısını açıkladığında, genellikle fark ediyorduk ki, bu anda Wittgenstein kesin bir iç çatışması yaşamaktadır; yüzüne vuran yoğun, acılı bir gerilimle karşı karşıyadır; bu iç çatışmasında karanlıkları aydınlatmaya çalışmaktadır. Sonunda, bazen çok uzun ve yorucu bir çabadan sonra cevaba ulaşıyordu. O zaman onun cevabı bizim gözümüzde yaratıcının ellerinden çıkan bir sanat eseri gibi ya da tanrısal bir esin gibi görünüyordu. Onun bakış açısı, dogmatik değildi[…]; fakat onun bizde bıraktığı izlenim şuydu: O, kendisine bir tür tanrısal esinle gelen bir sezgiye sahiptir; bu sezgi öyledir ki, onu, bazen biraz katı biçimde rasyonel planda analiz etmek ya da yorumlamak, sadece kutsalın çiğnenmesi gibidir. Sonuç olarak felsefî problemlere karşı onun tutumu, Schlick’in veya benim tutumumdan farklıydı [...] Bazen şu izlenimi ediniyordum: Bilime ilişkin, coşkusal değil de rasyonel olarak tartışılmış tutum ve “Aydınlanma Ruhu”nu hissettiren her fikir Wittgenstein’ı tiksindiriyordu.[21]

Carnap aynı zamanda Wittgenstein'ın ve kendisinin metafiziğe karşı tutumları arasındaki farkı da belirtir.

Wittgenstein'ın kitabını [Tractatus’u] Viyana Çevresi’nde okuduğumuz dönemde, sonradan yanılsam da onun metafiziğe bakışının bizimkiyle aynı olduğunu sanıyordum. Onun kitabındaki mistik türde pek çok iddiaya dikkat etmemiştim. Onun bu alanda düşündüğü ve hissettiği şeyin benim düşüncemden ve duygularımdan çok farklı olduğunu görememiştim. Onun bu konudaki tutumunu ancak kişisel ilişkimizden sonra daha açıkça biçimde öğrenme imkânı buldum. Şu izlenimi edindim: Wittgenstein'ın metafiziğe karşı tutumunun belirsizliği, kişiliğinde derinden ıstırap duymasına neden olan daha temel bir iç çatışmasının sadece özel bir görünüşüydü.[22]

Carnap ve Wittgenstein arasındaki karşıtlık, sonradan derinleşti. 1932 yazında Wittgenstein Carnap’ın “Die Physikalische Sprache als Universalsprache der Wissenschaft” (Bilimin Evrensel Dili Olarak Fiziğin Dili) başlıklı ve Erkenntnis (Bilgi) dergisinde yayınlanan denemesini, kendi fikirlerinin aşırılması gibi gördü. Schlick’e yazdığı iki ve Carnap’a yazdığı bir mektupta bu aşırmadan hem ahlaken hem de şahsen düş kırıklığına uğradığını kesin bir dille açıkladı. Carnap ise, ondan çok Poincaré’den ve Neurath’tan esinlendiğini söyleyerek Wittgenstein'dan özür diledi. Ama Wittgenstein bu özrü kabul etmedi.

Wittgenstein Tractatus’taki düşüncelerini niçin Viyana Çevresi yönünden, Mantıkçı Pozitivizm yönünden başka bir doğrultuda geliştirdi? Bunun sebeplerini inceleme yeri burası değildir. Hem zaten bundan böyle tümüyle anlaşılamayan Wittgenstein'ın biyografisi bu gerçek sebepleri veremez. Wittgenstein'ın metafizik karşısındaki tutumuna gelince; burada şu açıklamayı hatırlamak yeterlidir: Wittgenstein metafiziğe aşırı duyarlılık gösteren biri olarak karşımıza yeniden çıkar. “Bemerkungen über Frazer’s Golden Bought”ta (Frazer’ın Altın Boynuzu Üzerine Yorumlar) Wittgenstein, “vahşilerin çoğundan daha vahşi gibi gördüğü dinler tarihçisinin (Frazer) pozitivist ve naif tutumunu eleştirir. Wittgenstein şöyle der: “Şimdi inanıyorum ki, kitabımın bir büyü gibi düşünülen metafizik üzerine bazı düşüncelerle başlaması gerekir. Bu yaparken yine de ne büyüden yana tavır alabilirim ne de onunla alay edebilirim. Büyünün derinliğini korumak gerekir. Evet, büyünün gözden düşmesi, burada büyü ile aynı özelliği taşır.”[23]

