DİL’İN
DİLLE ANLATIMI
Dil içine doğduğumuz ve ölünceye
kadar içinde yaşadığımız semboller sistemidir ve herkesin kullanmak zorunda
olduğu bir araçtır; alternatifsizdir.
Dil olmasaydı hayatta kalamazdık. Dil,
bilim öncesi bir özellik taşır; sahip olduğumuz her şeyi içinde barındırır; teorik
olmaktan çok yaşanan hayatı, pratik durumları ifade etmek için uygundur; insanların karşılaştıkları
problemleri çözmeye yarar; bazen de yanlış inanışları, hataları ve fantazmaları
içerir.
Dili kuşaklar boyu kullanırız ve
kullanmaktan vazgeçemeyiz.. Dil aracılığıyla bizden önceki kuşakların bütün önemli
ve değerli deneyimlerini ediniriz; zaman ve mekan bakımından bize çok uzak
farklı toplumların hayatlarını dil yardımıyla öğreniriz. Dilin ifadeleri
alışılmış ve yaygın oldukları için değerlidir; dünyayı nasıl algıladığımızı
bildirirler; dünya ile ve birbirimizle ilişki kurma tarzımızı gösterirler,
kısaca, bizim için yararlı olan ne varsa hepsini dilde buluruz. Dil sadece
şimdiyi yaşamanın değil geleceği tasarlamanın planlamanın da aracıdır. Dil
olmadan geleceğe ilişkin hiçbir şey tasarlayamayız.
Dilin değerini göz ardı etmek, onu
çok basit görmek, pek çok filozofta rastlanan büyük bir hatadır. Dil, özel
dilin tersine hepimizin dilidir; Dil, bir sosyal olgudur hatta “sosyal bir
sanattır; sosyal realitenin varlık koşuludur, hem de onun bir parçasıdır.
Haklarımızı, ödevlerimizi, ahlaki sorumluluklarımızı, eylemlerimizin anlamını,
sonuçlarını dille öğreniriz; ekonomik aktivitelerimizi vs. ancak dille gerçekleştiririz.
Her ne olursa olsun dil, bütün kurumların ilkidir. Parayı, evlilik kurumunu vs. bilmeyen bir
toplum olabilir; ama dilsiz toplum yoktur.
Sadece bir dilimiz vardır; bu, gündelik
dildir. Yeni bir dil icat etmek veya bir sembolizm oluşturmak zorunda değiliz. Gündelik
dilimiz, ondaki belirsizliklerden kurtulursak kullanacağımız dildir.
Sadece kendimizle baş başa olsak da
dile ihtiyacımız vardır; dil olmadan
kendi kendimize bile konuşamayız ve düşünemeyiz; hatta rüyalarımızdaki
diyalogları bile dille yaparız. Gerçek olguları olduğu gibi
halüsinasyonlarımızı bile sadece dille anlatabiliriz. Bütün isteklerimizi ancak
dil aracılığıyla fark eder ve gideririz.
Dilin pek çok özelliği vardır; bunlardan
biri de sonsuzca önermeler türetme kapasitesine sahip olmasıdır. Dil pragmatik
düzendedir ve dünyadaki olgulardan bağımsız değillerdir, dile bağlı olmayan
olguları dile bağlı ifadelerle anlatma aracıdır. “Örneğin Ağrı Dağı’nın
zirvesinde kar ve buz vardır.” gibi bir cümle olsun. Bu cümlede Ağrı Dağı’nın
karlı ve buzlu olması gibi dile bağlı olmayan bir olgunun anlamı, sadece dille
ifade edilebilir. Öbür yandan dil, sadece olgu durumlarını değil, düşünceleri
de ifade eder. Dille ifade edilen olgular, dile bağlı olan düşüncelerdir.
Dil, kendisine bağlı düşünceler
aracılığıyla kurumları oluşturur. Dil aracılığıyla ifade edilen düşüncelerin
kimileri bir semboller sistemini gerektirir. Örneğin aritmetiğin sözceleri
ancak sembollerle ifade edilebilir.
371+428=619 işlemi böyledir.
Dil, sesli ya da yazılı bir sembol
olan ve özünde anlam bulunmayan kelimeye bir fonksiyon, bir anlam yükler; her
kurumsal realitenin olmazsa olmaz şartıdır. Evlilikler, seçimler, törenler,
göreve atamalar gibi resmi prosedürler; mahkumiyet ya da beraat gibi hukuki kararlar dile bağlıdır. Dil
kurumların sadece oluşturulması için değil; etkin olduğunun anlaşılabilmesi için
de gereklidir.
Birinin evli olduğunu, bir kişinin
başkan seçildiğini, bir oturumun başladığını insanlara dille anlatırız.
Dil, epistemik olarak gereklidir.
Masaların ve sandalyelerin betimini dille yaparız. Para nedir? Nasıl
kullanılır? Hangi durumlarda erkek ve kadın birbirinin eşi olur? Hangi
prosedüre göre profesör unvanı alınır? Bir evin tapusunun kime ait olduğu nasıl
bilinir? Kurumsal olgularla ilgili bütün bu durumları dille öğreniriz.
Vaatleri dille yaparız; dille özür
dileriz. Esprilerimiz dilledir. Soruları sormak için dilden başka aracımız
yoktur. Ritüellerimizde bedensel eylemlerin yanında dili de kullanırız. Dile
bağlı olduğu için dille ifade edilen bir sözceyi düşünebilmek ancak dille
mümkündür. Örneğin “Dağı’nın zirvesinde kar ve buz vardır.” Sözcesini dili
olmayan bir varlık düşünemez.
Dil hem kendisi karmaşıktır hem de
karmaşık bir enformasyonu düşünmek için gereklidir. Örneğin bir şey satın almak ve satmak gibi
gerçekte çok karmaşık olgular bir dizi tasavvura ve bunları gerçekleştirmeyi
sağlayan dil de karmaşık tasavvurlara sahiptir.
Dil, dili kullananların ifade öncesi
psikolojik tasavvurlarından bağımsızdır. İnsanların kullandıkları dildeki
anlamın ötesinde anlamlar yoktur. Dil doğal ve sosyal realiteye, dünyaya ve
kültüre uygundur. Bu uygunluk, dilin
aşkın özelliğini gösterir. Dilimizin bütün kelimeleri realitedeki bir
gerçekliği yansıtır. Ancak bu yansıtma gramerde görünmez. Dünyayı dille
değiştirebiliriz; bir dilin ne olduğunu
açıklayamasak da iki kişinin aynı dile sahip olduğu düşüncesine sahibiz.
Dilden dışarı çıkamayız; dili
incelemek için başka bir dilimiz yoktur. Dil, tıpkı insanın sosyal ve kültürel
davranışı gibi doğal tarihinin bir bölümüdür; olup bitmiş, tamamlanmış bir yapı
değildir; dinamik, değişken bir özellik taşır. Dil, bir şehre benzer. Nasıl ki şehirde
eski dar sokaklar, küçük meydanlar, çeşitli zamanlarda yapılmış eski ve yeni
evler varsa, eski şehir aynı biçimde yapılmış evlerden oluşan semtlerle
kuşatılmışsa, dilde de böyledir; dilde eski ve yeni kelimeler vardır. Dile yeni
kelimeler girer; kullanılmayan kelimeler unutulur.
Kelimeler sadece dünyayı tasavvur
etmeye yaramaz; fakat bir amaçla dili konuşanların eylemlerini düzenler. Dil, toplumun
hayatına ve eylemine bağlı bir realitedir. Kelimenin anlamı, artık bağımsız bir obje değildir; bir
konuşma biçimine bağlıdır. Dilde anlam
pek çok yolla; örneğin, kelimeler, jestler, mimikler, eylemler gibi biyolojik
ve doğal fenomenlerle ifade edilir.
Dil evrensel bir aracıdır. Konuşulan
diller ne kadar farklı olursa olsun, dil evrensel bir olgudur. Dil, evrensel
bir aracı olsa da bu aracın kullanım biçimi evrensel değildir; çünkü tek bir
dil değil; pek çok dil vardır. Bu da bir tür göreceliliği ortaya çıkarır.
İnsanlardan başka canlılarda dilden
söz edemeyiz. Eğer aslanlar konuşabilseydi, onları anlayamazdık.
Dil, çok farklı araçların bulunduğu
bir âlet kutusu gibidir. Bu kutuda çekiç, testere, şakul, zamk kutusu vardır. Âletler,
biçimleri ya da fonksiyonları bakımından birbirine benzer. Onları
benzerliklerine göre gruplandırabilirim; fakat bu gruplar arasında ortak
özellikler bulmak az çok keyfidir. Farklı tipler birbirinden kesinlikle ayrıdır.
