28 Haziran 2021 Pazartesi

Pragmatizmde hakikat

 

 

Pragmatizmin Hakikat Teorisi

 

Bilindiği gibi pragmatizm, ilk önce hakikati araştırmanın bir yöntemi olarak ortaya çıktı; bu nedenle onun, başlangıçta araca özgü fonksiyonu vardı. Ancak pragmatizm bir süre sonra araç olmaktan çıkarak Deweyci anlamda, araçsallığa dönüştü; yani hakikate ilişkin teori oldu. Deneycilikten daha radikal ve pozitivizmden daha itaatkâr bir doktrinin doğmasına yol açtı. Bu durumu James, İtalyan pragmatist Pappini’den ödünç aldığı bir imgeyi kullanarak şöyle açıklar: Pragmatizmin teorilermiz içindeki yeri, bir oteldeki koridorun yerine benzer.”[1] Bununla anlatılmak istene şudur: Pragmatizm, tıpkı otelden herhangi birine yerleşir gibi şu veya bu teoriye yerleşmez, koridorun, oteldeki bütün odalara geçişi sağlamasına benzer biçimde, teoriler arasında özgürce dolaşmaya izin verir. Hakikate ilişkin teorilerin değerini ancak pragmatizmi ölçü alarak belirleyebiliriz. Ancak “pragmatizmi uygulamak için de hakikat için de hakikat ve anlam konusundaki pragmatik teoriyi göz önünde bulundurmalıyız.”[2] Pragmatizmin anlam ve hakikat teorisi, bu doktrini, gelişigüzel kullanmamıza izin vermez.

Sürekli olarak davranışa ve sonuçlarına başvurulması, anlam konusunda şu yeni ölçütü kabul etmeyi gerektirir: Özel sonuçlar, bir kavramın anlamına dair tek ölçüttür; kavramın hakikatini test etmenin tek aracıdır. Kavramlarımızın pratik değeri vardır. İhtiyacımız olan şey, bize yarar sağlayan fikirlerdir.”[3]

James’in Pragmatizm adlı kitabında pragmatizmi ilginç bir biçimde demokratik  doktrin diye nitelemektedir. Ona göre söz konusu doktrinin, esnek bir yapısı; zengin, tüketilemeyen bir görünüşü vardır. Onun sonuçları, hepimizin annesi tabiat kadar yararlıdır.”[4]

James’in bu formülü, pragmatizm karşıtlarının sandığından daha az yararcıdır; aynı şekilde o, kinik ve vahşi kapitalizme iddia edildiği kadar hizmet etmez. James’e göre zaman içinde en yararlı oldukları anlaşılan fikirler, gerçektirler. Fakat bu “gerçek” sıfatını hangi anlamda anlamalıyız?  Kuşkusuz bu gerçeği, Greklerden beri kabul edildiği şekliyle “adequatio res et intellectus” (varlığın düşünceyle uygunluğu) diye anlayamayız. James kendi hakikat anlayışına, “hakikatin genetik teorisi” adını verir.[5]  Bu genetik teori nesnelerin durumlarını formüle etmeye çalışmaz; bazı önermelere “doğru”, bazılarına da “yanlış” demekle yetinmez. Pragmatiste göre hakikat, sağlık, zenginlik ya da deney yaparken harcadığımız güç gibi, olgusal durumda farkına vardığımız bir şeydir.

Bu söylenenlerden anlıyoruz ki, bize hayatî çıkar sağladığı sürece bir fikrin hakikat olduğunu kabul edebiliriz. Böyle bir hakikat anlayışı doğal olarak, objektif hakikatin varlığını savunanların itirazlarıyla karşılaşır. Objektif hakikat taraftarları şöyle sorarlar: James hakikati başarıyla özdeşleştirirken, ticaret ekonomisinin temeli olan ilkelerden birini, yani bir şeyi değerli kılan, onun satılmasıdır, ilkesini hakikat alanına transfer etmiyor mu? “Tanrı fikrinin hakikî bir fikir olduğunun, tarihte başarılı ve yararlı olmasından daha iyi kanıtı yoktur” derken yaptığı şey böyle bir transfer değil midir?” Bize göre rasyonalistler James’e itiraz ederken haksız davranmaktadırlar. Çünkü onlar pragmatizmi realite karşısında takınılan bir tavır olmaktan çok, bir doktrin gibi görmektedirler, ya da görmek istemektedirler. Oysa pragmatizm, evrensel  gerçekliğin ne olduğuyla değil; sadece tikel ve özel olguların insan için değerini ve anlamını düşünmektedirler. Aynı tutum Tanrı için de geçerlidir; o, anti-entelektüalist bir tutumu benimsediği için, Tanrı'nın gerçekliği problemiyle teorik tartışmalar düzeyinde ilgilenmemektedir; sadece O’nun yararlı bir fikir olduğuyla yetinmektedir. 

James Tanrı fikrinin pragmatik değeriyle ilgili şu önemli soruyu sorar: “Tanrı’nın varlığı, nasıl olup da insanın gerçekleştirdiği tecrübeyi daha canlı ve daha zengin hale getirmektedir?”[6] Ona göre büyük metafizik sistemlerin hepsi, bu sorunun cevabını bulmaya çalışmak zorundadırlar.  Verilen cevapların realiteye uzak ya da tahminî olmasının önemi yoktur. Eğer Kant’ın “Neyi umabilirim?”, ya da Jems’in “Dünya bana neyi vaat ediyor?” [7] şeklindeki soruları, hakikati belirleme çabalarımızın temel problemi yapılmazsa, materyalizm ve teizm arasındaki ihtilâf, kısır çekişme konusu olmaktan çıkamaz. İdealizm bile bu çatışmayı önleyemez. James’e göre materyalizm ve teizm arasındaki bu sağırlar diyaloguna sadece pragmatik yaklaşım son verebilir.

Materyalizmi, metafizik doktrinlerinden dolayı değil; fakat yüksek çıkarlarımızı sürekli biçimde garanti altına alamadığı için ve ilgilendiği konular en uzak umutlarımızı hiç tatmin etmediği için eleştirmeliyiz.[8]

James, materyalizmin insan umutlarını karşılamaktan uzak oluşunu belirtirken bir analojiye başvurur; onu yanılmaların okyanusunda batan bir Güneşe benzetir. Teizme gelince, teist diye nitelediğimiz doktrinlerin tümü, konuları vaad dolu  bir dünya olan dinî inançların farklı yorumlarından doğmuşlardır; bu doktrinler arasındaki anlaşmazlık, doğrudan doğruya dinîdir. James’e göre hayatımızın bazı anlarında öyle duygular taşırız ki, onlar bize vaadlerle dolu bir dünyada yaşadığımızı hissettirir; gene bu duygularda sevinci, terk edilmişliği ve güven duygularını keşfederiz. Dinî duygunun hayatımızdaki yerine ilişkin James’in görüşü, kendi din felsefesinin açıkça belirtmediği temelidir. Söz konusu temelin kaynağı, Kitab-ı Mukaddes’tir (Is. 21, 11). James bu bölümden hareketle düşüncelerini şöyle ifade eder:

Duyulur tecrübeden ibaret olan arka avluya hapsedilmiş olan ruhumuz, fildişi kulesinde yaşayan zekâya sürekli olarak şunu sorar: “Ey gece bekçisi! Ne haberlerin var? Gece bize umut getiriyor gibi midir?[9]

Kuşkusuz James’in kendisinden haberler zekâ, pragmatik zekâdır; bu zekâ sadece “katı rasyonalizmler”i kızdırabilen, “felsefî Protestanlık”ın bir ifadesidir.

 



[1] James, William, Le Pragmatisme, traduit par Le Brun, avec une introduction par H. Bergson, Editeur Ernest Flammarion, Paris, 1911, p. 64.

[2] James, Le Pragmatisme, p. 78.