Özetle Wittgenstein şöyle düşünür: Metafizik, sıkı sıkıya betimsel dil alanının dışında yer alır, çünkü metafiziğin konusu, “büyüsel”—veya etik veya mistik—dilin sınırları içinde anlaşılamayan bir şeydir. Böylece ifade edilebilir ve edilemez arasında kesin bir mesafe ortaya çıkar. Ve şöyle soralım: Metafizik, ifade edilebilir alana mı yoksa ifade edilemez alana mı aittir?

Wittgenstein ikinci hipotezi kabul etme eğilimindedir. Ona göre metafizik ve etik, dilin sınırlarını aşmakla sonuçlanan karşı konulamaz isteği dışa vurmadır. Bu nedenle Wittgenstein, etiğe ve metafiziğe en derin saygısını sunmaktan bıkmaz. Wittgenstein’ın Kierkegaard’a hayran olma ve Heidegger’i anlama nedeni budur. Ve Lecture on Ethics’in (Etik Üzerine Söyleşi) sonucu şöyledir:

Hayatın, mutlak iyinin ve mutlak değerin nihaî anlamı hakkında herhangi bir şey söyleme isteğinden doğduğu ölçüde etik, bilim olamaz. Etiğin söylediği şey, bilgimize hiçbir anlamda hiçbir şey eklemez. Fakat etik bize, insan zihninde var olan bir eğilim, sadece yürekten saygı gösterebildiğim ve hayatımda asla hafife almak istemediğim bir eğilim hakkında belgeler verir.[24]

 

SONUÇ

METAFİZİKTEKİ İLERLEMELER  VE METAFİZİKLE İLİŞKİMİZ ÜZERİNE

 

Sonuç olarak kendimize şunu sormalıyız: Metafiziğin aşılmasını meşrulaştırmak için getirilen çeşitli kanıtlara tepkimiz ne olmalıdır? Diğer deyişle metafiziği aşmaya ilişkin bütün çağdaş girişimlerden sonra metafizikle hangi ilişkiyi sürdürebiliriz?

Kabul etmek gerekir ki, Carnap’ın belirlediği mantıksal-empirik sebeplerden; Wittgenstein'ın gösterdiği mantıksal-analitik sebeplerden; Heidegger’in ve Habermas’ın hatırlattıkları tarihsel sebeplerden dolayı, “metafizik” kelimesini kullanmak, günümüzde artık kuşkuludur. Önceki metafizikle artık doğrudan bir ilişkimiz olamaz; artık önceki metafizikler gibi metafizik yapamayız. Metafiziği sadece eleştirebiliriz.

Bu, özellikle şu anlama gelir: Metafiziğin tarihsel realitesini imkânlarından ayırmalıyız. Ve metafiziğin çağdaş imkanlarından daha çoğunu kabul etmek, metafiziğin tarihsel realitesine uygundur. Metafiziğin anlamak demek, onu muhtemelen, sadece anlayarak etkin bir imkâna dönüştürebilmek için, tarihsel realite olarak kavramaktan ibarettir.

Anlamak gerekir ki, metafiziğin ya da ilk felsefenin imkânı, farklı disiplinlerin genel dengesini ve disiplinlerden her birinin imkanını yöneten belli bir sistemi ve bilgilerin birbirine eklemlenmesini gerektirir. Özel anlamda metafizik —ya da ilk felsefe—sadece teorik ve pratik disiplinler arasındaki belli bir ilişkiyi garanti eden bir sistem çerçevesinde mümkündür. Gerektiğinde pratik felsefe olmayan metafizik yoktur. Metafiziği diriltmek için onu hem epistêmê hem de hayat biçimi ve yüce praxis gibi olan theoria diye anlamalıyız.