Bu âletlerin fonksiyonları kesindir.
Onların kullanımları üzerinde uylaşım yeterlidir. Kullanımlar değişirse açıkça
farklı şeylerden konuşuruz. Fakat bunun hemen farkına varamayız.
Düşünme sadece dil aracılığıyla mümkündür.
Bu durum, dilin a priori’sini oluşturur. Tek başına örneğin bir ormanda,
hayvanlar arasında veya ıssız bir adada büyümüş birinin dili olmadığı için düşüncesi de yoktur. Dil ve düşünce ilişkisi,
araç ve aracı kullanan insan ilişkisinden daha derindir.
Her dil başka dillere çevrilebilir.
Dillerden hiçbirinin diğerine ontolojik üstünlüğü yoktur. Her başarılı çeviri,
ifadelerin yerine anlam aynı kalacak şekilde, bir başka dildeki ifadeleri
koymaktır. Diller karşısında nötr olabiliriz.
Dilin doğası, dil kavramında ortaya
çıkar. Dil, doğru veya yanlış önermeler oluşturma imkânını içerir; fakat özel
bir önermenin doğruluğunu veya yanlışlığını göstermez. Dilin realiteyle
ilişkisi karmaşıktır; pek çok nüansı içerir.
Dil her zaman açık ve doğrudan
kavranabilecek bir dil değildir. O, keşfedilecek bir şeydir. Dildeki felsefi çözmek
her zaman kolay değildir; çünkü bu
konuda filozof ne ortak duyuya ne de sağduyuya başvurur. Gündelik dilin ifadeleri
hepimizin yaygın olarak kullandığı sözcelerdir. Gündelik dil bütün
felsefi açıklamanın kullanacağı araçtır; eğer gündelik dile başvurulmazsa çok
ciddi hataların ortaya çıkmaları kaçınılmazdır.
Dil, tarihseldir, sosyaldir yani bir
dil toplumunun paylaştığı dildir. Bu dili paylaşmak, anlamlar ve ayrımlar
üzerinde uylaşmaktır.
Dildeki ifadeler uylaşımdır. Toplum,
sözcelerde veya yargılarda uyuşmanın kaynağıdır. Bu uyuşma sayesinde bir dil
topluluğunun parçası oluruz. Birbirine benzeyen tek tek çalılar nasıl bir
çalılık oluşturuyorsa, bireyler de bir dil topluluğu oluşturur. Ancak topluluk
oluşturma, bireysel farklılıkları ortadan kaldırmaz. Bir çalılığın üyeleri olan
tek tek çalılar kuşkusuz dış görünüşleriyle birbirine benzer; ama her bir
çalının dalları, silueti; anatomik yapısı farklıdır.
Dil, öğrenmeleri ya da
uylaşımları sağlayan temel özelliklere sahiptir. Dilimizde uylaşırız; bu uylaşım anlaşmamızın olmazsa
olmaz koşuludur. Uylaşım olmasaydı
anlaşamazdık ve bir dil toplumu oluşturamazdık; birbirimizle
anlaşamazdık; birbirimize sadece inanırdık; başkasının kelimeleri, biçimleri ve
yapıları bizim anladığımız gibi anladıklarına inanırdık.
Uylaşım sayesinde iletişimde
bulunuruz. Sadece karşılıklı konuşmada kullandığımız dil değil; duyumlamaların
dili de uylaşımsaldır. Ağrının, acının, soğuğun, rengin ve hatta tonlarının ne
olduğunu dille öğreniriz ve duyumlarımızı algılarımızı onlara uygun ve
öğrendiğimiz kelimelerle anlatırız. Pek
çok kelime gibi renkleri ifade eden kelimeler dilin uylaşımsallığının somut bir
örneğidir. Uylaşımın temeli ise
kullanımlarımızdır.
Eğer kullanımlarımız uyuşmazsa ya
benim Y’yi kullandığım yerde siz X’i kullanırsınız ya da sizin kavramsal
sisteminiz tutarlı ve uygun olsa da benimkinden çok büyük olasılıkla farklıdır.
Kısaca söylersek niçin anlaşamadığımızı keşfedebiliriz. Sizin ve benim
sınıflama biçimlerimiz farklıdır. Eğer kullanım belirsiz ise hangi hatanın buna
neden olabildiğini ve hangi farkların göz ardı edildiğini anlayabiliriz. Dememiz
gereken şey üzerindeki anlaşmazlık hoş görülemez; tersine bu durumun üzerine
gitmelidir. Onu açıklamak her zaman aşağı yukarı keşiftir. Eğer yörüngede
tersine dönen bir elektron görürsek bu, fiziği terk etmek için bir sebep değil;
keşfedilmesi gereken bir zenginliktir. Aynı şekilde belirsiz ya da eksantrik
biçimde konuşan biri, dikkate alınması gereken önemli şeyler söyleyebilir.
Dil, bilincimiz ve realite arasında
bulunan, yarısaydam bir örtü değildir; realiteden söz etmek için kullandığımız
tasavvurları da taşımaz. Realiteyi anlamak mı istiyoruz? Bunun tek yolu,
gündelik dilin ifadelerini analiz etmektir. Dilde uylaşım insanın hangi durumda
olduğunu bildirir. İnsanın durumu teoriyle ve doğal olgularla değil; sadece
uylaşımla açıklanabilir.
Dilin bir referansı; dile uygun
olanın ve olmayanın ölçütleri vardır. Bu ölçütler de dilin kurallarıdır. Bu
kurallar olmasaydı bir dili anlayamazdık. Kişinin kendi özel duygularını, izlenimlerini
anlatması yani özel dil, imkânsızdır; çünkü bir ağrı çeken sadece kendi
ağrısını bilir ve ağrının anlamını ağrı çekmediğinde bile yalnız kendi ağrı durumlarından
hareketle söyleyebilir. Ağrıya ilişkin bir ifademi benden başkası anlayamaz; başkaları
ağrıdan söz ettiklerinde benim nüfuz edemediğim, kendi ağrılarına başvururlar. Bu
nedenle aşağıda göreceğimiz gibi özel dil, dilin doğru kullanımını yanlış
kullanımından ayırmaya izin veren ölçütün olmadığı bir dildir. Oysa gündelik
dilimizde kullanımın ölçütleri vardır. Hatta bu ölçütler psişik durumlarımızı
ifade etmeye yarayan kullanımları, kelimelerin kullanımlarını da yönetir. Bu
kelimelerin kullanımları öğrenilmişlerdir. Öğrenilmiş durumları düşündüğümde
ortaya çıkar ki, özel örnekler hiç de gerekli değildir.
Özel bir dilin doğru kullanmanın ölçütü
yoktur. Kuşkusuz kişi daha önceki bazı yaşantılarını sonradan hatırlayabilir. Bir
yaşantının hatırlanması bir ölçüt değildir ve benim, yaşantıya ilişkin
anlatımının doğru mu yanlış mı olduğunu anlamam için ölçüt olamaz.
Dil bir araçtır; her aracın
fonksiyonel olması da iki şeyi içerir. Aracın kullanımını öğrenme ve kullanma. Öğrenme
ve kullanma süreçlerinin aydınlatılması dilin gerçeğinin anlaşılması için
önemlidir. O nedenle şimdi dilin kullanılmasını açıklayalım.
Dili tıpkı bir oyunun, örneğin
satrancın kurallarını öğrenir gibi öğreniriz. Dili öğrenirken ses, renk, şekil
gibi çeşitli uyaranların etkisinde kalırız. Örneğin, kırmızı rengi, yuvarlak
şekli, kuş sesini ancak bu uyaranların yardımıyla öğreniriz.
Dilin
cümlelerinin anlamını ve iletişimi mümkün kılan şartları dili öğrenmeden
hareketle analiz ederiz.
Dili tek biçimli olarak
öğreniriz; bu, kesindir. Yine de bireysel algılarımız farklı olabilir. Mavi
nedir? Bunu öğrenmek, söz konusu kelimeyi doğru kullanmayı öğrenmektir.
Öğrenme, süjenin kendi lengüistik kullanımını belirlemek için yaptığı örtük bir
tümevarımdır. Eğer yeterli belirti yoksa tümevarım kolayca yapılamaz.
------------------------------
Kişiler dili objeleri ve nesneleri algılayarak
öğrenir. Öğrenmenin başlangıcı da temel
kelimelerin içselleştirilmesidir. Teorik kelimeleri öğrendiğimizde dili iyi
kullanabiliriz. Diğer deyişle duygusal hayatımızda önemli olan ve çıkarlarımızı
gerçekleştirmeye yarayan fizik objelerin adlarını ve niteliklerini öğrenerek dili
öğrenmeye başlarız. Sonra da bileşik yüklemleri en sonra da teorik terimleri
öğreniriz; tekil kelimelerle cümleler kurarız.
