Wittgenstein’ın görüşlerini hiçbir “izm” altına yerleştiremeyiz. Onlar
terimin bildiğimiz anlamında teoriler de değildir. Bu görüşler pek çok “izm”e
ve teoriye olduğu kadar betimsel olduğunu söyleyen fenomenolojiye de karşıttır.
Fenomenolojiye karşıtlık, gramatikal dönemecin doğasını anlayabilmenin
yollarından biridir. Wittgenstein üzerine bir çalışma, Wittgenstein açısından
fenomenolojik yöntemin bir eleştirisini yapmalıdır. Şimdi biz de bu önemli
konuya değineceğiz.
Sözlerimizin başında bir şeye dikkat çekelim. Bazı araştırmacılara göre
İkinci Wittgenstein ve Husserl fenomenolojisi arasında bazı benzerlikler vardır.
Bunu diyenler, benzerlikleri her iki filozofun bazı görüşlerinin karşılaştırılmasından
çıkarırlar; özellikle Wittgenstein’ın renklerle ilgili görüşlerinden hareket
ederler. Bu tutum, yanlıştır hatta Hottois’ya göre “boştur ve tehlikelidir;” [1]
Wittgenstein’ın Husserl’e haklı eleştirisini göz ardı etmemize ya da bir
ayrıntı saymamıza yol açar yol açar. Oysa Wittgenstein ve Husserl felsefelerinin
özgün yanları farklılıklarıdır. Wittgenstein’ın bakış açısı, amacı ve temel
kaygısı gerçekte Husserl’inkilerden çok farklıdır. Bu farklar ortadan
kaldırılamaz. Öte yandan benzerlik ne birini ne de ötekini betimler. Batı
felsefesinde çokça yapılan bu hataya işaret ettikten sonra konumuzu açıklamaya
girişelim.
Wittgenstein’ın fenomenoloji karşıtlığını üç farklı noktadan ele
alabiliriz: Sentetik a priori önermelerin statüsü
açısından, yeni Kartezyenizm olması bakımından ve zihin gözünün yokluğu
açısından. Şimdi bunları sırasıyla açıklayalım.
1. Sentetik a priori Önermelerin Statüsü Bakımından:
Husserl’de a priori ’nin yerini Heidegger’in şu ifadesi çok iyi özetler:
Husserlci a priorizm kendi kendini anlayan her bilimsel felsefenin
yöntemidir. [2]
Husserl Mantık Araştırmaları’nın çok önemli üçüncü cildinde sentetik a
priori önermelerden söz eder. Onun sentetik a priori önermeleri, Kant’ın
sentetik a priori hakikatler dediği şeyden farklıdır. Husserl’e göre bir
yüzey, her zaman renklidir; iki renk bir ve aynı yüzeyi bütünüyle kaplayamaz. Bu
iki olgu maddi ya da sentetik bir zorunluluktur. Sentetik zorunluluk, sentetik a
priori yasalardır. Husserl’e göre bu yasalar a priori zorunludur. Sentetik
a
priori ’ler maddi özlerdir ve fenomenolojinin gerçek alanını oluşturur.
Bu a
priori ’ler Husserl’in analitik yasa ve analitik zorunluluk dediği kavramlara
karşıttır. Kavramlar analitik a priori ’lerdir; biçimsel mantık ya
da biçimsel ontolojiler alanına girer. [3]
Oysa sentetik a priori yasaların terimleri biçimsel değildir; biçimselleştirmeye
de izin vermez. Sentetik a priori ’ler, aynı şekilde geometrinin
yasaları genel olarak objeler için değil; fakat sadece uzaysal objeler için
geçerlidir. [4]
Husserl’e göre a priori sezgisel düzendedir ve özlerin bir sezgisine Wesensschau dayanır.
Husserl’in sentetik a priori ’ye ilişkin düşünceleri
kısaca böyledir. Şimdi bu konuda Husserl’e yöneltilen eleştirileri görelim. Bu
eleştiriler son derece önemlidir; onlar fenomenolojinin tutarsızlığını açıkça
göstermişlerdir. Dahası bu eleştiriler fenomenolojinin ve fenomenoloji yapmanın
imkânsızlığını göstermeye yetmiştir. [5]
Kuşkusuz fenomenolojiyi sadece Wittgenstein eleştirmemiştir; onun
dışında pek çok filozof a priori kavramını eleştirmişlerdir.
Onlar özellikle Husserl’in sentetik a priori ’leri özlerin sezgisine
dayandırmasını kabul etmezler Bu eleştirenler arasında sadece Husserl
karşıtları yoktur; en katı fenomenologlar da vardır. Sentetik a priori
karşıtı filozoflara örnek vermek gerekirse, şunları diyebiliriz: Husserl’in
Sentetik a priori ’sini etkin biçimde eleştirenlerin başında Viyana Çevresi
filozofları gelir. Clavelin demektedir ki,
Hahn, Husserl’in sentetik a priroi’sini savunmanın
imkânsızlığını açıkça göstermiştir. [6]
Viyana Çevresi’nin Husserl eleştirileri daha basit ve daha kolay
anlaşılırdır. [7]
Bu konuda Husserl fenomenolojisini de içine alacak şekilde sentetik a
priori eleştirisini Schlick yapmıştır. O, sentetik a priori gerçekliklerin
var olmadıklarını açıkça göstermişti. Ona göre mantığın ve saf matematiğin
önermeleri gibi tüm doğru a priori önermeler analitiktir; yani
sadece tanımlarında kullanılan göstergelerin anlamından dolayı doğrudur ve
sonuç olarak hiçbir olgusal içerik taşımaz.