İşte Aristoteles'ten beri metafiziğin hiç ilerlemediğini söylerken gerekçemiz budur. Fakat aynı zamanda diyebiliriz ki, —metafizikte ilerlemeler konusunda Kantçı sorunu yeniden ele almak gerekirse—metafizik geriye de gitmedi. Bu anlamda metaphysica perennis (ezelî metafizik), kendi idealitesi çerçevesinde tarihsel bir çöküş içine girmez ve metafizik sonrası durumuz hakkında bir yargıya varmak için, düzenleyici bir ilke ya da bir karşılaştırma terimi olarak kalır. Bilimler sistemimizin gelişmesinden dolayı, metafizik sonrası durumumuzda özel anlamda metafizik için epistemik bir alan yoktur. Hatta metafizik terimini koruduğumuz yerde bununla belirttiğimiz şey, en çok, klasik metafiziğin eşdeğeri veya eş görevlisidir; çünkü klasik metafizik ne antiktir ne de moderndir; tam tersine hem antikitede hem de modernitede bulunur.

Her ne olursa olsun metafiziği ne Kıta Avrupa’sı tarzında ne de analitik tarzda değil; başka şekilde düşünüyoruz. Düşünüyoruz ki, tüm gerçek felsefî problemler gibi metafizik de çözülmez bir sorundur; metafiziğin sadece bir tarihi vardır. Metafiziğin kaynağı olan radikal problemleştirmenin anlamını koruyarak metafiziğin bu durumunu kabul etmek söz konusudur ve felsefe, “her şeyi bir sorgulama ve her şeyi sorgulayan” olarak felsefe, bu radikal problemleştirmeye doğru döner; Johannes Climacus’un durumunun belirttiği gibi ruhun hem bir tutkusunun hem de bir hastalığının söz konusu olduğunu anlatmak için belki metafiziğe, “sophophilie” (sevginin bilgeliği) denilmesi daha uygundur.

 



* Sören Kierkegaard (ç.n.)

[1] Asimetrik özellikte olsa da bu ayırımı sürdürüyorum. Bu ayrımın kullanımı konusunda ilk tanıklardan biri J. O. Urmson’dur. Urmson “Philosophia Analitica” [Enciclopedia Novecento vol. II, 1977, p. 1005-1015)] adlı makalesinde Analitik felsefeyi Kıta Avrupa’sına değil, Sentetik Felsefe’ye karşıt görür. Daha yeni bir makale Kevin Mulligan’ın makalesidir; Times Literary Supplement, 20.06.1998. Mulligan burada demektedir ki, felsefeyi analitik ve Kıta Avrupa’sı diye ikiye ayırmak, otomobilleri Japon otomobilleri ve arkadan çekişli otomobiller diye ikiye ayırmak gibidir.

* Viyana Çevresi’nin etkin olduğu dönem. Çevre üyeleri Mantıkçı Pozitivizmi felsefede yeni bir dönemeç diye nitelemektedirler (ç.n.)

[2] Jürgen Habermas Nachmetaphysisches Denken, Frankfurt a. M., Suhrkamp, 1988.

[3] Bu konuda bkz. T. W. Adorno’nun yeni basılan Metaphysik. Begriff und Probleme,  éd Rolf Tiedemann, Frankfurt a. M., Suhrkamp, 1998, adlı ders notları.

[4] J. Habermas Nachmetaphysisches Denken, p. 36-40.

* Tekrarı çağrıştıran bu ifadeler metinde yer almaktadır. Metne bağlı kaldığımızdan bu ifadeler üzerinde bir değişiklik yapmadık. Okuyucunun bunu anlayışla karşılayacağını umuyoruz (Z.Ö).

