8 Şubat 2023 Çarşamba

KAFAMIZDAKİ İNSANLA GÖRDÜĞÜMÜZ İNSAN NİYE FARKLIDIR: İNSANIN ÇOĞULLUĞU

 

1. İnsanın Çoğulluğu

 Çoğulluk, “yeni insan”ın en temel niteliklerdendir. Çoğul insana ilişkin çok çeşitli söylem vardır. Her bir söylem, mümkün açıklamalardan ya da anlamalardan sadece biridir, çünkü insani realitenin görünüşlerinden ancak birine ilişkindir. Oysa betimlenen dışında daha pek çok görünüş vardır. Bunlardan her biri ayrı söylem konusudur. Bu görünüş çeşitliliği çoğulluktur. Çoğulluk, insan ve toplum bilimlerinde gerilim nedenidir.

Çoğul insan Aydınlanma’cı insanın karşıtıdır. Aydınlanma, anthropos’un (insan) birliğini savunur. Aydınlanma’cılara göre insan, farklı kültürlerde yaşasa da homojen bir varlıktır. İnsanın değişmez nitelikleri vardır. İnsan, evrensel bir kategoridir. O yüzden hukuk, ahlâk ve insan hakları da evrenseldir.[1]

Önemli bir konuya dikkat çekelim: Çoğul insan, kültüralizmin insanı değildir. Kültüralizmin insanı tıpkı çoğul insan gibi evrenselin karşıtıdır. Ama her ne olursa olsun, kültüralizmde, insan kültüre itaat eder.[2] Kültür tüm insanlara temel bir kişilik verir.[3] Oysa kültür, çoğul insanı belirlemez, sonuçta nitelemez. Kuşkusuz çoğul insan, başkalarıyla bir kültürü ve bir dünyayı paylaşabilir, ama o, yine de kendisi için bir dünya, dünya içinde bir dünya oluşturur. Bu dünya sürekli değişir, farklılaşır, çünkü çoğuldur.[4]

Çoğul insan toplumda bir imgeleme oyunu oynar; algılama ve imgeleme arasında ilişki kurar. Onun çeşitli yatkınlıkları, farklı eğilimleri vardır. Bu insan çok ayrı deneyimler yapar. Onun deneyimleri her zaman uyuşmayabilir, ama eylemine uyan özel bir şema vardır. Şemalar çok farklıdır. Eylem şemaları ne kadar farklı olursa olsun; bir arada olabilir. İnsan eylem şemalarından çeşitli repertuarlar oluşturur.

Çoğul insan tek bir dünyada sosyalleşmez; sadece bir dünyada da yaşamaz. O, sosyalleşme deneyiminin ürünüdür. İnsanı sosyalleştiren deneyim, pek çok ve heterojen sosyal bağlamlarda gerçekleşir.[5] Ama insanı biçimlendiren sosyal ana kalıplar, farklı ya da karşıt da değildir. Yine de çoğul insan, başkalarıyla bir aradadır.

Çoğul insan bir meslek topluluğuna mensup olabilir. O, çoğunlukla bir ailenin bir üyesidir; ayrıca her zaman bir tüketicidir. İnsan bütün buralarda, daha genel konuşursak, toplumda çeşitli deneyimler edinir. Bu deneyimlerin kimi eşzamanlıdır, kimi de ardışıktır. İster eş zamanlı, isterse ardışık olsunlar; tüm deneyimler heterojendir ve bazen de karşıttır. Bu durum kaçınılmazdır, çünkü insanın yatkınlıkları; görme, hissetme ve davranma biçimleri pek çoktur. O, gerçekte pek çok bağlamda ve çeşitli boyutlarıyla ele alınmalıdır. Sonuç olarak, bireylere ilişkin tutarlı ve homojen bir portre çizilemez.[6]

Eğilimler, kimi zaman sadece belli bağlamlarda ya da özel alanlarda eyleme yol açabilir. Üstelik aktör bunun farkına varmayabilir. Diğer deyişle insan, çoğulluğu düşünmeden yaşayabilir. Çoğul insan, eylemlerinin hepsini tek bir “türetici formül”e bağlamaz; sadece bir “genelleştirici ilke”ye de indirgemez. Örneğin, bazı insanlar doğdukları sosyal ortamı ya da sosyal sınıfı bütünüyle terk ederler. Bu duruma, “dikey sosyal hareketlilik” denir. Sınıf değiştirme, “çoğul aktör”ün özel bir durumudur, fakat aktörün çoğulluğunun en mükemmel modeli değildir.[7]

Birey, çoğul insanı ortadan kaldıramaz. Çoğul insan, sosyal kurumlara karşıt sınırları göstererek yeniden ortaya çıkar. Çoğul insana ilişkin genel bir teori ya da model oluşturmak kolay değildir.[8] Ne var ki, insan ve toplum bilimleri, teorileştirmeden de kaçamaz. Ancak teoriler saydam, pragmatik ve net olmalıdır. Onlar insanı genellikle tek bir bağlamda ya da sadece bir boyutuyla ele alır.

Biz, heterojen toplumda heterojen sosyal deneyimleri yaşarız. Bu yüzden her birimizin, görmesi, duyması ve davranması kaçınılmaz olarak kendimize özgüdür. Bu durumda pek çok dünya ve pek çok deneyim vardır.[9]

Bundan dolayı araştırmacı, bireyi bu çeşitliliği içinde gözlemlemelidir.

Çoğul insan bazen aynı anda iki farklı evrenin karşıt etkilere maruz kalabilir; bu etkiler onun iki karşıt tutum takınmasını gerektirebilir. Bu durum onun açısından çok ciddi bir problem ortaya çıkarır; onu sıkıntıya düşürür, hatta bir iç çatışmasına sürükler.

İnsanın çoğulluğu ekollerin savundukları kesinliği alt üst eder. Bunun en iyi örneği, habitus olgusudur.[10] Çoğul insanın sosyalleşme evreninde kazandığı pek çok habitusu vardır. Onun eylemleri sadece programlanmış değildir, ayrıca düşünülmüştür ve planlanmıştır. Çoğul insanın kültürel bir ögeyi alması basit bir transfer değildir. O, kültürel ögeyi çarpıtarak, uyuşturarak ve yeniden yorumlayarak alır.[11]

Habitus olgusu, sosyal röprodüksiyon teorilerini ortadan kaldırır; yöntem bireyciliğine karşı durur, etnometodoloji teorilerini ve diğer teorileri geçersiz sayar.[12]

Çoğul insan, kazanılmış yatkınlıklara ilişkin çok daha karmaşık ve açık bir kavram önerir; eylemin mantıklarına ve karşılıklı eylemlere daha çok yer verir. Çoğul insanın eylemi fırıncının, fotoğrafçının ya da sporcunun uzun zamanda öğrenilen otomatik hareketlerine benzemez. Onun eylemi spontane bir modda gerçekleşir; belirli bir ortamda “doğal” ve kolay biçimde evrimleşmesine izin verir.[13]