[3] James, Le Pragmatisme, p. 67.

[4] James, Le Pragmatisme, p. 87.

[5] James, Le Pragmatisme, p. 78.

[6] James, Le Pragmatisme, 100.

[7] James, Le Pragmatisme, 107.

[8] James, Le Pragmatisme, 107.

[9] James, Le Pragmatisme, 120.

Hintikka'da Mümkün Dünyalar

 

Hintikka’da Mümkün dünyalar

mümkün dünyaların ortaya çıkışı

 

 Frege şunu göstermişti: Dolaylı bağlamlarda bazı ifadelerin referansları yani kaplamları yoktur; fakat anlamları yani içlemleri vardır. Frege kapalı içlemler için “kaplamsal bağlam” terimini kullanır.  Kaplamsal bağlam, dünyada belli bir durumdaki varlıkların toplamıdır.

Frege’ye göre bu tür ifadeler değiş tokuş edilemez.  Örneğin “Ahmet giren kişinin kaba olduğuna inanıyor.” önermesindeki “inanma”nın süjesinin  Mehmet olduğu ortaya çıkmışsa bu önermeden sadece Mehmet'in kaba olduğu çıkarılabilir. Mümkün ve zorunlu gibi modal gerçekleştiriciler doğruluk fonksiyonları değildir. Eğer P doğru ise, P nin mümkün olup olmadığı hakkında hiçbir şey bilemem.  Modal ifadelerin pek çok hesaplanma yolu vardır. Örneğin tanımlama, birleştirme ve tekrar gibi. Fakat bu durumda doğrulanmayan gerçekleştiricileri içeren bu diller açısından doğruluğun yeniden tanımlanması gerekti. Mümkün dünyalar teorisi bu zorunluluğun sonucu kabul edildi. Leibniz’in metafizik ve teolojik amaçlarla kabul ettiği mümkün dünyalar, modal önermelerin doğruluğunu tanımlamak için kullanıldı. Mümkün dünyalarda modal önermelerin doğruluğunu tanımlamak kolaydır.  Mümkün dünyalarda  iki niceleyici vardır: Varoluşsal (mümkün) ve tümel (zorunlu).  Kuşkusuz Aristoteles de zorunlu, tümel, tikel ve olumsal ifadelerini kullanmıştı; ancak mümkün dünyalar semantiğinde bu ifadeler farklı bağlamlarda kullanılmıştır.  Fakat içlemin mantıksal değeri kabul edilince, bunun ontolojik sonuçları olması kaçınılmazdı.  Mümkün dünyalarda içlemin betimselliğinden hareketle üç modal anlayış ortaya çıktı:

1. Modal realizm: Mümkün dünyalar kendi başlarına vardır; modalite objektiftir.

2. Modal kavramcılık: Modaliteler zihnimizin realiteyle ilişkisini ifade ederler.  Mümkün dünyalar objektif kavramlardır; fakat zihnimizden bağımsız olarak var değildir; modal realite yoktur

3. Modal nominalizm: modaliteler lengüistik söyleyişlerdir;. araçlardır fakat modaliteye ilişkin objektif kavramlara zorunlu olarak göndermez.  Modalite kavrama belirsizdir onun kullanımı sınırlanmalıdır;  mümkün olduğunca onu söz modaliteleriyle sınırlamalıdır.[1]

 Bu üç modalite derecesinden birincisi Lewis ikincisi Kripke  ve üçüncüsü de Hintikka tarafından savunuldu. Bunların her birinde mümkün bir dünya farklı biçimde betimlenir.  Realizmde aktüellik dışında bizim tüm özelliklerimize sahip (tam, bağımsız, gerçek) bir dünya olarak; kavramcılıkta mümkün dünyalar bireylerin ve ilişkilerin bütünü olarak yüklemler mantığının semantik modelleri olarak modal realizmde mümkün dünyalar önermelerin bütünü olarak anlaşılmıştır. Hintikka mümkün dünyaların doğasına ilişkin tüm problemleri eler. O klasik felsefi problemleri incelemeyi sürdürür.

 

Mümkün dünyalar teorileri bizimkinden başka var olduğunu ileri süren teorilerdir. Bu teoriler başlangıçta modal mantık sistemlerindeki tamlık ve süreklilik gibi biçimsel özellikleri göstermeyi amaçlıyordu. Söylediğimiz gibi modal mantık sistemleri “zorunludur ki,..”, “mümkündür ki…,”gerçekleştiricilerle biçimselleştirilmiş sözceler arasındaki ilişkileri analiz eder.

Mümkün dünyalar semantiğinde lengüistik bir ifade mümkün bir dünya ile ilişkisine dayanarak yorumlanır. Örneğin bir sözcenin doğru veya yanlış olduğunu söylemek yerine mümkün bir dünyada doğru veya yanlış olduğu söylenir.

 Hintikka’nın felsefesini mümkün dünyalar semantiğinden ibaret görülemez; felsefeye katkısını mümkün dünyalar semantiği ile sınırlanamaz. Fakat bu teori olmadan onun teorisi de anlaşılamaz.

Modal mantık için mümkün dünyalar semantiği başlangıçta Carnap tarafından Signification et nécessité’de (Anlam ve Zorunluluk) kabul edilmişti. Carnap tüm mümkün dünyalarda doğru olan şeyin doğru olduğunu kabul ediyordu.[2] Mümkün dünyalar konusunda

Carnap yolu gösterdi. Fakat bu semantiği ve içlem mantığının gelişmesi 1960’larda Kripke, Hintikka ve Kangerin çalışmalarıyla oldu.

 

Hintikka bu ilişkinin yerine alternatiflik ilişkisini koyar. Bir dünyanın yerine alternatif bir dünyayı (m’) koyar; bu ilişki sayesinde bilginin ve metafiziğin problemlerini ve farklı biçimde ele alır.

 Mümkün dünyalar bir kurgu değildir; verimli ama sınırlı olan bir açıklama biçimidir.[3]

Mümkün dünyalar bir ilişki, nüfuz edilebilirlik ilişkisi tarafından yapılandırılmıştır.  Mümkün dünyaların ayırt edici özelliği, ilişkidir; nüfuz edilebilirliktir.  Mümkün bir dünyaya D1 başka mümkün bir dünyadan D2den hareketle nüfuz edilebilir. Nüfuz edilebilmenin koşulu da şudur : D2de  doğru olan bir şeyin en azından bir  D1de mümkün olmasıdır.

Mümkün dünyalar semantiği ortaya çıktıktan sonra pek çok çalışmaya esin kaynağı olmuştur. Bu çalışmalar akıl yürütmeyi klasik mantık dışındaki mantığa model epistemik ve zamansal mantıklı ara başvurarak açıklamaya çalıştı.

Hintikka tıpkı Kripke gibi bu teoriyi 1960'lı yılların başında ortaya koydu; bununla amacı modal mantığın doğru bir yorumunu yapmaktı. Russel Principia Mathematica’da “ve”, “veya”, “ise” gibi bağlayıcıları doğruluk fonksiyonlarıyla uyuşturmuştu. Diğer yandan Frege şunu kanıtladı: Bazı ifadeler doğru bağlamlarda referanslarına değil anlamlarına başvurur. Pek de açık olmayan bu tür ifadeler için içlemsel bağlam ifadesi kullanıldı.  Örneğin

 

Ahmet giren kişinin hoyrat olduğuna inanıyor.

