14 Ekim 2021 Perşembe

ÖNERMESEL TUTUMLAR NEDİR?

 

Önermesel tutumlar

Dil felsefesinde önermelerin önemli bir türü vardır: Önermesel tutumlar.   Önermesel tutumlar, genel-mantıksal olgularla ilgilidir; Frege’nin mantık felsefesini ve Russell’ın matematiksel mantığı icadından beri araştırma konusudur; çeşitli filozoflar tarafından ve çok farklı yönleriyle ele alınmıştır; fakat bunlar daha sonra semantik, zihin felsefesi ve epistemoloji alanlarında da analiz edilmeye başlanmıştır. Fakat biz konuyu sadece dil felsefesi açısından ele alacağız. 

Burada şöyle bir soru akla gelebilir. Niçin önce önermeleri açıklamaksızın doğrudan önermesel tutumları ele aldınız? Cevap olan gerekçemiz şudur: Okuyucu daha lise sıralarında önermelere ilişkin temel bilgileri edinmektedir. Burada önceki bilgileri değiştirmeyecek; sadece ayrıntılandırabilecek açıklamaları pek de gerekli görmedik. O nedenle sadece önermesel tutumları ele aldık.

Önermesel tutum nedir? Başkalarına ve kendimize yüklediğimiz inançlara isteklere ve niyetler ve korkular gibi diğer tasavvur durumlarına önermesel tutumlar denir. Önermesel tutumlar davranışları betimlemek veya açıklamak için psikolojinin kullandığı kavramlar stokuna aittir.  Önermesel tutumla kişi önermenin ifade ettiği şeye inanır, onu istemesi veya onu önceden bilir. Önermesel tutumlar özel durumlara ilişkindir.  Önermesel tutumlar, X, inanıyor ki, sanıyor ki, seviniyor ki, üzülüyor ki , pişman oluyor ki, umuyor ki, korkuyor ki, iddia ediyor ki vs. P”, biçimde ifade edilirler.

Bu tür önermeler doğruluk değerini belirtmek yerine, başka bir önermenin anlamını belirtir.

 

Önermesel tutumlar doğruluk koşullarından çok mantıksal olarak birbirine bağlı  sahip olma koşulları ve tatmin taşır. Mantıksal içerim açıdan önermesel tutumlar dört türlüdür:

1. Bazı önermesel tutumlar kişinin bazı şeylere sahip olmasını gerektirir. Örneğin “X parası olduğuna seviniyor.” önermesel tutumu paraya sahip olmasını gerektirir.

2. Bazı önermesel tutumlar diğerlerinden daha çok tatmin koşullarına sahiptir. Örneğin “X sınavı geçeceğini umuyor.” Önermesel tutumunda sınavın olduğunun doğru olması yeterli değildir; kişinin başarılı olmayı da umut etmesi gerekir.

3. Bazı önermesel tutumların sahip olmak için diğer tutumların tatmin edilmeleri gerekir. “X Y’nin doğru olduğunu biliyor.” Önermesel tutumu doğru inanca sahip olmayı gerektirir.

4. Bazı önermesel tutumlar, diğer bazı önermesel tutulara sahip olmadan tatmin edilemez. Örneğin “X, Y’yi gerçekleştirme niyeti taşıyor.” Önermesel tutumu onu gerçekleştirme niyetine sahip olmayı gerektirir.

Önermesel tutumun paradigması inancı ifade edenidir. Örneğin Ahmet kardeşinin koronayı yeneceğine inanıyor.” Bu ifadeyi önermesel tutumu daha iyi yansıtacak şekilde şöyle yazabiliriz:

Ahmet inanıyor ki, kardeşi koronayı yenecektir.

Bu paradigmayı diğer tutum fiillerine uygulayarak şunları yazabiliriz:

 

Ahmet umuyor ki, kardeşi koronayı yenecektir.

Ahmet istiyor ki, kardeşi koronayı yensin

Ahmet biliyor ki kardeşi koronayı yenecektir.

Görüldüğü gibi önermersel tutumların özellikleri, inanmak, ummak, beklemek, istemek, sanmak, bilmek varsaymak vs. gibi filleri içeren bileşik bir ifade olmasıdır.

 “A inanıyor ki, P.” “A biliyor ki P,” “A düşünüyor ki, P” gibi bütün önermesel tutumlar yapı bakımından aynıdır.

Önermesel tutumlar empirik olgular konusundadır. Önermesel tutumda Kişi empirik bir olguya ilişkin bir zihinsel duruma sahiptir. Örneğin bir olguya inancın doğası, bir olguya ilişkin inanç olmak için bu olguyla ilişki içinde olmalıdır.

Önermesel tutumlar özel durumlara ilişkindir. Önermesel tutum objesi doğru ya da yanlış bir önerme olduğunda yönelimliliği betimler.

Önermesel tutumlar olgularla ilişkiyi ifade eden önermelere karşıt olarak bir failin bir önermeyle ilişkisini belirtir. Bu ilişki mantıksal değil, psikolojiktir. Bu nedenle önermesel tutumlar olgu önermelerine indirgenemez yani doğrulanamaz ve yanlışlanamaz.

Önermesel tutumlar bir psikolojik moddan ve bir önerme içeriğinden oluşur. Bu, önermesel tutumların ayırt edici özellikleridir. Psikolojik modların en basit ilk ve en önemli modları inançlar ve isteklerdir.

Örneğin Cengiz Mevlana’nın Mesnevi’yi yazdığına inanıyor; fakat Mevlana’nın Celaleddin Rumi olduğunu bilmiyor.. O zaman Cengiz Celaleddin Rumi’nin Mesnevi’yi yazdığına inanıyor demek yanlıştır. Sonuç olarak klasik mantığın geçerli olmadığı durumlar vardır.

 

Bütün önermesel tutumlar gibi inanç sözceleri de aktarım sözceleridir. İnanç sözceleri failleri lengüistik ifadelerle ilişkilendirir; inanç sözceleri belli cümle tipleridir. İnancı bir kişi ve bir cümle arasındaki ilişkidir. Bir inanç sözcesi empirik dilin dışında oluşturulmuştur ve kognitif içeriği olmayan bir sözcedir. İnanç bir olgudur; psikolojik bir olgudur, inancın açıklanması ise mantıksal değil, lengüistik bir olgudur.

Bir inançta nelerin doğruluk değerini değiştirdiğini ve nelerin değiştirmediğini belirlemek için Kişinin bilgisini dikkate almak gerekir. Bazı özdeş terimlerin birbiri yerine kullanılamayacağını  en iyi anlatan Œdipus mitolojisidir. Œdipus’un annesinin adı Jacostes’tır. Œdipus Jacostes’la evlenmek istiyor yerine  annesiyle evlenmek işitiyor diye yazdığımızda çok yanlış yaparız. Burada özdeşlik önermenin anlamını tümüyle değiştirebilir ve  açık bir çelişkiye götürebilir.  

“Hasan inanıyor ki P.” şeklindeki önermesel tutumların doğruluk değeri yoktur.

Mehmet inanıyor ki, Bursa Marmara bölgesindedir.

Bu önerme şöyle sembolize edilir:

(e) (L) ((inanıyor e)) Λ (L’ye bağlı olarak e Marmara bölgesindedir’le eşanlamlıdır.

 Sözce sonuçta şunu ileri sürer: Mehmet ve Bursa Marmara bölgesindedir arasındaki inanç devam eder.

 

Önermesel tutumlar bağlamdan bağımsızdır. Belli bir yerle ya da durumla bağlantılı değildir. Örneğin

“X şimdi yağmur yağacağına inanıyor.”

Ve

“X yağmur yağacağına inanıyor.” arasında önermesel tutum olmak bakımından fark yoktur

Doğrulama

İnanç sözceleri dahil bütün önermesel tutumlar  özel yani psikolojik tutumlardır;  doğruluk değeri olan önermeler değil; anlamı olan sözcelerdir. Her doğruluk fonksiyonu bir anlam fonksiyonudur; ama her anlam fonksiyonu doğruluk fonksiyonu taşımaz. Onlar algı ürünü olan olgu önermelerinden, bilgi içeren önermelerden, farklıdır hatta onlara karşıttır. Algının konusu objelerdir. Obje algımız doğruysa hiçbir hata yoktur. Doğrula son tahlilde olguların algısına indirgenebilir. Oysa önermesel tutumlarda tutum konusu olan ifade doğrulanamaz ve yanlışlanamaz. Örneğin bir kişinin söylediği şeye inanmadığını ve söylemediği şeye inandığını kanıtlayamayız. Önermesel tutumlar  sadece bakış açısını, tutumu, görüşü yansıtır. Yalnız olgu önermeleri doğrulanabilir veya yanlışlanabilir. Bir önerme doğrulanabiliyorsa veya yanlışlanabiliyorsa ona karşı bir tutum olamaz yani onunla ilgili bir önermesel tutumdan söz edemeyiz. Sonuç olarak algılamanın mantıksal biçimi, inancın mantıksal biçiminden farklıdır. O nedenle önermesel tutuma mantıksal bir biçim vermek doğru değildir. Nesnelerin bir durumu için gerekli mantıksal biçim, nesnelerin bir durumu objelerin bir kombinezonudur.” Önermesel tutum, bir Kişinin ve bir olgunun uyuşturulması gibi görülemez.

Önermesel tutumlar algı önermelerinden farklı olsa da onların önerme içerikleri fiktif ya da hipotetik değildir; empirik olgulara ilişkindir.  Önermesel tutumda kişi empirik bir olguya ilişkin bir zihinsel duruma sahiptir. Örneğin bir olguya inancın doğası, bir olguya ilişkin inanç olmak için bu olguyla ilişki içinde olmalıdır.

Önermesel tutumları kişiyi bir inanç ya da tutum aracılığıyla doğrudan doğruya bir empirik durumu anlatan sözceyle karşı karşıya getirir. Önermesel tutum objesi doğru ya da yanlış bir önerme olduğunda yönelimliliği betimler.

Önermesel tutumların hem yapısı hem de fonksiyonu mantıksal önermelerin yapılarından ve fonksiyonlarından farklıdır. Bunlar dilde bazı özel durumları ifade etmeye yarayan önermelerdir.

Klasik mantığa karşıt olarak önermesel tutumlarda çıkarım imkanı yoktur.. Örneğin A’nın soy adı B’nin ve C’nin soy adıyla aynıysa, bundan şu çıkar: B’nin soy adı C’nin soy adıyla da aynıdır.  

Oysa bu çıkarım önermesel tutumlarda mümkün değildir. Bunu şu önermesel tutumlara da dayanark söyleyebiliriz:

Erdinç İsmail’in Uşaklı olduğuna inanıyor.

Erdinç İsmal’in ve Ahmet’in aynı ilden olduğuna inanıyor.

Bu önermelerden Ahmet’in hangi milliyetten olduğunu çıkaramadığımız gibi, İsmail’in ve Ahmet’in aynı hemşehri olduğunu da söyleyemeyiz. Sadece şunu diyebiliriz: “Erdinç İsmail’in Uşaklı  olduğuna inanıyor.

Önerme, tutumda mantıksal bir rolü yerine getirmez. Önermesel tutumlar mantıksal değildir ve biçimselleştirilemezler. Örneğin inanç tutumlarını doğruluk değeri olan bir formatta yazmaya çalışırsak bu, yanlış ve eksik olur. Örneğin şöyle bir matematik önerme olsun:

Nuri “1+3=5 olduğunan inanıyor.” Görünüşte bu, bir önermesel tutum gibidir. Ama matematik açısından yanlıştır.

Önermesel tutumlar klasik mantığın geçerli olmadığı bazı durumlardan doğar; düşüncelere ve inançlara referansta bulunur; onların eşdeğeri yoktur. Önermesel tutumların bağlamları “belirsiz”dir; O yüzden önermesel tutumlarda referans belirsizdir. Klasik mantıkta eşdeğer olan iki ifade birbirinin yerine yazılabilir, teknik ifadeyle söylersek değiş tokuş edilebilir. Oysa özdeşlerin değiş tokuş edilebilirliği ilkesi önermesel tutumlara uygulanamaz; önermesel tutumda önerme içeriği yani referansları değiş tokuş edilemez; bir önerme içeriğinin yerine başka bir ifade yazılamaz. Örneğin "X yarın yağmurun yağacağını inanıyor.” önermesinde “yarın yağmurun yağması”nın yerine başka bir sözce yazılamaz; çünkü fail önermeye belli bir lengüistik görünüş altında başvurur ve ona diğer kognitif durumlardan ayrı bir özellik atfeder; farklı yazımla ortaya çıkan bu değişiklikten haberdar olmayabilir.

Bu şu örnekle daha iyi açıklayabiliriz.

(1) Yusuf Togucigalpa’nın Nikaragua'da olduğuna inanıyor.

