Gerçek Kelimesinin Analizi
Austin bu kelimenin analizini
yapmadan önce şu tespitte bulunur: “Gerçek” dilimizde çok sık kullanılmakla
birlikte; pek de doğru kullanılmayan bir kelimedir. “Gerçek”in aydınlatılması
bundan türeyen bir ad olan “realite”nin doğasını anlamaya da yardım edecektir.
Austin ve “gerçek” kelimesini Langage
de la perception adlı kitabının 7. kısmında analiz eder. Önce bu
kelimeyle ilgili bir duruma dikkat çeker: Kelimenin isim, zarf ve sıfat olarak
yani “gerçek” “gerçekten” “gerçek biçim” gibi kullanımlarının sık sık kontrolsüz
oluşuna işaret eder.
Austin’e göre başlangıçta şu iki
şeyi anlamak çok önemlidir:
1. “Gerçek” normal bir kelimedir ve
bir neolojizm yani yeni türetilmiş değildir. O, sadece uzmanların kullandıkları
teknik ve özel bir kelime de sayılamaz. Bu nedenle gerçek anlamını gündelik
dilimizde kazanır; Onun yerine başka kelime koyamadığımız gibi, onu gelişi
güzel de kullanamayız. Onun gündelik dilde pek çok durum için doğru olarak
kullanırız. Bu demektir ki, “gerçek”in gündelik dilde uylaşımsal ve çok yaygın bir
kullanımı vardır. Onun anlamı çok iyi belirlenmiştir.
Metafizikçiler genellikle herhangi
bir kelimeye herhangi bir anlamı verebileceklerine inanırlar. Bu “gerçek”
kelimesi için de geçerlidir. Bir kelimenin anlamını kendine göre belirleme gücü
veya yetkisi
tam anlamıyla bir humpty dumpty
dir.*
“Maddi nesne” gibi sadece
filozofların kullandıkları bazı ifadeler vardır. Onlar örneğin “bilmek” ve
“kesin” gibi kelimeleri bizden farklı anlamaktadırlar. Onlara göre bu tür
kelimelerin akla uygun bir anlamı vardır. Fakat dilin analiziyle anlamaktayız
ki, onların kullanımları kesinlikle yanlıştır. Biz, filozoflar gibi yapmayız;
pek çok kelimeyi uylaşımsal olarak kullanırız. Bu, hiçbir zaman göz ardı
edemeyeceğimiz bir durumdur.
Austin şunun altını çizer: Felsefede
bir kelimenin doğru mu yoksa yanlış mı kullanıldığı belirlediğimizde görevimiz
bitmiş değildir. Her şeyi bulduğumuz gibi bırakmak zorunda değiliz. Olguları
bulduğumuz haliyle bırakmak için hiçbir nedenimiz yoktur. Gözlemlediğimiz
olguları, olgularla kelimeler arasındaki ilişkileri düzenlemek, tabloyu yeniden
gözden geçirmek, kelimeleri kullanım haritasını çizmek, sınırlarını belirlemek,
gerekli ayrımları yapmak ve farklarını göstermek de zorundayız. Bütün bunlar
gündelik hayatta her zaman yaptığımız eylemlerdir; doğal eylemlerdir ve keyfi
değildir.
Yine de üç şeyi hatırımızda
tutmalıyız:
a) Gündelik dildeki kelimelerimizde
var olan bu ayrımların oldukça uzun bir geçmişi vardır ve oldukça da
ayrıntılıdır. Onlar keyfi olarak da yapılmamışlardır.
b) Onlara ilişkin bir düzenleme
yapmadan önce hangi tür kelimeleri söz konusu etmemiz gerektiğini görmeliyiz.
c) Kelimelerin anlamlarındaki küçük
değişikliklerin betimlerde büyük, önceden görülemez, bozucu etkileri olacaktır.
Bu değişikliğin neden olduğu durumu düşünmek kolay değildir, bu nedenle
değişikliği onaylamak ve gerekli görmek imkânsızdır. Değişikliği yalnız
kelimelerin yanlış kullanıldıklarını gördüğümüzde yapma hakkımız vardır. Öte
yandan filozofların kullanımlarına da güvenemeyiz ve bu kullanımların neden
oldukları hataları da önemsiz de göremeyiz. Bu ihmal anlamın bozulmasını
meşrulaştırır. Örneğin “gerçek”ten söz etmeye çalıştığımızda gündelik dildeki
kullanımlarımızı küçümseyemeyiz. Ancak bu “doğru kaymak değildir.” gibi yanlış
kullanımlarımızı fark etmemize de engel değildir. Bu tedbir “doğru kaymak”
olmayan her şey beyinsel süreçlerimin bir yan ürünüdür.” (sous-produit) diye
düşünmeme de engel olur.
2. Austin’in göz önünde tuttuğu bir
başka durum da şudur: “Gerçek” kelimesi “normal” bir kelime değildir; “sarı”,
“at”, “gezinti” gibi kelimelerin tersine çok istisna kelimedir. Onun tek,
basit, özel ve sabit bir anlamı yoktur. Bu kelime farklı anlamlarının bir
koleksiyonuna da sahip değildir; fakat kapalı ve belirsiz de görülemez.