 

önermesinden, bu adamın Hasan olduğu ortaya çıkarsa bundan sadece Hasanın hoyrat olduğunu çıkarabiliriz. “İçlemsel bağlam”ı ortaya çıkaran gerçekleştiriciler   (“ise”, “ve”, “veya”, “ancak ve ancak”) doğruluk fonksiyonları değildir. Eğer P doğruysa, P’nin mümkün olması konusunda hiçbir şey bilmem. Hintikka modal mantık analizlerini doğruluk değerine dayandırmaktan çok sözdizimsel anlama dayandırıyordu. Mümkün dünyalar teorisi doğruluğun ihmal edilmesine tepki olarak ortaya çıktı. Modal önermelerin doğruluğunun mümkün dünyalar terimleri ile tanımlanması son derece basittir. Bir P önermesi en azından bir dünyada doğruysa mümkündür ve bütün mümkün dünyalarda doğruysa zorunludur. Bu semantiğin niceleyicileri varoluşsal (mümkün) ve tümel (zorunlu) kavramlardır.  Kuşkusuz bu kavramlar zorunlu/tümel olumsal/tikel şeklinde de vardır Fakat mümkün dünyalar semantiğinde farklı bir bağlamda kullanılır.

 

Analitik felsefenin felsefesinin bütün alanları dilin ve düşüncenin yönelimli görüşlerini açıklamak söz konusu olduğunda mümkün dünyalar semantiğinden yararlandılar. [4]

 

Hintikka’yı mümkün dünyalar sevmediğini kabul etmeye götüren iki neden vardır:

1. Anlamın modelleştirilebilmesine karşıtlık: Biçimsel bir dil sadece göstergelerin kullanımına ilişkin bir araçtır; model ifade etmez. İlk biçimsel diller doğal olarak kaplamsaldır yani özdeşliği ifade etmez ve gerçekliği sağlamak için kullanılır özdeşlik ifadesi olarak ve A ve A eşittir b ise f(b) genelleştirme ilkeki ev x x bilmek inanmak algılamak istemek dilemek gibi önermesel tutum fiilleri özdeşliğin ve kaplamın belirlediği doğruluk değeri içermez tutumlar anlamlarını

Mümkün dünyalar semantiği fiktif bir düşünce bir fantezi değildir Hintikka’yı mümkün dünyalar semantiğini kabul etmeye götüren neden şudur: Anlamın modelleştirilmesine karşıtlık: Biçimsel bir dil sadece göstergelerin kullanımına ilişkin bir araçtır ve anlamı ifade etmez. İlk biçimsel diller doğal olarak kaplamsaldır yani özdeşliği ifade etmek için ve genelliği sağlamak için kullanılır

Özdeşlik şöyle formüle edilir: (Fa ve a=b)Fb. Genelleştirme ilmesinin formülü şöyledir: Fc(Ex) Fx.[5]

Frege’nin mantıksal semantiği dilin analizini, doğrulukları sadece reel dünya ile bağlı sözcelerin analiziyle sınırlıyordu. Mümkün dünyalar semantiği dilin referans fonksiyonunu reel dünyada var olmayan mümkün dünyalara genişletir. O zaman reel dünya ile mümkün dünya arasındaki ilişki epistemolojik bir problem olur. Hintikka’nın önerdiği teorik model bu problemi ele alır. Bu modelin orijinalliği her iki dünyayı birleştirmesidir. O, diyalogda karşılıklı konuşmada iki epistemik tutumu ayırır. Bir ve aynı sözce ya inanç dünyasına ya da bilgi dünyasına dayalı olarak anlaşılabilir. “Sezar Rubikon Irmağı’nı aştı.” sözcesini duyduğu ya da okuduğu için inanmak ve tarihsel bilgi tarafından kanıtlanan sebeplerden dolayı bilmek aynı şeydir. Bir ve aynı süjenin kognitif tutumu bir kutuptan öbürüne değişebilir aynı şekilde farklı süjeler karşıt kognitif tutumları benimseyebilirler. Öğrenme durumunda öğretici aynı konuda inanç durumundan bilgi durumuna geçirebilir. Ancak bu, doğruya ve yanlışa ilişkin ölçütü dikkate almayı gerektirir. İnancı ve bilgiyi karşıt yapan şey gerçekte nedir? Bilgi, özü gereği doğru olan şeydir ve sadece reel dünyaya ilişkindir. İnanç ise doğru veya yanlış olabilir. Bunu şöyle bir örnekle  açıklayabiliriz: Eğer 1994’te “Turgut Özal’ın Cumhurbaşkanı olduğunu biliyorum.” dersem, doğrusu bu, realitedir; bunu kanıtlayabilirim. Fakat 1994’te “Turgut Özal’ın Cumhurbaşkanı olduğuna inanıyorum.” dersem, bu inancım ya doğrudur ya da yanlıştır.  Hintikka inanç sorununu yönelimli olmayan  terimler yardımıyla çözmek için mümkün dünyalar semantiğini geliştirdi. İnançlar gerçekte süjenin iç dünyasını dolduran ideler değildir. Onların dünyadaki olgulara, olaylara ya da nesne durumlarına dayalı bir içeriği vardır. Bir inanç aktüel dünyada var olan bir şeye uygun olursa doğrudur; onun konusu konuşanın sözünü ettiği aktüel dünyada var değilse, yanlıştır.   Hintikka’nın tümüyle orijinal katkısı şudur: Yanlış bir inanç, yanıltıcı ve sonuçta içi boş, negatif bir fikir değildir. İnanç gerçekte reel olmayan bir ya da pek çok dünyanın imkanını açar; çünkü var olan dünyamızda bir ya da pek çok alternatifi ortaya çıkarabilir. Mantıksal semantiğin kaplamsal bakış açısıyla uyumlu olarak Hintikka inancı süjenin bir iç düşüncesi yapmayı reddeder. Çünkü inanç empirik dünyadan başka mümkün bir realiteyi nesneleştirme ve temsil etme gücüne sahip bir önermede ifade edilir. Örneğimize dönelim: Eğer “1994’te “Turgut Özal’ın Cumhurbaşkanı olduğuna inanıyorum.” dersem, bu ya bir doğru inançtır; çünkü gerçekte durum böyledir ya da yanlış bir inançtır; çünkü Özal milletvekili seçilmemiştir. Fakat bir yanlış inancı ifade etmek hiçbir şey söylememektir; çünkü Turgut Özal’dan başka birini, sonuçta bilmediğimiz birinin Cumhurbaşkanı olduğunu varsayar.  Turgut Özal’tan başka politikacıların meşru başkan olabildikleri mümkün dünyaların bir çokluğunu kabul edebiliriz. Görüyoruz ki, mümkün dünyalarda farklılaşmalar vardır. Bir yandan bir inanç paradoksal olarak pozitiftir; tümüyle gerçekleşebilir mümkünlerin bir alanını açar. Bu inanç reel dünyada yanlışsa başka mümkün bir dünyada doğru olabilir. Turgut Özal’ın Cumhurbaşkanı olabildiği reel dünyaya karşıt olarak mümkün bir dünyayı kabul edebilirim. Diğer yandan reel dünya mümkün dünyalardan biridir. Kim olduğunu belirlemeye çalıştığımız tek bir Cumhurbaşkanı vardır. Bunlardan birinin başarısının ve diğerlerinin başarısızlığının (örneğimizde Turgut Özal’ın)  koşullarını bilmeyi sağlayan soruşturmayı sürdürmek zorunludur.  Objektif bilgi bu noktada aktüel dünyamızda gerçekleyen olasılıkları elemek anlamına gelir. İnançtan bilgiye geçtiğinde bilen süjenin epistemik hayatının işleyişi böyledir. Hintikka mümkün dünyalar semantiğini aydınlatmak için üç konuyu açıklayacaktır: Alternatiflik, nüfuz edilebilirlik ve özdeşliğin taşınması. Bu üç kavram birbirini tamamlar. Alternatif bir mümkün dünyaya erişimin reel dünya temelinde gerçekleşir. Nüfuz edilebilirlik  süjelerin sahip olduğu süjelerin sahip oldukları bilgi yardımıyla bir inanç ya da bilgi evrenine geçebilmeleridir. Özdeşliklerin taşınabilmesi, bir ve aynı bireyin özgün özelliklerinin farklı dünyalarda varlığının belirlenmesidir. Buraya kadar yaptığımız açıklamalarda mantıksal semantik açısından mümkün kavramının neden ibaret olduğunu söylemedik. Bir dünya biçimsel olarak â b c özelliklerine sahip X, Y; Z, bireyler listesinden oluşur.  Bireylerin sahip oldukları nitelikler bu dünyada bulunur; bu niteliklerin ilişkileri eylemler, olaylar, fenomenler olan nesne durumlarının bütününü oluşturur. Mümkün dünyaların belirlenmesi bu dünyadaki bireylerin ve niteliklerin arasında tespit edilebilen kombinzonların sonucudur.  Alternatiflik (mümkün ya da gerçek) başka bir dünyaya dayanarak mümkün bir dünya oluşturmanın kurallarını verir. Şöyle genelleştirilebilen bir örnek verelim: Örneğin “Hayvanlar konuşur.” Önermesini düşünelim. Doğru ve yanlış birbirinin alternatifi ve birbirine karşıt bir çift dünya oluşturur. Eğer aktüel deneyim dünyamızda (en azından şimdiki bilimsel bilgilerin bildirdiği kadarıyla) hayvanlar konuşmazsa, en azından hayvanların konuşabildikleri (buna düşünmeyi de ekleyebiliriz)  karşıt bir dünyayı kabul edebiliriz. Aynı şekilde niceleme terimlerini kullanarak diyebiliriz ki, nütün hayvanlar değil; bazı hayvanlar konuşur veya adlandırabildiğimiz ve belirleyebildiğimiz bir konuşur. Böylece empirik dünyamızda yanlış olan şey, bir mümkün dünyada doğru olabilir. Mümkün dünyayı böylece yeni özelliklerle zenginleştirebiliriz. Bu dünyanın hayvanlarından başka tüm bireyleri mavi olabilir Şirinler’in dünyasında olduğu gibi mavi olabilir. Örneğin mavi olmayan bir birey olursa, bu yeni olaylara neden olur. Sonuç olarak bir dünya belirli önermelerin bütünü için kabul edilebilir uygulama alanlarından biridir. Mümkün dünyalar her zaman başka bir dünyanın evirmesinin mantıksal ilkesi temelinde birbirinin alternatifidir. Onlar sadece uzaysal-zamansal algımızla bildiğimiz tek empirik dünyamızın alternatifi değildir. Eğer alternatiflilik dünyaların kendi aralarında kabul edilebilirliğiy temelinde anmlaşılabilen bir nitelik ise nüfuz edilebilirlik, süjenin aktüel olarak bulunduğu bir referans dünyası temelinde yeni bir dünyaya nüfuz edebilme gücüne sahip süjelerin episteik kapasitesini belirtir. Bu nedenle  bu başka dünya söz konusu süjenin bildiğinen inandığı evrenle uyuşmalıdır. (Bütün köpeklerin/kurtların kötü olduklarına inanırsam komşumun köpeğinin beni ısırmayacağını kabul etmekte zorluk çekerim.” Ve o, kişinin deneyiminin dünyasıyla (örneğin (görmeyi umduğu şeyle) uyuşmalıdır.  Diğer yandan dünyalar arasında mantıksal bir ilişki örneğin simetri olmalıdır; aksi halde eşdeğerlik  olmadığından diğerini düşünemezdik. D2 kara dünyasın kurbağa D1 su dünyasındaki hayati fonksiyonlarını (soluma hareketlilik) yerine getiren organlar  bütününe  sahip olmalıdır. Kurbağa ilk D1 dünyasından hareketle değişerek D2 dünyasına geçer ve aynı şekilde yer değiştirme ve soluk alma için zorunlu değişiklikleri gerçekleştirerek D1 dünyasına geri döner. Nihayet fiksiyon metninin büyük bir bölümü deneyim dünyamızı az veya çok yansıtan reel dünyaya okuyucunun parçası olduğu bilgi evrenine referansla oluşturulur. Fiksiyon dünyası karşıt olmak için reel dünyaya gönderir demek yeterli değildir. Çünkü fiksiyon içeriğini reel dünyanın bölümlerinin içeriğine birleştirir. (Kırmızı Şapkalı Kurt havada uçmaz; yürür, koşar vs.). Çelişkili olarak reel dünyanın doğal yasaları kendilerinin karşıtı olan fiksiyonun açık bir işlemini devreye soktuğunda fiksiyon dışında korunmuştur. Çoğu zaman anlatıda reel dünya hakkında hiçbir şey söylenmez; aynı şekilde reel ve fiksiyon arasındaki ilişki konusunda fiksiyon metninde her şey söylenmiş değildir. Bu, yorum oyunlarının alanını düzenlemeye yol açar. Özdeşliğin taşınması bunun sonucudur. Bu taşunma bir ve aynı bireyin bulunduğu farklı dünyalarda tecessüm etmiş halini belirlemekten ibarettir. Onun farklı biçimleri, dünyaların fizik özelliklerindeki özelliklerin değişmesine bağlıdır. Çünkü bir birey içinde hareket ettiği dünyalardan bağımsız olarak var değildir. Hintikka özdeşliğin taşınmasını şöyle açıklar:

Belirli bir mümkün dünyanın bir üyesinin bir başka mümkün dünyanın hangi üyesine özdeş olduğuna karar vermek için bu özellikleri ve ilişkileri kullanmalıyız. Bireylerin adları alınlarında yazmaz. Onlar kendilerinden hareketle bilinmez. Onları yalın olarak gözlemleyemeyiz. Sadece onların özelliklerini ve ilişkilerini gözlemleyebiliriz.

Bir birey pek çok farklı mümkün dünyada farklı şekillerde bulunabilir: Bir iskorpit balığı bir kurbağa olabilir; bir ve aynı yüklem farklı özellikler farklı dünyalardaki bireylerde farklı özellikler (yüzgeç, hayvan ayağı ve bacaklar) olabilir. Bir ve aynı birey örneğin bir kurt konuştuğu fiktif dünyada farklı bir sınıf oluşturabilir; kırmızı başlıklı kızın büyük annesi kılığına girebilir.  Okuyucu bu farklı durumları bilir; fakat kırmızı başlıklı kız kendi inanç evreninde kurtun, büyük annesinin yatağında onun kılığına girdiğini bilmez.  Fiksiyon hikayesinin şahısları önermesel tutumlara sahiptirler. Onlar bilirler ya da bilmezler; doğru ya da yanlış inanca sahiptirler. Dünyaların her birinde adların ve kavramların referansları farklılaşır. Bu, bilgi referansının göreceliliğidir.

 

Hintikka ortak duyu mantığına uygun olarak tutumunu şöyle özetler:

Mümkün dünyalar semantiğinde tek bir dünyadakinden daha fazla ifadelerin referanslarını dikkete almalıyız. …] İfadelerimizin reel dünyamıza referanslarını belirtmek yani her temel sembole bir referans değeri yüklemek artık yeterli değildir. Bunu yapmak yerine dilimizin her ilkel ifadesi için ifadelerimizin reel dünyaya referansını belirtmek artık yeterli değildir. Bunun yerine dilimizin her primitif ifadesi için mümkün tüm dünyalarda (ya da senaryolarda) referansta bulunacağı bir anlam fonksiyonunu postulat kabul etmelidir. Örneğin referansı bir ve aynı birey olan bir ad olan şey, bir fonksiyona sahiptir; bu fonksiyon bu bireyi belirli bir dünyada somut hale getirir. Bu dünyaların tümü bireylerin gerçek özdeşliğini oluşturur.