Fenomenolojinin çelişkileri* ve imkânsızlığı üzerinde
söylenenlerin tümünü burada ifade etmemiz mümkün ve gerekli değildir. “Fenomenolojinin
imkânsızlığı” sadece bizim eleştirilerden çıkardığımız bir sonuç değil; aynı
zamanda bu konuda çok önemli bir çalışmanın da başlığıdır.
Bu ara açıklamalardan sonra Wittgenstein’ın fenomenoloji eleştirilerine geçelim.
İlk önce Wittgenstein’ın sentetik a priori eleştirisini açıklayalım. Wittgenstein
Husserl’in bu sentetik a priori kavramını 25 Aralık 1929’da
Schlick’le tartışmasında ele alır. Schlick bu tartışmanın bir yerinde
Wittgenstein’a şöyle sorar: Fenomenolojin sözcelerinin sentetik a
priori yargıları olduğuna inanan bir filozofa ne denebilir?
Wittgenstein’ın cevabı şöyledir:
“Midem ağrımıyor” dediğimde bu, midemin ağrıyabildiği durumlar olduğunu
düşündürür. Şimdiki durumum ve midemdeki ağrı durumu sanki aynı mantıksal
uzayda bulunur (bu sanki tam anlamıyla “param yok” dediğimdeki duruma benzer). “Param
yok” sözcesi az veya çok paraya sahip olma imkânımı varsayar; uzay-paranın
sıfır noktasını gösterir. Olumsuz bir sözce, olumlu bir sözceyi varsayar ve
tersi de doğrudur. Şimdi “bir nesne aynı anda hem kırmızı hem de yeşil olamaz”
sözcesini alalım. Bununla sadece böyle bir objeyi asla görmediğimi mi söylemek
istiyorum. Açıkça, hayır. Sadece şunu demek istiyorum: “Böyle bir nesneyi
görmem imkânsızdır”; “kırmızı ve yeşil aynı yerde olamaz”. O zaman burada şöyle
soracağım: “Bu durumda …lamaz kelimesi ne anlama gelir?” “…e bilir” kelimesi
tüm açıklığıyla olgusal bir kavram değil; fakat gramatikal (mantıksal) bir
kavramdır.
Şimdi varsayalım ki, “bir nesne aynı anda hem kırmızı hem de yeşil
olamaz” sözcesi sentetik bir yargı olsun ve “…lamaz” kelimesi mantıksal bir
imkânsızlık anlamına gelsin. Bir sözce olumsuzunun olumsuzlanması olduğundan
“bir nesne aynı anda hem kırmızı hem de yeşil olabilir” şeklinde bir sözce var
olmalıdır. Bu sözce aynı zamanda sentetik olacaktır. Sentetik bir sözce olarak
onun bir anlamı vardır ve bu demektir ki, nesnelerin, söz konusu sentetik sözce
tarafından temsil edilen durumunu düşünebiliriz. Eğer “…lamaz” mantıksal
imkânsızlık anlamına gelirse, o zaman şu sonuca ulaşırız: “İmkânsızlık, yine
de mümkündür.
Burada Husserl’in yapması gereken, sadece şunu açıklamaktır: Yine de
üçüncü bir olasılık vardır. O zaman Husserl’e şöyle cevap vereceğim: Kelimeleri
icat edebiliriz; fakat bu, onların anlamı konusunda hiçbir fikir vermez. [8]
Wittgenstein’a göre Husserl, sentetik a priori yargıları bilim
ve mantık arasında üçüncü olasılık gibi görmektedir. Oysa sentetik bilim ve
mantık arasında hiçbir şey yoktur. Sentetik a priori yargılar deneyimden
hareketle elde edilmişlerdir ve mümkün deneyimlere gönderirler. Husserl’in
“Bir obje aynı anda hem yeşil hem de kırmızı olamaz.” sözü sahte bir önermedir;
bir önerme aracılığıyla ifade edilebilen bir önerme değildir; fakat imkânsızlık
deneyimine dayanır. Bu deneyimi bir önerme biçiminde ifade etmeyi istersek, mantığı
empirik yapmış oluruz. Mantık anlamsız değil; totolojilerdir; fenomenoloji ise
gramerdir yani gerçekte betim olmadığı halde gramere uygun bir dil kullanır.
Fenomenolojinin sentetik önermelerinin karşıt oldukları hiçbir şey
yoktur: Bu nedenle fenomenolojinin önermeleri anlamsızdır. Çünkü anlamlı bir
önermenin karşıt olduğu bir durum vardır. Wittgenstein’a göre bir önerme
apriori ise sentetik değildir; sentetik ise a priori olamaz.
Husserl’in bu sentetik a priori önermeleri gerçekte ne
bilgidir ne de totolojidir. Bilgi değildir; çünkü empirik özellikleri yoktur. Totoloji
yani mantığın önermeleri değildir; çünkü biçimselleştirilemezler.
Sentetik a priori yargı, yargının içeriğini nesnelerin ya da olguların
dışında veya ötesinde bilebileceğimizi iddia eder. Oysa böyle bir bilgi yoktur.