Dili öğrenirken aktüel uyaranlar
kadar geçmiş uyaranlar da önemlidir. Örneğin sokakta gördüğümüz bir atlet için
“bu çok iyi biridir” diyebiliriz. O an yarışmayan bu kişinin bizdeki uyarımı
önceki bir yarışa aittir. Geçmişe ilişkin uyaranla bir ölçüde dili kazanırız,
bir ölçüde bilgileri eklemlemeyi öğreniriz.
Dili öğrenme ve kavramsal bir şema
oluşturma temel hakikatleri kavramakla olur. Önce kısa sözcelerle, daha sonra
karmaşık önermelerle konuşmayı öğreniriz. Dili öğrenirken kelimeleri kelimelere
ve diğer uyaranlara ekleriz. Bu eklemelerden nesnelerin dili dediğimiz şeyi
elde ederiz. Nesnelere ilişkin bu dil de, dünyaya ilişkin hakikatlerden
ayrılamaz. Öğrendiğimiz “a=a”, “pp”, “Bismarck kelimesi sekiz harflidir”,
“kırmızımtırak yeşil yoktur” önermelerinin anlamları açıktır. Onların her biri
farklı doğadadır; kullanım yerleri ayrıdır, yine de hepsi öğrenilmişlerdir;
öğrenilmek, ortak özellikleridir. Öğrenme, dili kullanmayı homojenleştirir.
Ancak herkes dili farklı temel sözcelerle değişik yoldan öğrenir.
Dili öğrenme, mantığı öğrenmeyle
birliktedir; daha doğrusu mantığı dil sayesinde öğreniriz. Mantığı
içselleştirme dili içselleştirmeden ayrılamaz. Mantığı öğrenme kültürle ve
hayat biçimlerini kabul etmeyle iç içedir. Dili analiz etmek için önce dilin, önermenin
ve kuralın özünü belirtmek şart değildir. Üstelik öz belirlenemez.
Kelimelerimizin her biri ayrımdır ve
nüanstır; onlara karşılık gelen ve onların anlattıkları nesneler, olgular,
ilişkiler, nitelikler ve durumlar vardır. “Kelimeler” semboller stokumuzdur.
Bir dili öğrenmek, daha çok bir
aracın kullanımını öğrenmektir; teorik bir şey öğrenmek değildir. Dil uygulama
ve egzersiz yaparak öğrenilip anlaşılır.
Gerçekte kelimelerin ve cümlelerin
sonlu bir stokunu öğrenip kullanabilirsek, bir dili oluşturabiliriz. Çünkü
konuşan kişinin sayısız cümle oluşturmasına izin verebilen vokabülere
eklemlenen temel bir yapı vardır. Böylece her cümlenin anlamı, öğrenmeyi ve
anlamı mümkün kılan sonlu sayıda kurallar ve özellikler tarafından
belirlenmiştir. Bir gündelik dilin öğrenilebilmesi için, bu dilin cümlelerinin
oluşturucu bir analizini ortaya koyan bir anlam teorisine ihtiyaç vardır.
Sadece bu anlam teorisi sayesinde mümkün tüm cümlelerin anlamlarının nasıl
oluştuğunu açıklayabiliriz.
Cümlenin emir, olumlama, yadsıma
başta olmak üzere sayılamayacak kadar çok çeşidi vardır. Gösterge yani kelime
dediğimiz şeyler de çoktur ve çok çeşitli şekillerde kullanılır. Bu çeşitlilik
kesin şeklini almış değildir. Her zaman yeni dil tipleri, yeni dil oyunları
doğar, bazı dil oyunları eskir ve unutulur.
Cümle eylem halinde hayattır. “Cümle
hayattır.” ifadesi daha sonra yerini zihinsel tasavvurların zincir oluşturması
fikrine bırakır.
Cümleler kurarak öğrenme: Dilin
öğrenilmesinde en önemli aşama cümleler kurarak öğrenmedir. Bu öğrenme dilin
son derece karmaşık yapısını kavrama aşamasıdır. Bu aşamada dilin öğrenilmesi
anlamayı ve kullanmayı tahrik eder. Bir dili kullanarak öğreniriz ve öğretiriz.
Bu öğrenme ve öğretme de belli bağlamlarda gerçekleşir. O zaman başkaları
bizden biz de başkalarından öğrendiğimiz kelimeleri başka durumlarda
kullanabilmemizi bekler.
Dilin doğru öğrenilmesi ve
kullanılması son derece önemlidir; çünkü dilimiz örneğin “en uzak gök cismi”,
“en büyük çift sayı” ya da “evime en uzak Yıldız”, “Everest’e çıkacak üçüncü
insan.”
Bir dili öğrenmek, teorik bir şey
öğrenmek değildir. Kuşkusuz filologlar ve antropologlar için dili bilmek
teoriktir; daha doğrusu soyut bir bilgiye sahip olmaktır. Bu soyut bilgi de
sosyo lengüistik düzenliliklere ilişkindir. Oysa dil soyut düzenlilikleden çok
pratik kurallardır. Dili öğrenme de bu kuralları bilmedir ve anlamadır. Dil
uygulama ve egzersiz yaparak öğrenilip anlaşılır.
Bir kişi dili öğrenirken şunu da
keşfeder: Bu dili kendisi gibi başkaları da kullanmaktadır. Dili başkalarının
kullanması kişi için öğreticidir; o, bir ifadenin kullanım yöntemini
başkalarından öğrenir. İfadenin kullanım yöntemini öğrenen, başka yöntemler
arama gereği duymaz. Toplumsal kullanımdan daha üstün yöntem var mıdır? Yok
mudur? diye araştırmaz.
Dili öğrenme süreci önemlidir.
“Anlam” ve “iç süreçler” gibi teorik terimler dâhil, dili tümüyle öğreniriz;
öğrendikten sonra da kullanırız.
Dili tek biçimli olarak öğreniriz;
bu, kesindir. Yine de bireysel algılarımız farklı olabilir. Kırmızı nedir? Bunu
öğrenmek, söz konusu kelimeyi doğru kullanmayı öğrenmektir. Öğrenme, süjenin
kendi lengüistik kullanımını belirlemek için yaptığı örtük bir tümevarımdır.
Eğer yeterli belirti yoksa tümevarım kolayca yapılamaz.
Dili öğrenme süreci önemlidir.
“Anlam” ve “iç süreçler” gibi teorik terimler dâhil, dili tümüyle öğreniriz;
öğrendikten sonra da kullanırız.
Dili kullanmayı öğreniriz. Bu da iki
yolla olur: Adı belleyerek ve anlamlı cümleler kurarak. Adı belleyerek öğrenme
ilk öğrenme şeklidir. Çocuk gördüğü nesnenin adını ve hangi durumda bunu
telaffuz edeceğini büyüklerinden öğrenir. Kelimeler, nesneleri belirtir; cümleler
bu tür belirtmelerin kombinezonlarıdır. Tüm kelimeler tıpkı adlar gibi
öğrenilir ve iş görür; temsil ettikleri nesnelerin anlamları gibidir; her
kelime bir anlam taşır. Bir kelime (ad) ve anlamı arasında gösterme ya da
işaret etme ile kurulan bir bağlantı vardır; adlar söylemin bir bölümüdür. Dilin
en yalın biçimlerini öğrenerek, kelimelerin çok farklı fonksiyonları olduğunu
da öğreniriz. Bu fonksiyonlar örneğin, insanları, biçimleri, acıları, renkleri,
sayıları vs. ifade etmeye yarar. Bir ad, gösterici bir jestle kullanılamaz; fakat
sadece onunla açıklanır. Anlam dilin en basit işleyişine bağlıdır; mümkün ve
reel bir şeyle uyumludur; anlamı bizimki kadar gelişmemiş bir dile de
uygulayabiliriz. Belleme sadece adları bellemekten ibaret değildir. Ayrıca
“bu”, “şu”, gibi işaret zamirleri de öğrenilir.
Görerek öğrenilen dil, dilin ilk biçimidir. Gösterici bir tanım, bir kelime ile bir nesne
arasında bir bağ kurar. çocukların konuşmayı öğrenme tarzına uygundur. Anlam”
ve “iç süreçler” gibi teorik terimler dâhil, dili tümüyle öğreniriz;
öğrendikten sonra da kullanırız.