Bu tür kelimeler az da olsa bizi
şaşırtır. Austin bunu açıklarken içinde kriket kelimesi geçen şu cümleleri
düşünmemizi ister: “Kriket topu”, “kriket sopası”, “kriket bayrağı”, “kriket
oynamak için uygun zaman”. Şöyle bir kişi olsun: Onun kriket hakkında hiçbir
bilgisi olmasın; kriketle ilgili hiçbir olguyu gözlemlemeden önce bütün
dikkatini “sarı”nınki gibi bir kelimenin normal kullanımına versin. Bu kişi
kriket topunu, sopasını, sahasını ve maç süresini gözlemleyebilir ve bütün
bunların ortak noktalarını ortaya çıkarmaya çalışabilir; “kriket” terimini
bütün bunlara yükleyebilir. Fakat o, “kriket” kelimesinin “sarı” gibi yani bir
renk olduğunu düşünerek bu kelimenin geçtiği terimlerin anlamını kavrayamaz ve
şu sonucu çıkarabilir: “Kriket, doğal olmayan, normal yollardan deneyimleyemediğimiz,
sadece sezgiyle kavrayabildiğimiz bir niteliktir. Austin bu çıkarımını
doğru bulmayacakların olduklarını da düşünerek şöyle der: Bu görüşüm size saçma
mı görünüyor? O zaman filozofların “iyi” hakkında söylediklerini hatırlayın.
Onların pek çoğu “gerçek ördekler”, “gerçek kaymak” ve “gerçek ilerleme” gibi,
nesnelerde ortak ve bildiğimiz bir niteliği belirlemeyi başaramazlar. Onlar
“gerçek” yerine realiteden söz ederler ve realitenin de sadece akılla kavranan a
priori bir kavram olduğunu iddia ederler.
Austin’e göre gerçeğe ilişkin
konuşma biçimimiz ve gerçeğe ilişkin inancımız birbirinden ayrılmaz; filozofun
kendini realist diye nitelemesinin anlamı yoktur. Realizm konusundaki
tartışmalar skolastik bakış açısının ürünüdür ve düşünce despotluğudur.
Baştan beri şu konuda uyuşmak
gerektiğini hep söyledim: Realist olmak yani nesneleri ya da maddi şeyleri
algılama tarzımıza ilişkin doktrin kabul etmek zorunda değiliz. Böyle bir
doktrin, karşıtı kadar Skolastiktir ve yanlıştır. Maddi nesneleri ya da duyulur
nesneleri nasıl algılıyoruz, sorusu kuşkusuz çok basittir; fakat yanıltıcıdır
(…) Kavranacak en önemli şeylerden biri şudur: Duyulur veri ve maddi nesneler
terimleri birbirinin sırtından geçinir. Yanlış olan bu terimlerden biri
değildir; bu bizzat antitezdir.
Austin göre gerçeğe ilişkin
algımızın doğasını araştırmak yerine şu soruların cevabını araştırmalıyız:
“Şurada gerçek bir saka kuşunun olduğunu nasıl bilebilirim veya nasıl bilirim?”
“Nasıl biliyorsun?” sorusu bazı bağlamlarda sadece kuşkuyu gidermek için
sorulur
“Fakat gerçek midir?” kuşkusunun
ya da sorusunun her zaman özel bir nedeni vardır ya da olmalıdır. Bunun gerçek
olmadığını, böyle bir deneyimin yanlış olduğunu telkin eden bir şey olmalıdır.
Bu sebepler bu şeyin realitesinden kuşku duymayı gerektiren özel biçimin ya da
biçimlerin bulunması demektir. Bu biçim ya da biçimler şu deneyimin ya da bu
objenin bozulduğunu telkin eder. Bazen bağlam, hipotezin doğası konusunda
hiçbir kuşkuya yer vermez. Saka kuşu içi doldurulmuş ölü bir kuş olabilir;
fakat bunun bir mucize olduğunu söyleyemeyiz. Eğer Bağlam kuşkuyu gidermezse o
zaman şöyle sorma hakkına sahibim: “Ne demek istiyorsun?” “Bunun sahte
olabileceğini mi demek istiyorsun?” Kurnaz metafizikçi söyle sorar: “Bu bir
gerçek masa mıdır?” O, bu sorusuyla gerçek masanın ne olduğunu ne betimler ne
de açıklar. Filozof “gerçek” kelimesini maddi dünyada ya da maddi objelerde
rastlanmayan tümüyle derin ve gizemli bir şeyin özelliği olarak anlar. Oysa
gerçeği anlamak için neye karşıt olduğunu bilmeliyiz.
Austin relle ilgili soruları iki
kategoride ele alır:
1. Kuşkuyu gideren sorular
2. Ayrıntı merakını gideren
sorular.
Austin’in “gerçek” kelimesini
analiz ettiği bölümde şimdiye kadar söyledikleri, bir giriştir. Bu belki bize
uzun gibi görünen; ama onun açısından çok gereklidir. Bu ön açıklamalardan
sonra Austin, “gerçek” kelimesini aydınlatırken karşılaştığımız güçlüklere
değinir. Bunu yaparken en doğal ve anlamı çok açık bir kelime seçer: “Gerçek
renk”. Ondan sonra şöyle sorar: Bir şeyin “gerçek rengi” nedir? Bunu az veya
çok güvenli biçimde şöyle cevaplayabiliriz: Bir şeyin gerçek rengi, normal ya
da değişmeyen bir aydınlık durumlarında normal bir gözlemcinin gördüğü renktir.
Bir şeyin gerçek rengini keşfetmek için, o zaman yalnız belli koşullarda gözlem
yapan kişi olmalıyız.