Bir şeye sentetik a priori demek, yargının içeriğinin bilince açıkça
verildiği anlamına gelmez. Sentetik a priori yargı anlamın bir tür
bedeni gibidir; yani içerikten ve içeriğin ifade edilmesinden ayrı, kendi
başına var olan anlamlı bir söz gibidir. Oysa yargının ayırt edici özelliği
göstergelerin kullanım kurallarına uygun olmalıdır.
2. Yeni
Kartezyanizm Olması Bakımından
Husserl’in fenomenolojisinin çıkış noktası Descartesçılıktır. Husserl
1929 tarihinde basılan Méditations cartésiennes’de
(Descartesçı Düşünceler)* Descartes felsefesini ve özellikle
Descartes’ın Méditations Métaphysiques’teki (Metafizik Düşünceler)
düşüncelerini temel alır. Husserl bu kitapta düşüncesini bir Yeni
Descartesçılık diye nitelemektedir. [9]
Husserl buradaki Descartesçılığını Krisis’de daha da ileri götürür ve
kendi felsefesini Descartes’ın felsefesiyle karşılaştırır. Kendi dönemindeki
felsefenin karşılaştığı problemin Descartes dönemindeki şu aynı problemle karşı
karşıya olduğunu düşünür: Felsefenin ortadan kalkma tehlikesi. Bu tehlike karşısında
Husserl kendini Descartes’ın Ortaçağ felsefesine karşı verdiği mücadeleyi
bilimciliğe ve psikolojizme karşı vermek zorunda hisseder.
Husserl’in kaygısı bilimin felsefeyi istilasını önlemek için bir ilk
temel bulmaktı. O, bu temeli de Descartes’ta buldu. Kuşkusuz Husserl
Descartesçılığın bazı tezlerini reddetmek zorunda kalmıştır; fakat önemli
tezlerini korumuştur ve geliştirmiştir. [10]
Husserl Crises’de fenomenolojinin amacını şöyle ilan eder: Anlamın, doğa
bilimleri tarafından unutulan temellerini ortaya çıkarmak; bu amaçla
fenomenolojinin aşkın yönelim kavramına dayanmak. [11]
Husserl’e göre hiç kimse yargıyı askıya almaya Descartes kadar
yaklaşamamıştır, felsefeyi ilk temellerine kadar götürmeyi onun kadar
başaramamıştır.
Peki, fenomenolojinin bu arka planı yani Descartesçı mit nedir?
Bu mitin dört tezi vardır. Bunlar:
A) Düşünce, düşünülen şeyden yani bedenden üstündür ve ona önceliklidir;
çünkü düşüncenin konusu nesneler değildir; idelerdir. İnsan hem kendini hem de
nesneleri ideler yardımıyla düşünür. İdelerin kaynağı ne cümledir ne de dildir;
tersine, düşünen zihnin objeleridir.
B) Bilgi, sübjektiftir; kaynağı da kişinin kendini düşünerek yaptığı ilk
deneyimdir. Zihin kendini kavrar. Bu kavrama biçimine saf sezgi denir. İki tür
bilgi vardır: Basit, açık ve seçik idelerin bilgisi ve çıkarımsal-tümden
gelimsel bilgi. Bunların her ikisi de zihnin saf sezgisinin onayından geçer.
C) Tasavvurun aracı idelerdir. Dünyayı ideler yardımıyla düşünebiliriz.
Metafizikteki ontolojinin yerini, bilgi teorisi almalıdır. Bilgi teorisi her
hakikati temellendirebilmelidir ve idelere dayanmalıdır.
D) İdeler epistemolojisinde dilin rolü ikincildir; çünkü bilgi gerçekte,
idelerin tasavvurundan ibarettir. İdeler dünyayı da temsil eder. İdelerin dile
getirilmesi, tasavvurun tasavvurudur. Dil, düşüncelerin, idelerin yerine
dünyayı ön plana çıkarır; bizi bedene ve dünyaya hapseder, sayısız ve değişen
nesnelerle karşı karşıya getirir. Oysa dünyaya başvurmadan, idelerle düşünmek,
bizi melekler gibi düşünmeye yaklaştırır. [12]
Görüldüğü gibi Descartes, dili unutur. Ona göre bilgi, idelerin
düşünülmesinden ibarettir ve onlar tarafından belirlenmiştir. Bu, Descartesçılığın
büyük yanılgısıdır. Yanılgı Kant’ta da vardır.
Descartesçı ve Kantçı yanılgının bugün farkına vardık. Artık şunu iyice
anladık: Düşünme, dilin kullanımına ilişkin pratik kurallara sıkı sıkıya
bağlıdır. Düşünen ve var olduğunu söyleyen insan, konuşan insandır. Descartesçılık,
ötekinin varlığını yok sayan bir solipsizmdir. Oysa düşündüğünü söyleyen insan
dili kullanmaktan kaçınamaz; düşündüğünü birine söyler. Descartes düşündüğünü
ya kendine ya Tanrı’ya ya Kötü Cin’e ya da okuyucuya söyler. Muhatabı bunlardan
hangisi olursa olsun; ona düşündüğünü söylemek için Descartes dile muhtaçtır. Descartes
her insan gibi, dilden dışarı çıkamaz. [13]
Husserl Descartes’ın egoloji’sini sürdürür; nesnel
içeriğinden arındırılmış bir aşkın fenomenolojik süje hipotezinden hareket
eder. Husserl’e göre, fenomenoloji nihai ve indirgenemez bir hakikat noktasına
sahiptir; bu apaçık hakikati, aşkın özleri, ego cogito’nun
açıklığında görmeden ibarettir. [14]
Descartesçı miti temel noktalarda sıkı sıkıya izleyen “fenomenolojik
mit”*
Descartesçılığın temel zaaflarını taşımaktadır; bu nedenle aşağıda göstereceğimiz
gibi eleştirilmesi de kaçınılmazdır. Şimdi Wittgenstein’ın eleştirilerini
görelim.