Gösterme eyleminde bir adın referans
değeri yoktur; sadece bir açıklama gücü vardır; örneğin bir kişiyi gösterip
“Buna Ahmet denir.” dediğimde, Ahmet hakkında hiçbir betim yapmam; sadece
kişiye bir ad veririm.
Dil her ne kadar egzersizlerle
öğrenilse de kullanımı otomatiktir. Dili mekanik olarak kullanma, anlamdan
sorumlu kurallara dikkati gerektirmez; bu, rayları güvenle izlemeye benzer. O
nedenle dil, mekanik olarak kullanıldığında çoğunlukla anlamda keyfi
değişiklikler olamaz; kullanım hatasına kolay kolay düşülmez.
Fakat trenin bazen raylardan çıktıkları
da bir gerçektir. Bunun gibi uymamız gereken durumları gözden kaybedebiliriz;
dili yanlış kullanabiliriz; anlamı belirsizleştirebiliriz. Her şeye rağmen bir
şeye dikkat etmek gerekir: Dili mekanik olarak kullanmak ve dili düşünmek
birbirine karşıt değildir. Filozof dili düşünerek gündelik kullanımlarda
olmayan iyi analiz edilmiş kelimelere sahip olabilir.
Dilin kendine özgü mantığı vardır; bu
mantık dilin kullanım kurallarında ortaya çıkar ve sistematiktir. Dilin
kuralları, mantıkçılarda mantık kurallarının rolünü oynar. Eğer gündelik dili
aydınlatırsak bilim dilini ve gerçeğe ilişkin söylemlerimizi düzeltebiliriz;
doğru bir bilimsel dil ve olgu söylemi ortaya koyabiliriz.
Fakat kurallar kullanımı onaylar. Bir
kelimeyi anlayan, anlamayandan daha çok şey görür. Bu nedenle anlayanın
zihinsel süreci farklı olacaktır. Bir önerme anlamak için bir zihinsel süreç
gerekir. Bu anlama süreci, tıpkı imgeyi ya da bir hikâyeyi imgelerle anlarken yaşanan süreç gibidir. Dilde
uylaşmak, kullanımlarda uylaşmaktır. Dile uygun olanın ve olmayanın ölçütleri vardır.
Bu ölçütler de dilin kurallarıdır. Bu kurallar olmasaydı bir dili anlayamazdık.
Doğru kullanımın nasıl olduğunu öğreniriz. Bir nesneye, bir eyleme, bir jeste
mimiğe bir duyumlamaya ve duyguya ne ad verilir? Bunları dili öğrenirken duyguya,
tıpkı bir yabancı dili öğrendiğimiz gibidir. Dili öğrenmek ister anadil olsun
isterse yabancı dil; hep aynı şekilde öğrenilir. Doğru öğrenmenin ölçütü de
öğrendiğimiz dili doğru uygulayabilmektir.
Dilin sosyal kurum olarak kaçınılmaz
olduğu durumlardan biri de kronolojik durumlardır. Örneğin “Bugün 26 Ekim
salıdır.” düşüncesini alalım. Bu düşünceyi ifade edersek zorunlu olarak dili
kullanırız. Bu tarihi anlatmaya yarayan kelimeleri başka dillere çevirebiliriz;
ama Maya diline çeviremeyiz. Çünkü Maya takviminde Ekim ve Salı adları yoktur.
Fakat onlar bizim 26 Ekim Salı dediğimiz kurumsal olguyu kendi dillerinde ifade
edebilirler. Bu nedenle onların takvimindeki 26 Ekim Salı’ya karşılık gelen
tarihleri olduğu için, bizimkiyle aynı referansa sahiptir; ama anlamı bizimkinden
farklıdır.
Bu durum, dilin düşünceyi
belirlediğinin açık bir kanıtıdır. Dış dünyada 26 Ekim Salı, denen bir realite
yoktur. Bu, sadece dil değimiz sözel sistemin belirlediği bir şeydir. Fakat
düşüncenin dil tarafından belirlenmesi, “kedi” ve “köpek” gibi nesnelerin dille
betimlenmesine benzemez. Çünkü “kedi”nin ve “köpek”in nitelikleri dilden
bağımsızdır. Onları dilden bağımsız olarak düşünebiliriz. Oysa 26 Ekim Salı,
dilden bağımsız değildir ve bir dil sistemiyle ilişkili olarak fonksiyoneldir;
kısaca söylersek, dil tarafından belirlenmiş bir olgudur.
Kişinin kendi özel duygularını, izlenimlerini
anlatması yani özel dil, imkânsızdır; çünkü bir ağrı çeken sadece kendi
ağrısını bilir ve ağrının anlamını ağrı çekmediğinde bile yalnız kendi ağrı
durumlarından hareketle söyleyebilir. Ağrıya ilişkin bir ifademi benden başkası
anlayamaz; başkaları ağrıdan söz ettiklerinde benim nüfuz edemediğim, kendi
ağrılarına başvururlar. Duygularımızı ve duyumlarımızı ifade eden kelimeler
öğrenilmişlerdir. Örneğin “Dişim ağrıyor.” “Mutluyum”, “Üzülüyorum” gibi kelimelerin kullanımlarını öğreniriz.
Hangi durumda hangi kelimeyi kullanacağımızı öğreniriz. Bu nedenle aşağıda
göreceğimiz gibi özel dil, dilin doğru kullanımını yanlış kullanımından
ayırmaya izin veren ölçütün olmadığı bir dildir.
Dilde ifadelerin hangi durumlarda
kullanılacağı ve bunlara karşı nasıl davranılacağı bellidir. İfadelerin
kullanım yerleri ve onlara gösterilecek reaksiyon konusunda bireylerin
tasarrufu yoktur; Eğer dilimizi kullanırsak, uylaşamasak bile, niçin
uylaşamadığımızı dilde biliriz; dilimizde sınıflamalar yapabiliriz.
Dil iletişim aracımızdır; bir
iletişim ortamında etkindir; demek istediğimiz şeyi onunla söyleriz. Bu yüzden doğal dünyadaki
değişiklikler ne olursa olsun, iletişimi onunla kurarız ve sürdürürüz.
İletişimi sosyal bir bağlamda gerçekleştiririz. Anlam bir
iletişim ortamında ortaya çıkar. Dilin görevi iletişimi gerçekleştirmektir. İnsanlarla
iletişim kurarız. İletişimde bulunabilmemiz için semboller stoku gerekir. Bu
stoku iletişimde bulunan kişi yani konuşan bilerek kullanabilir ve dinleyen de
anlayabilir. Bu semboller kelimelerdir ve dünya ise kelimelerden başka ve
kelimeleri kullanarak bildirebildiğimiz bir şeydir. Sınırlı
kelimeler stokundan hareketle sınırsız cümleleri oluşturabiliriz. Dünyanın kelimenin kelimeleri
içermemesi için sebep yoktur.
Anlam bir iletişim ortamında ortaya
çıkar. İletişimin mümkün olması için dil, objektif bir anlamı ifade
edebilmelidir; hem tanımlar hem de yargılar ortak olmalıdır. Bir bilgi
içeriğini, örneğin Pythagoras teoremini birbirimize dil aracılığıyla
anlatabiliriz. Bu iletişimin mümkün olması için kelimeden, örneğin Pythagoras
teoreminden herkesin aynı şeyi anlaması gerekir. Eğer herkes aynı şeyi
anlamazsa, o takdirde “benim Pythagoras teoremim” “senin Pythagoras teoremin”
vs demek zorunda kalırız. Oysa gerçekte tek bir Pythagoras teoremi vardır.
Tıpkı Amerika’nın keşfinde anlaştığımız gibi bunda da uylaşırız.
Dil bildirim ve iletişim fonksiyonu
yerine getirirken bazı değişmez, gösterici
ifadeler vardır. Bunlar: “Bu” “şu”, “o”,
gibi zamirler; “burada”, “şurada”, “şimdi” gibi zarflar; “biri”,
“birkaçı”, “tümü” gibi niceleyiciler; “...ise”, “o halde”, “sadece” gibi
bağlayıcılardır.
Gösterici ifadelerin kullanımı
genellikle bir mesajı iletmenin ekonomik bir aracıdır. Bir kişi “Büyük ağacın
yanındaki kimdir?” demek yerine “Şu kimdir?” diyebilir. Böylece bir yerle
bağlantısı olan bir göstericilikten genel bir göstericiliğe geçilebilir. Bu
demektir ki, göstericilik sadece bazı ifadelerin değil; gündelik dilin bir
özelliğidir.