Çoğulluğa göre sosyal dünyada mümkün tek bir hakikat yoktur. Bireyselciliğe ilişkin teoriler çok gözde olabilir. Onlar yine de kabul edilemez, çünkü bu teoriler, ne kadar bütünleştirici olursa olsun yine de tekil kişilere aittir. Realitenin gözlemlenmesinden şunu çıkarabiliriz: Bireyler genellikle çeşitli yatkınlıkların bazen de karşıt yatkınlıkların taşıyıcısıdır. Onların eğitimleri ve sosyalleşmeleri hiç de homojen değildir.[14] Onlar kendi aileleri, eğitim kurumları, boş zaman aktiviteleri ve medya tarafından sosyalleştirilmişlerdir. O nedenle “çoğul insan, zorunlu olarak çoğuldur.” Şu tür bir yatkınlık niçin başka bir bağlamda değil de bu bağlamda aktiviteye dönüşmüştür? İnsan ve toplum bilimleri bunu belirlemeye çalışmalıdır.[15]

Çoğul insan için hayatın anlamı, kendisinin verdiği anlamdır; bu anlamı değerli kılan da bu durumdur. Bireyi yönlendiren sosyal belirlenimler ne olursa olsun, bireyde düşünce ve eylem şemalarını biçimlendiren tarihsel hafıza ne kadar uzun olursa olsun, çoğul insan kendi sübjektifliğini kendisi oluşturur. Ancak çoğul insanda kendi döneminin topluluğu da vardır.[16]

Çoğul insanın toplumsal yapıyı içselleştirme modaliteleri kişiliğinin bir donanımını oluşturur. Her gün birbirinden çok farklı şemaları içselleştiririz. Bu şemaların hepsi bir işlemsel değer taşımaz. Onların çoğu basit tasavvur düzeyinde olsa bile, asla aktiviteye dönüşmez; bilinçli düşünce aşamasına yükselemez; sadece uyuyan, genellikle kısa süreli hatta geçici yapılar olarak kalır.[17]

Çoğul insan sadece yatkınlıklarının ve bunların neden olduğu eylemlerinin, alışkanlıklarının çoğulluğuyla açıklanır. Çoğul insan sınıf ya da sosyal birliklere yerleştirilebilecek bir birey değildir, çünkü bu kategoriler insanın indirgenemezliğini göz ardı eder; onu bir bütünün parçası yapar. Sonuç olarak, söz konusu kategoriler çoğul insanı açıklamakta yetersizdir. Sosyal ve kültürel pratikler, aktörün durumlarının çeşitliliğinden dolayı karşıt gibi görünebilir. Eylemler ve karşı eylemler nedensel ve karşılıklı bir bağlılık içinde bütünleşir.[18]



[1] Moreau, Marie-Louise, Sociolinguistique, Flammarion, Paris, 1998, p. 115.

[2] Dorvil, Henri, Problèmes Sociaux, PUF, Paris, 2008, p. 51.

[3] Bu konuda bkz. Mikel Dufrenn, La personnalité de base, Feuille à Feuille, Paris, 1970.

[4] Moreau, p. 116.

[5] Marc, Montoussé, 100 Fiches de lecture en économie, sociologie, histoire et géographie, Bréal, Paris, 2000, p. 420.

[6] Dortier Jean-François, Les sciences humaines, Les Éditions des Sciences humaines, Paris, 2002, p. 118.

[7] Wilde, Patrick de; Axel, Kahn, L’homme pluriel, Martinière, Paris, 2008, p. 73.

[8] Courgeau, Daniel, Du groupe a l’individu synthèse multi niveau, PUF, 2004, pp. 5-8.

[9] Pretceille, Martine A. “Le lien social entre cohésion et cohérence”, Actes des journées d’études vivre ensemble dans la ville: cultures, éducation et lien social, Paris, 2003.

[10] Bourdieu, Pierre, “Habitus”, Habitus: A sense of Place, Edited by Jean Hillier, Emma Rooksby, Cambridge University Press, 2002, pp. 43-53.

[11] Dortier, Jean-François, “Les ressorts de l’action, Sciences humaines, N° 85, Juil­let, 1998, p. 24.

[12] Dupus, Jean Pierre, “Anthropologie, culture et organisation”, dans L’Individu dans l’organisation, éditeur, Jean-François Chanlat, PU, Laval, 2007, p. 539.

[13] Huber, Winfrid, Introduction à la psychologie de la personnalité, Mardaga, Bruxel­les, 1977, p. 69.

[14] Caradec, Vincent; Martuccelli, Danilo, Matériaux pour une sociologie de l’indi­vidu, Presses Universitaires Du Septentrion, Paris, 2005, p. 100.

[15] Hirschhorn, Monique, L’individu Social, PU, Laval, 2007, p. 59.

[16] Elias, N., La société des individus, Fayard, Paris, 1991, p. 160.

[17] Sauvageut, A., Voir et savoir, PUF, Paris, 1994, p. 121.

[18] Lahire, Bernard, L’esprit sociologique, La Découverte, Paris, 2007, p. 17.

4 Şubat 2023 Cumartesi

DEĞİŞMEZ İNSAN DOĞASI YOKTUR:

 

Doğasızlığı

İnsanın değişmez bir doğaya sahip olduğu düşüncesi çok erken ortaya çıktı. İlk defa Sokrates insan doğasını savundu. [1] Bu düşünce daha sonra Platon tarafından sistemleştirildi. Platon’a göre insan, ruhu üç bölümden oluşan varlıktır.[2] İnsan doğası kavramı, felsefi antropolojiyle birlikte daha zengin bir görünüm kazandı; insanın bireysel özelliğinin yanında toplumsal ve politik yönü de vurgulandı. Değişmez insan doğası kavramına ilk defa Valladoid tartışmaları[3] çerçevesinde itiraz edildi. Bu kavram, özellikle XVIII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren çok ciddi biçimde eleştirildi ve XIX. yüzyılın başında G. Cuvier tarafından tümüyle reddedildi.[4] İnsan doğası olmadığı tezi, XIX. yüzyılda biyolojideki ilerlemelerle daha olgusal temele dayandırıldı.[5] İnsan ve toplum bilimleri böyle bir tasavvuru miras aldı; “değişmez insan doğası” kavramını kültürel bir kavram saydı. Günümüzde artık şu anlayış egemendir: İnsan, kendine özgü evrensel doğasıyla ele alınamaz. O, ya biyolojik nitelikleriyle ya da kazanılmış sosyo-kültürel değişkenlerle açıklanmalıdır.[6]

Bu anlayışın ortaya çıkmasında bir dizi gelişme vardır. Söz konusu gelişmeler şunlardır: İnsanın tarihselliği, küreselleşme ve biyolojik bilgilerimizdeki değişiklik. Tarihsellik üzerinde yukarıda durmuştuk. Küreselleşme konusunda ise şunlar denebilir: Küreselleşme günümüzde her bir toplumu dünyamızın parçaları hâline getirmiştir. Batı kapitalist sistemi ve değerleri dünya ölçeğinde yayıldı; yine de toplumlar arasındaki farklılıklar giderilemedi. Açıkça anlaşılmıştır ki, hiçbir toplumun gelişme çizgileri diğer toplumların çizgilerine asla benzemez. Etnoloji, karşılaştırmalı sosyoloji, coğrafya gibi disiplinler, çağdaş dünyanın bu çeşitliliğini aydınlatır. Dünyanın çeşitliliği, kuşkusuz kültürlerin ve sonuçta insanların çeşitliliği demektir. Çeşitliliğin olduğu yerde ortak özelliklerden söz edilemez.