 Kabul etmeliyiz ki Yusuf buna gerçekten inanıyor. Sonuçta (1) doğrudur. Oysa gerçekte Togucigalpa Honduras’ın başkentidir. O nedenle Togucigalpa ve “Honduras’ın başkenti” değiş-tokuş edilerek

(2) Yusuf Honduras’ın başkentinin Nikaragua'da olduğuna inanıyor.

 şeklinde yazılamaz.

(2)'yi iki şekilde okuyabiliriz:

(a) daha az doğal tarzda şöyle: Yusuf’un Nikaragua'da olduğuna inandığı Togucigalpa olan bir şey vardır. Bu okumadan Yusuf’unTogucigalpa’nın Nikaragua’nın başkenti olduğuna inandığı sonucu çıkar. Fakat Togucigalpa Honduras’ın başkenti olduğundan, “Yusuf Togucigalpa’nın Honduras’ın başkenti olduğuna inanıyor”, sonucunu çıkarırsak yanılırız; çünkü Togucigalpa Honduras’ın başkentidir. Bu, (1)i ve (2)’ yi şeffaf bir referansa inanmaya başvurarak yorumlamaktır. O zaman kanıt ilişkisel biçimde yorumlanır ve şöyle formüle edilebilir:

(x) (x= Togucigalpa) Λ Yusuf XNikaragua’da olduğuna inanıyor.)

(Togucigalpa= Honduras’ın başkenti) (x) (x=Honduras’ın başkenti) Λ Yusuf, X’in Nikaragua’da olduğuna inanıyor.)

Bu doğal olmayan ya da yanlış okuma, sonucun yanlışlığını gözden kaçırır. Yusuf’un olmayan bir ülkenin başkentine inandığını çıkaramayız.

(b) İkinci okuma şekli onu yorumlamaktır. Bu ise referansın belirsizliğine saygı gösterir ve şöyle formüle edilebilir:

(x) (x Nikaraguadadır Λ x= Togucigalpa) Λ Yusuf X’in Nikaragua’da olduğuna inanıyor.)

Bu sözceyi böyle okuduğumuzda ve yorumladığımızda şunu söyleyebiliriz: Böyle bir sözceden hareketle Yusuf’a çok saçma ya da fantezi bir inancı yükleyemeyiz. Togucigalpa yerine “Honduras başkenti” yazmak meşru değildir. Çünkü Yusuf, Togucigalpa’nın Honduras’ın başkenti olduğunu bilmiyordu ve buna inanmıyordu. Bu sonucu yorum daha doğaldır.

Bu mantıksal kanıtın sonucu açıktır:  Önermeleri, istekleri, inançları, düşünceleri, herhangi bir zihinsel içeriğe sahip gibi görünen her şeyi entiteler ya da objeler olarak betimlemeyi istemek boşunadır. Zorunluya ve mümküne, mutlak ve metafizik bir değer yüklenemez. Düşüncelere ve modalitelere, bağlama göre referansta bulunabiliriz.

 

Bir kişi aynı anda veya farklı zamanlarda, bir ve aynı önermeye karşı farklı tutumlar takınabilir. Ahmet hayatın güzel olduğuna inanabilir; hayatın güzel olmasını isteyebilir, güzel olduğunu bilebilir, güzel olmasına pişman olabilir  vs.

 

Önermesel tutumların analizinde “Kripke muamması” denen bir açıklama vardır. Bu muamma şudur:  Pierre sadece ana dilinden başka bir dil bilmeyen bir Fransızdır. Londra'nın güzel olduğuna inanır. İngiltere'ye göç eder ve Londra'ya yerleşir sokaktaki insanlardan İngilizceyi öğrenir. İngilizceyi öğrenirken ne İngilizce ne de İngilizce—Fransızca sözlük kullanır. Pierre İngilizceyi anlaşacak derecede bilmesine rağmen yine de oturduğu ve İngilizlerin “London” dedikleri şehrin Fransızların Londra dedikleri şehirle aynı olduğunu anlamaz. O, “London güzel değildir” sözcesini onaylar; ama Fransa’dan öğrendiği “Londra güzeldir.” inancını da korur. Burada önemli olan şudur: İlke gereği çeviride gerekli olan doğruluk değeri değişmez. Bu durumda Pierre Londra'nın hem güzel olduğuna hem de olmadığına inanır.

Kripke muamması önemlidir; çünkü düşüncesini formüle ederken dayandığı fikirler kesindir. Onun muammayı açıkladığı metnin büyük bir bölümü şunu göstermeye yöneliktir: Bu muammanın çözümü yoktur; giderildiği takdirde sezgisel olarak kabul edilebilir bir sonucu elde edebileceğimiz kuşkuya engel olacak ilkeye sahip değiliz. Kripke sadece bu muammanın nedenini göstermeye çalışır. Ona göre bu muamma şöyle iki ilkenin kabul edilmesinin sonucudur:

A “…”işaretini kaldırma ilkesi: Örneğin “X inanıyor ki, P.” söz dizisindeki “…” kaldırılırsa önerme X, P’ye inanıyor şeklinde yazılır. Böylece “…”sız yazma ilkesine göre konuşan kişinin P sözcesini onaylaması, P’ye inanması için yeterli koşuldur. Başlangıçta inancın konuşanla sözce arasındaki ilişkiye indirgendiği söylenemez; sadece şu var sayılır: Bir P cümlesini onaylamak bazı koşullarla tatmin edilen inancı içerebilir. En azından iki koşul gerekir.

Konuşanın

1. İnandığı şeyin bir kurgu olmadığına samimi olarak inanması.

2 İnandığı olguyu dikkatle gözlemlediğini düşünmesi.

Önermesel tutum ister içerikle isterse objeyle ilişkili olsun, yine de ifade edilen tek bir tutum vardır. Gerçekte fail sadece yönelimli psikolojik durumlara sahiptir. Tüm inançlar âdeta onun kabul ettiği inançlardır. Şunu belirtmek önemlidir: Ona maddi moda göre yüklenen inançlar gerçek inançlarının bütününe hiçbir şey eklemez.

Bazı filozoflar  önermesel tutumları ikiye ayırır

1. Empati içermeyen ifadeler. Bunlar da iki türlüdür:

a. Algı sözceleri: Örneğin “X algılıyor ki, P”.

b. İnanç sözceleri: Örneğin “X inanıyor ki, P.”

2. Empati içeren önermesel tutumlar: Örneğin “X, umuyor ki, pişman oluyor ki, korkuyor ki, çabalıyor ki, kendi kendine soruyor ki, emindir ki, P”. Bu ifadelerde empati vardır. Empati “X, diyor ki P”, şeklindeki aktarım ifadeleri için de geçerlidir.

Empati bize belli bir tutumu önerme olarak ifade eden kişinin zihninin içeriğini anlamamıza yardım eder.

Belli bir tutumu benimseyenin dilin ifadelerinin anlamına hatta algıya çok ihtiyacı yoktur. Önermesel tutumu benimseyen, nesne durumunu değil; kendi durumunu yansıtır. Kişi cümleyi “İnanıyorum, sanıyorum, istiyorum, soruyorum, gibi tek kelimeye indirger ve cümlenin geri kalan ögelerinin referansı yoktur.

Önermesel tutumların konuları önermelerdir. Örneğin “Onun hasta olduğuna üzülüyor.” önermesel tutumunun konusu, “O, hastadır.” bir önermedir. Önermesel tutumlarda önermeler yarı yolda terkedilir. Bir addan sonra söylenen “İnanıyor k, istiyor ki, vs. gibi ifadelerdeki tıpkı “O, dedi ki,” gibi sözcelerde aktarıma yarayan “ki” gibidir. Bu tür sözcüleri şahıs zamirini değiştirerek normal sözcüğe dönüştürebiliriz. Örneğin “O, Napolyon olduğuna inanıyor.”u “Ben Napolyon'um” diye yazabiliriz. Bu sonucu cümlede inanç örtük biçimde ifade edilmiştir.

(Düşünüyorum ki, inanıyorum ki, sanıyorum ki, gibi) önerme ekini söylemek, (ağaç yeşildir; borsa yükselecek gibi) önerme içeriğinin sözdizimini bozar ve Kişinin dilini sözdizimine bağlar.

Her önermesel tutum bir “…” işaretini içerir ve “…” içindeki cümle önerme içeriğidir ve “…” içindeki ifade analiz edilemez. “…” işaretini kaldırmak önerme içeriğinin sentaksını ortadan kaldırır ve sözü aktaran kişinin dilinin sentaksıyla karıştırır. Fakat “…” işaretini koruduğumuzda “…” işareti iki ontolojiyi, iki dünyayı bir ara yüzle ayırır. Bilgisizliği ne kadar derin olursa olsun tutum takınan insanın dünyası ve ona bir tutum yükleyen kişinin dünyası arasında bir ara yüz vardır. Ara yüzde bazen bir gedik ortaya çıkar. Sözü aktarmakla görevli kişi bu görevini terk ederek ve kendi için konuşarak başkalarını devreye sokar:

1 “ Bazıları Ralph’ın casusların var olduğuna inandığını söylerler.

2. Ralph inanıyor ki, “∃X (X, bir casustur).

3. ∃X (Ralph inanıyor ki, “X bir casustur.”

1 ve 2 arasında şu temel fark vardır: (1)’e göre Ralph’ın casusların varlığına inanması kuşkuludur; çünkü Ralph sadece bazılarına göre inanmaktadır; bundan bazılarına inanmadığı sonucu çıkar. (2)’ye göre kesindir ve herkes bu önermeyi söyler.

Casus olduğu düşünülen kişiyi bilme sorunu bu sözcelerde söz konusu değildir. Bu casusun özellikleri nelerdir? Adı nedir? Yüz yapısı nasıldır? Bu soruların önermesel tutum için hiç de önemi yoktur; onlar sadece güvenlik elemanlarını ilgilendirir. Quine bu söylediklerinden hareketle şu sonucu çıkarır: Gerçeği (örneğin X’in casus olduğunu) bilmek ile betimlemek (örneğin casusun adını yüzünü veya diğer özelliklerini) bilmek ayrı ayrı şeylerdir. Gerçeğini bilmek için işaret zamiri veya kişi zamiri kullanırız. Oysa betimini bilmek için önermenin referansını ve yüklemelerini ve mantıksal çerçevesini bilmeliyiz.

Önermesel tutumlar genellikle Kişi açısından düşüncenin temel birlikleri ve bu birliklerin  doğru veya yanlış içerikleri olarak görülür. Bir kişi aynı önerme içeriğine karşı farklı tutumlar takınabilir. Örneğin “X buzun (dondurmanı) soğuk olduğuna inanıyor.” Ve “X buzun (dondurmanın) soğuk olmasından korkuyor.”

Önermesel tutumların farklı uyuşturma yönleri vardır. Bazıları dünyayı yansıtır, bazıları dünyayı etkileme amacı güder.

Önermesel tutumların temeli bildirim ve inanç modalitelerinin niyetle tam olarak uyuşturulmasıdır. Örneğin genellikle bir kişinin önesürümlerinin inançlarıyla uyumlu olup olmadığı sorunuyla karşı karşıya kalırız. Bu konuda pek çok sebepten dolayı farklılıklar ortaya çıkar.  

Önermesel tutumlar normal önermelerle karşılaştırıldığında opaktır, yükleyicidir

(1) Cenk 68+57=125’tir olduğundan emin değildir; sözcesini alalım.

Sekiz yaşında olan Cenk bu toplamın sonucundan kuşku duymaktadır. Oysa

(3) 3+3=6 olduğundan kesinlikle emindir. Yine de 68+57=125’tir ve 3+3=6’dır, zorunlu olduklarından tüm durum betimlerinde doğrudur ve aynı içleme sahiptir.

(1) 68+57=125 ve 3+3=6 zorunlu doğrular olduklarından, tüm betim durumlarında geçerli yargılardır. Varsayalım ki, Cenk

(1) “68+57=125’tir. Emin olmadığı gibi;

ve

(2) “3+3=6”dan da emin olmasın. Bu durumda her iki önerme hem aynı kaplama hem de aynı içleme sahiptir. Onlar aynı kaplama (yani aynı doğruluk değerine) sahip olma değillerse, bunun nedeni birinin doğru diğerinin yanlış olması değildir. Çünkü önermesel tutumun bağlamları bileşimsel değildir; hatta içlemle ilişkili olsa bile bileşimsel değildir. Onların içlemsel yapıları farklıdır. (1) gibi önermeler içlemle karşılaştırıldıklarında bileşimsel değillerdir. Sonuç olarak ‘68 + 57 = 125' ve ‘3 +3 = 6' aynı içleme sahiptir; ama onların içlemsel yapıları aynı değildir, bu nedenle semantik değerleri farklıdır.