Austin daha sonra şu üç durumu
varsaymamızı ister:
a) Üçüncü bir kişinin düşüncesini
de dikkate alalım. Bu kişi şöyle desin: “Bu, saçın gerçek rengi değildir.” Ona
şöyle diyebilir miyim: Normal aydınlık koşullarında bakarsanız, saç renginin
böyle olmadığını anlarsınız? Açıkça bunu demek istemem. Demek istediğim şudur:
Saç boyalıdır;
burada aydınlığın normal ya da anormal olması söz konusu değildir. Bir kişinin
saçının renginin gerçek rengi olmadığını söylediğimde bununla “saç rengi” ve
“ortamın aydınlık durumu” arasında bir bağ kurmam; fakat bir iplik dükkânında
bir yün yumağına bakıp “Bu, yumağın gerçek rengi değildir.” dersem, şunu
söylemiş olurum. “Yumak gün ışığında bu renkte değildir.” Öte yandan bu
ifadeyle şunu da demiş olabilirim: “Yumak solmadan önce bu renkte değildi.” Bu
farklı anlamların olasılığı göstermektedir ki, siz benim ne demek istediğimi
kullandığım kelimelerin bilgisinden den hareketle anlayamazsınız. Tartıştığımız
konunun boyalı nesneler sınıfıyla ilgili olup olmadığı bilmek önemlidir.
b) Varsayanız ki, rengi çok parlak
ve derin sularda yaşayan bir balık türü vardır. Size şöyle soruyorum: Bu
balığın gerçek rengi nedir? Bir balığın derin sudaki rengi mi, ağdan çıkarılıp
tezgâhı konduğundaki rengi mi ya da tezgâhta uzun süre kaldığı için solan rengi
mi gerçek rengidir? Bunu söylemek kolay değildir.
Şunu da varsayınız: “Sakarinin gerçek
tadı nedir?” Çay fincanında bir sakarin tableti eritiyorum ve çayı
tatlandırdığını keşfediyorum. Fakat erimemiş bir tableti yalıyorum ve tadını
acı buluyorum. Şimdi soruyorum: Sakarin gerçekte tatlı mıdır? Acı mıdır?
c) Gökyüzünün Güneşin, ayın veya
bukalemunun gerçek rengi nedir? Şöyle diyebiliriz: Batan güneş bazen kırmızı
görünür? Oysa güneşin gerçek rengi nedir? Güneş için normal aydınlık koşulları
nelerdir?
d) Noktalarla yapılan bir çayır
resmini düşünün; ressam yeşil algısını resmin bütününde uyandırsa da tablo mavi
ya da sarı noktalardan oluşabilir. Bu tablonun gerçek rengi nedir?
e) Bir imgemizin gerçek rengi
nedir? Bunu söyleme güçlüğümüzün nedeni bir imgenin renginin neye karşıt
olduğunu bilemeyişimizdir.
Bütün bu örneklerden hareketle ortaya
çıkan sonuç şudur: “Gerçek” kelimesinin rengi nitelemek için kullanımı doğru
değildir; çünkü tüm durumlar için değişmez bir gerçek renk yoktur; en fazla
şunu diyebiliriz şu ya da bu şey şimdi şu renkte görünüyor.
Austin’in renklere dair bu belirsizliğinden
sonra “biçime uygun olup olmadığını sorgular. “Gerçek biçimi nedir?” şeklindeki
bir soruyla formüle ettiği problemi yine örneklere dayanarak şöyle ele alır. “…
in gerçek biçimi nedir?” de yukarıda ele aldığımız “…in gerçek rengi nedir?”
sorusu kadar belirsizdir. Örneğin “Metal paranın şekli nedir?”i alalım. Onun
çevresi, ön yüzü arka yüzü farklı farklıdır. Metal para bazı açılardan daire
bazı açılardan da elips şeklindedir. Yine de ona sabit değişmez bir biçim
verebileceğimiz söylenebilir. Fakat bir metal para daha çok bozuk para türüdür.
Önyüzünün şekli ve arka yüzünün şekli farklıdır. Metal paranın kenarları
deforme edilmiş, aşınmış, yazıları az veya çok silinmiş vs. olabilir. Buna
benzer pek durumdan söz edilebilir. Örneğin “Bulutların şekli nedir?” diye
sorabiliriz. Bu soruya şöyle itiraz edebilirisiniz: “Bulutlar maddi
nesneler gibi değildir; onların şekli olamaz; ama maddi nesnelerin
gerçek şekli vardır.” O zaman ben de bir maddi nesne olan kediye dair şu soruyu
sorarım: “Kedinin gerçek şekli nedir? Kedinin şekli hareketlerine göre değişmez
mi?” Eğer bunu inkâr ederseniz hem şu soruyu sormam kaçınılmaz olur: “Kedinin
hangi durumdaki şekli gerçek şekildir? Kedinin şekli her an değişir; otururken,
yatarken, gezerken, koşarken, tırmanırken, yalanırken değişir; bütün bu
durumlarda kedinin sabit, hep aynı kalan şekli yoktur. Kediye ait gerçek bir
şekil sadece soyutlama yoluyla ve eğlence amacıyla söylenebilir. Kısaca
söylersek, kediye ait değişmez, gerçek bir biçim yoktur. Kedinin gerçek
şeklinin ne olmadığını yani silindir şeklini andırmadığı söylenebilir mi? Fakat
“O, silindire benzemez.” demek de kedinin gerçek biçimini söylemek değil de
sadece hangi şekli dışlayabileceğimizi göstermektir.