Evrensel insan doğası fikrinin kuşkusuz pek çok sonucu vardır. Bunlar etik, hukuksal ve siyasal sonuçlardır. Konumuzu doğrudan ilgilendirmedikleri için, bu sonuçlar üzerinde durmayacağız. Burada sadece şunu söylemekle yetineceğiz: Eğer bir insan doğası varsa, tüm insani olgular bunun çeşitli biçimlerde aktüelleşmiş biçimleri olmalıdır. Hiçbir görünüş insan doğasını temsil etmemelidir.

“İnsan doğası” yanlılarına göre kişi, her şeyden önce antropolojik bir bütündür. Onu insanlar arası etkileşimlerinde, çıkarımlarında, kendine özgü aktivitelerinde, genetik sisteminde, sosyo-kültürel sisteminde, ekosisteminde, bir bütün olarak kavramak gerekir.

Söylediklerimizden şu sonuç çıkar: Doğasız oluşu, günümüz insanın ayırt edici özelliklerindendir. Doğasızlık, kavramsal insanın değil, reel insanın ayırt edici niteliğidir. Bu, farklı bakış açılarından değişik kanıtlarla gösterilmiştir. Konu, kısa açıklamayla geçiştirilemeyecek kadar önemlidir. O nedenle yeni insanın özelliklerinden doğasızlığı bir başlık altında ele almayı gerekli gördük. Fakat önce doğacı tezleri ana hatlarıyla vermek istiyoruz. Amacımız, okuyucunun yeni insanın doğasız oluşuna ilişkin tezleri karşılaştırmalı olarak görmesidir.

5.1. Evrensel Doğacılık

Değişmez insan doğası kavramı az veya çok insan merkezlidir. Bu kavram, insana birtakım temel belirlenimler yükler. Örneğin doğaya egemenlik, ruha sahip olma, kültürü üretme gibi. Doğacılara göre insan kavramı zaman içinde evrimleşir. Bu, kaçınılmazdır, çünkü insanın sosyalleşme kapasiteleri başkalaşır; sözle, yazıyla ve davranışlarla korunan bilgilerin paylaşılma biçimi hep farklılaşır; bunlara bağlı olarak insan kavramı değişir. Ama bütün bu değişmelerin ötesinde hep değişmeyen bir insan doğası değişmez olarak kalır.

Evrensel insan doğasını savunanlar üç gruptur. Metafizikçiler, hümanistler ve bazı antropologlar.

Metafizikçiler şöyle düşünürler: Tüm insanlarda ortak ve sürekli nitelikler vardır. Bu nitelikler bütünü insanı tanımlamaya, diğer canlılardan ayırmaya izin verir.[7] İnsanlardaki tüm ortak özellikleri tek bir kavram altında, homo sapiens kavramı altında toplayabiliriz.[8] Kısaca söylersek, homo sapiens sadece tarihsel değil, değişmez olgusal bir gerçekliktir. Bu nedenle değişmez bir insan doğası vardır.

Klasik Hümanistlerin konuyla ilgili görüşleri şöyledir: Biyolojik, entelektüel, bireysel ve toplumsal farklılıkların ötesinde evrensel bir insan özü vardır. İnsan doğası değişmez ve her insanda özdeştir.[9] İnsanın evrensel özü sadece hümanizmanın bir kanısı olarak kalmamıştır; Amerikan Anayasası’nın ilk maddesinde hukukun dayandığı bir temel olmuştur. Buna göre bütün insanlar hukuk açısından eşit doğarlar. Bu açıklama tüm teolojik korelatları terk ederek, hümanistlerin fikirlerini sosyal hayata geçirir. Hümanistlere göre insanı a priori tüm modellerden bağımsız olarak anlayabiliriz ve oluşturulabiliriz.[10] İnsan, insan olduğu için değerlidir. İnsan doğasını tanımlayan şey, insanda doğuştan bulunan ve kültürün kazandırdıklarından, eğitimin verdiklerinden önce gelen şeydir.

Antropologlara göre ise:

Kişi, her şeyden önce antropolojik bir bütündür. Onu insanlar arası etkileşimlerinde, çıkarımlarında, kendine özgü aktivitelerde, genetik sisteminde, sosyo-kültürel sisteminde, ekosisteminde, bir bütün olarak kavramak gerekir.[11]

Günümüz antropologlarından Edgar Morin de bir insan doğasının olduğunu söyler. Ona göre insanın yaşadığı dönem, içinde bulunduğu ortam, ürettiği kültür ne olursa olsun, değişmez bir “insan doğası” vardır. İnsanların farklı kaygılar taşımaları, değişik tepkiler vermeleri, doğayla ilişkilerinin birbirinden ayrı olması, bir “insan doğası”nın varlığına engel değildir. Evrensel bir doğaya sahip olmak, bütün farklılıkların ötesinde, insanların ortak özelliğidir. İnsan, içinde yaşadığı dünyada bir ilinti gibi görülemez.[12] O, doğal dünyanın bir parçasıdır. Bu yüzden insanı, doğal dünyaya serilmiş bir uçan halı gibi göremeyiz; bu halının ince psiko-kültürel bir katmanı sayamayız. O, son derece karmaşık bir varlıktır, hatta incelediği tüm varlıkların en karmaşığıdır. İnsan ayrıca çok boyutludur; görünüşlerinden birine veya birkaçına indirgenemez. Onu ne sadece en gelişmiş canlı gibi görebiliriz; ne de doğa/kültür karşıtlığına göre ele alabiliriz. İnsana ne pan-biyolojizm ne de pan-kültüralizm tavrıyla yaklaşabiliriz. Onu gerçekçi biçimde anlamanın temel şartı şudur: İnsan biyolojisinin ve insan kültürünün birbirini etkilediklerini kabul etmek. Biyolojinin ve kültürün bu ikili rolünü derinlemesine kavramalıdır. Peki, bu nasıl mümkündür? Gerçekten açık, çok boyutlu ve karmaşık bir teori oluşturmakla. İnsanın karmaşıklığı ve kendini organize etmesi, böyle bir teorinin dayanacağı temel ilke olmalıdır.[13]

İnsanın farklı, hatta karşıt ve indirgenmemiş özellikleriyle anlaşılabileceği görüşüne katılmamak mümkün değildir. Peki, “karmaşıklık”a ve “kendini organize etme”ye dayalı bir teori ortaya konulabilir mi? Doğrusu biz, buna “evet” denemeyeceğini düşünüyoruz, çünkü böyle bir teorinin olabileceğini düşünmek, teorinin anlamını ve fonksiyonunu değiştirmektir. Teori her şeyden önce tekil fenomenlere daha doğrusu fenomenler arası ilişkilere dairdir; bir özniteliğe ilişkin teori olamaz; olsa olsa, soyutlama yoluyla elde edilen bir tasavvur olur. Öte yandan teori, doğruluğu deneyle gerçeklenmesi gereken iddiadır. Peki, “insan doğası”na ilişkin bir teori ortaya koyarsak, hangi yolla deneyleyebiliriz? Doğrusu buna verilecek bir cevap yoktur. Böyle bir teori, totolojik olmanın ötesine geçemez.