Bilindiği gibi Husserl’in fenomenoloji yaparken tutkuyla kullandığı bir
takım kavramlar vardır. Bunlar Descartesçılıktan hareketle üretilen “temel”, “radikal
başlangıç”, “saflık”, “öz”, “apodiktik açıklık”, “ilk hakikat” ve “bilimsellik”
kavramlarıdır. Wittgenstein açısından bu kavramların tümü, felsefe yapmayı
imkânsız hale getirir; çünkü onların her biri, Descartesçılığın farklı şekilde
aktüellleştirilmesinin ürünü olan kurgulardır; fiziğin dilinin kesinliğine
öykünen bir sözde zihinsel dilin, düşünülmesi imkânsız terimleridir. Bu yüzden
fenomenoloji aşkın bir körlüktür. [15]
Husserl mutlak bir rasyonalizmi temellendirmeye çalışır; bunu yaparken
rasyonalizmi önce objektif içeriklerinden arındırır, onu yeniden yorumlar, rasyonalizmin
gerçekte yönelimsel olduğunu ileri sürer. Wittgenstein’a göre nesnel
içeriği olmayan aşkın bir süje dünyanın sınırlarına yerleştirilmiş sabit bir
noktadır. Dünyada fenomenolojik bir süje yoktur. Husserl’in mutlak
rasyonalizmi kurgudur; onun kaynağı kabul edilen fenomenolojik, mutlak akıl, spekülatif
bir kavramdır. Bizim bütün pratiklerimiz gibi düşünce eylemlerimiz de normlara
itaat eder. Yine de düşüncelerimizin itaat ettikleri normlar rasyonel düzende
değildir. Felsefe aşkın bir yönelime dayanamaz; çünkü aşağıda göreceğimiz gibi
böyle bir yönelim, dilimizin ötesine geçebileceğimizi varsayar. Oysa gerçekte
dilimizin ötesine geçemeyiz. O nedenle filozof dil oyunlarından ve hayat biçimlerinden
hareketle felsefe yapabilir. Bunlar felsefenin temelleri değil; sadece hareket
noktası olabilir.
Fenomenoloji konusunda şimdi üçüncü açıdan Wittgenstein’ın
eleştirilerini görelim.
3. Zihin
Gözünün Yokluğu Bakımından
Fenomenoloji pratik bir felsefe olma iddiasındadır. Bu iddia doğal
olarak bir takım uygulamaları gerektirir. Ancak fenomenoloji gerçekleştirmeyi
düşündüğü bu deneyimlerin somut bir uygulamasını öğretemez. Fenomenolojinin
temelinde eleştirilerden kaçınamayacak iki önemli varsayım bulunur:
a) İç duyum: Gerçekte Husserl’in fenomenolojik edimler dediği şeyi
görmemizi sağlayacak bir iç duyu yoktur. Şimdiye kadar kimse iç duyunun
varlığını gösterememiştir. Kesin olan şudur ki, iç duyu, bir iç deneyim
değildir.
b) Özün sezgisi: Husserl’e göre tümelleri görebiliriz. Özleri ve onların
birbiriyle bağlantılarını mental bir gözle şöyle veya böyle görebiliriz.” varsayımı
fenomenolojinin temelidir.
Wittgenstein’a göre bu tez “görme” kelimesinin anlamını değiştirir. “Özlerin
görülmesi kanıtlanamaz ve bu hayali bir görmedir. Bu ikinci yanlışlık
Husserl’in tezlerindeki en büyük hatadır. Bu, sadece Husserl’in
fenomenolojisinde değil; bütün fenomenolojilerde vardır.
Platon’dan Husserl’e kadar bütün filozoflar, örtük veya açık mental bir
göz kabul ettiler. Husserl buna özün doğrudan sezgisi kavramını ekledi.
Wittgenstein açıkça göstermiştir ki, mental bir gözümüz yoktur; böyle
bir göz olsaydı bile, hayali böyle bir gözü, bir iletişim girişimi olan
felsefede kullanamazdık. Wittgenstein’ın bu kanıtı çok basittir ve çok da
yıkıcıdır.
Husserl’in sezgi kavramının temelsizliğini göstermek sadece
fenomenolojinin değil; bütün felsefe tarihinin de temeli olmadığını ortaya
çıkarmak demektir. Bu, bazılarının korktuğu ve bazılarının da umduğu gibi
felsefenin sonu değildir; fakat yeni bir felsefenin başlangıcıdır.