 

Bu aşamada şunu hatırda tutmalıdır: Fiksiyon metninin egemen referansı doğal yasalar tarafından yönetilen reel dünyadır. Doğal dünyanın fenomenleri, fiksiyon olaylarıyla karşıtlığına dayanarak sorgulanabilir. Betimlerin kapsamındaki ne gibi değişiklik olmuştur? Örneğin, Aristoteles yerine “Antikitenin büyük filozofu” ya da “İskender’in hocası” ifadelerini yazabiliriz. Birinci önerme başta Platon olmak üzere pek çok filozof hakkında doğrudur. İkinci önerme tek bir kişi hakkında doğrudur. Hem reel dünyada hem de mümkün dünya(lar)da referansta bulunulan kişiler kimlerdir? “X yani değişken bir ad (“balık” adı) “balık” denen  bir bireyi belirtir.” demek hangi dünyalarda mümkündür?  Bunu açıklarken şu hipotezi kabul ederiz: “Balık” terimi ait oldukları dünyalara göre farklı bireyleri belirtebilir.

“X biliyor ki P” sadece ve sadece X’in bildiği bütün mümkün dünyalarda doğru ise doğrudur. Her konuşma mümkün dünyalardan konuşma değildir. Fiktif ve imgesel durumlar mümkün dünyalar semantiğinin söylemi değildir. Örneğin “Ah! Paris deniz kenarında olsaydı!” ifadesi mümkün dünyalara ilişkin değildir.

 Hintikka daha sonra Wittgenstein’ın dil oyunları düşüncesine yeni bir biçim ve içerik vermek istedi. Bilindiği gibi İkinci Wittgenstein’a göre dil, dil oyunlarının bir koleksiyonudur ve dil oyunları arasında sadece aile benzerliği vardır. Dil oyunlarının en basit örneği bir inşaatta duvar ustasının çırakta döşeme taşı! Tuğla! Şakül! Gibi tek kelimelik cümlelerle isteğini ifade eden kelimelerdir. Hintikka bu oyunları mantıksal açıdan açık bir biçime kavuşturmak istedi. Bu mantıksal biçim bir diyalog ortamında görebiliriz. Örneğin sizin karşınızda “Bütün kedilerin bıyıkları vardır.” dersem, siz bana “Bıyıksız bir kedi olamaz mı?” diye sorarak benim iddiamı test etmeye çalışırsınız. Ben bunu söyleyemezsem yanıldığım ortaya çıkar. Fakat “Gri kediler vardır.” dersem sizin haklı çıkma benim de yanılma olasılığım yoktur; çünkü gri kedilerin var olduklarını kanıtlayabilirim. Hintikka, modalite durumlarında olduğu gibi, basit fikirlerden hareketle dil felsefesinin pek çok problemini incelemek için bir kavramlar bütünü oluşturmayı düşündü. Örneğin yüklemler mantığı da denen normal mantıkta “Sigara içen Yunanlıların sayısı Bira içen Almanların sayısı kadardır:” gibi niceleyiciler yoktur. Bu niceleme tarzı ancak diyalog tarzında anlaşılabilir. Çünkü farklı süjelere farklı eylemler yüklenmektedir. Üstelik oyunlara yoğunlaşırsak ve niceleme formüllerini  biraz unutursak, kuralları çeşitlendirebiliriz bu çeşitlendirme; örneğin bazı oyuncuların değiştirilmiş kurallara göre vuruşunun diğer oyuncular vuruş olduğunu bilmeyebilirler. Dallara ayrılmış niceleyicileri bu şekilde açıklayabiliriz. Mantığın formülünün doğrusal biçimde okunamayacağı durumlar vardır;  çünkü birbirine bağlı iki değişkenden bir diğerinden sonra gelir; ilki zorunlu olarak ikincisine bağlı değildir. Örneğin “Ülkenin tüm güney bölgesi bir temsilci gönderdi ve ülkenin tüm kuzey bölgesi temsilcinin karşılaşacağı bir ajan gönderdi.” dersem, kuzeyin ajanı  güneyin seçtiği ajana bağlı değildir.



[1] Philosophie de la logique et philosophie du langage IV, Collectif, Odil Jacob p. II.

[2] Carnap Signification et nécessité p. 13.

[3] Kalinowski, Georges “Sur Les semantiques des mondes possibles pour pes systemes de logique deontique”, Logique et Analyse Nouvelle Série, Vol. 24, No. 93 (Mars 1981), pp. 81-98.

 

[4] Bruguıère, Catherine “Mondes possibles et compréhension du reel”, Aster, 2007, 14, p. 22.

[5] Hintikka L’intentionnalité et les mondes possibles, Septentrions, Paris, 2011, p. 13.

22 Haziran 2021 Salı

REFERANS

 

                                               REFERANS

 

 

Referans dil felsefesinin en önemli konularındandır. Hatta denebilir ki dil felsefesi anlam referans ilişkisinden doğmuştur. Anlamdan söz edildiği zaman referanstan da edilir. Deyim yerindeyse bu ikisi birbirinden ayrılamaz. Daha doğrusu genellikle birini diğeri sayesinde anlarız; anlamı referans, referansı da anlam sayesinde anlarız.  Anlamlı bir  kelimenin ve cümlenin referansı vardır. Referans kelimenin kullanılma ve cümlenin  söylenme nedenidir.

Referansın dışındaki her şey, psikolojidir. Referansı olmayan her şey, sübjektif tasavvurdan ibarettir ve dil felsefesinden elenmelidir. İdeler, bizim ve nesneler arasına giremez; gösterge ve belirttiği nesne arasında kurulan doğrudan ilişki dışında hiçbir anlam yoktur.

Referans çok farklı türde kelime ve kelime gruplarıdır. Kelimelerle referansta bulunarak pek çok şeyi ya da durumu belirtiriz. Referans açısından baktığımızda kelimelerin anlamı yoktur; sadece referansları vardır. Referansları olan kelimeler cümlede bir araya gelerek cümlenin anlamını oluşturur. Kelime “Dikkat!”, “heyelan!”, “Yavaş!” gibi örtük bir cümle değilse ne bir şey bildirir ne de bir şey yaptırır. “Yeşil”, “Yürümek”, “usul usul”, “masa”, “kitap” bunların anlamı yoktur. Bunlara yüklediğimiz anlam bildiğimiz benzer nesnelerin  ortak özelliklerinden hareketle varsaydığımız soyut bir şeydir; hiçbir şeyin betimi değildir; hiçbir şey yaptırmaz.  Bu nedenle kelimenin anlamı nedir? yerine bunun referansı nedir?  diye sormalıdır. Kısaca söylersek, kelimeler sabit ve dayanıklı nesneleri oluşturan hareketli atomlar gibidir; sadece referanstır; ama cümlenin temel taşıdır.

Kelimenin referansı, dünyadaki  veya kültürdeki objedir; durumdur, niteliktir, eylemdir yani özneller arası realitenin, ifade tarafından belirtilen bir parçasıdır. Referansı olan kelimeler bir ide değildir; fakat göstergedir; dil dışı bir realitedir. Kelimelerin yani göstergeler     hepsinin bir anlamı olmasının nedeni kendilerinden başka bir şeyi gösteren semboller olmalarıdır. Kelimeler reele ilişkin ögeyle saf bir deiktik ilişkiyi empoze eder. Aynı şekilde fizik bir nesne, soyut bir nitelik ya da bir fiktif varlık referans olabilir.

Referansı olan kelimeler bir ide değildir; fakat göstergedir; dil dışı bir realitedir. Kelimelerin yani göstergelerşn hepsinin bir anlamı olmasının nedeni kendilerinden başka bir şeyi gösteren semboller olmalarıdır. Kelimeler reele ilişkin ögeyle saf bir deiktik ilişkiyi empoze eder. Aynı şekilde fizik bir nesne, soyut bir nitelik ya da bir fiktif varlık referans olabilir.