Şunu da belirtelim ki, “gerçek”
hakkında bir şey söylenemez “gerçek” terimi gereksizdir ve gündelik dilde
karışıklığa yol açar. Gündelik dilde gerçek dünyadan söz etmek doğru değildir.
Sadece Walt Disney’in harikalarla dolu dünyasından söz ederken, bunun gerçek
dünya olup olmadığını sorabilirim. Diğer deyişle “gerçek” kelimesi
karşıtlıkları belirlemeye yarar ve sadece realiteden yoksun bir şeyi anlatırken
kullanıldığında anlamlıdır.
Austin “gerçek”in kullanımına
ilişkin yanılsamaları başka empirik nesnelere dair gözlemlerle destekler.
Örneğin “Bu elmaslar gerçek midir?; “Bu ördek gerçek midir? diye soralım.
Kuyumcu'daki elmas sahte taştan ya da camdan yapılmış olabilir. Bir ördek içi
doldurulmuş ördek ya da oyuncak veya ördeğe çok benzeyen bir kaz olabilir veya
benim halüsinasyonlar gördüğüm bir ördek olabilir.
Bütün bu durumlar açıkça
farklıdır. Ve şunlara özellikle dikkat ediniz: a) Bu durumların çoğunda bir
gözlemcinin standart koşullarda bir gözleme başvurması hiç de akla uygun
değildir; b) gerçek ördek olmayan bir şey var olmayana ne anlam verirseniz
verin var olmayan bir ördek değildir; c) var olan bir şey örneğin bir oyuncak,
asla gerçek, örneğin gerçek bir ördek olmayabilir.
Kısaca söylersek “elmas” ve “ördek”
kelimelerinin kullanımları bağlamlara göre değişir. Yukarıda ilk madde de
söylediğimiz gibi, Austin’in semantik analiz yönteminin ilk etabı çok farklı
kullanımlardan oluşan anlam alanını düzenlemektir. Austin “gerçek” kelimesinin
renklere ve şekillere uygulandığında deyim yerindeyse fenomenolojik bir
dayanaktan yoksun olduğumuzu gösterdi. Şimdi artık lengüistik fenomenoloji
yöntemi sayesinde “gerçek”in öne çıkan görünüşünü belirlemeye çalışacaktır.
Austin’in araştırmasının bu aşamasındaki problematik şudur: “Gerçek”
kelimesinin kullanımı bir tözün kullanımına bağlı mıdır?
Austin “gerçek”i metafizikçi
filozofların tersine, bir sözle ilişkilendirir yani ona göre “gerçek” bir tözü
niteleyen sıfattır. Örneğin
(1a) Bu elmaslar gerçektir.
(2a) Bunlar gerçek elmaslardır.
Bu sözlerde şu iki sözceyle
dikkatten kaçan gramatikal bir benzerlik vardır:
(2a) Bu elmaslar pembedir.
(2b) Bunlar pembe elmaslardır.
Fakat gramatikal açıdan (1a) ve
(2a) sözceleri benzer olsa da anlamları aynı değildir. (2a) kullanımı doğru ise
de (1a) kullanımı doğru değildir. Bunu şu iki farklı sözceyle gösterebiliriz:
(3a) “Bu sarıdır.”
(3b) Bu, gerçektir.
(3a) sözcesini söylemek anlamlıdır.
Bir şeyin ne olduğunu bilmesek de renginin “sarı” olduğunu söyleyebiliriz;
çünkü bir olgu durumudur. “Bu, sarı’dır.” demek anlamsız değildir.
Oysa (3b) sözcesini söyleyemeyiz;
zira bir olgu durumu değildir. O nedenle “Bu, gerçektir .” anlamlı değildir.
Bunun nedenini kolayca anlayabiliriz. Şöyle ki, bir ve aynı nesne hem bir
gerçek X olabilir hem de bir gerçek Y olabilir. Örneğin bir ördeğe benzeyen bir
nesne hem içi doldurulmuş gerçek bir ördek olabilir hem de gerçek bir ördek
olmayabilir.
Bir obje gerçek bir ördek
olmadığında; fakat bir halüsinasyon olduğunda gerçek bir halüsinasyon olabilir;
gerçek bir halüsinasyon, imgeleme yanlışlığından kaynaklanan geçici bir
yanılsamaya karşıttır. “Gerçek midir?” ya da “gerçek değil midir? sorusunun
anlamı olması için öncelikle “Hangi tür bir gerçek obje?” sorusuna bir cevap
bulmalıyız.
“Doğru”, bir sözcenin olgularla
uyumlu olduğunu belirten bir nitelik değildir, gerçekleşmenin bir biçimidir; “yalan”
ya da “yanlış”, bir sözcenin başarısızlığının bir örneğidir.
Bu bir görecelilik değildir.
“Mutlu/mutsuz kategorisini sözcelere genişletmek demektir. Kimseye emir verme
yetkisine sahip olmadığım halde bir emir vermem nasıl başarısız ise başka
sözcelerim de başarısız olabilir. Austin bu noktayı Royaumont Kolokyumunda söz
alarak oldukça esprili biçimde şöyle açıklar:
Biliyorum ki, şöyle bir
izlenim vardır: Bir bildirim ya da saptayıcı bir söze emirden tümüyle
farklıdır. Kim? Neyi öne sürebilir? Özgür müyüz yoksa değil miyiz? Yanlış olanı
öne sürmek, bir insan hakkıdır ve yine de bu izlenim yanlıştır. Gerçekte,
herhangi bir şey hakkında bir şey söyleyecek durumda olmadığımız için ona dair
hiçbir şey öne sürülemez, demekten daha genel hiçbir şey yoktur[...]