Descartes’tan Husserl’e kadar felsefî gelenek şu ilkeyi kabul etti:
“Sadece açıkça görebildiğiniz şeyi ileri sürün.” Oysa Wittgenstein felsefesi şu
ilkeyi kabul eder: “Sadece gösterebildiğiniz şeyi ileri sürün.” Wittgenstein
felsefesi ile eski felsefe arasındaki fark sadece kelimeler ve nesneler
arasındaki fark değildir; fakat daha çok “Her şeyi izole saf bir sübjektiflik
açısından inceleyebiliriz.” varsayımı ile “Özneler arası iletişim, anlamamızın
ilk ve otantik ortamı olduğundan, her şeyi, özneller arası iletişim açısından
inceleyebiliriz.” postulatı arasındaki farktır. [16]
Wittgenstein Husserl’in nihai amacı olan özlerin görülmesine karşı kesin
bir güvensizlik duyar. Wittgenstein’ın bu güvensizliği hiç de haksız değildir. Husserl’in
şu ifadeleri Wittgenstein’ı haklı çıkaracak niteliktedir:
Dünyayı algılayan ve orada doğal olarak yaşayan ben’in dünya ile
ilgilendiğini söylersek, o zaman fenomenolojik olarak yeniden düzenlenmiş bir
dünyada bölünen bir ben’e sahip oluruz. Dünya ile naiv biçimde
ilgilenen ben’in üstünde, gözlemci ve dünya ile ilgilenmeyen fenomenolojik
bir ben bulunur. Benin doğal ve fenomenolojik diye bölünmesi yeni bir
düşüncedir. Bu yeni düşünce gözlemcinin dünya ile ilgilenmemesini sadece özle, doğru
ve uygun bir tarzda betimlemesini ister. [17]
Husserl’in Descartesçı Düşünceler’de aşkın ve fenomenolojik iç deneyim
dediği şey, özel bir deneyimdir; fenomenolojik bilgi özel bir bilgidir. Bu özel
bilgi az veya çok gizli işlemlerin ürünüdür. Söz konusu gizli işlemleri
gerçekleştirip gerçekleştirmediğini veya nasıl gerçekleştirdiğini sadece süje
bilir. Bu nedenle fenomenolojik bilgi gerçek anlamda bilgi değildir. Fenomenolojik
bilgi ayrıca doğrulaması özel bir şekilde yapılan bilgidir, kavradığı şeyin
yakınında olan kişinin bilgisidir. Fenomenolojik bilgiye sahip olan kişi
kavradığı şey üzerinde etkindir; fakat onu başkasına kavratamaz, gösteremez ve
onun üzerinde başkalarının etkin olmasını sağlayamaz.
Wittgenstein gündelik dilin kelimelerinin felsefî problemi çözmek için
yeni bir tarzda kullanılmasına karşı değildir; ancak onun yanlış bulduğu şey
şudur: Gündelik dilin farklı bir şekilde kullanılan kelimesinin gündelik
dildeki tüm içeriğini değiştirerek, yeniden düzenlenmesi; yeni bir içerik
kazanmasıdır. Örneğin “görme” kelimesini alalım. Husserl bu kelimeyi önceki
çağrışımlarından hiçbirini içermeyen bir anlamda kullanır. Zihnimizin gözünün
bizi nesneye ulaştırıldığını söyler. Gündelik dilde “görme”, bizi nesne ile
temasa geçirmez; sadece bize en fazla Wittgenstein’ın ifadesiyle söylersek, “projeksiyon
yöntemi” sayesinde nesnenin bir imgesini verir. Husserl’in görmede abrakadabra
ile yaptığı değişiklik şudur: Görmeyi ya da algılamayı “görme fikri”yle, özdeşleştirmek.
Bu özdeşleştirmeden sonra artık bu “görme fiili”nin normal olarak “görme”
dediğimiz şey ile hiçbir benzerliği yoktur. Bu yüzden Husserlci “görme” hiçbir felsefî
problemin çözümünde kullanılamaz. Sonuçta Husserl’in “görme” kavramı
çelişkilidir; çünkü “görme” fiili nesneye duyulur tarzda ve belli bir mesafeden
bakmayı içerir. Oysa Husserl duyumlanamayan ve görenle görülen arasında
mesafenin olmadığı şeyin görülmesinden söz etmektedir. Bu yüzden görme olmayan
bir görmedir. Wittgenstein göre “Ağrınız olduğunu biliyorum.” diyebiliriz; ama
“Ağrım olduğunu biliyorum.” “Ağrım olduğunu biliyorum.” sözcesi anlamdan
yoksundur. Bize “bilmek” kelimesinin anlamı konusunda yeni hiçbir şey söylemez.
Dilimizin gerçekliği ifade tarzı ve şartları “aşkın özün sezgisi”ni
gerçekleştirmeye izin vermez.
Fenomenoloji görmeyi temel alması bakımından tüm diğer filozofların
tutumunu benimser, filozofların hepsi örtük veya açık biçimde, felsefe yapmayı
“görme” ve “görmenin nüansları”yla gerçekleştirilen bir etkinlik diye anlarlar.
Onların kullandıkları vokabüler “görme”den türemiştir Örneğin “apaçık kavrama”,
“zihnin iç görüsü”, sezgi”, “içe bakış”, “apaçıklık”, “özlerin görülmesi” gibi
kavramlar böyledir.
Geleneksel felsefî kavramlar içte görmeyi içerir. Oysa Wittgenstein
iç/dış, doğrudan/dolaylı, verilmiş/oluşturulmuş, aracısız/çıkarılmış karşıtlıklarını
eleştirir. O, felsefenin bu karşıtlıkları terk etmesi gerektiğini söyler.