 

Önemesel tutumları önermesel tutum ilişkilerinden ayırmalıdır. Önermesel tutumlar Kişinin durumlarıdır. Bunlardan bazıları Kişinin zihinsel durumlarıdır düşüncelerdir. Bu düşünceler çevreyle karşılıklı etkileşimin sonucu olan eylemlere yol açar. Önermesel tutum ilişkilerine gelince, bunlar lengüistik objelerdir kelimelerden oluşur ve Kişinin durumları değildir, soyut objelerdir.

Genellikle önermenin içeriğine önermesel tutum denir. Eğer Osman dünyanın yuvarlak olduğuna inanırsa inancının içeriği şudur: Dünya yuvarlaktır.

 O, önermesel tutumları ikiye ayırılır

1. Empati içermeyen ifadeler. Bunlar da iki türlüdür:

a. Algı sözceleri: Örneğin “X algılıyor ki, P”.

b. İnanç sözceleri: Örneğin “X inanıyor ki, P.”

2. Empati içeren önermesel tutumlar: Örneğin “X, umuyor ki, pişman oluyor ki, korkuyor ki, çabalıyor ki, kendi kendine soruyor ki, emindir ki, P”. Bu ifadelerde empati vardır. Empati “X, diyor ki P”, şeklindeki aktarım ifadeleri için de geçerlidir.

Empati bize belli bir tutumu önerme olarak ifade eden kişinin zihninin içeriğini anlamamıza yardım eder. Belli bir tutumu benimseyenin dilin ifadelerinin anlamına hatta algıya çok ihtiyacı yoktur. Önermesel tutumu benimseyen, nesne durumunu değil; kendi durumunu yansıtır. Kişi cümleyi “İnanıyorum, sanıyorum, istiyorum, soruyorum, gibi tek kelimeye indirger ve cümlenin geri kalan ögelerinin referansı yoktur.

Önermesel tutumların konuları önermelerdir. Örneğin “Onun hasta olduğuna üzülüyor.” önermesel tutumunun konusu, “O, hastadır.” bir önermedir. Önermesel tutumlarda önermeler yarı yolda terkedilir. Quine onları önerme değil de sözce olarak kabul eder. Ona göre bir addan sonra söylenen “İnanıyor k, istiyor ki, vs. gibi ifadelerdeki tıpkı “O, dedi ki,” gibi sözcelerde aktarıma yarayan “ki” gibidir. Bu tür sözcüleri şahıs zamirini değiştirerek normal sözcüğe dönüştürebiliriz. Örneğin “O, Napolyon olduğuna inanıyor.”u “Ben Napolyon'um” diye yazabiliriz. Bu sonucu cümlede inanç örtük biçimde ifade edilmiştir.

  

 

6 Ekim 2021 Çarşamba

DİLİN SINIRLARI PROBLEMİ

 

DİLİN SINIRLARI VAR MIDIR?

 


Dilimizin sınırları var mıdır? Soruyu metafizikçiler, mistikler mantıkçılar  çok tartışmıştır. Bu tartışmalar konuyu farklı noktalardan ele alsalar da ulaştıkları sonuç aynıdır: Dilimizin sınırları vardır. Dille sınırsız önermeler ortaya koyma imkanımıza rağmen dille betimleyemediğimiz, olgular, durumlar ve nitelikler vardır. Bu nedenle dilimiz, sınırsız önermeler üretme kapasitesine sahip olmasına rağmen sınırlıdır.

Bu konudaki tartışmalarla ilgili şu noktayı önemle vurgulayalım: Dilin sınırları problemi dilin kendi yapısının doğrudan gözlemlenmesiyle ortaya çıkmış değildir. Dil kimi filozoflar tarafından sınırlı görülmek dursun, bir logos olarak evrenin sonsuz gücüdür ve yasasıdır. Ancak biz bu düşünceleri bir kanıt gibi görmeyeceğiz. Asıl söylemek istediğimiz şey şudur: Dilin sınırlı olduğu dilin kendi yapısından doğan problem değildir; ontolojik tartışmalardan doğmuştur. Bazı filozoflar şu tezi savundular: Nesneler  dünyasının dışında veya üstünde  bir varlık alanı vardır. Bu varlık alanı var olan her şeyin kaynağıdır; betimsel ifadelerle ve mantıksal çıkarımlarla değil,  doğrudan sezgiyle kavranır. Dilimizin yüklem ifadeleri  bu varlık alanını anlatamaz; çünkü dilimiz sadece bu nesneler dünyasında olup biteni betimlemek için icat edilmiştir. Burada mantıksal çıkarımlar da geçerli değildir. Mantığın yasaları sadece bizim dünyamıza uygulanabilir.  Kısaca söylersek burada betim ve çıkarım yoktur anlamında mutlak bir sessizlik vardır.  Teknik terimle söylersek ontolojik zorunluluk lengüistik sınırlılığın zorunlu nedenidir. Nasıl ifade edilirse edilsin dilin sınırlı olduğu tezi ikincil bir öneme  sahiptir; ontolojik bir problemin çözümünden doğan ve amaçlanmayan bir sonuçtur; deyim yerindeyse, asıl hastalığın tedavisi yapıldığında tedavi edilen ikincil bir hastalık gibidir. Bilindiği gibi bu tez  farklı terimlerle felsefede ve değişik kültürlerde savunulmuştur.

Bu tezin ve ontolojik değil de psikolojik durumlara dayanan bir başka versiyonu daha vardır. Bu sonuncu teze göre dilimiz  duyumlamalarımızı ve duygularımızı anlatmada yeterli değildir; daha doğrusu onları asla anlatamayız. Bir şeyi duyumladığımı söyleyebilirim; ama duyumladığım şeyin betimini yapamam. Örneğin pembe bir rengi duyumların ve duyumladığım rengin pembe olduğunu söyleyebilirim; ama pembeyi tıpkı  bir eylemi betimlediğim gibi betimleyemem. Aynı şekilde duygularımızı üzülmek, sevinmek, umut etmek beklemek, korkmak vs. gibi duygulanımlarımız da vardır. Duygulanımlarımızın dille betimini yapamayız. Bunlar sadece yaşantılardır. Yaşantıların nasıl olduklarını betimleyen bir terminolojimiz yoktur. O nedenle dilimiz sınırlıdır.

Bize göre bu sorun kötü ortaya konmuştur; daha doğrusu gerçek bir sorun değildir. Bunu anlamak için gündelik hayattan benzer bir sorunu bir sistemin örneğin organizmamızın  sınırları sorununu düşünelim. Organizmamız biyolojik aktivitelerimizi gerçekleştirebilmemizi sağlayan mükemmel bir sistemdir. Bir sistemde ögeler bütünün fonksiyonunu yerine getirecek şekilde organize olmuşlardır. Sistemle ilgili problem fonksiyonlarının sınırı var mıdır? şeklinde ortaya konamaz. Sistem doğası gereği varoluş amacını kusursuz gerçekleştirir. Sistemde kusurlar ve ârızalar ortaya çıkabilir. Ancak bunlar giderilebilir ve düzeltilebilir. Ancak kusurlar ve ârızalar sistemin yetersizliği sınırlılığı anlamına gelmez.  Dil de bir sistemdir.  Yukarıda değindiğimiz gibi dil metafizik için ya da duygulanımları ifade etmek için icat edilmemiştir. Dilin amacı, bildirim ve yaptırımdır. Bu amaç için icat edilmiştir. Dil dünyada olup biten bir olgu durumunu bildirir veya dinleyene bir şey yaptırır. Dildeki problemler dilden değil kullananlardan kaynaklanır. Doğru kullanıldığında bildirimi başarılı şekilde gerçekleştirmeye izin verir. Bildirimdeki başarısızlık konuşanın başarılı ifadelerin ölçütlerine uymamasından kaynaklanır.  Yaptırım ifadeleri için de aynı şeyu geçerlidir.

Burada şu önemli soruyu soralım: Örneğin “Buna üzüldüm.”, “Başarılı olmana sevindim.” vs gibi sözcelerle ifade ettiğimiz  psikolojik durumlarımızı yani duygularımızı dille anlatamadığımıza göre bu durum dilin sınırları olduğu anlamına gelmez mi? Bize göre bu soru doğru değildir; çünkü dil dediğimiz sistemin fonksiyonları arasında bunları betimleme yoktur. Zihinsel durumlar yaşantılardır ve iletilebilir içeriklere sahip değildir. Bu nedenle yaşantıların grameri kişinin neyi yaşadığını birinci şahıs sözceyle ifade etmesidir. Konuşan kişi   “üzülüyorum”, “istiyorum” vs. diyebilir; ama bunların betimini yapamaz.

Sınır kavramı her şeyden önce kapasite kavramına bağlıdır. Kapasite de daha üst kapasiteye oranla değerlendirilir. Örneğin bir otomobilin hızı bir kapasite olsun. Eğer bundan az ya da çok hız yapabilen bir otomobil varsa o zaman iki otomobilin hız kapasitelerini karşılaştırabiliriz. X otomobil, Y otomobilinden daha hızlıdır ya da yavaştır diyebiliriz. Fakat tek bir otomobil varsa hızını karşılaştırabileceğimiz başka bir otomobil yoksa o zaman bu tek otomobilin kapasitesinin sınırlı olup olmadığını söyleyemeyiz.

Dil için aynı şey geçerlidir. Gündelik dilimizde bir dil, başka örneğin uzaylıların dili varsa ve uzaylıların dilinde psikolojik durumlarımızı betimleyebiliyorsa, o zaman “Bizim dilimiz uzaylıların dillerine göre sınırlıdır.” diyebiliriz. Ancak sadece dünyamızdaki insanların dili vardır ve bu dilin sınırlı olup olmadığını karşılaştırabileceğimiz dil olmadığından dilimiz sınırlı mıdır? diye soramayız. 

 


 

DİLE DAİR

                                DİL’İN DİLLE ANLATIMI

 

Dil içine doğduğumuz ve ölünceye kadar içinde yaşadığımız semboller sistemidir ve herkesin kullanmak zorunda olduğu bir araçtır; alternatifsizdir.

Dil olmasaydı hayatta kalamazdık. Dil, bilim öncesi bir özellik taşır; sahip olduğumuz her şeyi içinde barındırır; teorik olmaktan çok yaşanan hayatı, pratik durumları ifade etmek  için uygundur; insanların karşılaştıkları problemleri çözmeye yarar; bazen de yanlış inanışları, hataları ve fantazmaları içerir.

Dili kuşaklar boyu kullanırız ve kullanmaktan vazgeçemeyiz.. Dil aracılığıyla bizden önceki kuşakların bütün önemli ve değerli deneyimlerini ediniriz; zaman ve mekan bakımından bize çok uzak farklı toplumların hayatlarını dil yardımıyla öğreniriz. Dilin ifadeleri alışılmış ve yaygın oldukları için değerlidir; dünyayı nasıl algıladığımızı bildirirler; dünya ile ve birbirimizle ilişki kurma tarzımızı gösterirler, kısaca, bizim için yararlı olan ne varsa hepsini dilde buluruz. Dil sadece şimdiyi yaşamanın değil geleceği tasarlamanın planlamanın da aracıdır. Dil olmadan geleceğe ilişkin hiçbir şey tasarlayamayız.

Dilin değerini göz ardı etmek, onu çok basit görmek, pek çok filozofta rastlanan büyük bir hatadır. Dil, özel dilin tersine hepimizin dilidir; Dil, bir sosyal olgudur hatta “sosyal bir sanattır; sosyal realitenin varlık koşuludur, hem de onun bir parçasıdır. Haklarımızı, ödevlerimizi, ahlaki sorumluluklarımızı, eylemlerimizin anlamını, sonuçlarını dille öğreniriz;   ekonomik aktivitelerimizi vs. ancak dille gerçekleştiririz. Her ne olursa olsun dil, bütün kurumların ilkidir.  Parayı, evlilik kurumunu vs. bilmeyen bir toplum olabilir; ama dilsiz toplum yoktur.

Sadece bir dilimiz vardır; bu, gündelik dildir. Yeni bir dil icat etmek veya bir sembolizm oluşturmak zorunda değiliz. Gündelik dilimiz, ondaki belirsizliklerden kurtulursak kullanacağımız dildir.

 

Sadece kendimizle baş başa olsak da dile ihtiyacımız vardır; dil olmadan  kendi kendimize bile konuşamayız ve düşünemeyiz; hatta rüyalarımızdaki diyalogları bile dille yaparız. Gerçek olguları olduğu gibi halüsinasyonlarımızı bile sadece dille anlatabiliriz. Bütün isteklerimizi ancak dil aracılığıyla fark eder ve gideririz.