Bu durumda benim “Öne sürüyorum.”um
emretme yetkisine sahip olmadığınız halde, sizin “Emrediyorum.”unuzla aynı
düzeydedir. Bir başka örnek: Bana “Canım sıkılıyor.” diyorsunuz. Umursamaz bir
tavırla şöyle diyorum: “Sıkma canını!” ve siz canımı sıkmamamı söylemekle ne
demek istiyorsunuz? Hangi hakla?[1]
“Bu doğrudur.” veya “Bu yanlıştır.”
gibi bir sözcenin rolü birinci basamaktaki bir objeye bir nitelik yüklemek
değildir; fakat daha önceki bir bildirimin onaylanmasını belirtmektir. Strawson,
“…doğrudur.” “doğrudur.” ifadesinin performatif olduğunu söyledi.
Kuşkusuz “gerçek” bir adla birlikte
olmadan kullanılamaz. “Aynı” ve “bir” “gerçek”den daha belirgin kelimelerdir.
Aynı ekip farklı zamanlarda farklı oyunculardan; aynı bölük, farklı taburlardan
oluşabilir. Bir adla birlikte olmayan sıfatlar, anlam bakımından boştur.
Örneğin “iyi” kelimesi “iyi bir …” ile kullanılır; yoksa “iyi” tek başına
yüklem olamaz. Bir kitap “iyi bir kitap” olabilir; ama “iyi bir roman”
olmayabilir. Bir âlet gülleri budamak için iyi bir âlet olabilir; ama
otomobilleri tamir etmek için iyi bir âlet değildir. Austin “gerçek”i
açıkladığı bölümde bir dipnotta aynı güçlüğün Aristoteles’te de bulunduğunu
söyler. O demektedir ki, Aristoteles σοφία’yı (sophia) mutlak olarak
kullandığında σοφία’nın (sophia) hangi alanla ilgili olduğunu söylemediğinde
benzer bir güçlükle karşılaştı.
Austin analizinin ilerleyen
bölümlerinde çok önemli bir saptamada bulunur. Saptama da şudur: “Gerçek”
olumlu bir niteliği belirtmekten çok, dışlar; çünkü “gerçek” baskıcı bir
kelimedir. Dilin ilk ve temel kullanımı olumlu cümlelerin kullanılmasıdır. X’i
anlamak için X’in ya da bir X olmanın ne olduğunu bilmeliyiz. Bunu bilme bize
“X olmama”nın ne olduğunu öğretir. Buna karşılık “gerçek” söz konusu olduğunda
baskıcı bir özelliğe sahip “gerçek” kelimesinin negatif kullanımını söz
konusudur. Diğer deyişle herhangi bir şeyin gerçek olduğunu olumlama onun şöyle
bir gerçek olduğunu söyleme sadece, onun X olma ya da olmama alternatifi
olduğunda mümkündür. “Gerçek bir ördek” ifadesi, onun gerçek olmayan, örneğin
“pelüş ördek”, “oyuncak ördek”, ördek imgesi, “doldurma ördek” olmayan durumlar
için de kullanıldığı takdirde “bir ördek” ifadesinden farklılaşır. “Bu gerçek
ördektir.” bildiriminin doğruluğunu nasıl bilirim? Eğer bunu söyleyenin düş
görmediğini biliyorsam soruyu cevaplandırmak biçimini söyleyebilirim. Kısaca
söylersek
“gerçek” olan şeylerin tümünde
ortak bir özellik bulma girişimi başarısızlığa mahkûmdur. “Gerçek”
nitelemesinin fonksiyonu herhangi bir şeyi nitelemeye katkıda bulunmak değil;
bir obje için gerçek olmama olasılıklarını dışlamaktır ve gerçek olmama
olasılıkları hem çoktur hem de çeşitlidir.
Gerçeğin metafizik kullanımının
ayırt edici özelliği, metafizikçinin terimin tek bir anlamı olduğunu var
saymasıdır. Örneğin “gerçek dünya”daki “gerçek” ve “gerçek elmas”taki gerçeğin
aynı olduklarını var saymasıdır. “Gerçek”in, çok farklı durumlar ve nesneler
için kullanıldığında tek bir anlamının olduğunun düşünülmesi bu kelimeyi
gizemli yapar. Oysa metafizikçi “gerçek” kelimesinin analizini yaparken,
olgusal gerçekliğe dayanmaz; “Bu şey gerçek midir? sorusunu cevaplarken, gözlem
ürünü bir sebep araştırmaz.
Burada bir şeyi hatırlayalım:
“Gerçek midir?” veya “Gerçek değil midir? Her zaman meşru değildir. Bu soruyu
sadece kuşkulandığımız bir durumda sorabiliriz; olup biten şeylerin
göründükleri gibi olup olmadıklarını öğrenmek için sorarız. Olguların başka
türlü yani görüntülerinden farklı olma olasılıkları varsa o zaman sorabiliriz.
Austin Kuşku konusundaki
görüşlerini temellendirirken Wittgenstein’ın Kesinlik Üzerine’de
kullandığına benzer bir kanıtlamadan yararlanır. Wittgenstein’ın bu kitabındaki
kanıtı şöyledir:
Herhangi bir olgudan emin olmayan
kişi, kelimelerin anlamından da emin olamaz.