Wittgenstein “zihinsel göz” eleştirisini çok sık tekrarlar. Bu kavram
bir takım psişik nesnelerin gözden farklı bir gözün önünde bulunduğunu veya
birbiri ardına geçiş yaptıklarını varsayar. Fenomenologlar, duyu verilerini, izlenimleri
veya tasavvurları anlamlı özler, düşünülür objeler diye kabul eder.
Can sıkıcı olan şudur: Bu hipotezde zihnin, hem “mental bir göz”ü; hem
de, görme alanındaki şeyleri belirtmesi ve adlandırması için deyim yerindeyse
bir tür zihinsel parmağı olmalıdır. Zihinsel olarak görebilmek ve aynı zamanda
zihinsel olarak gösterebilmek zorundayız. [18]
Bu, Wittgenstein’ın özel gösterici tanım dediği şeye uygundur; gösterici
tanımın örneği şu cümledir: “Buna bir acı ya da kırmızı duyumlaması diyorum.”
Açıktır ki süje gördüğü şeyi nitelemek ve betimlemek için dile sahip olmasaydı
tümüyle kör olurdu ve Wittgenstein’a göre başlangıçtaki dil de gündelik
yani fizikalist ve öznelerarası bir dil olurdu; dünyanın ve diğer bilinçli
varlıkların varoluşlarını karşı naiv tutumlarının ifade edildiği bir dil olurdu.
Şu oldukça anlamlıdır: Kuşkulanılması mümkün olan her şeyden kuşkulandıklarında
veya aşkın bir paranteze almayı, yargıyı durdurmayı ἐποχή (épochê) gerçekleştirdiklerinde dili
değiştirip değiştirmediklerini kendilerine sormadılar.
Açıktır ki, felsefede radikal başlangıç araştırması, süjenin dili doğal
biçimde kullanmasını askıya alır; çünkü dili doğal psikofizik bir realite gibi
kabul eder; az veya çok tarihsel bir ürün diye görür; gökten düşmeyen; fakat
öğrenmek zorunda olduğumuz bir şey kabul eder. Bu araştırma, zihinsel olarak
gördüğümüz şeyi betimlemeye uygun bir yapay dile ve bu dili de âdeta kendimize
öğretmemize ihtiyaç duyar. Fenomenolojinin ihtiyaç duyduğu bu dil, Wittgenstein'ın
özel dil dediği ve saçma dilden ibaret gördüğü şey ile aynıdır.
Yukarıda söylediğimiz gibi Wittgenstein bu tür dili eleştirir; eleştirinin
amacı şunu göstermektedir: Bir süjenin psişik içselliği betimlenebilmek için
uylaşımsal lengüistik ifadelerden başka ve icat edilmiş ifadelere sahip
olmalıdır Aksi halde duyumlayan kişinin kullandığı göstergelerin anlamı
belirsizdir. Kendisini kıvrandıracak kadar ağrı çektiğini söyleyen bir kişi, sanki
ağrı duyuyormuş gibi davranırsa onun kullandığı kelimelerin anlamından emin
olamayız. Başkalarının yalanlayabildikleri, itiraz edebildikleri, kuşkulanabildikleri,
yanlış anladıkları veya hiç anlamadıkları şeyi bildiğimi söyleyemem imkânsızdır.
“Aşkın özleri bildiklerini iddia edenler tam anlamıyla bu imkânsızlık
içinde olanlardır. Burada Wittgenstein’a şöyle bir itiraz yapılabilir: Dil
oyunlarının rolü, fenomenolojideki “aşkın öz”ün rolüne benzer; onlar şurada
yani dilde hazırdır ve onları betimlemek zordur. Buna rağmen onlar dildedir ve
dilimizin bir parçasıdır. Bu benzerliği kurmak yanlıştır. Dil oyunları aşkın
özler gibi görülemez; çünkü onların ötesine gidilemez; onlar doğrudan bir sezgiyle
kavranamaz. “Hissetmek”, “kuşku duymak”, “düşünmek”, “inanmak” kelimeleri, insanların
bilebildikleri oyun dil oyunları varsa anlamlıdır. Bir kişinin fenomenolojik
özleri sezgiyle kavradığını söylemesi, başkalarının bilmedikleri bir dil
oyununu kendi kendine oynaması demektir. Oysa kendi kendimize tek başımıza
oynadığımız bir dil oyunu olamaz. Bu anlamda saf “ego cogito” dil yoktur. Bu
nedenle fenomenolojinin dili, felsefenin ölçütlerine aykırı olarak kurgulanmış
karışık bir dildir. Başkalarının anlamadıkları dildeki bu ifadeleri onları
söyleyenler de anlayamaz. “Ego cogito” “Ben düşünüyorum” diyen
kişi bunu anlaması için “ben”den ve “düşünüyorum”dan diğer insanların
anladıklarını anlamalıdır. Gündelik hayatta düşünme nesnesi olan bir fiildir
yani düşünmek bir nesneyi düşünmektir. Bir şeyin düşünülmesi olmayan bir
düşünme, düşünme olmayan, sonuçta kategorize edilemeyen bir şeydir. Düşünme
kendinin nesnesi olamaz yani düşünmekte olduğumu düşünmem de bir düşünce
sayılamaz; çünkü düşünme düşünen ve düşünülen arasında ontolojik ayrılığı
gerektirir. Özelde fenomenaloglar ve genelde filozoflar demektedirler ki, düşündüğüm,
gördüğüm, deneyimlediğim şeyi sadece ben bilirim; başkaları bunları sadece var
sayabilir veya tahmin edebilir. Wittgenstein bu teze şu sorularla karşılık
verir: Bunu nereden biliyorsunuz? Burada bilgi onu bildiğinizi, ondan kuşku
duymadığınızı söylemekten başka ne anlama gelir? İnsan doğrudan deneyimi nasıl
bilir? Özellikle ona ait hangi dil vardır?