Referans göstergenin yani kelimenin  ve cümlenin dil dışında bir nesneye, olguya, niteliğe, duruma, eyleme göndermesidir. Referansta bulunma; dilin asıl niteliğidir. Dil referansta bulunmak için icat edilmiştir. Referans gerçek bir nesne değildir; nesneyle ilişki kurma eylemidir. Referans:  

1        Doğal nesne olabilir: Ay dünyanın uydusudur.

1.      Bir olgu olabilir: “Heyelan nedeniyle yol kapalıdır.”

2     Kültürel değer olabilir: “Kurban bayramı her yıl 11 gün erken kutlanır.”

3 İmgesel bir nesne olabilir: “Ekvatorun uzunluğu kırk bin kilometredir.”

Öbür yandan referans

a)      Ad olabilir:

A1) Ad tek bir kelime olabilir: Bu kitap oldukça pahalıdır.

A2) Ad Bileşik olabilir: Mor boyalı ahşap kapının kilidi bozuldu

b)      Özel ad olabilir: Sokrates Platon’un hocasıdır.

c)      Olay olabilir: Hastalığı uzun sürdü. 

d Soyut bir düşünce olabilir. “Matematik hocası bugün Pythagoras teoremini anlattı.”  

       e)   Nitelemeye yarayan ifadeler olabilir: Örneğin Uşak ilindeki kanyonu nitelemek için “Dünyanın ikinci en uzun kanyonu.”     

      (f) Zarf olabilir: “Dışarıda kar yağıyor.”

 (g)  Sıfat olabilir: “Bu resimde mavi hakimdir.”

 (h)  Fiil olabilir: “Onun gidişine üzüldüm.”

Sıfat olan referans yüklem özelliğini; fiil olan referans ilişki özelliğini yitirmez.

(g) ifadesini “Bu resimde renklerin çoğu mavidir.” Şeklinde yazarsak rengin yüklem;

(h) ifadesini “Üzüldüm; çünkü o buradan gitti.” şeklinde yazarsak ilişki özelliğini görebiliriz.

Bir referansın soyut olması, onun tasavvur olduğu anlamına gelmez; anlamını sübjektifleştirmez. Bütün soyutluklarına rağmen soyut düşünceler de objektiftir ve değişmez. Örneğin pi sayısı bir referanstır. Bu sayı tıpkı doğal nesneler gibi, bizim onu bilememizden ya da bilmeyişimizden bağımsız olarak vardır. Bu sayının Arkhimedes tarafından keşfi tıpkı Amerika Kıtasının bulunuşu gibi bir keşiftir.

Referans uylaşımsaldır yani herkes tarafından açık ve kesin olarak neden söz ettiği bilinir. Çünkü dili öğrenmenin ve iletişimde kullanmanın en temel koşulu referansı tanımakla olur. Dili öğrenmek referansı öğrenmektir. Her tür bildirim ve yaptırım sözcesi referansı içerir. Referansı anlayan, konuşanın maksadını da anlar. Referans değiştiğinde cümlenin anlamı da değişir.

Doğru bir referans dilin kullanım kurallarına hakim olmayı ve referansta bulunduğumuz şey hakkında doğru bilgilere sahip olmayı gerektirir.

a)      Su yüz derecede yeşerir.

Bu sözcede “yeşermek” fiilinin kullanımı yanlıştır.

b)      Nöronların ateşi çok olunca daha fazla ileti taşır.

Bu sonuncuda nöron ateşlenmelerine dair yanlış bilgi vardır.

Anlamı olan her ifadenin bir referansı vardır. Referansı olan kelimeler bir ide değildir; idelere referansta bulunamayız. “Mutlak düşünmenin en yüce ereğidir.” Buradaki “mutlak” idedir; ide doğrudan deneyimine sahip olmadığımız bir kavramdır. Referansta bulunduğumuz şey doğada ve kültürde var olan bir gerçekliktir; dil dışı bir realitedir.

Asıl anlamda özel adlar referanstır.  Özel ad bir şeye verilir ve doğrudan, derhal hazır olan bir realiteye başvurur. Örneğin “Özal”, “Turgut Özal” bireyini belirtir; doğrudan bir kişiye ya da nesneye başvurur. Fakat genel adlar da referans olabilir. Ona göre genel bir adın referansı, kavramdır.

Özel adların referanslı kullanımının üç özelliği vardır:

       1. Objenin varlığı:  Özel adın referansta bulunabilmesi için öncelikle referansta bulunduğu obje var olmalıdır ve bu objenin betimsel özellikle hakkında söylenenler doğru olmalıdır. 

2. Betimsel sözcelerin  bazılarının doğruluğu:  Özel adı kullanmanın zorunlu koşulu en azından bu özelliklerden bazılarının doğru olmasıdır.

3. Objenin bazı ayırt edici özellikleri olmalıdır:  Bir özel adın referans olarak kullanılması şunu varsayar. Referansla belirtilen objenin bazı ayırt edici özellikleri vardır.

Referans sadece tam cümleyi oluşturan ifadelerde fonksiyoneldir. Tam cümlede yer almıyorsa hiçbir ifade referans değildir. Örneğin “Bir insandır.”   “Sokrates bir insandır.”da referanstır;  tek başına “bir insandır” referans değildir.

Referansın yokluğu cümleyi anlamsız yapar. Örneğin “Baldıran içtikten sonra arkadaşlarıyla vedalaştı.” Sözcesi referansı olmadığından, anlamsızdır. Bu cümle “Sokrates baldıran içtikten sonra arkadaşlarıyla vedalaştı.”  şeklinde yazılırsa anlamlı hale gelir.

Referansın en basit ve ilk hali göstermedir. “Bu…dır.” Gösterme yoluyla referansta üç aşama vardır:

1 Muhatabın işaret edilen şeye yönelmesi

1        Onunla duyu organları yardımıyla ilişki kurması

2        Onun hakkında bir imge edinmesi.

Bu süreç tamamlandığında referans gerçekleşmiştir.

 

Referans bir ortak payda değildir; matematik bir dille ifade edersek  sayı eşitliği gibi görülemez. Örneğin “Platon’un hocası”, “baldıran zehri içirilerek öldürülen Yunanlı”, “Kendini bil!”i ilke yapan filozof” ifadelerinin ortak referansı Sokrates’tir.” denemez.  Çünkü bir kişi Sokrates adını bilmeyebilir ve bunların her birinin ayrı ayrı şahıs olduğunu düşünebilir. Bu durumda söz konusu ifadelerin ortak referanslarının Sokrates olduğu söylenemez.

Ortak referansın Sokrates olduğunun bilinmesi durumunda

ifadelerin her biri üç farklı şekilde kullanılır:

A “Sokrates, Platon’un hocası..” şeklinde ada ekleme;

B  “Platon’un hocası olan Sokrates”  ifadesinde sıfat fiil;

C “Sokrates, Platon’un hocasıdır.” Cümlesinde yüklem  olarak kullanılır.  

İlk iki kullanımdaki Sokrates, Platon’un hocası..”  ve  “Platon’un hocası olan” ifadelerinin bildirim açısından bir değeri yoktur; sadece referansın anlaşılmama olasılığı düşüncesiyle yapılan açıklamadır. Üçüncü kullanımda ise Sokrates gerçek bir bildirim sözcesidir.

Açıklamalarımızın bu aşamasında şu hayati soruyu soralım: Tıpkı kelimeler gibi cümlelerin de referansı var mıdır? Bize göre cümlelerin referansının olması mümkün değildir. Çünkü cümleler kelimeler ve özel adlar gibi gösterge değildir; referansları olan göstergelerin bir kombinezonudur. Göstergelerden yani kelimelerden  oluşan bir entitenin kendisinin de bir gösterge olması çelişkilidir.

Öte yandan göstergelerin fonksiyonu ve cümlenin fonksiyonu arasında da fark vardır. Göstergelerin fonksiyonu doğrudan işaret etmek, cümlenin fonksiyonu ise bildirmek ve yaptırmaktır. Cümleyle bir şey bildiririz veya yaptırırız. Cümlenin bu fonksiyonu yerine getirebilmesi için anlamlı olması gerekir. Referansta işaret ne ise cümlede de anlam odur. Kısaca söylersek, cümleler referansta bulunmaz.  Göstergelerin referansı, cümlenin anlamı vardır. Ancak şunu da ekleyelim: Referans gibi anlam da uylaşımsaldır.