31 Ekim 2009’da yüz yaşında ölen Lévi-Strauss da tıpkı Morin gibi insan doğasının değişmezliğine inanır. Ona göre insan doğası kavramı, tarihte oluşmuş bir kavram değildir.[14] O, bütün kültürel çeşitliliklerin ötesinde, evrensel bir yapıdır.[15] Bu kavram, özellikle sosyolojik araştırma yöntemlerinin ortaya konmasında yararlıdır. Doğal durum ve tarihsel durum ayırımı, bize bir mantık verir; modern sosyoloji de bu mantığın kullanımını onaylar. Buna göre insan, biyolojik ve sosyal bir varlıktır.[16]

Görüldüğü gibi,

antropologların insan doğası kavramı totolojiktir yani antropolojik daire’nin ürünüdür.[17] Onların doğa kavramı insan türünden, insan türü de insan doğasından çıkarılır. Antropologun bu dairenin dışına çıkması yasaktır.[18]

Bize öyle geliyor ki,* “insan doğası” kavramı, bu hâliyle, Kantçı terimlerle ifade edilen düzenleyici bir kavramdır; aklın ortaya koyduğu bir fikirdir.[19] Bu kavram, başkalarıyla ilişkilerimizi düşünmek için icat ettiğimiz kategoridir; insanlar arası ilişkileri rasyonel bir şekilde açıklama ihtiyacının ürünüdür yani metafizik bir kavramdır. Bundan dolayı söz konusu kavram, felsefe ortaya çıkmadan önce, düşünülebilen bir kavram değildir. “İnsan doğası” yanlıları buna şöyle itiraz edebilirler: Rasyonel düşünce ortaya çıkmadan önce de mitolojik insanın “insan doğası”na sahip olduğunu görürüz. Çeşitli mitolojilerde tanrılar ve doğa karşısında insanların kendilerine özgü bir statüleri vardır. İnsan varoluşsal kaygıları yaşar. Bu kaygıları taşıyan insan, farklı biçimlerde de olsa belli tutumlar takınmak zorundadır. Kısaca söylersek, mitolojilerden bir “insan doğası”nı çıkarabiliriz.

Bize göre bu tezin doğrulanabilmesi için, karmaşıklık ilkesinin anlamında değişiklik yapılmalıdır, daha doğrusu mitolojik ve rasyonel diye iki karmaşıklık düzeyi kabul edilmelidir. Eğer mitolojik dönemde yaşayan insana özgü bir karmaşıklığı kabul edersek, mitolojik insan doğasından söz edebiliriz. Sonuçta, “insan doğası”, kavramı, insanın çeşitli görünüşlerinden bazılarının elenmesiyle, en önemlilerinin de olgulardan ve ilişkilerden soyutlanmasıyla elde edilmiştir.

Sonuç olarak, “insan doğası” da doğa gibi objektif bir anlamdan yoksundur; duyusal hiçbir karşılığı olmayan idedir. Bu nedenle “insan doğası” kavramının “insan”ı ifade ettiğine inanmak naifliktir; kavramı ve ideyi karıştırmak demektir. Bu yüzden metafiziğin etkisiyle kabul edilen ve “insan doğası” denen şey terk edilmelidir. Bu kavram, gerçekte, insanların birbiriyle ve çevreleriyle ilişkilerinden başka bir şey değildir.[20] Bu durum insan ve toplum bilimlerindeki temel kavramları, başvurulan tüm paradigmaları, kullanılan metodolojileri görecelileştirmiştir.[21]

5.2. İnsan Doğası Olmadığının Temellendirilmesi

“İnsan doğası yoktur” tezi nasıl temellendirilmektedir? Şimdi bunu görelim. Ama önce son derece önemli olduğunu düşündüğüm bir konuya, doğa kavramındaki bir belirsizliğe dikkat çekmek istiyorum. Doğa kavramı 1935 yılında toplanan Paris Felsefe Kongresi’nde tartışılmıştır. O tartışmada çok önemli düşünceler ortaya konmuştur. Bu düşüncelerden biri de şudur:

Doğa soyut bir yaratımdır; doğa adı verilen, bazı bilim adamlarının ve filozofların iddia ettikleri gibi amaçlar güden, uyumlu biçimde ya da ekonomik olarak davranan; bireylerin ya da türlerin hayatta kalmalarından ya da kaybolmalarından kaygı duyan bir varlık yoktur. Dünya eş zamanlı olarak ortaya çıkan, birbiriyle kesişen, içi içe geçen, birleşen; bazen birbirini geçersiz hâle getiren; yasalara göre hayat ya da ölüm, sağlık ya da hastalık, uyumlu varlıklar ya da sıra dışı varlıklar meydana getiren fenomenlerin bileşiminden ibarettir.[22]

Yeni insanın doğasızlığını ortaya koyarken, bazı filozoflara paleontologlara ve biyolojik verilere dayanacağız. Açıklamalarımıza filozofların görüşlerini vererek başlayalım. Bu konuda en önemli görüşleri ileri süren Foucault şöyle der:

Şu kesindir ki, insan, bilinmesi gereken en eski ve en sürekli problem değildir. İnsan, bir öz değil, bir icattır.[23]

İnsan, düşüncemizin arkeolojisinin bir geçici kategorisidir; şimdiki insan bilgisindeki bir andır; aşılabilir bilginin bir durağıdır.[24] Düşüncemizin arkeolojisi, bu icadın son zamanlarda yapıldığını, bugün olmasa bile yakın bir gelecekte kolayca gösterecektir.[25] Yüzyıllardan beri şu düşünce hâkimdir: “İnsan doğası” kavramı, kalın ve ilk realitedir. Bu realiteyi kavramak güçtür, ama yine de bu kavram her mümkün bilginin yüce konusudur.[26] Oysa gerçekte insan doğası belirsiz bir kavramdır; o kadar belirsiz bir kavramdır ki, onun hakkında açık bir şey söylenemez.[27]

Foucault, insanın doğasızlığı konusunda Nietzsche’nin Şen Bilim’inden esinlenir. O bu konuda şöyle der:

Yaşama modları hakkında yargıya varabilmemiz ya da onları değerlendirebilmemiz için başvurabileceğimiz insan doğası yoktur.[28]

Foucault 1971 yılında Sorbonne’da değişmez bir insan doğasını savunan Chomsky ile o ünlü tartışmayı yapar. Bu tartışmada Fransız filozof, Amerikan dilbilimciye şöyle itiraz eder: Eğer dediğiniz gibi insan doğası günümüz toplumunda henüz haklarına ve bunları gerçekleştirecek imkânlarına henüz kavuşmamışsa, bu, insan doğasını hem ideal hem de reel, hem gizli hem de engellenmiş, kabul etmek değil midir? İnsan doğasını toplumumuzdan, uygarlığımızdan, kültürümüzden ödünç aldığımız terimlerle tanımlamak risk değil midir? Şimdi çok iyi bildiğimiz insan doğası önceleri bugünkü kadar bilinmiyordu. Bu durumda yanılma riskimiz yok mudur? Biliyorsunuz ki, Mao TseTung burjuva insanın doğasından ve proletarya insanın doğasından söz ediyordu. Bu insan doğası kavramı; bu iyilik, adalet, insan özü, insan özünün gerçekleştirilmesi kavramları; bütün bunlar Batı Uygarlığının içinde oluşan, Batılı bilgiye göre, felsefeye göre oluşturulan kavramlardır; sonuç olarak, bu kavramlar Batı sınıflar sisteminin parçasıdır.[29]