Konuşanın seçtiği vokabülerle hangi
durumu amaçladığını ifade eder; dinleyenin anladığı fikre ve dünyanın durumuna
dayalı konstrüksiyonlarını ortaya çıkarır. Öte yandan dinleyen, konuşmanın
gerçekleştiği bağlamı değerlendirerek, muhatabın düşüncesini, niyetlerini,
eylemlerini ve yeteneklerini dikkate alarak yorumlar yapar. Dil, öğrenmeleri ya
da uzlaşımları sağlayan temel özelliklere sahiptir.
Dil, sadece olup biteni; şu ya da bu
biçimde tasavvur edebildiğimiz şeyi ifade eder. Olup biten şeyler, dille ifade
etmek zorunda olduğumuz şeylerdir. Dilimiz yetkindir; bu nedenle, mantıkçıların
sembollerle anlattıkları ideal bir dile ihtiyaç duymaz; düzenlidir. Dilimizin
sembolize ettiği şeyi açıkça bilirsek, düzenli olduğunu da anlarız. Dil
alternatifsizdir; kendine özgü mantığına dayanarak iyileştirilebilir ve
sistematik dildir.
Dilimizde öyle ifadeler vardır ki, bunlar
yüzünden, olguları yalın ve yan tutmadan göremeyiz. Kelimelerimizin kullanımını
yöneten mantıksal analizle bu ifade biçimlerinden uzak durabiliriz. Bu nedenle
gerektiğinde bir kelimenin mantıksal kullanımını da incelemelidir.
Dilin yapısını soruşturmak, bize
dünyanın yapısı hakkında bilgi verir. Dil aşkındır yani dille düşündüğümüz
olgular bizim kişisel tasavvurumuza bağlı değildir.
Dil, önermelerden ibarettir. Onunla
realiteyi betimleriz; bütün kusurlarına rağmen, gündelik dilimizle, dünyanın
doğru betimini yapabiliriz. Dil, realiteye betimlediği olgu aracılığıyla
bağlanır; fakat bu bağlantı dilde gerçekleşmez.
Dilin betimi olgular hakkında olumlu
ya da olumsuz önermelerdir; durum betimidir. Her bir ifademiz dünyaya ilişkin
bir durumun ifadesidir; mümkün ve gerçek olan şeyi dile getirir. Olguları ve
gerçeği ele almanın en doğru biçimi gündelik dilden yararlanmaktır; çünkü dil
onları en iyi biçimde inceleme aracıdır. Gerçek doğrudan değil; dille verilir. Dille
birlikte mümkün açıklığın ötesine geçemeyiz. Dille açıklama imkânının temelinde
şu vardır: Başkası da dili benim gibi kullanır.
Dil sadece betim aracı değildir; aynı
zamanda kendisi de betim konusudur; dili de betimleyebiliriz. Dili sadece
betimleyebiliriz; ama açıklayamayız. Dil ve dilin betimi aynı anlama gelir.
Dil spekülasyonlar için icat
edilememiştir. Gündelik hayatımızın gerekli ihtiyaçlarını karşılamamız için
uygundur. Bu nedenle hayatımızı düzenlemek ve neyi yapmamız gerektiğini bilmek
için spekülasyonlara ihtiyacımız yoktur. İçinde bulunduğumuz durumlarda dilizin
kılavuzluğundan yararlanmaktır. Dilimizin kelimeleri eylemleri hem aydınlatır
hem de yönlendirir.
Dildeki bütün durumları
açıklayabilecek, tek bir teori yoktur; çünkü dilin görünüşleri çok çeşitlidir;
bu görünüşleri birbirinden ayrı sezgiler ve gözlemler serisi içinde ele
alabiliriz.
Şiirin bir dili vardır; ama dilin
şiiri ya da şiirselliği yoktur; daha doğrusu dil, şiirsel bir görünüşe sahip
değildir; bu nedenle dil, şiirsel tarzda ele alınamaz.
Esperanto dahil, bilim dili, sanat
dili, teknik dili gibi bütün diller, gündelik dillere benzerliği
sayesinde analiz edilir. Gündelik dilimiz önermelere hayat veren bir sistemdir.
Dil denen sistem kapalı değildir; tersine açıktır ve hayatın akışı içinde
etkindir. Bu sistemde fiziksel ya da psikolojik hiçbir öge yoktur.
Dil filozofunun görevi haklı olarak
dili “kendi ortamı”na veya “biçimlerinin doğal alanı”na yerleştirmektir. Canlılar için doğal ortam ne ise dilin
göstergeleri için de konuşma ortamı konuşulan dil, odur. Gündelik dil Esperanto gibi yapay dillere karşıttır.
Dilden sadece sosyal bağlamda söz
edebiliriz. Dilin sosyal bağlamı, konuşanların birbirleriyle ve paylaştıkları
çevreleriyle karşılıklı etkileşimlerinden oluşur.
Nasıl ki halı çok çeşitli motiflerden
oluşuyorsa, kelimelerimizin de farklı varyasyonları olabilir. Örneğin “acı”
kelimesi, hayat halısında çeşitli varyasyonlarla yeniden görünen bir “motif”i
betimler. Üzüntünün ve sevincin bedensel dışavurumları, örneğin bir saatin tik-takları
gibi ritmik biçimde birbirini izleseydi, acının ve sevincin motifinin ortaya
çıkmasıyla pek de ilgilenmezdik.
Dilimiz bir Orta çağ kenti gibidir; önceden
planlanmış değildir; ama saydamdır. Gündelik dilde hiçbir şeyi
değiştirmemelidir. Onun bildirdiği dünyanın önceden belirlenmiş bir anlamı
yoktur. Derinlik efsanesini, özellikle derin anlam efsanesini dilden
kovmalıdır.
Dil, dünyada var olma tarzımızı ve bu
tarzı nasıl bildiğimizi gösteren bir araçtır; realitenin kavramsal bir boyutunu
içerir; sosyal ve kognitif bir role sahiptir.
Dil filozofu ve lengüistikçi arasında
şu fark vardır: Filozof karnını doyurmak için iyi yemek pişirir. Oysa
lengüistikçi, iyi bir yemek tarifi hazırlar. Dil felsefesi ve lengüistik
çalışmalar birbirini dışlamaz; destekler.
Dille ilişkilerimizi açıklamak için
yine dili kullanmak, dille ilişki içinde olduğumuzu kabul etmek zorundayız.
Kelimelerimize istediğimiz bir anlamı
verebileceğimizi söylemek tümüyle saçmadır; bağlamın belirlediği anlam, doğal
biçimdir. Keyfi olarak verilen anlam, bağlama aykırıdır, sonuçta doğal olmayan
bir biçimdir. Dil etkinliğini hayatın içinde ve bağlam aracılığıyla
gerçekleştirir. Bağlam kelimelere hayat verir. Bağlamda göstergelerin hayatı
bir kâğıt paradaki sembollerin hayatına benzer. Kelimeler sadece düşünürken ve yaşarken
hayat kazanır. Kelimenin hayatı dediğimiz bir şey kabul etmemiz gerekirse, bu, göstergenin
kullanımıdır.
Dilin kelimelerinin canlı olmaları
için hayatımıza entegre olmaları zorunludur. Kelimeler sadece düşüncenin ve
hayatın akışında hayat kazanır. Dil, kelimelerin kullanımını yöneten bir
sistemdir; bu sistem hayatın içinde etkindir.
Dilsel bir ifadeyi anlamak için
bağlama yerleşmeliyiz; bağlam dili kullananları anlamaya izin verir; onların
farklı kullanımlarını yansıtır. Örneğin bir vaadin ne olduğunu anlamak mı
istiyoruz? O zaman doğru vaat biçimine dikkat etmeliyiz; vaadin geçerli ve
geçersiz prosedürlerini gözlemlemeliyiz.
Kişiler aynı bağlamda aynı şekilde
konuşmuyorlarsa, nedeni, genellikle aynı durumu ve doğru biçimde düşünmüyor
olmalarıdır. Onlardan durumun bir betimi istendiğinde, biri genellikle
diğerlerinin gözlemlemediği özellikleri söyleyecektir veya diğerlerinin dikkat
etmediği eylemi öne çıkaracaktır. Bu durum, akla uygun özelliklerin
açıklanmasında bir ayrılıktır. Söz konusu özellikler ve betim ölçütleri
üzerinde uylaşıldığında anlaşmazlıklar giderilir.
Dili kullanırken sık sık düşülen
hatalardan biri de ifadelerimizin spekülasyon olmasıdır. Açıklamalarımızın spekülasyon
olmaması için yapılması gerekenler şunlardır: Yaptığımız şeyleri anlatan
ifadeleri anlamaya çalışmak; doğal yapımızdan kaynaklanan eylemlerle ilgili
sözcelere dikkate etmek; dilimizin çok farklı sözceler oluşturmaya yarayan
kelimelerden ibaret olduğuna dikkat etmek.