Bouverssse demektedir ki,
Bu ve buna benzer sorular bana göre çok önemli sorulardır. Wittgenstein’ın
felsefî açısından önemli yanlarından biri yanlış yere etkileyici ve önemli
görülen pek çok sorunun hiç de öyle olmadıklarının farkına varmasıdır; radikal
ve derin oldukları izlenimi veren pek çok sorunun gerçekte yüzeysel olduklarının
kanıtlanmasıdır. [19]
31
Husserl’in oluşturmaya çalıştığı şekliyle fenomenolojinin sistematik bir
bilimi olamaz. Wittgenstein bu Remarques le Couleurs I’de
şöyle ifade eder:
Fenomenoloji yoktur; fakat sadece fenomenolojik problemler vardır. [20]
Bu problemlerin çözümü de doğrudan deneyimde dilimizin işleme biçimini
aydınlatmakla mümkündür.
Bir dil oyununu yaşanmış deneyimlerimizle açıklamak değil; bir dil
oyununu tespit etmek söz konusudur. [21]
Fenomenoloji anlamı zihinsel durumlarımıza indirgeyerek açıklamaya
çalışır. Oysa Wittgenstein açıkça göstermiştir ki, böyle bir girişim gündelik
dilimizin ve gramerinin bilinmemesinden kaynaklanır. Wittgenstein’ın her iki
dönem felsefesi de fenomenolojiye karşıttır. İkinci Wittgenstein’a göre aşkın
bir derin düşünüm, dilimizin doğasının ötesine gidebileceğinizi, göstergelerin
anlamlarının göstergelerin ötesinde olabileceğini iddia eder. Oysa filozof
dilin karşısındadır; hayatın normal durumlarında onun nasıl işlediğini görür. Wittgenstein
bize demektedir ki, “Düşünmeyiniz; görünüz.” ; çünkü metafiziğin dili gibi
fenomenolojinin dili de belirsizlik içindedir.
Ricœur’ün çok haklı olarak
belirttiği gibi
Wittgenstein Husserl’in bin bir çabayla varmak istediği yerde durur. [22]
Husserl’e göre, gramerin temeli sentetik a priori ’dir ve dil bu a
priori k ve aşkın yapılar sayesinde öğrenilir. Wittgenstein bu tezi
kesinlikle reddeder; çünkü ona göre gramerin temeli yoktur; çünkü
“uylaşımsal”dır ve “istemli”dir; tüm zorunlu yani sentetik a priori önermeler
gramatikal kurallardan başka bir şey değildir. Bu nedenle Husserl’in sentetik a
priori ’si sadece bir kurgudur.
“Dilimizin grameri realitenin özünü yansıtır.” ifadesi Husserl
fenomenolojisinin özcülüğüne karşı en önemli eleştirilerden biridir. Wittgenstein
şunu sık sık tekrar eder:
“Öz” dediğimiz şey gerçekte dilimizi yöneten uylaşımsal kuralların
ürünüdür. [23]
Bu tez özcülük gemisinin su almasına ve batmasına yol açar. [24]
Husserl’e göre
felsefe rasyonalizmden başka bir şey değildir. [25]
Wittgenstein’a göre Husserl’in bu görüşü rasyonalizmi felsefenin temeli
yapar; oysa temellere ilişkin bir teori ortaya konamaz ve bu temel meşru bir
şeyi araştırır gibi araştırılamaz, temelleri araştıran filozof anlamın
sınırlarını aşar ve anlamsız sözler söyler.
Oysa Wittgenstein her zaman şunu savunur: Temellere ilişkin hiçbir teori
olamaz. Böyle bir teori ortaya koyduğunu ileri süren filozof, anlamın
sınırlarını aşar ve sadece anlamsız sözceler ortaya koyar.
İlk olana ilişkin hatta her soruyu mümkün kılan şeye ilişkin sorular
soramayız. Sadece bildiğimiz, deneyimlediğimiz ve düşündüğümüz şey vardır. Açık
olan, sadece budur. [26]
Fenomenolojinin özü, fenomenleri incelerken, iç ve dış
arasındaki klasik ayırımı ortadan kaldırır.
Aşkın özlerin gerçek objeler gibi görülmeleri fenomenolojiyi Platonculuğa
yaklaştırır ve nominalizmi çağrıştırır. Husserl’in objeyi ya da aşkın özü mathesis
universalis diye nitelemesi[27]
onun fenomenolojisini mentalizm olmaktan kurtarmaz.
Husserl gündelik dilin dışında aşkın, fenomenolojik bir dil kabul eder. Fenomenolojik
dil içe bakışın dilidir. Oysa fenomenolojik dil girişimi gündelik dilin ve
gramerinin işleyişini göz ardı eder. “yaşanmış deneyim”in anlamını ortaya
çıkarma iddiasındaki refleksiyon yöntemi, uygulanması imkânsız bir yöntemdir; daha
doğrusu yöntem değildir.