Paul Valéry de uygarlıklardan söz ederken tıpkı Foucault gibi düşünür: İnsan, bilimsel olarak yeni bir objedir. Hem zaten biliyoruz ki, bu metafiziko-empirik varlık, itiraz edilemez bir evrenselliğe sahip değildir. O, ilkin Batılı tanımlamalarda ortaya çıkmıştır. Örneğin Hinduizm’e göre atman ya da Ben’e hayat veren ilke her insanda bulunursa da, son tahlilde Brahman’la yani Bütün’le özdeştir. Budizm’e göre son tahlilde atman’ı bireysel bir varlık gibi yorumlamayız, çünkü o takdirde, bir tür tuzağa düşeriz; kurtuluş yoluna girmemizi engelleyen saf bir yanılgıya düşeriz.[30]

İnsan doğasının gerçekliği olmadığını savunan başka filozoflar da vardır. Habermas bunlardan biridir. Habermas’a göre de insan doğası antropolojisi konstrüksiyondur.[31] Marx ve Sartre da Foucault ve Habermas gibi düşünür. Marksizm’e göre insan doğası “sosyal ilişkiler bütünü”ne indirgenebilir.[32] Sartre göre ise varoluş, özden öncedir;[33] bu nedenle bir insan doğasından söz edilemez.

Bazı paleontologlar da insan doğasını kültürle açıklarlar. Onlara göre insan, genetik özelliklerinden çok sosyal değişimlerle ve diğer insanlarla olan farklarıyla anlaşılır. Homo sapiens (düşünen insan) her zaman var olmamıştır. “İnsan”, kesin olmayan bir kavramdır. Bu nedenle insanı analiz edilmek, zihninde yaratılan bir varlığı incelemektir. Düşünen varlık olma insanın ayırt edici özelliği olamaz, çünkü tarih öncesi dönemde yaşayanların insan olmadıkları söylenemez. Sahlins’in dediği gibi günümüzde ortaya çıkmıştır ki, değişmez insan doğası olgusal bir gerçeklik değildir. Bu, tümüyle batılı bir kavramdır. Bu kavram doğa ve kültür karşıtlığına dayanır.[34] Biz, kültürün ürünüyüz. Biyolojik mirasımızın rolü, sembolleri yaratmaktır. Bizi biyolojik yapımızın belirlediğine inanmak, kültürümüze yerleşmiş bir yanılgıdır.[35]

İnsan her şeyden önce bir gelecek varlıktır; kendi kendini bir kültürün verimli alanında mümkünlerden oluşturan bir varlıktır. Devletin bir kurum olarak ortaya çıkması, kültürün gücünü ve insan doğası üzerindeki etkisini belirledi. İnsan doğası kültürel şemalar tarafından belirlenmiştir. İnsan, doğasından sorumludur; kültür, insanlığın temelidir; genetiği biçimlendirir. Pek çok insan davranışı diğer canlılarda olmayan, sadece insana özgü davranışlardır.[36]

Şimdi bu konuda biyolojik dayanakları görelim. İnsan doğası olmadığını söyleyenler demektedirler ki, insan, birçok değişkenin ürünüdür. İnsani özellikler, kazanılmış niteliklerdir. Bu durumu Homines Feri’den, genel konuşmak gerekirse, “vahşi çocuklar” tartışmalarından hareketle aydınlatabiliriz. Bilindiği gibi söz konusu çocuklar küçük yaştan itibaren doğada yaşamışlardır ve toplumsal hayatı çok az tanımışlardır. Bunların pek çok ortak özelliği vardır: Hepsinin vücudu uzun kıllarla kaplıdır. Onların bedenleri, soğuk ve yağmur gibi fenomenleri algılayamaz; duyu organları hassas değildir. Onlar geceleyin normal insanlardan daha iyi görüyorlardı; her zaman iki ayakları üstünde yürümüyorlardı; konuşmayı hiç bilmiyorlardı ve bazı coşkuları tanımıyorlardı. Daha ilginci, bu insanlar ne gülebiliyorlardı ne de ağlayabiliyorlardı. Onların zihinsel durumları, ormanda yaşamaya başladıkları düzeyde kalmıştı; toplumdan uzak olduklarından, zihinsel ve psikolojik gelişimleri sanki durmuş gibiydi. Bundan dolayı onlar, XIX. yüzyıl psikiyatrları tarafından aptal diye nitelendiler.

Bu konuda bir başka örnek 1920’de Hindistan’da bulunan Amala ve Kamala adlı ikiz kızlardır. Bu ikizler Hindistan’da Godamuri adlı küçük bir kasabanın dışında yerin altında bulunduklarında dokuz yaşlarındaydılar. Kızların aileleri tarafından küçük yaşlarda terk edildikleri ve kurtlar tarafından büyütüldükleri düşünülüyordu. Onları bulanlar şu tespitleri yapmışlardı: İkizler, yürümeyi bilmiyorlardı; ellerini de kullanarak tıpkı kurtlar gibi yerde yürüyorlardı. Bir dili konuşmuyorlardı ve sorulara cevap da veremiyorlardı. Dik duramıyorlardı, ayakları üzerinde yürüyemiyorlardı ve koşamıyorlardı. Çiğ et, özellikle leş yiyorlardı. Yemek yerken sadece ağızlarını kullanıyorlardı. Su içerken köpekler gibi dillerini kullanıyorlardı. Yorulduklarında dillerini çıkarıp nefes alıyorlardı. Korktuklarında ya da tehlike sezdiklerinde hırlıyorlardı ve dişlerini gösteriyorlardı. Karanlığı ve geceleri seviyorlardı, fakat gündüzleri hareketli ve canlıydılar. Dolunayda uyuyorlardı. Diğer çocuklarla ilgilenmiyorlar ve sadece köpeklerle vakit geçirmeyi seviyorlardı. Ayrıca onlar kurtlar gibi çeviklerdi ve yırtıcılardı. Özetle onlar bir insanın benzeyebileceği kadar kurtlara benziyorlardı. Kızlar bulunduktan sonra bir yetimhaneye yerleştirildiler. Amala orada hastalandı ve bir süre sonra öldü. Kamala ise yetimhanede kaldı. Birkaç yıl sonra ayakta durmayı ve yürümeyi; elleriyle yiyip içmeyi ve ışıktan etkilenmeden gündüz rahatlıkla yaşamayı öğrendi. Elli beş kadar kelimeyi kullanabiliyordu. Fakat yine de kamala normal insan yaşamına uyum sağlayamadı ve on yedi yaşındayken 1929 yılında hastalandı ve öldü.[37]

Sonuç olarak, bu iki olayın da gösterdiği gibi, insan doğası, kazanılmış bir özelliktir ve insan, insan olabilmek için topluma, kültüre muhtaçtır.[38]

Belli bir kültürün insan anlayışının insan doğası diye nitelenmesi bazı ahlâki ve yasal sonuçlar doğurur: Eğer bir kişi, Valladolid tartışmalarında olduğu gibi, bizim insan tanımımıza girmeyen kişilerle karşılaşırsa, onları insan kabul etmekte zorluk çeker; en azından en azından onlara karşı ahlâki yükümlülük duymayabilir.