Dilin pek çok özelliği vardır; bunlardan biri de sonsuzca önermeler türetme kapasitesine sahip olmasıdır. Dil pragmatik düzendedir ve dünyadaki olgulardan bağımsız değillerdir, dile bağlı olmayan olguları dile bağlı ifadelerle anlatma aracıdır. “Örneğin Ağrı Dağı’nın zirvesinde kar ve buz vardır.” gibi bir cümle olsun. Bu cümlede Ağrı Dağı’nın karlı ve buzlu olması gibi dile bağlı olmayan bir olgunun anlamı, sadece dille ifade edilebilir. Öbür yandan dil, sadece olgu durumlarını değil, düşünceleri de ifade eder. Dille ifade edilen olgular, dile bağlı olan düşüncelerdir.

Dil, kendisine bağlı düşünceler aracılığıyla kurumları oluşturur. Dil aracılığıyla ifade edilen düşüncelerin kimileri bir semboller sistemini gerektirir. Örneğin aritmetiğin sözceleri ancak sembollerle ifade edilebilir.

371+428=619 işlemi böyledir.

Dil, sesli ya da yazılı bir sembol olan ve özünde anlam bulunmayan kelimeye bir fonksiyon, bir anlam yükler; her kurumsal realitenin olmazsa olmaz şartıdır. Evlilikler, seçimler, törenler, göreve atamalar gibi resmi prosedürler; mahkumiyet ya da beraat  gibi hukuki kararlar dile bağlıdır. Dil kurumların sadece oluşturulması için değil; etkin olduğunun anlaşılabilmesi için de gereklidir.

Birinin evli olduğunu, bir kişinin başkan seçildiğini, bir oturumun başladığını insanlara dille anlatırız.

Dil, epistemik olarak gereklidir. Masaların ve sandalyelerin betimini dille yaparız. Para nedir? Nasıl kullanılır? Hangi durumlarda erkek ve kadın birbirinin eşi olur? Hangi prosedüre göre profesör unvanı alınır? Bir evin tapusunun kime ait olduğu nasıl bilinir? Kurumsal olgularla ilgili bütün bu durumları dille öğreniriz.

Vaatleri dille yaparız; dille özür dileriz. Esprilerimiz dilledir. Soruları sormak için dilden başka aracımız yoktur. Ritüellerimizde bedensel eylemlerin yanında dili de kullanırız. Dile bağlı olduğu için dille ifade edilen bir sözceyi düşünebilmek ancak dille mümkündür. Örneğin “Dağı’nın zirvesinde kar ve buz vardır.” Sözcesini dili olmayan bir varlık düşünemez.

Dil hem kendisi karmaşıktır hem de karmaşık bir enformasyonu düşünmek için gereklidir.   Örneğin bir şey satın almak ve satmak gibi gerçekte çok karmaşık olgular bir dizi tasavvura ve bunları gerçekleştirmeyi sağlayan dil de karmaşık tasavvurlara sahiptir.

Dil, dili kullananların ifade öncesi psikolojik tasavvurlarından bağımsızdır. İnsanların kullandıkları dildeki anlamın ötesinde anlamlar yoktur. Dil doğal ve sosyal realiteye, dünyaya ve kültüre  uygundur. Bu uygunluk, dilin aşkın özelliğini gösterir. Dilimizin bütün kelimeleri realitedeki bir gerçekliği yansıtır. Ancak bu yansıtma gramerde görünmez. Dünyayı dille değiştirebiliriz;  bir dilin ne olduğunu açıklayamasak da iki kişinin aynı dile sahip olduğu düşüncesine sahibiz.

Dilden dışarı çıkamayız; dili incelemek için başka bir dilimiz yoktur. Dil, tıpkı insanın sosyal ve kültürel davranışı gibi doğal tarihinin bir bölümüdür; olup bitmiş, tamamlanmış bir yapı değildir; dinamik, değişken bir özellik taşır. Dil, bir şehre benzer. Nasıl ki şehirde eski dar sokaklar, küçük meydanlar, çeşitli zamanlarda yapılmış eski ve yeni evler varsa, eski şehir aynı biçimde yapılmış evlerden oluşan semtlerle kuşatılmışsa, dilde de böyledir; dilde eski ve yeni kelimeler vardır. Dile yeni kelimeler girer; kullanılmayan kelimeler unutulur.

Kelimeler sadece dünyayı tasavvur etmeye yaramaz; fakat bir amaçla dili konuşanların eylemlerini düzenler. Dil, toplumun hayatına ve eylemine bağlı bir realitedir. Kelimenin  anlamı, artık bağımsız bir obje değildir; bir konuşma biçimine bağlıdır. Dilde  anlam pek çok yolla; örneğin, kelimeler, jestler, mimikler, eylemler gibi biyolojik ve doğal fenomenlerle ifade edilir.

Dil evrensel bir aracıdır. Konuşulan diller ne kadar farklı olursa olsun, dil evrensel bir olgudur. Dil, evrensel bir aracı olsa da bu aracın kullanım biçimi evrensel değildir; çünkü tek bir dil değil; pek çok dil vardır. Bu da bir tür göreceliliği ortaya çıkarır.

İnsanlardan başka canlılarda dilden söz edemeyiz. Eğer aslanlar konuşabilseydi, onları anlayamazdık.

Dil, çok farklı araçların bulunduğu bir âlet kutusu gibidir. Bu kutuda çekiç, testere, şakul, zamk kutusu vardır. Âletler, biçimleri ya da fonksiyonları bakımından birbirine benzer. Onları benzerliklerine göre gruplandırabilirim; fakat bu gruplar arasında ortak özellikler bulmak az çok keyfidir. Farklı tipler birbirinden kesinlikle ayrıdır. Bu âletlerin  fonksiyonları kesindir. Onların kullanımları üzerinde uylaşım yeterlidir. Kullanımlar değişirse açıkça farklı şeylerden konuşuruz. Fakat bunun hemen farkına varamayız.

Düşünme sadece dil aracılığıyla mümkündür. Bu durum, dilin a priori’sini oluşturur. Tek başına örneğin bir ormanda, hayvanlar arasında veya ıssız bir adada büyümüş birinin dili olmadığı için  düşüncesi de yoktur. Dil ve düşünce ilişkisi, araç ve aracı kullanan insan ilişkisinden daha derindir.

Her dil başka dillere çevrilebilir. Dillerden hiçbirinin diğerine ontolojik üstünlüğü yoktur. Her başarılı çeviri, ifadelerin yerine anlam aynı kalacak şekilde, bir başka dildeki ifadeleri koymaktır. Diller karşısında nötr olabiliriz.

Dilin doğası, dil kavramında ortaya çıkar. Dil, doğru veya yanlış önermeler oluşturma imkânını içerir; fakat özel bir önermenin doğruluğunu veya yanlışlığını göstermez. Dilin realiteyle ilişkisi karmaşıktır; pek çok nüansı içerir.

Dil her zaman açık ve doğrudan kavranabilecek bir dil değildir. O, keşfedilecek bir şeydir. Dildeki felsefi çözmek her zaman  kolay değildir; çünkü bu konuda filozof ne ortak duyuya ne de sağduyuya başvurur. Gündelik dilin ifadeleri hepimizin yaygın olarak kullandığı sözcelerdir. Gündelik dil bütün felsefi açıklamanın kullanacağı araçtır; eğer gündelik dile başvurulmazsa çok ciddi hataların ortaya çıkmaları kaçınılmazdır.

Dil, tarihseldir, sosyaldir yani bir dil toplumunun paylaştığı dildir. Bu dili paylaşmak, anlamlar ve ayrımlar üzerinde uylaşmaktır.

Dildeki ifadeler uylaşımdır. Toplum, sözcelerde veya yargılarda uyuşmanın kaynağıdır. Bu uyuşma sayesinde bir dil topluluğunun parçası oluruz. Birbirine benzeyen tek tek çalılar nasıl bir çalılık oluşturuyorsa, bireyler de bir dil topluluğu oluşturur. Ancak topluluk oluşturma, bireysel farklılıkları ortadan kaldırmaz. Bir çalılığın üyeleri olan tek tek çalılar kuşkusuz dış görünüşleriyle birbirine benzer; ama her bir çalının dalları, silueti; anatomik yapısı farklıdır.

 Dil, öğrenmeleri ya da uylaşımları sağlayan temel özelliklere sahiptir. Dilimizde uylaşırız; bu uylaşım anlaşmamızın olmazsa olmaz koşuludur. Uylaşım olmasaydı  anlaşamazdık ve bir dil toplumu oluşturamazdık; birbirimizle anlaşamazdık; birbirimize sadece inanırdık; başkasının kelimeleri, biçimleri ve yapıları bizim anladığımız gibi anladıklarına inanırdık.

Uylaşım sayesinde iletişimde bulunuruz. Sadece karşılıklı konuşmada kullandığımız dil değil; duyumlamaların dili de uylaşımsaldır. Ağrının, acının, soğuğun, rengin ve hatta tonlarının ne olduğunu dille öğreniriz ve duyumlarımızı algılarımızı onlara uygun ve öğrendiğimiz kelimelerle anlatırız.  Pek çok kelime gibi renkleri ifade eden kelimeler dilin uylaşımsallığının somut bir örneğidir.  Uylaşımın temeli ise kullanımlarımızdır.

Eğer kullanımlarımız uyuşmazsa ya benim Y’yi kullandığım yerde siz X’i kullanırsınız ya da sizin kavramsal sisteminiz tutarlı ve uygun olsa da benimkinden çok büyük olasılıkla farklıdır. Kısaca söylersek niçin anlaşamadığımızı keşfedebiliriz. Sizin ve benim sınıflama biçimlerimiz farklıdır. Eğer kullanım belirsiz ise hangi hatanın buna neden olabildiğini ve hangi farkların göz ardı edildiğini anlayabiliriz. Dememiz gereken şey üzerindeki anlaşmazlık hoş görülemez; tersine bu durumun üzerine gitmelidir. Onu açıklamak her zaman aşağı yukarı keşiftir. Eğer yörüngede tersine dönen bir elektron görürsek bu, fiziği terk etmek için bir sebep değil; keşfedilmesi gereken bir zenginliktir. Aynı şekilde belirsiz ya da eksantrik biçimde konuşan biri, dikkate alınması gereken önemli şeyler söyleyebilir.

Dil, bilincimiz ve realite arasında bulunan, yarısaydam bir örtü değildir; realiteden söz etmek için kullandığımız tasavvurları da taşımaz. Realiteyi anlamak mı istiyoruz? Bunun tek yolu, gündelik dilin ifadelerini analiz etmektir. Dilde uylaşım insanın hangi durumda olduğunu bildirir. İnsanın durumu teoriyle ve doğal olgularla değil; sadece uylaşımla açıklanabilir.

Dilin bir referansı; dile uygun olanın ve olmayanın ölçütleri vardır. Bu ölçütler de dilin kurallarıdır. Bu kurallar olmasaydı bir dili anlayamazdık. Kişinin kendi özel duygularını, izlenimlerini anlatması yani özel dil, im­kânsızdır; çünkü bir ağrı çeken sadece kendi ağrısını bilir ve ağ­rının anlamını ağrı çekmediğinde bile yalnız kendi ağrı durumlarından hareketle söyleyebilir. Ağrıya ilişkin bir ifademi benden başkası anlayamaz; başkaları ağrıdan söz ettiklerinde benim nüfuz edemediğim, kendi ağrılarına başvururlar. Bu ne­den­le aşağıda göreceğimiz gibi özel dil, dilin doğru kullanımını yan­lış kullanımından ayırmaya izin veren ölçütün olmadığı bir dil­dir. Oysa gündelik dilimizde kullanımın ölçütleri vardır. Hatta bu ölçütler psişik durumlarımızı ifade etmeye yarayan kullanımları, kelimelerin kullanımlarını da yönetir. Bu kelimelerin kullanımları öğrenilmişlerdir. Öğrenilmiş durumları düşündüğümde ortaya çıkar ki, özel örnekler hiç de gerekli değildir.

Özel bir dilin doğru kullanmanın ölçütü yoktur. Kuşkusuz kişi daha önceki bazı yaşantılarını sonradan hatırlayabilir. Bir yaşantının hatırlanması bir ölçüt değildir ve benim, yaşantıya ilişkin anlatımının doğru mu yanlış mı olduğunu anlamam için ölçüt olamaz.

Dil bir araçtır; her aracın fonksiyonel olması da iki şeyi içerir. Aracın kullanımını öğrenme ve kullanma. Öğrenme ve kullanma süreçlerinin aydınlatılması dilin gerçeğinin anlaşılması için önemlidir. O nedenle şimdi dilin kullanılmasını açıklayalım.

Dili tıpkı bir oyunun, örneğin satrancın kurallarını öğrenir gibi öğreniriz. Dili öğrenirken ses, renk, şekil gibi çeşitli uyaranların etkisinde kalırız. Örneğin, kırmızı rengi, yuvarlak şekli, kuş sesini ancak bu uyaranların yardımıyla öğreniriz.