Dili konuşan herkes kelimelerin
gramerlerine itaat etmek zorundadır. Hangi durumda hangi kelimenin hangi amaçla
ve hangi anlamda kullanılacağı belirlidir. Kelimeler önermelerimizi yönetir. Gündelik
dilimiz eylemlerimizin çokluğunun nedenidir. Bu durum bir mekanik sistemin
işlemesini sağlayan düğmenin kullanılmasına benzer. Nasıl ki, bir mekanik
sistemin düğmesine basıldığında pek çok parça harekete geçiyorsa, kelimeleri
kullandığımızda, bunlar uygun pek çok farklı eylemin gerçekleştirilmesine yol
açarlar.
İnsan dili kullanılabilir
göstergeler sistemi olarak uygulamadan önce öğrenmiştir.
Dili öğrenme ve kavramsal
bir şema oluşturma temel hakikatleri kavramakla olur. Önce kısa sözcelerle,
daha sonra karmaşık önermelerle konuşmayı öğreniriz. Dili öğrenirken kelimeleri
kelimelere ve diğer uyaranlara ekleriz. Bu eklemelerden nesnelerin dili
dediğimiz şeyi elde ederiz. Nesnelere ilişkin bu dil de, dünyaya ilişkin
hakikatlerden ayrılamaz. Öğrendiğimiz “a=a”, “pp”, “Bismarck kelimesi sekiz
harflidir”, “kırmızımtırak yeşil yoktur” önermelerinin anlamları açıktır. Onların
her biri farklı doğadadır; kullanım yerleri ayrıdır; yine de hepsi
öğrenilmişlerdir; öğrenilmek, ortak özellikleridir. Öğrenme, dili kullanmayı
homojenleştirir. Ancak herkes dili farklı temel sözcelerle değişik yoldan
öğrenir.
Dili öğrenme, mantığı öğrenmeyle
birliktedir; daha doğrusu mantığı dil sayesinde öğreniriz. Mantığı
içselleştirme dili içselleştirmeden ayrılamaz. Mantığı öğrenme kültürle ve
hayat biçimlerini kabul etmeyle iç içedir.
Şöyle yaygın bir tez vardır: Bir
birey, yaşadığı toplumun konuşma biçiminin teorik bilgisine sahip olmalıdır;
çünkü o, ancak bu bilgi sayesinde düşüncesini ifade edebilir ve başkalarıyla
iletişime girebilir. Bu tez şunu söylemekle eşdeğerdir: Konuşmayı öğrenen
çocuk, çok bilgili bir antropoloğa benzer. Oysa bu düşünce yanlıştır. Yanlışlık
dilin kazanılmasındaki başarıyı son derece entelektüelleştirmekten ibarettir.
Şu durumu dikkatten kaçırmamalıdır: Çocuklar, dili öğrenirken yetişkinlerle
aktif biçimde iletişim kurarlar; yetişkinler çocukları uygun cevaplar vermeye; özgün
ve düzgün ifadeler kullanmaya teşvik ederler. Bir dilin öğrenilmesi ve
kullanılması Ryle’ın yapmayı-bilmek nasıl’ı bilmek dediği şeye bağlıdır. Eğer
bu bilgi, lengüistik bir toplulukta geçerli lengüistik normların bilgisine
bağlı olsaydı, yapmayı bilmenin teorik bilgisi gibi çelişkili bir durumla
karşılaşırdık.
Dilin özelliklerinden biri tümevarıma
izin vermesidir. İnsanlar tümevarım sayesinde hayatta kalır. Çünkü tüvemarım
sayesinde bildiklerimizin gelecekte de bildiğimiz gibi olduklarını
biliriz. Bu sadece çevreye ve topluma
karşı reaksiyonlarımızı belirlemez; onlara karşı lengüistik karışlığı veririz
yani başarılı betimde ve söylemde bulunuruz.
Dilimizde farkına
varmadan kullandığımız, bazı anlamsız ifadeler vardır. Anlamsız ifadeler
kullandığımızda dil tatile çıkar.
Dilimiz doğru kullanımın ölçütlerini
verir. Bir duyumlamayı belirten kelimelerin doğru uygulamasının ölçütleri pek
çok durumda öğrenilir ve öğretilir.
Dünyayı nasıl algılayacağız?
Dünya ile ve çevremizdekilerle nasıl ilişki kuracağız? Bunları da dille birlikte öğreniriz.
Bir dili konuşmak, sembolleri,
belirli kurallara ve kesin bir amaca göre kullanmaktan ibarettir.
Dilde kullanım
keyfiliklerine yer yoktur.
Dilin yapısını
soruşturmak, bize dünyanın yapısı hakkında bilgi verir.
Dili kullanma becerisi
iletişimin temel koşuludur. Bu beceri yoksa düşündüğümüzü ifade edemeyiz, realiteyi kavrayamayız ve
betimleyemeyiz; ayrımlar yapamayız.
Dilimiz düşüncenin
birleşim kurallarına göre işler. Dil doğru kullanıldığında bizi akıl yürütmenin
hatalarından, yanlış yorumlardan korur.
Oysa kullanım kavramı fludur. Kullanım her
şeyden önce öğrenme sonucudur. Çocuk dili, kullananların müdahalesi olmadan
öğrenemez. Görülüyor ki, “kullanım belirsizdir” savıyla Quine, Wittgenstein’dan
ayrılmaktadır. Bilindiği gibi Wittgenstein’a göre felsefenin amacı, dil
oyunlarını diğer deyişle dili nasıl kullandığımızı analiz etmektir.
Karmaşık kurallara bağlı olarak dil edimlerini
gerçekleştirmektir; kurallar tarafından yönetilen bir davranış biçimini kabul
etmektir.
Bir dili konuşmak, öne sürümlerde bulunmak, emirler vermek,
sorular sormak, vaatlerde bulunmak gibi söz edimlerini gerçekleştirmektir;
referansta bulunmak, bir yüklemi söylemek gibi eylemleri yapmaktır. Bu edimler
genellikle lengüistik kullanımı yöneten bazı kuralların açık olmasından dolayı
mümkün olur.
Birine bir objeyi adını
söyleyerek gösterebiliriz; ama bu, adı öğrenen, bu göstergeyi doğru
kullanabilir, anlamına gelmez. Gösterici bir tanımlama her zaman yanlış
yorumlanabilir. Ad verme iki ayrı hazırlık’tır: a) Kullanmaya
hazırlık: Bir şeye bir ad verme, bir şeye ad etiketi yapıştırma gibidir. Kelimeyi
kullanabilmek için önce etiketin yapıştırıldığı nesneyi yani kelimeyi iyi
tanımalıdır. b) Betime hazırlık:
Ad verme, dil oyununda bir
hamle değildir; satranç taşlarından birini satranç tahtasına koymaktır. Bir
şeyin adını söylemekle hiçbir şey yapmayız. Bu açıdan diyebiliriz ki, sadece
sinkategorematik terimler değil, dilin tüm terimleri bağlama bağlı olarak yani
belirli bir dil oyunundaki rolüne göre betimlenir. Satrancı bilmeyen bir kişiye,
satrançtaki şahı göstererek “Bu şahtır.” demekle bu taşın kullanımını açıklamış
olmayız.
Dilin satranca
benzetilmesi şunu öğretir: Kelimelerin, cümlelerin, deyimlerin sayısı çoktur;
nesneler hakkında kullandığımız ifadelerin rolü çok çeşitlidir. Doğru bir kalıp
gibi kullandığımız ve her anlamlı ifadenin girmek zorunda olduğu tek bir kalıp
yoktur
Gündelik dilimizi kullanmayı
becerebildiğimiz için hepimiz söylediğimiz şeyi az veya çok düşünerek az veya
çok ayrıntılı biçimde söyleyebiliriz; uylaşabiliriz; kelimelerimizin
kullanımlarının, sözünü ettiğimiz duruma uygun olup olmadıklarını görebiliriz.
Dilimizi konuşmayı ve onun yardımıyla realitedeki farkları ayırt etmeyi
bildiğimizde, realitenin özelliklerinden söz edebiliriz; aynı dili konuşanlarla
uylaşabiliriz. Farklı betimler yapsak bile aynı dili konuşuruz. Bunun nedeni
dilimizin çok büyük ölçüde esnek olmasıdır; betimde aynı ögeleri ya da aynı
ölçütleri kullanmamızdır.