Wittgenstein bu cümlesiyle şunu
kanıtlar: Dil oyunlarımız bize göstermektedir ki, bazı önermelerimiz deneysel
açıdan temellendirilmese de onlardan kuşku duymayız. Austin de Wittgenstein
gibi düşünür ve şöyle der: Eğer bir filozof bu sandalyenin gerçek olduğundan
kuşku duyarsa, gündelik kelimelerinin anlamı ile karşıtlık içinde olur.
Sokaktaki insan karşısındaki sandalyeden kuşku duymayı zorlama, yapmacık veya
gerçeğe aykırı diye görmez; bunu sadece ve açıkça anlamsız sayar. O, çok haklı
olarak şöyle der: “Eğer şu an gördüğüm gerçek bir sandalye değilse, bir
sandalye görmenin ne olduğunu bilmiyorum.”
Fakat “Gerçek midir?” kuşkusunun ya
da sorusunun her zaman daha özel bir temeli vardır ya da olmalıdır. Bu soru
bildiğimiz deneyimin değiştirildiğini ya da objenin belirsizleştirildiğini ima
eder. Eğer bağlam kuşkuyu gidermezse o zaman şunu sorarız: “Ne demek
istiyorsun? Bizim bildiğimiz gibi olmadığını mı?” Metafizikçinin kurnazlığı
şunu sormaktan ibarettir: “Bu, gerçek bir masa mıdır?” Sanki karşımızdaki
masadan ayrı ve gerçek bir masa varmış gibi davranmaktır. Metafizikçi üstelik
“gerçek” diye nitelediği masanın betimini yapamadığı gibi, böyle bir masayı da
kanıtlayamaz.
Kuşkulanmak, belli bir biçimdeki
olgulardan ya da referanslardan kuşkulanmaktır. Kuşkuyu gerektiren durumlar
anormal ya da hileli durumlardır. Sözceleyen kişi bir uyuşturucunun etkisiyle
rüya görüyor ya da sayıklıyor olabilir ya da söz konusu olan obje sahte, yapay,
taklit, görünüşü değiştirilmiş, tuhaf veya oyuncak olabilir. Serap, ters
çevrilmiş resimler veya etkileri tuhaf bir nesne olabilir.
Bütün bu kuşkular durumlara özgü
bilinen prosedürlerle giderilebilir. Düş ve uyanıklığı ayırt eden yöntemimiz
vardır.
“Fakat … gerçek midir?” kuşkusunun
ya da sorusunun her zaman bir temeli olmalıdır. Bunun gerçek olmadığını
düşündüren sebep bulunmalıdır. Kuşkusuz bağlam bazen sözcenin gerçekliği
konusundaki kuşkuyu bir ölçüde giderebilir; fakat her zaman tümüyle gidermez. O
zaman şunu sorma hakkımız vardır: “Ne demek istiyorsun?” “Onun aldatıcı görünüş
olduğunu mu demek istiyorsun? Metafiziğin kurnazlığı, “Bu masa gerçek midir?”
diye sormaktan ibarettir. Filozof gerçeği tümüyle gizemli ve derin bir anlamda
“gerçek dünya” “maddi objeler” gibi gizemli bir anlamda kullanmaktadır. Filozof
bu Gerçeğin neye karşıt olduğunu söyleyemez. Burada yapılması gereken şudur:
“Gerçek” kelimesinin yerine daha özel bir kelime bulmak, böylece durumun
özelliğini uygun ifadeyle betimlemektir.
Gündelik hayatta bildiğimiz
nesnelere ilişkin soru sormayız. Örneğin “Bu hakiki tırmık mıdır? demeyiz;
fakat doğrulamak için sorabiliriz. Her kuşku özel durumlarda ortaya çıkar. O
zaman bu kuşkuyu gidermek için yöntemler vardır. Bu yöntemler daha önce
bildiğim şeylerin ve özel nedenle ortaya çıkan kuşkuların nasıl giderileceğini
bildiğim yöntemlerdir.
Oysa gündelik hayat “gerçek”in
öğrenilmiş, empirik gözlemine dayanır. Gözlem kuşku duymayı gerektirmiyorsa
yani kuşku duymamızı gerektiren sebep yoksa “Bu gerçek midir?” diye sormanın
bir anlamı yoktur. Örneğin “Bu gerçek saka kuşu mudur?” diye soruyorsak,
duyduğumuz sesin bir taklit olduğunu düşünüyoruz demektir. “Bu gerçek vaha
mıdır?” demek onun bir serap olma olasılığını düşünüyor olmamızı gerektirir.
“Bu saka kuşu gerçek midir?” diye soran birine cevap için sebeplerim varsa
örneğin gösterme imkânına sahipsem, göstererek “Bu bir sahte saka kuşu
değildir.” derim. “Orada bir saka kuşu olduğunu neye dayanarak bilebilirim?” ya
da “Neye dayanarak biliyorum?” sorusu gündelik hayatta sadece belli bağlamlarda
ve kuşkuyu gidermek için sorulabilir.
“Onun gerçek olduğundan emin olmak”
doğanın sürprizleri olamayacağına göz ardı etmek değildir. Bunun bir tırmık,
gerçek bir tırmık olduğunu söyleyebilirim; sonra hiç beklenmedik durumlar
olabilir. Onun üzerinden bir asfalt silindiri geçebilir. Bu durumda yine de
önceki sözüm yanlış değildir.