[5] Aristote et la question du monde, Paris, PUF, 1988.

[6] Suárez et le système de la métaphysique, Paris, PUF, 1990.

[7] Sur le prisme métaphysique de Descartes. Constitution et les limites de l’onto-théologie dans la pensée cartésienne, Paris, PUF, 1986 ; Sur l’ontologie grise de Descartes, Paris, Vrin, 1975 ; Sur la théologie blanche de Descartes, Paris, PUF, 1981.

* Yazar’ın Popper’ı analitikçi filozof gibi sayan bu görüşü doğru değildir, çünkü Popper Analitik filozofların doğrulama ilkesine karşı, yanlışlama ilkesini koyar (Z.Ö).

** Yazarın Carnap hakkındaki bu değerlendirmelerinin kaynağını bulamadık. Ancak şunu biliyoruz ki, Carnap tüm anlamlı önermelerin sentetik a posteriori olduklarını savunur. Eğer Carnap Kant’ın sentetik a priori olduklarını iddia ettiği önermeleri anlamlı kabul etseydi, temel tezlerini terk etmiş olurdu ki, bunu düşünmek pek de mümkün görünmüyor (Z.Ö..

* Waismann’ın tuttuğu ve ölümünden sonra yayınlanan notlara ilişkin tekrarı çağrıştıran bu ifadeler metinde yer almaktadır. Metne bağlı kaldığımızdan bu ifadeler üzerinde bir değişiklik yapmadık. Okuyucunun bunu anlayışla karşılayacağını umuyoruz (Z.Ö).

** Bu kitap Abdülbaki Güçlü tarafından, Estetik Ruhbilim Dinsel İnanç Üzerine Dersler ve Söyleşiler adıyla dilimize çevrilmiş ve 2004 yılında Bilim Sanat Yayınları tarafından yayınlanmıştır.

 

[8] Heidegger, Was ist Metaphysik?, dans Wegmarken,  Gesamtausgabe. T. 9, Frankfurt, a. M. Klostermann, 1976, p. 105.

[9] M. Heidegger Phänomenologie und Theologie dans Wegmarken, Gesamtausgabe. T. 9, p. 70

[10] “Conférence sur l’éthique, dans L. Wittgenstein, Leçons et conversations sur l'esthétique, la psychologie et la croyance religieuse, p. 149.

[11] Ibid.,   p. 148.

[12] Ibid.,   p. 150.

[13] Ibid.,   p. 151.

[14] Ibid.  P. 153.

[15] Ibid.

[16]Mutadis mutandis (gerekli değişiklikler yapıldığında) benzer bir düşünce Kant’ta da vardır: Niçin dünya bize bir yandan nedenselliğin sarsılmaz düzenine itaat etmiş gibi görünüyor? Diğer yandan niçin “düşünme zahmetine değer olan özgürlüğü mümkün gibi düşünmek istiyoruz? —Ve bu paradoksun metafizik başka varyantına Schopenhauer’da rastlanır: Tasarım ve irade olarak düşünülen ve dünya dediğimiz bu tuhaf birlik nasıl mümkün olmaktadır?

[17] “ Conférence sur l’éthique”, dans L. Wittgenstein, Leçons et conversations, pp. 154-155.

[18] Ibid.,   p. 18.

[19] Kşz. Heidegger, Was ist Metaphysik?, Gesamtausgabe, Ln, Bd.9, Wegmarken, p.122.

[20] Ludwig Wittgenstein und der Wiener Kreis, p. 18.

[21] R. Carnap “Intellectual Autobiography” dans The Philosophy of Rudolph Carnap, éd. P.A. Schillp, p. 25-26.

[22] Ibid.,   p. 27.

[23] L. Wittgenstein, “Bemerkungen über Frazer’s Golden Bought”, éd. R. Rhees, Synthese, XVII (1967) pp. 233-253.

[24] “Conférence sur l’éthique” L. Wittgenstein dans Leçons et conversations, p.155.