İnsan sadece doğaya göre yaşamaz. O, doğanın ve hayatın kendisinde özdeş olmadığı tek canlıdır. Onun kendini spontane olarak gerçekleştirmesi, hayvan ya da bitki gibi yaşaması imkânsızdır. İnsan, kendisine özgün bir nitelik kazandıracak, kendisini insan yapacak bir kültür yaratmak zorundadır. İnsan kültürle yani kabul ettiği yapay kurallarla insan olur; doğayla en iyi ilişkisini de kültürle kurar. Bazı antropologlar da derler ki:

 “insan doğası” sorunu, sadece insanın ne olduğunu belirlemekle çözülemez; ayrıca günümüze gelene kadar onun hangi aşamalardan geçtiğini de incelemelidir. Bu nedenle insan ve toplum bilimleri reel insanı ve toplumu anlamak için tarihsel ve arkeolojik analizler yapmalıdır. Bu bilimler, en azından neolitik çağdan beri ekonomik, politik, sosyo-kültürel vs. pek çok doğrultuda değişip gelişmiştir.[39]

Analitik açıdan insan, yaşadığı fiziksel ortamın ve insanlar arası ilişkilerin ürünüdür. O nedenle bu ortamdan ve ilişkilerden ayrı bir “insan doğası”nı tanımlamak hemen hemen imkânsızdır.

“İnsan doğası” tasavvuru tümüyle sosyal sisteme, sosyal ilişkilere, insanların düşünme biçimlerine, ahlâk sistemine, bireylerin objelerle ve çevreleriyle ilişkilerine bağlıdır.[40]

 Eğer rekabetin egemen olduğu bir toplumda yaşıyorsak ve rekabet önemli bir değerse, açıktır ki, “insan doğası”nı “rekabet eden” diye tanımlarız, çünkü her şeyi bu açıdan analiz ederiz ve örneklerin büyük çoğunluğunu rekabet eylemlerinden seçeriz; karşıt örnekleri sapkın ya da istisna gibi görürüz. Aynı şekilde, “insan doğası”nı özgeci olarak görme, sadece bu ilkelerin egemen olduğu bir toplumda anlaşılan bir olgudur.[41]

Görüldüğü gibi değişmez insan doğası olup olmadığı sorunu, sonunda kültürün doğuştan mı yoksa kazanılmış mı olduğu tartışmalarına dönüşmüştür.

İnsanların birbirleriyle ve doğayla kurdukları ilişkilerin her zaman, maddi, ideal pek çok bileşeni vardır. Bu, gerçekten önemlidir. İnsan ve toplum bilimleri söz konusu bileşenleri ciddiye almalıdır. “İdeal”den sosyal ilişkileri düzenleyen tasavvurları ve normları anlamak gerekir. Oysa bu tasavvurlardan bazıları, yine de önemli sosyal etkileri olan ve kendilerini ifade eden sembollere indirgenmeyen imgesel realitelere gönderir.

İnsan doğasının kültüre bağlılığını çok iyi gösteren bir örnek Antik Mısır’daki Firavun tasavvurudur. Antik Mısır’ı inceleyen tarihçiler gördüler ki, bu dönemde Mısır’da devlet kavramı yoktu. Bütün güç, firavunun şahsında toplanmıştı. Metinlerdeki ve abidelerdeki firavun, bir insan değildir, fakat insanlar arasında yaşayan bir Tanrı gibidir. O, İzis’in ve Oziris’in ilişkisinden, bir erkek ve bir kız kardeşin ensest ilişkisinden doğan bir erkek çocuğudur.[42] Bu anlayışın kurumsal bir sonucu vardı: Firavun kendinin nedeni olan tanrısal eylemi yeniden gerçekleştirebilmek için, öz kız kardeşiyle evlenmek zorundaydı. Firavun tanrısal bir güç taşımakla kalmazdı; bu gücü, çevresinde bulunanlara da geçirirdi diğer deyişle onun etrafındakiler de bu güçten pay alırdı. Firavun yüceltilmeliydi. Onu yüceltmenin yolu onun adına görkemli piramitler inşa etmekti; onu ve çevresindekileri çeşitli sanat eserlerinde simgeleştirmekti.[43] Günümüzde bu tasavvurun gerçek bir temeli yoktur; hayalîdir; ancak o, Mısırlılara göre “açık” bir gerçekti.

Gerçekte bir insanın her davranışı, başka insanlarla ve çevresiyle ilişkisine göre tanımlanır. Tümüyle izole bir insanın hem başka insanlardan hem de çevresinden izole insanın davranışını tanımlayamayız.

Her davranış, tıpkı bir nesnenin hızı gibidir. Davranış da tıpkı hız gibi herhangi bir göndergesele göre tanımlanır. Hatta anti-sosyal denen davranışlar bile, birey ve çevresi arasındaki ilişkinin yokluğuna referansla tanımlanır. Bu nedenle anti-sosyal davranış, mutlak ve bağımsız biçimde tanımlanamaz. Eğer “insan doğası”nın davranışları, içinde yaşadığı çevreye sıkı sıkıya bağlıysa, o zaman bu doğayı ortamdan bağımsız biçimde nasıl tanımlayabiliriz? [44]

Peki, Laborit gibi, her davranışın bireyin deneyimlediği ve tümüyle kişisel haz tarafından motive edildiğini söyleyebilir miyiz? Buna olumlu cevap veremeyiz, çünkü insanın yaşadığı ortama referansı olmasaydı, en bireyselci davranışlar tanımlanamazdı. Eğer başka bireylerle veya ortamla ilişkisi içinde düşünülmeseydi, en kişisel hazzı nasıl tanımlayabilirdik? Başka insanlardan ve çevresinden soyutlanmış insanın hazzından nasıl söz edebilirdik?

Bu analizin değeri tarihsel açıdan çok iyi anlaşılır. Çeşitli dönemlerde filozoflar “insan doğası”nı tanımlamaya giriştiler. Tanımlar değişiktir ve olasılıkla bu filozofların yaşadıkları topluluğa, o dönemin mantalitesine ve bilgisine bağlıdır. Aynı şekilde bir Amerikan vatandaşından ya da Papua kabilesine mensup birisinden “insan doğası”nın tanımını istersek, cevaplar kesinlikle çok farklı olacaktır ve bu tanım, onların yaşadıkları hayatın organik sistemine bağlı kalacaktır. Kısaca söylersek, insan, etkileşimlerine göre tanımlanır. Sonuçta, dünyayı görme biçimimiz ve fikirlerimiz, çevremizle etkileşimimizin ürünüdür, “insan doğası” tanımımız bile bu kuralın dışında değildir.

Burada bir karşı itiraz olarak denebilir ki, mutlak “insan doğası” olduğunu inkâr etmek, insana ait tüm gerçeklikleri göz ardı etmektir. Kuşkusuz bu itiraz haklı değildir. Bunu fizikteki olguyla açıklayalım: Modern fizik, fiziksel hakikatlerin bulunuşunu değil, mutlak sistemlerin varlığını reddeder. “İnsan doğası”nın reddedilmesi de böyledir. Bu, insanla ilgili her hakikati yok saymak anlamına gelmez; sadece şunu kabul eder: Sosyal hakikatler, insanın sosyal ortamıyla ve doğal çevresiyle ilişkilerinden çıkarılmalıdır. Açıkça söylemek gerekirse, insani hakikatler, belli bir sosyal ya da ekonomik sistemin birey ve ilişkileri üzerindeki etkisinde ortaya çıkar. Bu nedenle etkileşimin insan davranışlarına etkisi önemlidir.[45] İnsanı anlamada sosyal ahlâkın vazgeçilmez bir yeri vardır; dilin ve insanlarla ilişki kurmayı sağlayan değerlerin önemi büyüktür. Fakat her sistemi, hipotetik bir kavram olan “insan doğası”yla açıklamak yararsızdır.