Ancak silindir tırmığın üzerinden
geçtikten sonraki durumu anlatmak istersek hangi kelimeyi kullanabiliriz? Bunu
anlatmak için önceki betimimi terk etmeliyim. Buradan hareketle Austin şu
önemli tezi ortaya koyar:
Öyle görünüyor ki, gerçek şeyler
konusunda dilin ya da dilin önemli bölümünün “verimli” olduğunu, bir özelliğin
gelecekte de böyle olacağını varsaymak büyük hatadır. Her zaman ortaya
çıkabilen şey gerçek şeylere ilişkin fikirlerimizi yeniden gözden geçirmemizdir.
“Gerçek” kelimesi “iyi” gibi etiket
bir kelimedir. Bununla şunu anlıyorum. “Gerçek” aynı fonksiyonu yerine getiren
terimler grubunda en genel en kuşatıcı kelimedir. Bu grubun diğer üyeleri
arasında buna yakın kelimeler şunlardır: “… denmeye layık”, “orijinal”,
“canlı”, “hakiki”, “otantik”, “doğal”.
Negatif yönüyle yani “gerçek değil;”e
ilişkin kelimeler de şunlardır: “Yapay”, “sahte”, “yapmacık”, “hileli” “derme
çatma”, “uyduruk”, “sentetik”, “oyuncak”. Ayrıca “düş”, “yanılsama”, “serap”,
“halüsinasyon” adlarını da bu gruba koymak gerekir.[2]
Bu olumlu terimlerden en az genel olanları pek çok durumda neyi dışladıklarını
az veya çok açık biçimde telkin etmektedirler. Bazıları bu olumlu kelimeleri
olumsuz kelimelerle karşıtlar çifti haline getirmek isterler. Bu durum, mümkün
yorumlar alanını daraltmaktır. “Üniversitenin tiyatro adına layık bir tiyatroya
sahip olmasını arzu ediyorum.” dersem, bu önerim şu anlama gelir: Üniversite şu
anda sadece derme çatma bir tiyatroya sahiptir. Resimler, sahte
resimlere karşıt olarak, otantiktir. İpek, yapay ipeğe karşıt olarak doğaldır.
Silahlar boş şarjöre karşıt olarak doludur.
Pratikte bazen bir adın
incelenmesinden bir sonuç çıkarırız; çünkü gerçek olmadığını düşündüğümüz şeye
ilişkin bir bilgi elde edebiliriz. Örneğin bana “Bu, doğal ipek midir?” diye
sorarsanız, bunun “yapay ipeğe karşıt olarak” diye sorduğunuz sonucunu
çıkarırım; çünkü başlangıçta biliyorum ki, ipek yapayı da olan bir nesne
türüdür. Fakat bunun ipek oyuncağa karşıt olduğunu düşünmem.
“Gerçek” kelimesiyle yakınlığı olan
olumlu kelimeler veya olumsuz kelimeler pek çok sorun çıkarır. Örneğin “et
bıçağı” adına layık bir et bıçağı olma niçin gerçek bir et bıçağı olma
tarzıdır? Oysa “saf bir kaymak olma”, “gerçek bir kaymak olma” biçimi
değildir. Burada şunu sormadan edemeyiz: Gerçek/yapay kaymak ayrımı, saf/
karışık kaymak ayrımından hangi bakımdan farklıdır? Karışık kaymak yine de
kaymak mıdır? “Sahte dişler”e niçin “yapay dişler” değil de “sahte dişler”
diyoruz? “Protez organlar”a niçin “sahte” değil de “yapay” organlar diyoruz?
Bunun nedeni belki yapay bir organın gerçek bir organın fonksiyonunu yerine
getirmesi; fakat gerçek bir organ gibi görülmemesidir.
“İyi” felsefede çok kullanılan
kelimelerden biridir. Yukarıda onun “gerçek” kelimesine çok benzediğini
söylemiştik. Bu, daha çok övgüyü ifade etmeye yarar; bu amaçla kullanılan pek
çok kelimenin içinde çok farklı bağlamlarda kullanılır. Bir zamanlar idealist
filozoflar “gerçek”i “iyi” yerine kullanılan kelimeler ailesinden sayarlardı.
Örneğin “Bu hakiki bir bıçaktır.” demek, “Bu, iyi bir bıçaktır.” demektir.
Bazen “Bu, kötü bir şiirdir.” denildiğinde, “Bu, gerçek bir şiir değildir.”
denmek istenirdi. Bu örneklerde iddia edilen belirli bir yetkinlik özelliğinin
olmadığı ifade edilir.
“İyi” kelimesi felsefede büyük bir
otoriteye sahip bir başka genel terimdir. Daha önce onun “gerçek”e çok yakın
olduğunu söylemiştik. “İyi” yukarıda “gerçek” kelimesine yakın kelimeler ailesi
içinde en genel terimdir. Bu kelime bir övgüyü ifade eder; fakat bağlama göre övgü
dışında başka anlamlara da gelir. Örneğin “iyi bir bıçak” kesmek için en doğru
bıçak anlamına gelebilir; tersi için de aynı şey geçerlidir. “Kötü bir şiir”den
şiir ile ilgisi olmayan sözleri kast ederiz.
Bütün bu anlattıklarından sonra
Austin, “gerçek” kelimesinin fonksiyonuna dayanarak bir değerlendirmesini yapar
ve şunu söyler:
“Gerçek”, kelimesi düzleştirici
bir kelimedir. “Düzleştirici” olarak “gerçek”, “düzleştirici kelimeler”
dediğimiz çok geniş ve önemli kelimeler sınıfına aittir. Düzleştirici kelimelerin
kullanımları, dilin dünyaya empoze ettiği pek çok ve önceden görülemez
zorunluluklara uydurulmuştur.