Dilin cümlelerinin anlamını ve iletişimi mümkün kılan şartları dili öğrenmeden hareketle analiz ederiz.

Dili tek biçimli olarak öğreniriz; bu, kesindir. Yine de bireysel algılarımız farklı olabilir. Mavi nedir? Bunu öğrenmek, söz konusu kelimeyi doğru kullanmayı öğrenmektir. Öğrenme, süjenin kendi lengüistik kullanımını belirlemek için yaptığı örtük bir tümevarımdır. Eğer yeterli belirti yoksa tümevarım kolayca yapılamaz.

------------------------------

 

 

Kişiler dili objeleri ve nesneleri algılayarak öğrenir.  Öğrenmenin başlangıcı da temel kelimelerin içselleştirilmesidir. Teorik kelimeleri öğrendiğimizde dili iyi kullanabiliriz. Diğer deyişle duygusal hayatımızda önemli olan ve çıkarlarımızı gerçekleştirmeye yarayan fizik objelerin adlarını ve niteliklerini öğrenerek dili öğrenmeye başlarız. Sonra da bileşik yüklemleri en sonra da teorik terimleri öğreniriz; tekil kelimelerle cümleler kurarız.

Dili öğrenirken aktüel uyaranlar kadar geçmiş uyaranlar da önemlidir. Örneğin sokakta gördüğümüz bir atlet için “bu çok iyi biridir” diyebiliriz. O an yarışmayan bu kişinin bizdeki uyarımı önceki bir yarışa aittir. Geçmişe ilişkin uyaranla bir ölçüde dili kazanırız, bir ölçüde bilgileri eklemlemeyi öğreniriz.

Dili öğrenme ve kavramsal bir şema oluşturma temel hakikatleri kavramakla olur. Önce kısa sözcelerle, daha sonra karmaşık önermelerle konuşmayı öğreniriz. Dili öğrenirken kelimeleri kelimelere ve diğer uyaranlara ekleriz. Bu eklemelerden nesnelerin dili dediğimiz şeyi elde ederiz. Nesnelere ilişkin bu dil de, dünyaya ilişkin hakikatlerden ayrılamaz. Öğrendiğimiz “a=a”, “pp”, “Bismarck kelimesi sekiz harflidir”, “kırmızımtırak yeşil yoktur” önermelerinin anlamları açıktır. Onların her biri farklı doğadadır; kullanım yerleri ayrıdır, yine de hepsi öğrenilmişlerdir; öğrenilmek, ortak özellikleridir. Öğrenme, dili kullanmayı homojenleştirir. Ancak herkes dili farklı temel sözcelerle değişik yoldan öğrenir.

Dili öğrenme, mantığı öğrenmeyle birliktedir; daha doğrusu mantığı dil sayesinde öğreniriz. Mantığı içselleştirme dili içselleştirmeden ayrılamaz. Mantığı öğrenme kültürle ve hayat biçimlerini kabul etmeyle iç içedir. Dili analiz etmek için önce dilin, önermenin ve kuralın özünü belirtmek şart değildir. Üstelik öz belirlenemez.

Kelimelerimizin her biri ayrımdır ve nüanstır; onlara karşılık gelen ve onların anlattıkları nesneler, olgular, ilişkiler, nitelikler ve durumlar vardır. “Kelimeler” semboller stokumuzdur.

Bir dili öğrenmek, daha çok bir aracın kullanımını öğrenmektir; teorik bir şey öğrenmek değildir. Dil uygulama ve egzersiz yaparak öğrenilip anlaşılır.

Gerçekte kelimelerin ve cümlelerin sonlu bir stokunu öğrenip kullanabilirsek, bir dili oluşturabiliriz. Çünkü konuşan kişinin sayısız cümle oluşturmasına izin verebilen vokabülere eklemlenen temel bir yapı vardır. Böylece her cümlenin anlamı, öğrenmeyi ve anlamı mümkün kılan sonlu sayıda kurallar ve özellikler tarafından belirlenmiştir. Bir gündelik dilin öğrenilebilmesi için, bu dilin cümlelerinin oluşturucu bir analizini ortaya koyan bir anlam teorisine ihtiyaç vardır. Sadece bu anlam teorisi sayesinde mümkün tüm cümlelerin anlamlarının nasıl oluştuğunu açıklayabiliriz.

Cümlenin emir, olumlama, yadsıma başta olmak üzere sayılamayacak kadar çok çeşidi vardır. Gösterge yani kelime dediği­miz şeyler de çoktur ve çok çeşitli şekillerde kullanılır. Bu çeşitlilik kesin şeklini almış değildir. Her zaman yeni dil tipleri, yeni dil oyunları doğar, bazı dil oyunları eskir ve unutulur.

Cümle eylem halinde hayattır. “Cümle hayattır.” ifadesi daha sonra yerini zihinsel tasavvurların zincir oluşturması fikrine bırakır.

 

Cümleler kurarak öğrenme: Dilin öğrenilmesinde en önemli aşama cümleler kurarak öğrenmedir. Bu öğrenme dilin son derece karmaşık yapısını kavrama aşamasıdır. Bu aşamada dilin öğrenilmesi anlamayı ve kullanmayı tahrik eder. Bir dili kullanarak öğreniriz ve öğretiriz. Bu öğrenme ve öğretme de belli bağlamlarda gerçekleşir. O zaman başkaları bizden biz de başkalarından öğrendiğimiz kelimeleri başka durumlarda kullanabilmemizi bekler.

Dilin doğru öğrenilmesi ve kullanılması son derece önemlidir; çünkü dilimiz örneğin “en uzak gök cismi”, “en büyük çift sayı” ya da “evime en uzak Yıldız”, “Everest’e çıkacak üçüncü insan.”

Bir dili öğrenmek, teorik bir şey öğrenmek değildir. Kuşkusuz filologlar ve antropologlar için dili bilmek teoriktir; daha doğrusu soyut bir bilgiye sahip olmaktır. Bu soyut bilgi de sosyo lengüistik düzenliliklere ilişkindir. Oysa dil soyut düzenlilikleden çok pratik kurallardır. Dili öğrenme de bu kuralları bilmedir ve anlamadır. Dil uygulama ve egzersiz yaparak öğrenilip anlaşılır.

Bir kişi dili öğrenirken şunu da keşfeder: Bu dili kendisi gibi başkaları da kullanmaktadır. Dili başkalarının kullanması kişi için öğreticidir; o, bir ifadenin kullanım yöntemini başkalarından öğrenir. İfadenin kullanım yöntemini öğrenen, başka yöntemler arama gereği duymaz. Toplumsal kullanımdan daha üstün yöntem var mıdır? Yok mudur? diye araştırmaz.

Dili öğrenme süreci önemlidir. “Anlam” ve “iç süreçler” gibi teorik terimler dâhil, dili tümüyle öğreniriz; öğrendikten sonra da kullanırız.

Dili tek biçimli olarak öğreniriz; bu, kesindir. Yine de bireysel algılarımız farklı olabilir. Kırmızı nedir? Bunu öğrenmek, söz konusu kelimeyi doğru kullanmayı öğrenmektir. Öğrenme, süjenin kendi lengüistik kullanımını belirlemek için yaptığı örtük bir tümevarımdır. Eğer yeterli belirti yoksa tümevarım kolayca yapılamaz.

Dili öğrenme süreci önemlidir. “Anlam” ve “iç süreçler” gibi teorik terimler dâhil, dili tümüyle öğreniriz; öğrendikten sonra da kullanırız.

Dili kullanmayı öğreniriz. Bu da iki yolla olur: Adı belleyerek ve anlamlı cümleler kurarak. Adı belleyerek öğrenme ilk öğrenme şeklidir. Çocuk gördüğü nesnenin adını ve hangi durumda bunu telaffuz edeceğini büyüklerinden öğrenir. Kelimeler, nesneleri belirtir; cümleler bu tür belirtmelerin kombinezonlarıdır. Tüm kelimeler tıpkı adlar gibi öğrenilir ve iş görür; temsil ettikleri nesnelerin anlamları gibidir; her kelime bir anlam taşır. Bir kelime (ad) ve anlamı arasında gösterme ya da işaret etme ile kurulan bir bağlantı vardır; adlar söylemin bir bölümüdür. Dilin en yalın biçimlerini öğrenerek, kelimelerin çok farklı fonksiyonları olduğunu da öğreniriz. Bu fonksiyonlar örneğin, insanları, biçimleri, acıları, renkleri, sayıları vs. ifade etmeye yarar. Bir ad, gösterici bir jestle kullanılamaz; fakat sadece onunla açıklanır. An­lam dilin en basit işleyişine bağlıdır; mümkün ve reel bir şeyle uyumludur; anlamı bizimki kadar gelişmemiş bir dile de uygulayabiliriz. Belleme sadece adları bellemekten ibaret değildir. Ayrıca “bu”, “şu”, gibi işaret zamirleri de öğrenilir.  Görerek öğrenilen dil, dilin ilk biçimidir.  Gösterici bir tanım, bir kelime ile bir nesne arasında bir bağ kurar. çocukların konuşmayı öğrenme tarzına uygundur. Anlam” ve “iç süreçler” gibi teorik terimler dâhil, dili tümüyle öğreniriz; öğrendikten sonra da kullanırız.

Gösterme eyleminde bir adın referans değeri yoktur; sadece bir açıklama gücü vardır; örneğin bir kişiyi gösterip “Buna Ahmet denir.” dediğimde, Ahmet hakkında hiçbir betim yapmam; sadece kişiye bir ad veririm.

Dil her ne kadar egzersizlerle öğrenilse de kullanımı otomatiktir. Dili mekanik olarak kullanma, anlamdan sorumlu kurallara dikkati gerektirmez; bu, rayları güvenle izlemeye benzer. O nedenle dil, mekanik olarak kullanıldığında çoğunlukla anlamda keyfi değişiklikler olamaz; kullanım hatasına kolay kolay düşülmez.

Fakat trenin bazen raylardan çıktıkları da bir gerçektir. Bunun gibi uymamız gereken du­rumları gözden kaybedebiliriz; dili yanlış kullanabiliriz; anlamı belirsizleştirebiliriz. Her şeye rağmen bir şeye dikkat etmek ge­rekir: Dili mekanik olarak kullanmak ve dili düşünmek birbirine karşıt değildir. Filozof dili düşünerek gündelik kullanımlarda olmayan iyi analiz edilmiş kelimelere sahip olabilir.

Dilin kendine özgü mantığı vardır; bu mantık dilin kullanım kurallarında ortaya çıkar ve sistematiktir. Dilin kuralları, mantıkçılarda mantık kurallarının rolünü oynar. Eğer gündelik dili aydınlatırsak bilim dilini ve gerçeğe ilişkin söylemlerimizi düzeltebiliriz; doğru bir bilimsel dil ve olgu söylemi ortaya koyabiliriz.

Fakat kurallar kullanımı onaylar. Bir kelimeyi anlayan, anlamayandan daha çok şey görür. Bu nedenle anlayanın zihinsel süreci farklı olacaktır. Bir önerme anlamak için bir zihinsel süreç gerekir. Bu anlama süreci, tıpkı imgeyi ya da bir hikâyeyi  imgelerle anlarken yaşanan süreç gibidir. Dilde uylaşmak, kullanımlarda uylaşmaktır. Dile uygun olanın ve olmayanın ölçütleri vardır. Bu ölçütler de dilin kurallarıdır. Bu kurallar olmasaydı bir dili anlayamazdık. Doğru kullanımın nasıl olduğunu öğreniriz. Bir nesneye, bir eyleme, bir jeste mimiğe bir duyumlamaya ve duyguya ne ad verilir? Bunları dili öğrenirken duyguya, tıpkı bir yabancı dili öğrendiğimiz gibidir. Dili öğrenmek ister anadil olsun isterse yabancı dil; hep aynı şekilde öğrenilir. Doğru öğrenmenin ölçütü de öğrendiğimiz dili doğru uygulayabilmektir.

Dilin sosyal kurum olarak kaçınılmaz olduğu durumlardan biri de kronolojik durumlardır. Örneğin “Bugün 26 Ekim salıdır.” düşüncesini alalım. Bu düşünceyi ifade edersek zorunlu olarak dili kullanırız. Bu tarihi anlatmaya yarayan kelimeleri başka dillere çevirebiliriz; ama Maya diline çeviremeyiz. Çünkü Maya takviminde Ekim ve Salı adları yoktur. Fakat onlar bizim 26 Ekim Salı dediğimiz kurumsal olguyu kendi dillerinde ifade edebilirler. Bu nedenle onların takvimindeki 26 Ekim Salı’ya karşılık gelen tarihleri olduğu için, bizimkiyle aynı referansa sahiptir; ama anlamı bizimkinden farklıdır.