Anlamı referansları uylaşımsal göstergelerin fonksiyonu diye nitelemiştik. Bu açıdan baktığımızda analitik denen cümlelerin gerçekte cümle olup olmadıkları problemi ortaya çıkar. Bizim bakış açımızdan şu ortaya çıkar:  “Kar beyazdır.” “Balina memelidir.” gibi sözceler gerçekte cümle ya da yargı değildir; çünkü kendilerini oluşturan göstergelerin fonksiyonu olamaz. Bu nedenle bu sözceler Kar birikti.” “Balina gemiye çarptı.” Gibi anlamlı sözcelerin  analitik cümleler izole göstergeler gibidir. “Bir cümle türü gibi görülmeleri doğru değildir.

 

Burada şöyle sorabiliriz: Referansın aktüel olması zorunlu mudur? Örneğin Günümüz Fransa’sının kralı keldir.” Gibi bir cümlenin referansından söz edebilir miyiz? Cevap şudur: Bu soruya koşullu olarak evet diyebiliriz. Koşul da konuşanın yaşadığı dönemde fiilen bir kralın olması gerekir. Eğer cümle 1700’lü yıllarda kurulmuşsa, kesinlikle doğru veya yanlış olan bir referansı vardır. Oysa günümüzde bir kişi bunu söylemişse bu cümle doğru da yanlış da değildir. O nedenle referansı yoktur. Geçmişten söz eden her sözce referanssız değildir. Örneğin “İstanbul 1400 yılında henüz fethedilmemişti.” Bu cümlenin referansı doğru olan bir olgudur yani İstanbul’un söz konusu tarihteki doğru bir durumunu ifade eder. Sonuçta referansı vardır.

Öte yandan nesnel bir durumdan söz ediyor gibi görünen bir takım ifadeler de referansızdır. Örneğin “Güneş sisteminin on beşinci gezegeni” “En büyük kare”, “Excalibur’un keskin bir ağzı vardır.” ifadeleri  böyledir; çünkü onlar hiçbir şeyle ilişkili değildir.

İnanç objelerine, mitolojik olaylara ve fiktif varlıklara da referansta bulunabiliriz. Çünkü dilin bunlara ilişkin kelimeleri kültürel olsalar da uylaşımsaldır. Örneğin keloğlan az veya çok farklarla bir resim dersinde öğrenciler tarafından hep aynı şekilde çizilir. Bu demektir ki, bir fiktif varlığın referans olabilmesi için kolektif tasavvura sahip olması gerekir. Kısaca söylersek şu ya da bu özelliğe bir şeyin bulunduğunda sosyal uylaşım varsa, bu şey vardır; ister atom, isterse Tanrı olsun, bu terimin kullanımı meşrudur.

Anlamlı;  fakat referansı olmayan hiçbir sözce yoktur. Bir sözce anlamlı ise referansı olmalıdır; bilinebilir referansı yoksa sözce değildir. Özel ad olsa bile tek  sözce, ister yalın isterse tamlama şeklinde olsun, anlamlı cümle dışında referans  değildir. İstanbul, Uludağ,  kapının mor rengi vs. gibi tekil objeler referans değildir; onların sadece tasavvurları veya çağrışımları vardır; referans tasavvur edilebilen değil, imgelenebilen nesnedir. Tasavvur ve çağrışım kişiseldir, psikolojiktir; oysa imge kolektiftir. Kolektif imge en yalın ifadesiyle resmi çizilebilen şeydir. Bir objenin imgelenebilmesi için olgu ve iletişim durumunu bildiren bir sözcede kullanılmaları gerekir.  Örneğin “uçan halı” imgelenebilir; ama tasavvur edilemez. Sonuçta kolektif fiktif ifadeler referanstır.  

Burada önemli bir sorunu ortaya koyalım: Referans ifadelerinde doğruluk değeri mi yoksa fonksiyon değer mi asıldır? Cevap şudur: Referansın temel özelliği doğru olmaları değil, fonksiyonel olmalarıdır. Doğruluk konusunda Austin gibi düşünüyoruz. Doğruluğun sözcelerin özellikleri değil; kişinin tutumunun ifadesi olduğunu düşünüyoruz. Örneğin “Çocuk vazoyu kırdı.” sözcesini alalım. Burada “doğru” ifadesi, sözceyi duyanın “Bunu onaylıyorum.” Anlamındadır. Eğer vazo kırılmamışsa   söylenen “yanlış” onaylamıyorum demektir. Buradan hareketle diyebiliriz ki, cümle olan referans ifadelerinin doğruluk değeri değil fonksiyonel değeri vardır. Bu fonksiyonda dinleyene anlayabileceği bir şey anlatmaktır.

Referansın özelliği doğrudan gönderme olmasıdır. Dolaylı bir referans olamaz. “Ahmet eşini kaybetmesine üzülüyor.” “Yaşlı bayan koronaya yakalanmaktan korkuyor.”; “Öğrenci sınavdaki başarısına seviniyor.”  “Yazar kitabının iki ay sonra yayınlanmasını umuyor.”;  “Müşteri satıcının doğru söylediğine inanıyor.” gibi katarım sözcelerini düşünelim ve şunu soralım: Bu ifadeler dolaylı referans gibi kabul edilebilir mi?  Buna hayır demek zorundayız. Bu ifadeler önerme değil, önermesel tutumdur. İnanıyor ki, umuyor ki, üzülüyor ki, sanıyor ki, gibi ifadeler önerme ekidir ve  eşini kaybetme, sınavda başarılı olma, kitabın yayınlanması vs. önerme içeriğidir. Görüldüğü gibi önermesel tutumlar heterojendir. O nedenle önerme değildir. Önerme olmadıklarından bir cümle referansı özelliği taşımazlar. Önermesel tutumları bütün yönleriyle  ileride ele alacağız. O nedenle şimdilik önermesel tutumların referans  olamayacaklarını söylemekle yetinelim.

Bir dilin terimleri neye referansta bulunur? Veya doğru yüklemleri nelerdir? Bu, aktüel ya da potansiyel empirik verilerden hareketle kolayca söylenemez; çünkü lengüistik davranışlar çok farklıdır ve onların referansları “dışarı”dan belirlenemez.

Referansı olgu ifadelerinden ibaret değildir. Referans kullanımdır. Örneğin şu cümleleri düşünelim.

(1)   Ali Ahmet’le karşılaştı.

       (2) Ali ekonomik güçlüklerle karşılaştı.

        (3) Hasan Ayşe’ye çiçek verdi.

        (3) Hasan Ayşe’yi dinlerken tüm dikkatini verdi.

(1) ve (3) nolu sözceler olgu sözceleridir ve referans cümlesidir. Bunda kuşku yoktur.

Fakat (2) ve (4) nolu sözceler olağan anlamda olgu sözceleri değildir.   Bu sonuncu sözceler olağan anlamda olgu sözceleri olmasalar da referans sözceleridir. Çünkü “ekonomik güçlükle karşılaşmak” “dinlerken tüm dikkatini vermek” belli bağlamlarda ve durumlarda kullanılan ifadelerdir. Eğer Bunların sözünü ettikleri durumları açıkça bilebiliriz. O nedenle  (2) ve (4) nolu sözceler de referans sözceleridir. 

Referansla ilgili bir hususa dikkat çekmek istiyorum. Referans kullanımdır. Bu kullanımın empirik doğrulukla ilgisi yoktur. Referans diye kullanılan her kelime uylaşımsal ise, referanstır. “Çelişme yasası sarıdır.”, “İnsanın genleri gül gibi kokar.” Sözceleri uylaşısal değildir. Bu nedenle referans olamaz.