Şimdiye kadar söylediklerimize dayanarak diyebiliriz ki, geleceğin nihai sistemi gibi düşünülen ve “insan doğası”na uygun olduğu varsayılan bir sistemi kuramayız; bu doğa için mükemmel biçimde elverişli, hipotetik bir organizasyon yapamayız; insan ilişkilerinin evrimini önceden göremeyiz, çünkü insanlar sürekli değişir; sistemlerinin ve mantalitelerinin etkisindedir. “İnsan doğası”nın mutlak bir değeri yoktur ve bu doğa, toplumun evrimiyle birlikte değişir.

Mutlak bir “insan doğası” kavramına dayanarak, insanın “iş birliği yapan” ya da “rekabet eden” olduğu sonucunu çıkaramayız ve böylece birine ya da diğerine göre bir toplum organizasyonu yapamayız, çünkü bireyin ortamıyla ilişkilerine dayanarak tanımlanan “insan doğası”, kaçınılmaz olarak, bu organizasyonun sonunda doğacaktır. Buna karşılık şöyle de düşünülebilir: Tarihsel kanıtlar ve somut örnekler dikkate alındığında, iş birliği bireysel özgürlüğe, toplumsal uyum rekabete tercih edilmelidir.[46]

Sonuçta, bir “insan doğası” olduğunu inkâr etmek, daha iyi bir dünya yaratmaya engel değildir. Bu amaçla söz konusu kavrama başvurmadan, devrimci bir vizyon taşıyabiliriz; bireyler arasındaki rekabeti, toplumsal yapıyı tehdit etmeyecek hâle getirebiliriz; iş birliğini daha etkin kılabiliriz; insanlığın özgürleşme yolunda ilerlemesini sağlayabiliriz. Bütün bunları gerçekleştirebilmek yeni sistemler kurmakla ve yeni toplumsal mantaliteler oluşturmakla mümkündür. Unutmamak gerekir ki, birey tanımı sürekli değişir; hiçbir olgu durumu statik değildir, hiçbir sistem nihai ve değişmez gibi görülemez. İlerleyişi sürdürmek, şimdiki durumu iyileştirmek ve toplumu değiştirmek her zaman mümkündür. Bunun için insanın ortamıyla ilişkilerini, özellikle toplumsal organizasyonu, bu etkileşimleri yönlendiren değerler sistemlerini ve mantaliteleri düzeltmek yeterlidir. Yeni bir tarihsel aşamaya geçmek için ve özlediğimiz en iyi dünyayı yaratmak için, değişmesi gereken ve değiştirilebilir şeyleri değiştirmek yeterlidir.

Bu konuyu çok tartışmalı doğa/kültür ilişkisine dair açıklamalarla bitirmek istiyorum. Doğa ve kültürün ayırım çizgisinin tam olarak nerede çizildiği, elbette hangi becerilerin ve bilgilerin edinilmiş olduğuna ve onları daha önce denenmemiş amaçlar için kullanma tutkusunun olup olmadığına bağlıdır.[47]

Burada şöyle sormak uygundur: Doğa/kültür farklılığına ya da karşıtlığına ilişkin bu yargı, bütün toplumlar için geçerli midir? Buna “evet” denemez, çünkü böyle bir ayırım, sadece çağdaş toplumlar için doğrudur. Böyle bir ayırım, sözlü geleneğin egemen olduğu toplumlarda, kabile topluluklarında doğa/kültür ayrımı yapılamaz; “arkaik”, “ilkel”, “yabanıl” denen topluluklarda doğa/kültür iç içedir, çünkü onlarda sosyal farklılaşma (sınıf, kast), politik bölünme (devlet/sivil toplum) yoktur. Onların dünya hakkındaki tasavvurları çağdaş anlamda bilimsel değildir, fakat büyüseldir, animisttir. Bu toplumlarda insanın doğayla ilişkisi, tekniği kullanmayı pek de gerektirmez. Doğa daha çok, iletişim kurulabilen bir varlıklar dünyası gibi düşünülür. Animist toplumlarda insan, bitkilere, hayvanlara ve ruhlara başvurur. İnsanın başvurduğu nesneler, üçüncü tekil şahıstan (o) çok, ikinci tekil şahıstır (sen). Animist kültürel bağlam, çağdaş kültürün bağlamından farklıdır. Animist kültürde doğaya karşı egemen tutum, “nesnelleştiren” (objectivant) değildir, fakat “edimsözel”dir. İnsan, doğayı bir kişi gibi kabul eder; doğaya başvurabildiği, sorgulayabildiği başka bir insana hitap eder gibi hitap eder. Buna karşı bilimsel bilgiye sahip toplumlarda insanın doğayla ilişkisi, araçsaldır ve teknik ilişkidir. Çağdaş insan (şairlerin dışında), doğayla sözel ilişkiye girmez; onu bir maddeyi işler gibi ele alır. Çağdaş insan için fiziksel dünya ve doğa, nesnelerin dünyasıdır; sosyal dünya ise, geniş anlamıyla kültürün dünyasıdır; kişilerin yaşadığı bir dünyadır. Çağdaş dünyada fiziksel nesnelere karşı takınılan tavır, edimsözel değil, nesnelleştiren bir tavırdır. Edimsözel tavra gelince, o, sosyal dünyaya özgüdür. Sonuçta, modern insan, temel tutumlar düzeyinde fiziksel dünyayı sosyal dünyadan, doğayı kültürden ayırır. Oysa Animist inanca sahip arkaik toplumların temel tutumlarında bu ayırım yoktur. Onların “doğal”ı “sosyal ya da kültürel”den ayırdıkları durumlar olabilir. Ancak yine de onlar, doğal dünyaya, nesneler dünyasına bağlanmazlar (nesnelleştiren, araçsal tutum) daha çok, sanki bir şahıslar dünyasına bağlanırlar (edimsözel, iletimsel tutum).[48]

Kültür, şeyleri olduklarından ve aksi hâlde olacaklarından farklı yapmak ve onları bu hâlde, yapay şekilde tutmaktır. Kültür, bir düzen yaratmak ve onu korumak, düzeni bozan ve bu düzen açısından kaos görünen şeyle mücadele etmektir. Kültür, doğa düzeni yerine yapay, tasarlanmış düzen koyma ya da ekleme işidir. Kültür, yapay bir düzen getirmekle kalmaz; ona bir değer verir. Kültür, tercih sorunudur. Kültür, bir düzeni en iyi, hatta tek düzen diye göklere çıkarır. Bütün alternatifleri, bayağı ya da düzensizlik diye tanımlar.[49]

İnsan kültürü, insanların bireysel eğilim, kod bilgisi işaretleri okuma, seçme ve sergileme yetisi ve becerisi kazandırmaktan ibarettir. Belli bir kültürde yaşayanlar, bulundukları bağlamın kendilerinden neler beklediğini ve istediğini kolayca tespit edebilirler ve uygun davranışı seçebilirler.[50]

 



[1] Fouillée, Alfred, La philosophie de Socrate, vol. 2, Ladgrange, 1874, p. 526.