Bu durum, dilin düşünceyi belirlediğinin açık bir kanıtıdır. Dış dünyada 26 Ekim Salı, denen bir realite yoktur. Bu, sadece dil değimiz sözel sistemin belirlediği bir şeydir. Fakat düşüncenin dil tarafından belirlenmesi, “kedi” ve “köpek” gibi nesnelerin dille betimlenmesine benzemez. Çünkü “kedi”nin ve “köpek”in nitelikleri dilden bağımsızdır. Onları dilden bağımsız olarak düşünebiliriz. Oysa 26 Ekim Salı, dilden bağımsız değildir ve bir dil sistemiyle ilişkili olarak fonksiyoneldir; kısaca söylersek, dil tarafından belirlenmiş bir olgudur.

Kişinin kendi özel duygularını, izlenimlerini anlatması yani özel dil, im­kânsızdır; çünkü bir ağrı çeken sadece kendi ağrısını bilir ve ağ­rının anlamını ağrı çekmediğinde bile yalnız kendi ağrı durumlarından hareketle söyleyebilir. Ağrıya ilişkin bir ifademi benden başkası anlayamaz; başkaları ağrıdan söz ettiklerinde benim nüfuz edemediğim, kendi ağrılarına başvururlar. Duygularımızı ve duyumlarımızı ifade eden kelimeler öğrenilmişlerdir. Örneğin “Dişim ağrıyor.” “Mutluyum”, “Üzülüyorum”  gibi kelimelerin kullanımlarını öğreniriz. Hangi durumda hangi kelimeyi kullanacağımızı öğreniriz. Bu ne­den­le aşağıda göreceğimiz gibi özel dil, dilin doğru kullanımını yan­lış kullanımından ayırmaya izin veren ölçütün olmadığı bir dil­dir.

Dilde ifadelerin hangi durumlarda kullanılacağı ve bunlara karşı nasıl davranılacağı bellidir. İfadelerin kullanım yerleri ve onlara gösterilecek reaksiyon konusunda bireylerin tasarrufu yoktur; Eğer dilimizi kullanırsak, uylaşamasak bile, niçin uylaşamadığımızı dilde biliriz; dilimizde sınıflamalar yapabiliriz.

Dil iletişim aracımızdır; bir iletişim ortamında etkindir; demek istediğimiz şeyi onunla söyleriz. Bu yüzden doğal dünyadaki değişiklikler ne olursa olsun, iletişimi onunla kurarız ve sürdürürüz. İletişimi sosyal bir bağlamda gerçekleştiririz. Anlam bir iletişim ortamında ortaya çıkar. Dilin görevi iletişimi gerçekleştirmektir. İnsanlarla iletişim kurarız. İletişimde bulunabilmemiz için semboller stoku gerekir. Bu stoku iletişimde bulunan kişi yani konuşan bilerek kullanabilir ve dinleyen de anlayabilir. Bu semboller kelimelerdir ve dünya ise kelimelerden başka ve kelimeleri kullanarak bildirebildiğimiz bir şeydir. Sınırlı kelimeler stokundan hareketle sınırsız cümleleri oluşturabiliriz. Dünyanın kelimenin kelimeleri içermemesi için sebep yoktur.

Anlam bir iletişim ortamında ortaya çıkar. İletişimin mümkün olması için dil, objektif bir anlamı ifade edebilmelidir; hem tanımlar hem de yargılar ortak olmalıdır. Bir bilgi içeriğini, örneğin Pythagoras teoremini birbirimize dil aracılığıyla anlatabiliriz. Bu iletişimin mümkün olması için kelimeden, örneğin Pythagoras teoreminden herkesin aynı şeyi anlaması gerekir. Eğer herkes aynı şeyi anlamazsa, o takdirde “benim Pythagoras teoremim” “senin Pythagoras teoremin” vs demek zorunda kalırız. Oysa gerçekte tek bir Pythagoras teoremi vardır. Tıpkı Amerika’nın keşfinde anlaştığımız gibi bunda da uylaşırız.

Dil bildirim ve iletişim fonksiyonu yerine getirirken  bazı değişmez, gösterici ifadeler vardır. Bunlar:  “Bu” “şu”, “o”, gibi zamirler; “burada”, “şurada”, “şimdi” gibi zarflar;   “biri”, “birkaçı”, “tümü” gibi niceleyiciler; “...ise”, “o halde”, “sadece” gibi bağlayıcılardır.

Gösterici ifadelerin kullanımı genellikle bir mesajı iletmenin ekonomik bir aracıdır. Bir kişi “Büyük ağacın yanındaki kimdir?” demek yerine “Şu kimdir?” diyebilir. Böylece bir yerle bağlantısı olan bir göstericilikten genel bir göstericiliğe geçilebilir. Bu demektir ki, göstericilik sadece bazı ifadelerin değil; gündelik dilin bir özelliğidir.

Konuşanın seçtiği vokabülerle hangi durumu amaçladığını ifade eder; dinleyenin anladığı fikre ve dünyanın durumuna dayalı konstrüksiyonlarını ortaya çıkarır. Öte yandan dinleyen, konuşmanın gerçekleştiği bağlamı değerlendirerek, muhatabın düşüncesini, niyetlerini, eylemlerini ve yeteneklerini dikkate alarak yorumlar yapar. Dil, öğrenmeleri ya da uzlaşımları sağlayan temel özelliklere sahiptir.

Dil, sadece olup biteni; şu ya da bu biçimde tasavvur edebildiğimiz şeyi ifade eder. Olup biten şeyler, dille ifade etmek zorunda olduğumuz şeylerdir. Dilimiz yetkindir; bu nedenle, mantıkçıların sembollerle anlattıkları ideal bir dile ihtiyaç duymaz; düzenlidir. Dilimizin sembolize ettiği şeyi açıkça bilirsek, düzenli olduğunu da anlarız. Dil alternatifsizdir; kendine özgü mantığına dayanarak iyileştirilebilir ve sistematik dildir.

Dilimizde öyle ifadeler vardır ki, bunlar yüzünden, olguları yalın ve yan tutmadan göremeyiz. Kelimelerimizin kullanımını yöneten mantıksal analizle bu ifade biçimlerinden uzak durabiliriz. Bu nedenle gerektiğinde bir kelimenin mantıksal kullanımını da incelemelidir.

Dilin yapısını soruşturmak, bize dünyanın yapısı hakkında bilgi verir. Dil aşkındır yani dille düşündüğümüz olgular bizim kişisel tasavvurumuza bağlı değildir.

Dil, önermelerden ibarettir. Onunla realiteyi betimleriz; bütün kusurlarına rağmen, gündelik dilimizle, dünyanın doğru betimini yapabiliriz. Dil, realiteye betimlediği olgu aracılığıyla bağlanır; fakat bu bağlantı dilde gerçekleşmez.

Dilin betimi olgular hakkında olumlu ya da olumsuz önermelerdir; durum betimidir. Her bir ifademiz dünyaya ilişkin bir durumun ifadesidir; mümkün ve gerçek olan şeyi dile getirir. Olguları ve gerçeği ele almanın en doğru biçimi gündelik dilden yararlanmaktır; çünkü dil onları en iyi biçimde inceleme aracıdır. Gerçek doğrudan değil; dille verilir. Dille birlikte mümkün açıklığın ötesine geçemeyiz. Dille açıklama imkânının temelinde şu vardır: Başkası da dili benim gibi kulla­nır.

Dil sadece betim aracı değildir; aynı zamanda kendisi de betim konusudur; dili de betimleyebiliriz. Dili sadece betimleyebiliriz; ama açıklayamayız. Dil ve dilin betimi aynı anlama gelir.

Dil spekülasyonlar için icat edilememiştir. Gündelik hayatımızın gerekli ihtiyaçlarını karşılamamız için uygundur. Bu nedenle hayatımızı düzenlemek ve neyi yapmamız gerektiğini bilmek için spekülasyonlara ihtiyacımız yoktur. İçinde bulunduğumuz durumlarda dilizin kılavuzluğundan yararlanmaktır. Dilimizin kelimeleri eylemleri hem aydınlatır hem de yönlendirir.

Dildeki bü­tün durumları açıklayabilecek, tek bir teori yoktur; çünkü dilin görünüşleri çok çeşitlidir; bu görünüşleri birbirinden ayrı sezgiler ve gözlemler serisi içinde ele alabiliriz.

Şiirin bir dili vardır; ama dilin şiiri ya da şiirselliği yoktur; daha doğrusu dil, şiirsel bir görünüşe sahip değildir; bu nedenle dil, şiirsel tarzda ele alınamaz.  

Esperanto dahil, bilim dili, sanat dili, teknik dili gibi bütün diller, gündelik dillere benzerliği sayesinde analiz edilir. Gündelik dilimiz önermelere hayat veren bir sistemdir. Dil denen sistem kapalı değildir; tersine açıktır ve hayatın akışı içinde etkindir. Bu sistemde fiziksel ya da psikolojik hiçbir öge yoktur.

Dil filozofunun görevi haklı olarak dili “kendi ortamı”na veya “biçimlerinin doğal alanı”na yerleştirmektir.  Canlılar için doğal ortam ne ise dilin göstergeleri için de konuşma ortamı konuşulan dil, odur. Gündelik dil Esperanto* gibi yapay dillere karşıttır.

Dilden sadece sosyal bağlamda söz edebiliriz. Dilin sosyal bağlamı, konuşanların birbirleriyle ve paylaştıkları çevreleriyle karşılıklı etkileşimlerinden oluşur.

Nasıl ki halı çok çeşitli motiflerden oluşuyorsa, kelimelerimizin de farklı varyasyonları olabilir. Örneğin “acı” kelimesi, hayat halısında çeşitli varyasyonlarla yeniden görünen bir “motif”i betimler. Üzüntünün ve sevincin bedensel dışavurumları, örneğin bir saatin tik-takları gibi rit­mik biçimde birbirini izleseydi, acının ve sevincin motifinin ortaya çıkmasıyla pek de ilgilenmezdik.

Dilimiz bir Orta çağ kenti gibidir; önceden planlanmış değildir; ama saydamdır. Gündelik dilde hiçbir şeyi değiştirmemelidir. Onun bildirdiği dünyanın önceden belirlenmiş bir anlamı yoktur. Derinlik efsanesini, özellikle derin anlam efsanesini dilden kovmalıdır.

Dil, dünyada var olma tarzımızı ve bu tarzı nasıl bildiğimizi gösteren bir araçtır; realitenin kavramsal bir boyutunu içerir; sosyal ve kognitif bir role sahiptir.

Dil filozofu ve lengüistikçi arasında şu fark vardır: Filozof karnını doyurmak için iyi yemek pişirir. Oysa lengüistikçi, iyi bir yemek tarifi hazırlar. Dil felsefesi ve lengüistik çalışmalar birbirini dışlamaz; destekler.

Dille ilişkilerimizi açıklamak için yine dili kullanmak, dille ilişki içinde olduğumuzu kabul etmek zorundayız.

 

Kelimelerimize istediğimiz bir anlamı verebileceğimizi söylemek tümüyle saçmadır; bağlamın belirlediği anlam, doğal biçimdir. Keyfi olarak verilen anlam, bağlama aykırıdır, sonuçta doğal olmayan bir biçimdir. Dil etkinliğini hayatın içinde ve bağlam aracılığıyla gerçekleştirir. Bağlam kelimelere hayat verir. Bağlamda göstergelerin hayatı bir kâğıt paradaki sembollerin hayatına benzer. Kelimeler sadece düşünürken ve yaşarken hayat kazanır. Kelimenin hayatı dediğimiz bir şey kabul etmemiz gerekirse, bu, göstergenin kullanımıdır.

Dilin kelimelerinin canlı olmaları için hayatımıza entegre olmaları zorunludur. Kelimeler sadece düşüncenin ve hayatın akışında hayat kazanır. Dil, kelimelerin kullanımını yöneten bir sistemdir; bu sistem hayatın içinde etkindir.

Dilsel bir ifadeyi anlamak için bağlama yerleşmeliyiz; bağlam dili kullananları anlamaya izin verir; onların farklı kullanımlarını yansıtır. Örneğin bir vaadin ne olduğunu anlamak mı istiyoruz? O zaman doğru vaat biçimine dikkat etmeliyiz; vaadin geçerli ve geçersiz prosedürlerini gözlemlemeliyiz.

Kişiler aynı bağlamda aynı şekilde konuşmuyorlarsa, nedeni, genellikle aynı durumu ve doğru biçimde düşünmüyor olmalarıdır. Onlardan durumun bir betimi istendiğinde, biri genellikle diğerlerinin gözlemlemediği özellikleri söyleyecektir veya diğerlerinin dikkat etmediği eylemi öne çıkaracaktır. Bu durum, akla uygun özelliklerin açıklanmasında bir ayrılıktır. Söz konusu özellikler ve betim ölçütleri üzerinde uylaşıldığında anlaşmazlıklar giderilir.