Biliyoruz ki, gündelik dildeki
ayrımlar, dünyaya ilişkindir; dünyada var olan durumların farklı oluşundan
kaynaklanır; tarihteki ve dildeki evrimin ürünüdür; tarihsel ve aktüel
uylaşımlar tarafından verilmiştir, kanıtlanmıştır. Bu nedenle dildeki ayrımlar
en güvenli analiz aracıdır. “Doğru”yu analiz ederken alçakgönüllü davranmalıyız
yani bu ayrımlara güvenmeliyiz ve onları kullanmalıyız.
Dildeki ayrımları kullanarak analiz
yapmak, özel kullanımlarımızı analiz etmektir; ortak ve paylaştığımız
kullanımlarımızın ölçütlerini belirlemektir; böylece “doğru” kelimesini
kullanma biçimimizi keşfetmektir.
Mantıksal analizle ortaya
çıkartılacak daha derin ayrımlar ve doğruluklar yoktur
Dil iletişim aracımızdır; demek
istediğimiz şeyi onunla söyleriz. Dilin görevi iletişimi gerçekleştirmektir.
İletişimde bulunabilmemiz için semboller stoku gerekir. Bu stoku iletişimde
bulunan kişi yani konuşan bilerek kullanabilir ve dinleyen de anlayabilir. Bu
semboller kelimelerdir.
Kelimeler dünyadaki her şeyin
karşılığı lengüistik karşılığıdır. Kelimelerle iletişimde bulunabilmemiz için
kelimelerden başka bir şey yani dünya da var olmalıdır.
Konuşurken hangi kelimeleri hangi
durumda kullanıyoruz? Bunu bilmek için, iki şeyden yararlanırız: Kelimeler ve
kelimelerle ifade ettiğimiz realiteler. Şunu iyi biliyoruz: Fenomenlere ilişkin
nihai yargıç gibi olmayan algımızı kelimelerle saflaştırabiliriz.
Bir sorunu incelerken “böyle
durumlarda ne söylediğimizi”, “niçin” ve “hangi anlamda” söylediğimizi
hatırlamalıyız.
Gündelik dil, deneyimlerimizin
zenginliğini ve çokluğunu ifade etmeye yarayan mükemmel bir araçtır. Dilimizin
zenginliği bize sağladığı ifadelerin çokluğuyla doğru orantılıdır. Diğer
deyişle ifadelerimiz ne kadar çoksa, dilimiz o kadar zengindir.
Kelimelerden başka bir aracımız
yoktur. Nasıl bir dünyada yaşadığımızı anlamak, anladıklarımızı da bildirmek
için onları kullanmaktan da kaçınamayız:
Dilimize çok bilgili ve danışmamız
gereken bir üstada güvenir gibi güvenmeliyiz. Dile danışmakla pek çok avantaj
elde ederiz. O görüşünü şöyle temellendirir Bu demektir ki, dilimiz hayatımızın
karmaşıklığını anlatır.
Her dilde örtük biçimde bir dünya
görüşü vardır; ancak bir dili konuşmak bir dünya görüşünü kabul etmekle aynı
anlama gelmez; çünkü kişiler farklı dilleri konuşabilir; ama o dilleri ana dili
olarak konuşanların dünya görüşlerini kabul etmek zorunda değildir.
Dilimiz önceki insanlardan bize
intikal eden kullanılabilir kaynaklardır;
Örnekler vererek ifadelerin ayırt
edici özelliklerini belirtebiliriz; nüansları ortaya çıkarabiliriz. Örnekler
gerçek olabildikleri gibi fantezi de olabilir; bu, hiç de önemli değildir.
Dilin ifadelerini soyutlama yoluyla basitleştirme hakkımız yoktur; Örneklerle
açıklama konuyu hiçbir zaman basitleştirmez; fakat en büyük kesinliği
araştırırken alçakgönüllü bir tutum takınmadır.
Örnekler, bağlamda anlaşılabilecek
ifadelerdir ve realitenin karmaşıklığını giderir; fenomenlerin özgün
niteliklerini ortaya çıkarır; nüanslarını gözümüzün önüne serer; bütün
açılardan görmemizi sağlar.
Dünyadan söz etmek için kelimeleri
kullanırız ve kelimelerimizle yaptığımız ayrımlar dünyanın durumuna gönderir. Gündelik
dil böylece, dünyaya ilişkin kavramsal organizasyonumuzun ve anlayışımızın
imkânlarını keşfetmenin bir aracı gibidir. Bu imkânlar, semboller,
resimler, haritalar, fotoğraflar ya da tutumlardır. Bu araçlara dair ifadeler
kendilerine özgü nitelemeyi içerir; bunların niteliklerini değiş tokuş
edemeyiz. Örneğin “Bu resim aslına uygundur” diyebiliriz; ama “Bu resim
doğrudur.” diyemeyiz. Aynı şekilde bir yol haritasının çok iyi çizildiğini
söyleyebiliriz; ancak doğru olduğunu söyleyemeyiz. Bir yol haritası yanlış
değildir; fakat iyi çizilmemiştir. Tıpkı bunun gibi bir soruya verilen
cevap da kesin olabilir; lakin zorunlu olarak doğru olması gerekmez. Bu
örnekler göstermektedir ki, gündelik dilimiz, dikkate alınması gereken pek çok
nüans içerir; ortadan kaldırılamaz farkları tanımamızı sağlar.
Bu nedenle gündelik dilimizin
kelimelerinin söylemek istedikleri ya da ifade ettikleri şeyin analizi dünyayı
daha iyi anlamaya yarar. Kuşkusuz dünyaya ilişkin bazı kelimelerimizin teorik
bir özelliği vardır. Fakat bu teorik kelimelerimizi eleştirmeden kabul etmek
yerine, dünya hakkında doğru biçimde konuşmamıza izin veren şeyle
karşılaştırmasını yaparak eleştirmeliyiz; konuşmalarımız için uygun olup
olmadıklarını belirlemeliyiz. Felsefi analize gündelik dilimizin kelimeleriyle
başlamalıyız; çünkü onlar ince ve daha kesin ayrımlar yapmak için icat
edilmişlerdir.
Dilde dünya görünmez; bunda kuşku
yoktur; ama bunun kadar kesin bir şey daha vardır: Dil sayesinde gerçeğin
detaylı görünüşlerini ortaya koyabiliriz. Dil, nesneleri göstermek için çok
uygun bir araçtır; çünkü farklılıkları belirtme kapasitesine sahiptir.
Dil toplumunu dildeki farklı
kelimelerimizi kullanarak oluştururuz. Dilsel ayrımlar dili bir veriye
dönüştürür; bu verinin gözlemlenmesi ve sözceler sayesinde dünyaya doğrudan nüfuz
ederiz.
Dil bir sistemdir. Her sistem gibi
kendine özgü bir işleme biçimi vardır. Dili doğru kullanmak için, bu işleyiş
biçimi iyi analiz edilmelidir.
Dilde dünya ile ilişkilerimizi
belirsizleştiren parazitler de barınamaz.
Gündelik dilimiz realiteyi,
nüansları, ayrımları ve kesinlikleri içerdiği için günümüze kadar gelmiştir.
Dil zararlı ve kurtulmamız gereken
sahte kavramlar deposu değildir; tam tersine felsefenin ölçütüdür; felsefi
olanı ve olmayanı ayırmaya yarar.
Dilin ifadeleri değerlidir. Bu
ifadeler insanların yüzyıllar boyunca doğru diye yaptıkları ayrımları somut
biçimde gösterir.
Benzerlikler ve farklılıklar,
verilerdir. Austin’e göre farklı olmayan şey veri değildir. Farklılıklar dili
veri yapar; dil ve dünya topluluğunu oluşturur.
Gerçek anlamda veri sadece
farklılıklardır ve farklılıklar olmasaydı hiçbir şey söyleyemezdik. Nesneleri algılamamıza izin
veren, farklılıkları görmemizdir.
Gündelik dilimizde batıl inançlar,
hatalar, fantazmalar (örneğin “Güneş batıyor.” ifadesi) vardır. Bu nedenle
gündelik dil yetkindir, dersek yanılırız.
Gündelik dilde yapılan bir analizi
isterse herkes yapabilir ve analizin sonucu üzerinde anlaşabilir. Dilimizde
uylaşmanın temeli var mıdır? Yok mudur? Austin için uylaşmanın temeli sorunu
yoktur. Sadece bu uylaşmaya dayanarak bir şeyler söylememiz yeterlidir.