Referansın göstergesinin Referansın doğru olmasıyla özdeş değildir; bir referansın sonradan yanlış  olduğu ortaya çıksa bile, yanlışlığı ortaya çıkana kadar referans özelliğini kaybetmez. Örneğin Kopernikus’a göre gezegenlerin yörüngeleri daireydi.

Fransız astronom Le Verrier: Güneşle Merkür arasında, Merkür’ün hareketlerini etkileyen Vulkan (Kızıl  Gezegen) adını verdiği bir gezegenin varlığına inanıyordu.”

Oysa sonradan anlaşıldı k, gezegenlerin yörüngesi daire değil; elipstir; Vulkan bir gezgen de yoktur. Bu iki durum yine de Kopernikus’un ve Le Verrier’nin ifadelerinin referanssız olduğu anlamına gelmez. Elips yörünge ve Kızıl Vulkan bir kullanımdır ve referanstır.

Dilin bütün kelimeleri referansın referansı yoktur. Ben, şimdi şurada, bu, şu gibi göstericiler de referanstır. Ancak “veya” “ise”, “o halde”, “ancak”, “yalnız”, sadece,  “fakat”  gibi sinkategorematikler  referans değildir.

 

Dil felsefesinde önemli keşiflerden biri belirsiz betimlerdir. Belirsiz betimler örneğin bir insan, herhangi bir insan, birkaç insan, her insan, tüm insanlar  gibi ifadelerdir. Burada şöyle sorabiliriz: Be lirsiz betimlerin referans mıdır? Buna “kesinlikle “evet” diyoruz. Çünkü referanslar betim değildir; gösterge ile işaret ettiği şey arasında kurulan doğrudan bir ilişkidir.

Belirsiz betim sözcelerinin referansının “Dünyanın Güneş etrafında dönmesi”nin referansından farkı yoktur. “Salonda birkaç kişi vardı.” Sözcesi şu şu durumda şu cinsiyette şeklinde betim olmasa da salonda olan kişilere gönderir.

  Referans şu ya da bu sözcenin anlamının bileşeni; anlamın arkasında duran; ulaşabildiğimiz ya da ulaşamadığımız bir şey değildir.

Referans, cümlenin kendisiyle ya da bölümlerinden biriyle bir eylemi gerçekleştirdiğimiz; etkinlikte bulunduğumuz bir şeydir. Eylem dilin belli bir kullanımında yaptığımız bir şeydir. Bir sözcelemenin bir eylem olması zorunlu olarak bir referansı olmasını gerektirir. Her referansın bir yönelimi vardır. Yani referansın referansta bulunduğu şey bellidir. Hem referansı olan bir sözceleme olmak hem de referansı başarısız ya da eksik olmak çelişkilidir.

Sözde süjeler ya da gramatikal süjeler reel bir referansa sahip değildir. Cümlenin ya da cümlenin bir bölümünün anlamlı olması, belirli bir dilde, kendilerini diğer cümlelerden ya da cümlelerin diğer bölümlerinden ayırt eden tümüyle uzlaşımsal, çok genel kullanım şartlarına sahip olmalarına bağlıdır. Cümlenin sözcelenmesi, reel, tarihi ve bağlamı belli bir olaydır. Onun durumları vardır.

 

 

Referans, konuşan tarafından gerçekleştirilen bir edimdir. Konuşan kişi bir entiteye referansta bulunduğunda entitenin var olduğunu varsayar; ama var olduğunu iddia etmez.

Lengüistik bir edim olarak referansın arkasında inanç vardır. Her referans bir inancı içerir:

Eğer bir kişi cümleyi ciddi olarak sözceliyorsa, bu sözce belli bir anlamda bir olgunun varlığına inandığını açıkça kanıtlar.

Referanstaki inanç sadece “inanıyorum” şeklindeki bir lengüistik edim değildir; ayrıca zihinsel bir edim olarak bir inanç’tır. Referansta bulunarak yaptığım şey, zihnimde olup biten şeyden, inanç eyleminden ayrılamaz. Referansta bulunma edimi hiç de bu inancı betimlemeden ibaret değildir; fakat bu edim bir inancı belirtir.

Referans için kullanılan uylaşımsal ifadeler üç gruptur:

1 Sözcelemelerin bağlamına bağlı olan ifadeler. Örneğin Ben, onlar, “…in yazarı”, “Türkiye’nin …ci/cu-cü  cumhurbaşkanı” .

2. Hangi tür nesnelere uygulanacağı konusunda az veya çok uylaşım olan ifadeler. Bunları betim derecesi en yüksek olanları özel adlardır. “O”nun, minimal bir betimsel bir anlamı vardır. “yuvarlak masa” gibi ifadeler maksimum betimsel bir anlam taşır. Fakat “kirli” ve büyük harfle yazılan “Yuvarlak Masa” gibi ifadeler orta derecede betimdir.

3.

a. Referans ve yüklemesi uylaşımsal kurallarca yönetilen, doğru kullanılan referans ifadeleri: En az betimsel olanı zamirler ve en çok betimsel olanı nesne adlarıdır.

b. Genel değil de özel uylaşımsal göndergesi olan ifadeler. En çok bilinen özel adlar bu kategoriye girer.

Referansın Gücü

Referans sayesinde anlamı belirleriz; herhangi bir söylemin gücünü  biliriz. Referans gücü tam anlaşılıyorsa başarılıdır;  değilse başarısızdır. Örneğin “Gökyüzü” gökyüzünü düşünmemizi sağlıyorsa başarılıdır; değilse başarısızdır;  “Geç kalmamak için acele etmelisin.” dinleyen tarafından anlaşılmışsa başarıdır anlaşılmamışsa başarısızdır. 

 

Referans, kelimenin ya da cümlenin objektif olarak belirttiği şeydir. Referansı dile getirebiliriz ve hep aynı şekilde anlarız; diğer deyişle referans, kelimenin ya da bir ifadenin objektif olarak belirttiği şeydir. Önermenin gücü, referansıdır. Bunun anlamı şudur: Referansa sahip olan, ilkin bir şey yaptırma gücüdür.   Önerme sadece türemiş bir anlamda referansa sahiptir. Objeyle ilişkili olan özel ad değil; fakat özel adın anlamıdır.

 

Referansı belli olan bir ifade ya da önerme belli bir etki gücüne sahiptir. Bu yüzden de performatiftir. Performatif ifadeler, semantik-sembolik bir özellik taşır yani anlamlı ve gramere göre düzenlenen kelimelerden dizisinden oluşur; potansiyel olarak bir şeyi yaptırma gücüne sahiptir. Bu potansiyel güç performatif ifadeye önceden yerleştirilmiştir; ifadede, daha telaffuz edilmeden önce bulunmaktadır ve iletişimde ortaya çıkar 

Austin’in performatif ifadeleri ya da önermeleri keşfi, referans ve etki gücü arasındaki yapay ayrımı ortadan kaldırmıştır. Austin sayesinde şunu anladık: Referansı belli olan bir ifade ya da önerme belli bir etki gücüne sahiptir.

Performatif sözcenin kaynağı olan kişiye iki yolla referansta bulunabiliriz: Sözlü ifadede ve yazılı ifadede. Sözlü ifadede referans, sözcelemeyi yapanın, “o” zamiriyle işaret ettiği şeydir; yazılı ifadede ise metnin sonunda imzası olan kişidir; çünkü yazılı metinlerde söylemeyi kaynağına doğrudan bağlayan başka bir referans biçimi yoktur.

Referans konuşanların yönelimli söz edimidir; kişi kelimeleri ya da diğer ifadeleri sözceleyerek referansı gerçekleştirir.

Konuşanlar böylece kavramlar aracılığıyla nesnelere referansta bulunurlar ve yüklemleri ifade ederler.