Dili kullanırken sık sık düşülen hatalardan biri de ifadelerimizin spekülasyon olmasıdır. Açıklamalarımızın spekülasyon olmaması için yapılması gerekenler şunlardır: Yaptığımız şeyleri anlatan ifadeleri anlamaya çalışmak; doğal yapımızdan kaynaklanan eylemlerle ilgili sözcelere dikkate etmek; dilimizin çok farklı sözceler oluşturmaya yarayan kelimelerden ibaret ol­duğuna dikkat etmek.

Dili konuşan herkes kelimelerin gramerlerine itaat etmek zorundadır. Hangi durumda hangi kelimenin hangi amaçla ve hangi anlamda kullanılacağı belirlidir. Kelimeler önermelerimizi yönetir. Gündelik dilimiz eylemlerimizin çokluğunun nedenidir. Bu durum bir mekanik sistemin işlemesini sağlayan düğmenin kul­lanılmasına benzer. Nasıl ki, bir mekanik sistemin düğmesine basıldığında pek çok parça harekete geçiyorsa, kelimeleri kullandığımızda, bunlar uygun pek çok farklı eylemin gerçekleştirilmesine yol açarlar.

İnsan dili kullanılabilir göstergeler sistemi olarak uygulamadan önce öğrenmiştir.

Dili öğrenme ve kavramsal bir şema oluşturma temel hakikatleri kavramakla olur. Önce kısa sözcelerle, daha sonra karmaşık önermelerle konuşmayı öğreniriz. Dili öğrenirken kelimeleri kelimelere ve diğer uyaranlara ekleriz. Bu eklemelerden nesnelerin dili dediğimiz şeyi elde ederiz. Nesnelere ilişkin bu dil de, dünyaya ilişkin hakikatlerden ayrılamaz. Öğrendiğimiz “a=a”, “pp”, “Bismarck kelimesi sekiz harflidir”, “kırmızımtırak yeşil yoktur” önermelerinin anlamları açıktır. Onların her biri farklı doğadadır; kullanım yerleri ayrıdır; yine de hepsi öğrenilmişlerdir; öğrenilmek, ortak özellikleridir. Öğrenme, dili kullanmayı homojenleştirir. Ancak herkes dili farklı temel sözcelerle değişik yoldan öğrenir.

Dili öğrenme, mantığı öğrenmeyle birliktedir; daha doğrusu mantığı dil sayesinde öğreniriz. Mantığı içselleştirme dili içselleştirmeden ayrılamaz. Mantığı öğrenme kültürle ve hayat biçimlerini kabul etmeyle iç içedir.

Şöyle yaygın bir tez vardır: Bir birey, yaşadığı toplumun konuşma biçiminin teorik bilgisine sahip olmalıdır; çünkü o, ancak bu bilgi sayesinde düşüncesini ifade edebilir ve başkalarıyla iletişime girebilir. Bu tez şunu söylemekle eşdeğerdir: Konuşmayı öğrenen çocuk, çok bilgili bir antropoloğa benzer. Oysa bu düşünce yanlıştır. Yanlışlık dilin kazanılmasındaki başarıyı son derece entelektüelleştirmekten ibarettir. Şu durumu dikkatten kaçırmamalıdır: Çocuklar, dili öğrenirken yetişkinlerle aktif biçimde iletişim kurarlar; yetişkinler çocukları uygun cevaplar vermeye; özgün ve düzgün ifadeler kullanmaya teşvik ederler. Bir dilin öğrenilmesi ve kullanılması Ryle’ın yapmayı-bilmek nasıl’ı bilmek dediği şeye bağlıdır. Eğer bu bilgi, lengüistik bir toplulukta geçerli lengüistik normların bilgisine bağlı olsaydı, yapmayı bilmenin teorik bilgisi gibi çelişkili bir durumla karşılaşırdık.

Dilin özelliklerinden biri tümevarıma izin vermesidir. İnsanlar tümevarım sayesinde hayatta kalır. Çünkü tüvemarım sayesinde bildiklerimizin gelecekte de bildiğimiz gibi olduklarını biliriz.  Bu sadece çevreye ve topluma karşı reaksiyonlarımızı belirlemez; onlara karşı lengüistik karışlığı veririz yani başarılı betimde ve söylemde bulunuruz.

Dilimizde farkına varmadan kullandığımız, bazı anlamsız ifadeler vardır. Anlamsız ifadeler kullandığımızda dil tatile çıkar.

 

Dilimiz doğru kullanımın ölçütlerini verir. Bir duyumlamayı belirten kelimelerin doğru uygulamasının ölçütleri pek çok durumda öğrenilir ve öğretilir.

Dünyayı nasıl algılayacağız? Dünya ile ve çevremizdekilerle nasıl ilişki kuracağız?  Bunları da dille birlikte öğreniriz.

Bir dili konuşmak, sembolleri, belirli kurallara ve kesin bir amaca göre kullanmaktan ibarettir.

Dilde kullanım keyfiliklerine yer yoktur.

Dilin yapısını soruşturmak, bize dünyanın yapısı hakkında bilgi verir.

Dili kullanma becerisi iletişimin temel koşuludur. Bu beceri yoksa düşündüğümüzü  ifade edemeyiz, realiteyi kavrayamayız ve betimleyemeyiz; ayrımlar yapamayız.

Dilimiz düşüncenin birleşim kurallarına göre işler. Dil doğru kullanıldığında bizi akıl yürütmenin hatalarından, yanlış yorumlardan korur. 

 Oysa kullanım kavramı fludur. Kullanım her şeyden önce öğrenme sonucudur. Çocuk dili, kullananların müdahalesi olmadan öğrenemez. Görülüyor ki, “kullanım belirsizdir” savıyla Quine, Wittgenstein’dan ayrılmaktadır. Bilindiği gibi Wittgenstein’a göre felsefenin amacı, dil oyunlarını diğer deyişle dili nasıl kullandığımızı analiz etmektir.

Karmaşık kurallara bağlı olarak dil edimlerini gerçekleştirmektir; kurallar tarafından yönetilen bir davranış biçimini kabul etmektir.  

Bir dili konuşmak, öne sürümlerde bulunmak, emirler vermek, sorular sormak, vaatlerde bulunmak gibi söz edimlerini gerçekleştirmektir; referansta bulunmak, bir yüklemi söylemek gibi eylemleri yapmaktır. Bu edimler genellikle lengüistik kullanımı yöneten bazı kuralların açık olmasından dolayı mümkün olur.

Birine bir objeyi adını söyleyerek gösterebiliriz; ama bu, adı öğrenen, bu göstergeyi doğru kullanabilir, anlamına gelmez. Gösterici bir tanımlama her zaman yanlış yorumlanabilir. Ad verme iki ayrı hazırlık’tır: a) Kullanmaya hazırlık: Bir şeye bir ad verme, bir şeye ad etiketi yapıştırma gibidir. Kelimeyi kullanabilmek için önce etiketin yapıştırıldığı nesneyi yani kelimeyi iyi tanımalıdır. b) Betime hazırlık:

Ad verme, dil oyununda bir hamle değildir; satranç taşlarından birini satranç tahtasına koymaktır. Bir şeyin adını söylemekle hiçbir şey yapmayız. Bu açıdan diyebiliriz ki, sadece sinkategorematik terimler değil, dilin tüm terimleri bağlama bağlı olarak yani belirli bir dil oyunundaki rolüne göre betimlenir. Satrancı bilmeyen bir kişiye, satrançtaki şahı göstererek “Bu şahtır.” demekle bu taşın kullanımını açıklamış olmayız.

Dilin satranca benzetilmesi şunu öğretir: Kelimelerin, cümlelerin, deyimlerin sayısı çoktur; nesneler hakkında kullandığımız ifadelerin rolü çok çeşitlidir. Doğru bir kalıp gibi kullandığımız ve her anlamlı ifadenin girmek zorunda olduğu tek bir kalıp yoktur

Gündelik dilimizi kullanmayı becerebildiğimiz için hepimiz söylediğimiz şeyi az veya çok düşünerek az veya çok ayrıntılı biçimde söyleyebiliriz; uylaşabiliriz; kelimelerimizin kullanımlarının, sözünü ettiğimiz duruma uygun olup olmadıklarını görebiliriz. Dilimizi konuşmayı ve onun yardımıyla realitedeki farkları ayırt etmeyi bildiğimizde, realitenin özelliklerinden söz edebiliriz; aynı dili konuşanlarla uylaşabiliriz. Farklı betimler yapsak bile aynı dili konuşuruz. Bunun nedeni dilimizin çok büyük ölçüde esnek olmasıdır; betimde aynı ögeleri ya da aynı ölçütleri kullanmamızdır.

Biliyoruz ki, gündelik dildeki ayrımlar, dünyaya ilişkindir; dünyada var olan durumların farklı oluşundan kaynaklanır; tarihteki ve dildeki evrimin ürünüdür; tarihsel ve aktüel uylaşımlar tarafından verilmiştir, kanıtlanmıştır. Bu nedenle dildeki ayrımlar en güvenli analiz aracıdır. “Doğru”yu analiz ederken alçakgönüllü davranmalıyız yani bu ayrımlara güvenmeliyiz ve onları kullanmalıyız.

Dildeki ayrımları kullanarak analiz yapmak, özel kullanımlarımızı analiz etmektir; ortak ve paylaştığımız kullanımlarımızın ölçütlerini belirlemektir; böylece “doğru” kelimesini kullanma biçimimizi keşfetmektir.

Mantıksal analizle ortaya çıkartılacak daha derin ayrımlar ve doğruluklar yoktur

Dil iletişim aracımızdır; demek istediğimiz şeyi onunla söyleriz. Dilin görevi iletişimi gerçekleştirmektir. İletişimde bulunabilmemiz için semboller stoku gerekir. Bu stoku iletişimde bulunan kişi yani konuşan bilerek kullanabilir ve dinleyen de anlayabilir. Bu semboller kelimelerdir.

Kelimeler dünyadaki her şeyin karşılığı lengüistik karşılığıdır. Kelimelerle iletişimde bulunabilmemiz için kelimelerden başka bir şey yani dünya da var olmalıdır.

Konuşurken hangi kelimeleri hangi durumda kullanıyoruz? Bunu bilmek için, iki şeyden yararlanırız: Kelimeler ve kelimelerle ifade ettiğimiz realiteler. Şunu iyi biliyoruz: Fenomenlere ilişkin nihai yargıç gibi olmayan algımızı kelimelerle saflaştırabiliriz.

Bir sorunu incelerken “böyle durumlarda ne söylediğimizi”, “niçin” ve “hangi anlamda” söylediğimizi hatırlamalıyız.

Gündelik dil, deneyimlerimizin zenginliğini ve çokluğunu ifade etmeye yarayan mükemmel bir araçtır. Dilimizin zenginliği bize sağladığı ifadelerin çokluğuyla doğru orantılıdır. Diğer deyişle ifadelerimiz ne kadar çok­sa, dilimiz o kadar zengindir.

Kelimelerden başka bir aracımız yoktur. Nasıl bir dünyada yaşadığımızı anlamak, anladıklarımızı da bildirmek için onları kullanmaktan da kaçınamayız:

Dilimize çok bilgili ve danışmamız gereken bir üstada güvenir gibi güvenmeliyiz. Dile danışmakla pek çok avantaj elde ederiz. O görüşünü şöyle temellendirir Bu demektir ki, dilimiz hayatımızın karmaşıklığını anlatır.

 

Her dilde örtük biçimde bir dünya görüşü vardır; ancak bir dili konuşmak bir dünya görüşünü kabul etmekle aynı anlama gelmez; çünkü kişiler farklı dilleri konuşabilir; ama o dilleri ana dili olarak konuşanların dünya görüşlerini kabul etmek zorunda değildir.

Dilimiz önceki insanlardan bize intikal eden kullanılabilir kaynaklardır;

 

 

Örnekler vererek ifadelerin ayırt edici özelliklerini belirtebiliriz; nüansları ortaya çıkarabiliriz. Örnekler gerçek olabildikleri gibi fantezi de olabilir; bu, hiç de önemli değildir. Dilin ifadelerini soyutlama yoluyla basitleştirme hakkımız yoktur; Örneklerle açıklama konuyu hiçbir zaman basitleştirmez; fakat en büyük kesinliği araştırırken alçakgönüllü bir tutum takınmadır.

Örnekler, bağlamda anlaşılabilecek ifadelerdir ve realitenin karmaşıklığını giderir; fenomenlerin özgün niteliklerini ortaya çıkarır; nüanslarını gözümüzün önüne serer; bütün açılardan görmemizi sağlar.