[2] Platon’un Devlet’inde ruh eros (isteyen bölüm), thymos (kibirli bölüm) ve nous (rasyonel bölüm) olmak üzere üç bölümden oluşur.

[3] Valladolid, İspanya’nın Kuzeyinde bir şehirdir. Bu şehir Valladolid tartışması diye bilinen, 1550 yılındaki tartışmayla ün kazandı. Burada Amerikan yerlilerinin insan sayılıp sayılmayacağı tartışıldı (Z. Ö. ).

[4] Hublin, Jean-Jacques; Tillier, Anne-Marie Aux origines d’Homo sapiens, PUF, Paris, 1994, p. 44.

[5] Homines Feri (Vahşi İnsanlar), Carl Von Linnaeus’un (1707-1778) Systema Naturae adlı kitabında sözünü ettiği insanlardır. Yazar’ın söylediğine göre bunlar ormanda, toplumdan uzak biçimde yaşarlar. Bunların, görünüşleri dışında insanla hiç ilgileri yoktur. Linnaeus onları ayrı bir kategoriye koyar; onların insan olmadıklarını düşünür. Bu bireyler Itard raporlarına (1801, 1806) kadar bilimsel inceleme konusu olmaktan çok, sirk hayvanları gibi görüldü; Linnaeus’a uyarak insan sayılmadı. Fakat bu raporlardan sonra söz konusu kişiler zekâsı gelişmemiş çocuklar diye nitelendi; onları Kaspar Hauser gibi pek az kişi insan kategorisine koydu. Onlardaki zekâ geriliği insanların yaşamadığı yerlerde başarmak zorunda olmalarıyla açıklandı (Z. Ö. ).

[6] Poame, Marcellin Lazare “Pour une compréhension éthique de l’humain proprement humain”, Qu’est-ce que l’humain?, Dijon, Éd. Le Pommier, 2003, p. 36.

[7] Deschoux, Marcel, Philosophie anthropologique, Paris, 1971. pp. 101-114.

[8] Les origines de l’homme d’après les anciens: Vème colloque international sur la pensée antique: actes du colloque organisé par le CRHI (Centre de recherches . . . 1995 à la Faculté des lettres de Nice, p. 240.

[9] Marie-Christine, Lemardeley-Cunci, L’inhumain, Press Sorbonne Nouvell, p. 139.

[10] Robert, Fernand, L’humanisme, Paris, 1946, p. 161.

[11] Ibid.

[12] Morin, Paradigme perdu, pp. 211-212.

[13] Ibid., 137.

[14] Piaget, Jean, Le structuralisme, PUF., Que Sais-Je, Paris, 1972, p. 90.

[15] Moscovici, Serge, Essai sur l’histoire humaine de la nature, Flammarion, Paris, 1977, p. 480.

[16] Bu konuda bkz. Claude Lévi-Strauss, Irk, Tarih ve Kültür, III. Baskı, çevirenler, Haldun Bayrı, Reha Erdem, Arzu Oyacıoğlu, Işık Ergüden, Metis Yayınları, Yaylacık Matbaası, İstanbul, 1997, ss. 59–63.

[17] Antropolojik daire konusunda bkz. Foucault, Histoire de la folie à l’âge classique, Troisième partie, Chapitre V- Le cercle anthropologique.

[18] Delcroix, Maurice; Walter, Geerts  “Les Chats” de Baudelaire, Pu Namur, 1981, p. 114.

* Bu açıdan bir teolojik daire’den söz edebiliriz. Teolojik daireyi savunan ilahiyatçılar ve kimi fizikçiler, Tanrı’nın niteliklerini doğadan, doğayı da Tanrı’nın niteliklerinden çıkarır (Z. Ö. ).

[19] Düzenleyici ilke konusunda bkz. Kant, Critique de la raison pure 1ère partie de la “Dialectique transcendantale”, PUF, Paris, 1986.

[20] Goldapper, Jocelyne, Qui est l’homme? Edilivre, Paris, 2008, p. 14.

[21] Sahlins, Marshal, La nature humaine, une illusion occidentale, éclat, Paris, 2009, p. 130.

[22] Matisse, Georges, “Les pseudo-problèmes philosophiques.”  Actes du congrée internationale de philosophie scientifique, Paris 1935, Hermann et Cie Paris, 1936. p. 50. (Bu makale tarafımızdan çevrilmiştir ve Felsefede Son Büyük Dönemeç: Viyana Çevresi adlı derlediğimiz kitapta yayınlanacaktır.

[23] Ibid., p. 393.

[24] Foucault, Michel, Naissance de la clinique, pp. 199–201.

[25] Ibid. p. 445.

[26] Loc. cit.

[27] Foucault, Michel; Chomsky, Noam, De la nature humaine, justice et contre pouvoir, Débat en ligne.

[28] Foucault Michel; Chomsky Noam, Sur la nature humaine: Comprendre le pouvoir Interlude, Aden Éditions, Paris, 2005.

[29] Foucault, Michel, Dits et écrits, 1954-1988, Gallimard, Paris, 1994, p. 506.

[30] Valéry Paul, Regards sur le monde actuel, Librairie Stock, Delamain et Boutelleau, Paris, 1931, p. 111.

[31] Sociologie et société, Les Presses de l’Université de Montréal, 1981, 106.

[32] Schaff, Adam, Le Marxisme et l’individu: contribution à la philosophie marxiste de l’homme, Arman Colin, Paris, 1968, p. 272.

[33] Sartre, J. P., Existentialisme est un humanisme, édition Nagel, Paris, 1966, p. 22 et 52.

[34] Sahlins, p. 110.

[35] Ibid., p. 85.

[36] Ibid., p. 63.

[37] Zuckerman, Phil, Din Sosyolojisine Giriş, Çevirenler, İhsan Çapçıoğlu, Halil Aydınalp, Birleşik Yayınevi, Cantekin Matbaası, Ankara, 2009, ss. 48-49.

[38] Boyd, Robert, L’aventure humaine, De Boeck, Bruxelles, 2003, p. XXV.

[39] Caroy, Jacquemine; Richard, Nathalie, La découverte et ses récits en sciences humaines, Harmattan, Paris, 1998, 145.

[40] Patočka, Ján, Le monde naturel et le mouvement de l’existence humaine, Kluwer, Academic, 2004, p. 24.

[41] Bouchard, Vincent, “La nature humaine: Un concept vide de sens? ”, Individus et société, 2003, I, p. 23.

[42] Nifle, Roger, Sens de l’existence pour un homme d’aujourd’hui, Ferreri Ferrieres, Paris, 1994, p. 210.

[43] Loc. cit.

[44] Laborit, Henri, La légende des comportements, Flammarion, Paris, 1999, p. 171.

[45] Bouchard, p. 21.

[46] Ibid. p. 27.

[47] Bauman, Zygmunt, Sosyolojik Düşünmek, çev. Ali Yılmaz, 4. Baskı Ayrıntı: 203, İnceleme Dizisi: 111, Ayrıntı yayınları, Sema Ofset, İstanbul, 2004, s. 161.

[48] Pourtois, Jean-Pierre, Épistémologie et instrumentation en sciences humaines, Mardaga, Paris, 1999, p. 37.

[49] Bauman, s. 162.

[50] Ibid., s. 169.