[2] Heidegger
M. , Être et temps, Authentica,
Paris, 1985, p. 59.
[3] Romano
Claude, “La phénoménologie en sa possibilité: la dispute de lʼa priori
synthétique et ses enjeux”, Recherches
husserliennes, vol. 24, 2006, p. 4.
[4] Husserl,
Recherches logiques III, PUF, Paris,
2009, § 12.
[5] Romano,
Claude, “La phénoménologie en sa possibilité: la dispute de lʼa priori
synthétique et ses enjeux” Recherches
husserliennes, vol. 24, 2006 p. 3.
[6] M.
Clavelin, “La première doctrine de la signification du Cercle de Vienne”, Les Études philosophiques, 4, 1973,
p. 481.
[7] Jacob,
P. , L’empirisme logique, ses
antécédents, ses critiques, Paris, Minuit, 1980, p. 111.
* Husserl’in
çelişkileri konusunda bkz. Jan Patočka, Introduction
à la phénoménologie de Husserl éditeur Jérôme Millon, Paris, 1993.
Söz
konusu kitap De l’impossibilité de la
phénoménologie (Fenomenolojinin İmkansızlığı) başlığını taşır; Fransız
filozof Eric Alliez
tarafından yazılmıştır; 1995 yılında Paris’te Vrin yayınevi tarafından
yayınlanmıştır). Bu kitapta fenomenolojinin aşkın özler sezgisinin dünyayı
hiçleştirmek olduğundan söz edilir. Yazara göre fenomenolog bin bir çabayla
(paranteze alma) dünyanın ve nesnelerin anlamlarını bir Tanrı gibi mutlak olan
“ben”in doğrudan sezgisiyle keşfettiğini iddia eder. Kitabın temel tezi şudur:
“Fenomenoloji radikal imkansızlık içinde olduğu halde mümkün olduğunu iddia
eden bir doktrindir. ”
Bazı yazarlar
da fenomenolojinin askıya alınması’ndan
söz ederler. Örneğin Vincent Houillon’un “La suspension de la phénoménologie”
(Fenomenolojinin askıya alınması) adlı önemli makalesi, Rue Descartes, 2002/1 (n° 35) gibi. Fransızcada fenomenoloji
eleştiriyle ilgili telif ve çeviri onlarca kitap ve makale vardır. Konuyu
ayrıntıya boğmamak için buna sadece işaret etmekle yetiniyoruz.
[8] Özcan, Zeki, Viyana Çevresi
Üzerine, s. 333.
* Bir
zamanlar Fransızcadan çevirmeyi düşündüğüm ve fenomenolojinin problemlerini
gördükten sonra çevrisinden vazgeçtiğim kitap.
[9] Husserl,
Méditations cartésiennes, Vrin,
Paris, 1969, p. 1.
[10] Joannis,
David Guy, Sartre et le problème de la
connaissance, Presses
de l'Université Laval, 1996, p. 57.
[11] Husserl,
Edmund, La crise des sciences
européennes et la phénoménologie transcendantale, Gérard Granel, Gallimard, Paris, 2004, § 44, p. 177.
[14] Marion, Jean-Luc, Étant donné, PUF, Paris, 1996, p. 42.
* Bu terimi pejoratif bir ima amacıyla biz kullanmadık. Bunu
kullanan pek çok yazar vardır. “Fenomenolojik mit”, başta Stanislas Breton
“Naissance des dieux” (Tanrılarınn Doğuşu), L'Animal politique, Sous la direction de Miguel Abensour, Jérôme Millon, Paris 1996, 247 ve Eran
Dorfman, Réapprendre à voir le monde:
Merleau-Ponty face au miroir lacanien (Lacan Aynasında Merleau-Ponty), Springer
Netherlands, Paris, 2007, pp, 213-214, olmak üzere pek çok yazarın
kullandıkları bir ifadedir. Ayrıca Derrida da fenomenolojiyi “aşkın mit” diye
nitelemektedir.
[15] Bouveresse, Mythe de
l’intériorité, p. 23.
[16] Bouveresse,
Mythe de l’intériorité, p. 25.
[17] Husserl,
Méditations cartésiennes, p. 30.
[18] Bouveresse,
Mythe de l’intériorité, p. 28.
[20] Wittgenstein,
Remarques le Couleurs I, section
53 et III section 248.
[21] Wittgenstein,
Recherches philosophiques, § 655.
[22] Ricoeur,
Paul, “Le dernier Wittgenstein, et le dernier Husserl sur le langage” Études Ricoeuriennes/Ricoeur Studies,
Vol 5, No. 1 (2014), p. 14.
[23] Wittgenstein,
Recherches philosophiques, § 371.
[24] Grondin,
Vincent, La réflexion phénoménologique
au crible de la grammaire: la question de l’expression de la vie intérieure de
la conscience chez Husserl et Wittgenstein, Thèse Philosophiæ Doctor
(Ph. D) en philosophie Septembre, 2012 Université de Montréal, p. 380.
[25] Husserl,
Edmund, La crise des sciences
européennes et la phénoménologie transcendantale, Gérard Granel, Gallimard, Paris, 2004, § 73, p. 302.
[26] Wittgenstein, Remarques philosophiques, § 168. p.
193.
[27] E. Husserl,
Idées directrices pour une
phénoménologie, tome I, Gallimard, Paris, 1950, § 22, p. 73.