Austin’e göre dünyayı sadece
kelimelerle kavrayabiliriz. Bu anlamda dünyayı yalnız dilde anlayabiliriz. Dilimiz
dünyadan söz etmeseydi, hiçbir anlamı ifade edemezdi. Bunun anlamı şudur: Dil
ve dünya birbirine ayrılmaz şekilde bağlıdır. Bir kelimeyi örneğin “fil”
kelimesini söylediğimizde dünyadan söz ederiz; çünkü bu, filden söz ederek
dünyadan söz etmemiz anlamında değildir. “Fil”i betimlemek istediğimizde hem
“fil” kelimesini hem de “hayvan”ı içeren kesin ve tam bir dilsel eylem
gerçekleştiririz. Sonuç olarak “fil” kelimesini kullanarak dünyadan söz ederiz
Dil ve dünya ilişkilerini
aydınlatmak; bu, ifadenin mantıksal açıklığını göstermekle olamaz; ancak olguyu
anlatırken en uygun kelimenin ne olduğunu söylemekle mümkündür. Böyle bir
tutum, realizmin yeni bir biçimidir.
Dille dünyayı tasavvur etmeyiz;
dünyada etkin oluruz. Dilin incelenmesi dünyaya nasıl nüfuz ettiğimizi anlamaya
izin verir.
Dille dünya hakkında konuşuruz,
dünyayı keşfederiz ve ayrıntısıyla inceleriz. Bir şey söylediğimizde bunu niye
söylediğimizi açıklama ihtiyacı duymayız. Austin şunu savunur: Dil, günümüze kadar geldiği şekliyle insanlığın hayatta
kalmasını sağlamıştır; felsefi sorunların çözümünde bize yardım edecek en iyi
uzmandır; felsefe yapmanın en yetkin aracıdır. Dil bize dünya ve
kendisi hakkında ne söyler? Felsefe yaparken önce buna bakmalıyız. Onun kendisi
ve realite hakkında ne söylediğini bilmek için de önce onu incelemeliyiz. Bu
demektir ki, dil, “ilk kelime”dir; başka disiplinler yardımıyla değil;
kendinden hareketle anlaşılır.
Dil, insanın kendi bilinci ve realite
arasına yerleştirdiği bir perde değildir; realiteyle karşılaşmamız sırasında
etkindir. Austin’e göre göre felsefenin öncelikli ve en önemli konusu,
dilimizin günlük hayatla ilgili ifadelerini ve onları nasıl kullandığımızı
incelemektir. Dili anlamak, dili kullananların onu nasıl kullandıklarına dikkat
etmektir. Dili nasıl kullandığımıza dikkat etmeliyiz; onu
gözlemlemeliyiz; ama idealize etmemeliyiz ve ideal dil yardımıyla aşmaya da çalışmamalıyız.
Dünyaya ilişkin deneyimimiz,
dilimizde içkindir. Dili hiçbir açıklama ihtiyacı duymadan kullanırız ve
kullanımlarımızın sosyal bir çerçevesi vardır. Öte yandan Wittgenstein’ın
dediği gibi her açıklama bir hipotezdir. Dil dünyadan nasıl söz eder? Bu soru
sorulamaz; çünkü dilin betim görevi yoktur. Aynı şekilde gramer insan
eylemlerinden ve doğal olgulardan söz etmemizi nasıl başarır? Bunlar da sorun
değildir. Öbür yandan Austin felsefenin geleneksel problemleriyle, örneğin
anlam, hakikat, realite, dış dünya, algılar ve kavramlar gibi konularla
ilgilenir. Ancak Austin bu problemleri başka biçimde ele alır; dilsel
ifadelerin analizine dayanarak inceler.
Gündelik dil tıpkı bir mikroskop
gibidir. Nasıl mikroskop çıplak gözle göremediğimiz organizmaları görmemize
izin verirse, gündelik dil de dikkat etmemiz gereken incelikleri pratik hayatla
ilgisiz metafizik dilden daha iyi anlamamızı sağlar.
Dilimize, kullana kullana alışırız;
alışkanlığımız iyice pekiştiğinde, problemsizmiş gibi davranırız. Özel ve
karmaşık durumlardan söz ettiğimiz halde bunun hiç de farkında olmayabiliriz.
Bu durumlarda dilimizin realiteyle ilişkisi ya iyi kurulmamıştır ya da açık
değildir.
Dildeki ayrımların bir başka önemli
fonksiyonu daha vardır: Hayatın pratik sorunlarını çözmek. Kabul etmek
zorundayız ki, gündelik hayat çok karmaşıktır. Karmaşıklığı olabildiğince
azaltmaya çalışmalıyız. Dilimizdeki ayrımlar bize bunda yardım edebilir.
Durumları düşünmek ve onlara dair
sözcelerimizde uyuşmaya çalışmak zorundayız. Eğer uyuşursak, o zaman verilere
sahip oluruz; onları “farklılık” ve “uyum” kavramlarını dikkate alarak
açıklayabiliriz. Kavramlarımız çok uzun sürede evrimleşmişlerdir; kaybolan
kelimelerimizden pratik için daha uygundur ve güç durumların analizinde daha
yararlıdır.
Dilimizdeki ayrımları ya da
nüansları, bazen göz ardı ederiz. Bu, bazen bilgisizlikten bazen de anlatımda
ekonomi sağlama isteğinden kaynaklanır. İster hata, ister ihmal, isterse
ekonomi olsun; nüanslar yok sayılamaz; çünkü sözceleri belirsiz; olguları flu
hale getirir. Olguların üzerindeki sisi dağıtmak, anlamaya çalıştığımız hayat
tablosunu açıkça görmek; bu, nüanslara dikkat ettiğimizde mümkündür. Nüanslar
sadece söz edimlerimizin analizine yaramaz. Onlar, etik ve estetik ifadeleri de
daha iyi anlamamızı sağlar. Etikte ve estetikte başlıca hangi kelimeleri
kullanırız? Onların yer aldıkları cümleleri hangi durumlarda söyleriz? Söz
konusu kelimeler ve cümleler arasında ne gibi nüanslar vardır? Bütün bunları
gündelik dilimiz sayesinde keşfedebiliriz. Austin bunu özellikle Les
écrits philosophiques’te (Felsefi Yazılar) örneklerle çok iyi açıklar.
Bu açıdan diğer filozoflardan çok farklıdır.
Dil gerçeğe uygun olmalıdır; aksi
halde terk edilmelidir. Dilde gerçeği anlamaya engel hiçbir öge yoktur; gerçekte
içkin olduğu için gerçekten söz etmeye izin verir; tersi doğru değildir;
kelimeler, filozofların düşündüklerinden çok daha fazla nüanslı biçimde ve çok
daha fazla ayrımlar yapmak için kullanılır.
Austin’in dilde ve özellikle
kelimelere dair yaptığı ayrımlar, metafizikçilerinki gibi soyut,
mantıkçılarınki gibi biçimsel değil; doğaldır; özellikle kelimelerin mantıksal
analizlerinden üstündür; realiteyi, mantıkçıların biçimsel ifadelerinden daha
iyi anlatır.
Dildeki ayrımlar ve ilişkiler, kabul
edebildiğimiz her şeyi, sayı, gelişmişlik ve değer bakımından aşabilir (çünkü
bu ayrımlar ve ilişkiler en güçlü kalıntıların sürekli sınamasından geçer.)
Dilimiz farklılıkları ifade ettiği
ölçüde doğru kullanılmıştır, Farklılıklar hem kelimelerde hem de nesnelerde
bulunur; onlar veriye empoze edilmiş değillerdir. Dildeki farklılıklar üzerinde
anlaşmak, lengüistik aracın mükemmelliğini ve hassaslığını gösteren dikkat
çekici bir olgudur.
Bir kelimenin yerine başka bir kelime
konamaz; çünkü bir olgu durumuna en uygun sadece tek bir kelime vardır. Bir kelimenin yerine başka bir
kelimeyi ya da kelimeleri koyarak anlamı aydınlatamayız; çünkü bu “yerine
koyma” sonsuza kadar geri gider; üstelik bu ikame kelimeler araştırdığımız
alandaki açıklığı ifade etmek için icat edilmemiştir.
Esperanto (orijinal
adıyla Lingvo Internacia) Polonyalı göz doktoru Ludwik Lejzer Zamenhof tarafından
1887 yılında yaratılan yapay dil. Zamenhof 1905 yılında Fundamento de
Esperanto (Esperantonun Temelleri) kitabında dilin yapısını ve kurallarnı ortaya
koydu. Kendini Dr. Esperanto olarak tanıtan Zamenhof; farklı dilleri konuşan
kişiler arasındaki iletişim zorluklarının, öğrenilmesi kolay bir ortak dil ile
aşılabileceğini düşünerek Esperanto'yu oluşturmuştur. Günümüzde en çok tanınan
ve en çok konuşanı bulunan yapay dil olmakla birlikte uluslararası iletişim
dili olma amacına ulaşamamıştır.