Dünyadan söz etmek için kelimeleri kullanırız ve kelimelerimizle yaptığımız ayrımlar dünyanın durumuna gönderir. Gündelik dil böylece, dünyaya ilişkin kavramsal organizasyonumuzun ve anlayışımızın imkânlarını keşfetmenin bir aracı gibidir. Bu imkânlar, semboller, resimler, haritalar, fotoğraflar ya da tutumlardır. Bu araçlara dair ifadeler kendilerine özgü nitelemeyi içerir; bunların niteliklerini değiş tokuş edemeyiz. Örneğin “Bu resim aslına uygundur” diyebiliriz; ama “Bu resim doğrudur.” diyemeyiz. Aynı şekilde bir yol haritasının çok iyi çizildiğini söyleyebiliriz; ancak doğru olduğunu söyleyemeyiz. Bir yol haritası yanlış değildir; fakat iyi çizilmemiştir. Tıpkı bunun gibi bir soruya verilen cevap da kesin olabilir; lakin zorunlu olarak doğru olması gerekmez. Bu örnekler göstermektedir ki, gündelik dilimiz, dikkate alınması gereken pek çok nüans içerir; ortadan kaldırılamaz farkları tanımamızı sağlar.

Bu nedenle gündelik dilimizin kelimelerinin söylemek istedikleri ya da ifade ettikleri şeyin analizi dünyayı daha iyi anlamaya yarar. Kuşkusuz dünyaya ilişkin bazı kelimelerimizin teorik bir özelliği vardır. Fakat bu teorik kelimelerimizi eleştirmeden kabul etmek yerine, dünya hakkında doğru biçimde konuşmamıza izin veren şeyle karşılaştırmasını yaparak eleştirmeliyiz; konuşmalarımız için uygun olup olmadıklarını belirlemeliyiz. Felsefi analize gündelik dilimizin kelimeleriyle başlamalıyız; çünkü onlar ince ve daha kesin ayrımlar yapmak için icat edilmişlerdir.

Dilde dünya görünmez; bunda kuşku yoktur; ama bunun kadar kesin bir şey daha vardır: Dil sayesinde gerçeğin detaylı görünüşlerini ortaya koyabiliriz. Dil, nesneleri göstermek için çok uygun bir araçtır; çünkü farklılıkları belirtme kapasitesine sahiptir.

Dil toplumunu dildeki farklı kelimelerimizi kullanarak oluştururuz. Dilsel ayrımlar dili bir veriye dönüştürür; bu verinin gözlemlenmesi ve sözceler sayesinde dünyaya doğrudan nüfuz ederiz.

Dil bir sistemdir. Her sistem gibi kendine özgü bir işleme biçimi vardır. Dili doğru kullanmak için, bu işleyiş biçimi iyi analiz edilmelidir.

Dilde dünya ile ilişkilerimizi belirsizleştiren parazitler de barınamaz.

Gündelik dilimiz realiteyi, nüansları, ayrımları ve kesinlikleri içerdiği için günümüze kadar gelmiştir.

Dil zararlı ve kurtulmamız gereken sahte kavramlar deposu değildir; tam tersine felsefenin ölçütüdür; felsefi olanı ve olmayanı ayırmaya yarar.

Dilin ifadeleri değerlidir. Bu ifadeler insanların yüzyıllar boyunca doğru diye yaptıkları ayrımları somut biçimde gösterir.

 

Benzerlikler ve farklılıklar, verilerdir. Austin’e göre farklı olmayan şey veri değildir. Farklılıklar dili veri yapar; dil ve dünya topluluğunu oluşturur.

Gerçek anlamda veri sadece farklılıklardır ve farklılıklar olmasaydı hiçbir şey söyleyemezdik. Nesneleri algılamamıza izin veren, farklılıkları görmemizdir.

Gündelik dilimizde batıl inançlar, hatalar, fantazmalar (örneğin “Güneş batıyor.” ifadesi) vardır. Bu nedenle gündelik dil yetkindir, dersek yanılırız.

Gündelik dilde yapılan bir analizi isterse herkes yapabilir ve analizin sonucu üzerinde anlaşabilir. Dilimizde uylaşmanın temeli var mıdır? Yok mudur? Austin için uylaşmanın temeli sorunu yoktur. Sadece bu uylaşmaya dayanarak bir şeyler söylememiz yeterlidir.

Austin’e göre dünyayı sadece kelimelerle kavrayabiliriz. Bu anlamda dünyayı yalnız dilde anlayabiliriz. Dilimiz dünyadan söz etmeseydi, hiçbir anlamı ifade edemezdi. Bunun anlamı şudur: Dil ve dünya birbirine ayrılmaz şekilde bağlıdır. Bir kelimeyi örneğin “fil” kelimesini söylediğimizde dünyadan söz ederiz; çünkü bu, filden söz ederek dünyadan söz etmemiz anlamında değildir. “Fil”i betimlemek istediğimizde hem “fil” kelimesini hem de “hayvan”ı içeren kesin ve tam bir dilsel eylem gerçekleştiririz. Sonuç olarak “fil” kelimesini kullanarak dünyadan söz ederiz

Dil ve dünya ilişkilerini aydınlatmak; bu, ifadenin mantıksal açıklığını göstermekle olamaz; ancak olguyu anlatırken en uygun kelimenin ne olduğunu söylemekle mümkündür. Böyle bir tutum, realizmin yeni bir biçimidir.

Dille dünyayı tasavvur etmeyiz; dünyada etkin oluruz. Dilin incelenmesi dünyaya nasıl nüfuz ettiğimizi anlamaya izin verir.

Dille dünya hakkında konuşuruz, dünyayı keşfederiz ve ayrıntısıyla inceleriz. Bir şey söylediğimizde bunu niye söylediğimizi açıklama ihtiyacı duymayız. Austin şunu savunur: Dil, günümüze kadar geldiği şekliyle insanlığın hayatta kalmasını sağlamıştır; felsefi sorunların çözümünde bize yardım edecek en iyi uzmandır; felsefe yapmanın en yetkin aracıdır. Dil bize dünya ve kendisi hakkında ne söyler? Felsefe yaparken önce buna bakmalıyız. Onun kendisi ve realite hakkında ne söylediğini bilmek için de önce onu incelemeliyiz. Bu demektir ki, dil, “ilk kelime”dir; başka disiplinler yardımıyla değil; kendinden hareketle anlaşılır.

Dil, insanın kendi bilinci ve realite arasına yerleştirdiği bir perde değildir; realiteyle karşılaşmamız sırasında etkindir. Austin’e göre göre felsefenin öncelikli ve en önemli konusu, dilimizin günlük hayatla ilgili ifadelerini ve onları nasıl kullandığımızı incelemektir. Dili anlamak, dili kullananların onu nasıl kullandıklarına dikkat etmektir. Dili nasıl kullandığımıza dikkat etmeliyiz; onu gözlemlemeliyiz; ama idealize etmemeliyiz ve ideal dil yardımıyla aşmaya da çalışmamalıyız.

Dünyaya ilişkin deneyimimiz, dilimizde içkindir. Dili hiçbir açıklama ihtiyacı duymadan kullanırız ve kullanımlarımızın sosyal bir çerçevesi vardır. Öte yandan Wittgenstein’ın dediği gibi her açıklama bir hipotezdir. Dil dünyadan nasıl söz eder? Bu soru sorulamaz; çünkü dilin betim görevi yoktur. Aynı şekilde gramer insan eylemlerinden ve doğal olgulardan söz etmemizi nasıl başarır? Bunlar da sorun değildir. Öbür yandan Austin felsefenin geleneksel problemleriyle, örneğin anlam, hakikat, realite, dış dünya, algılar ve kavramlar gibi konularla ilgilenir. Ancak Austin bu problemleri başka biçimde ele alır; dilsel ifadelerin analizine dayanarak inceler.

Gündelik dil tıpkı bir mikroskop gibidir. Nasıl mikroskop çıplak gözle göremediğimiz organizmaları görmemize izin verirse, gündelik dil de dikkat etmemiz gereken incelikleri pratik hayatla ilgisiz metafizik dilden daha iyi anlamamızı sağlar.

Dilimize, kullana kullana alışırız; alışkanlığımız iyice pekiştiğinde, problemsizmiş gibi davranırız. Özel ve karmaşık durumlardan söz ettiğimiz halde bunun hiç de farkında olmayabiliriz. Bu durumlarda dilimizin realiteyle ilişkisi ya iyi kurulmamıştır ya da açık değildir.

Dildeki ayrımların bir başka önemli fonksiyonu daha vardır: Hayatın pratik sorunlarını çözmek. Kabul etmek zorundayız ki, gündelik hayat çok karmaşıktır. Karmaşıklığı olabildiğince azaltmaya çalışmalıyız. Dilimizdeki ayrımlar bize bunda yardım edebilir.

Durumları düşünmek ve onlara dair sözcelerimizde uyuşmaya çalışmak zorundayız. Eğer uyuşursak, o zaman verilere sahip oluruz; onları “farklılık” ve “uyum” kavramlarını dikkate alarak açıklayabiliriz. Kavramlarımız çok uzun sürede evrimleşmişlerdir; kaybolan kelimelerimizden pratik için daha uygundur ve güç durumların analizinde daha yararlıdır.

Dilimizdeki ayrımları ya da nüansları, bazen göz ardı ederiz. Bu, bazen bilgisizlikten bazen de anlatımda ekonomi sağlama isteğinden kaynaklanır. İster hata, ister ihmal, isterse ekonomi olsun; nüanslar yok sayılamaz; çünkü sözceleri belirsiz; olguları flu hale getirir. Olguların üzerindeki sisi dağıtmak, anlamaya çalıştığımız hayat tablosunu açıkça görmek; bu, nüanslara dikkat ettiğimizde mümkündür. Nüanslar sadece söz edimlerimizin analizine yaramaz. Onlar, etik ve estetik ifadeleri de daha iyi anlamamızı sağlar. Etikte ve estetikte başlıca hangi kelimeleri kullanırız? Onların yer aldıkları cümleleri hangi durumlarda söyleriz? Söz konusu kelimeler ve cümleler arasında ne gibi nüanslar vardır? Bütün bunları gündelik dilimiz sayesinde keşfedebiliriz. Austin bunu özellikle Les écrits philosophiques’te (Felsefi Yazılar) örneklerle çok iyi açıklar. Bu açıdan diğer filozoflardan çok farklıdır.

Dil gerçeğe uygun olmalıdır; aksi halde terk edilmelidir. Dilde gerçeği anlamaya engel hiçbir öge yoktur; gerçekte içkin olduğu için gerçekten söz etmeye izin verir; tersi doğru değildir; kelimeler, filozofların düşündüklerinden çok daha fazla nüanslı biçimde ve çok daha fazla ayrımlar yapmak için kullanılır.

Austin’in dilde ve özellikle kelimelere dair yaptığı ayrımlar, metafizikçilerinki gibi soyut, mantıkçılarınki gibi biçimsel değil; doğaldır; özellikle kelimelerin mantıksal analizlerinden üstündür; realiteyi, mantıkçıların biçimsel ifadelerinden daha iyi anlatır.

Dildeki ayrımlar ve ilişkiler, kabul edebildiğimiz her şeyi, sayı, gelişmişlik ve değer bakımından aşabilir (çünkü bu ayrımlar ve ilişkiler en güçlü kalıntıların sürekli sınamasından geçer.)

Dilimiz farklılıkları ifade ettiği ölçüde doğru kullanılmıştır, Farklılıklar hem kelimelerde hem de nesnelerde bulunur; onlar veriye empoze edilmiş değillerdir. Dildeki farklılıklar üzerinde anlaşmak, lengüistik aracın mükemmelliğini ve hassaslığını gösteren dikkat çekici bir olgudur.

Bir kelimenin yerine başka bir kelime konamaz; çünkü bir olgu durumuna en uygun sadece tek bir kelime vardır. Bir kelimenin yerine başka bir kelimeyi ya da kelimeleri koyarak anlamı aydınlatamayız; çünkü bu “yerine koyma” sonsuza kadar geri gider; üstelik bu ikame kelimeler araştırdığımız alandaki açıklığı ifade etmek için icat edilmemiştir.

 

 



* Esperanto (orijinal adıyla Lingvo Internacia) Polonyalı göz doktoru Ludwik Lejzer Zamenhof tarafından 1887 yılında yaratılan yapay dil. Zamenhof 1905 yılında Fundamento de Esperanto (Esperantonun Temelleri)  kitabında dilin yapısını ve kurallarnı ortaya koydu. Kendini Dr. Esperanto olarak tanıtan Zamenhof; farklı dilleri konuşan kişiler arasındaki iletişim zorluklarının, öğrenilmesi kolay bir ortak dil ile aşılabileceğini düşünerek Esperanto'yu oluşturmuştur. Günümüzde en çok tanınan ve en çok konuşanı bulunan yapay dil olmakla birlikte uluslararası iletişim dili olma amacına ulaşamamıştır.