Tasavvur edebildiğimiz şeyleri
çoğunlukla dilimizin kelimeleriyle söyleyebiliriz. Fakat bu kelime haznemiz
sınırlıdır; karşı karşıya kaldığımız mümkün durumlar ise çok çeşitlidir. Bu
nedenle pratikte kaçınılmaz olarak daha önceden uygun ve kelime haznemizle
özenli biçimde ifade edilmemiş durumlar karşımıza çıkar. Örneğin sözlüğümüzdeki
“domuz” kelimesini alalım. Bu kelimeyi hayvanlardan hangisine vereceğimizi iyi
biliriz; fakat varsayalım ki, bir gün karşımıza türünü bilmediğimiz ve ilk defa
gördüğümüz bir hayvan çıksın; bu hayvan domuza çok benzesin; hareketleri aşağı
yukarı domuzunkilere yakın olsun. Fakat bu hayvan domuza çok benzese de tümüyle
bir domuz olmasın; ondan belli bir biçimde ayrılsın. Bu durumda ona ne ad
vereceğimizi bilmediğimiz için, bir an sessiz kalırız. Bunun bir domuz olduğunu
ya da olmadığını söylemek istemeyiz ya da söylemek için ona yepyeni bir ad
verebiliriz; sözlüğümüzden bir kelimeyi kullanarak ona bir ad verebiliriz;
fakat sözlüğümüzde ona dair bir ad olmadığından bunu yapamayız. Bu imkânsızlığı
gidermek önce şunu deriz: “Bu hayvan domuz gibidir.” “Gibi” kelimesi en
mükemmel “düzleyici”dir ya da diğer deyişle “sözlüğümüzü esnekleştirme”nin en
temel aracıdır. “Gibi” sayesinde her zaman sözlüğümüzün sınırlı oluşuna rağmen,
ad verme konusunda tümüyle sessiz kalmaktan kurtuluruz. O nedenle bu hayvanın
“domuz gibi” olduğunu söyleriz. Fakat bunun yine de “gerçek” ya da “hakiki” bir
domuz olmadığını da biliriz. Kelimeler dünyaya doğru atılmış oklar gibidir;
bu, düzleştirici kelimeler için de geçerlidir. Düzleştirici kelimeler sayesinde
adlandırma kapasitesinin yetersizliğinden kurtuluruz. Eğer bu düzleştirici
kelimeler olmasaydı oku kendi ayaklarımıza atardık. “Gibi” düzleştirici
kelimesi hem nesneye bir açıklık hem de ifadeye bir esneklik kazandırır. “Bu
hayvan gerçek bir domuz değildir; fakat domuz gibidir.” dersem, artık domuz
kelimesinin anlamını değiştirmem.
Fakat o zaman şöyle bir sorun
ortaya çıkar: Bu amaca ulaşmak için “gibi” kelimesine sahip olmalı mıyız? Cevap
şudur: Düzleştirme için başka kelimelerimiz de vardır. Bu yeni tür hayvanlar
için “domuzu andıran” kelimesini kullanabilirim; onlara “aşağı yukarı domuz”
diyebilirim. Fakat bu nitelemeler her şeye rağmen “gibi” kelimesinin yerini
tutamaz; çünkü onlar “domuz” kelimesiyle aynı düzeyde yeni ifadeler sağlar ve
onunla aynı şekilde iş görürler ve nesneyi doğrudan anlatmayı sağlamazlar.
“Gibi” kelimesi genel olarak bizi
önceden görülmedik durumlara karşı silahlandırır. Yeni icat edilen kelimeler
bunu yapmazlar yapamazlar.
Bu durumda şöyle sorulacaktır:
Düzleştirici “gibi” kelimesinin yanında niçin “gerçek” kelimesine ihtiyacımız
vardır? Hangi nedenle “O bir domuz gibidir?” bazen de “Bu, gerçek bir domuz
değildir?” “Hakiki bir domuz mu?” deriz. Bu soruları doğru cevapladığımızda
önemli bir engeli aşarız ve Gerçeğin kullanımını ve anlamını aydınlatırız.[3]
Austin bu bölümde anlattıklarının
tümünden şu sonucu çıkarır: “Gerçek” ve “gerçek olmayan”ı ayırt etmek için
genel ölçütler formüle edemeyiz; çünkü karşı karşıya kaldığımız bu ayırma
problemleri çok özeldir. Oysa kelimeleriz bildiğimiz standart durumlar için
üretilmişlerdir. Ayrıca nesnelerin özel cinsleri için ayrım yapmanın pek çok
biçimi olabilir. Bu, doğanın ve hemcinslerimizin ortaya çıkardıkları
sürprizlerin çeşitlerine ve sayılarına bağlıdır. Açıkça sürpriz ya da ikilem
yoksa problem de ortaya çıkmaz. Gerçek bir domuz olmasa da bir domuza benzeyen
bir şeyi şöyle veya böyle ayırt etmeseydik, o zaman “gerçek domuz”
kelimelerinin hiçbir yan anlamı olmazdı.[4]
Ayrıca belirli bir anda
kullandığımız ölçütler kesin ve değiş tokuş edilemez gibi görülemezler.
Varsayalım ki, kedi cinsine ait bir yaratık konuşmaya başlıyor; varsayalım ki,
başlangıçta “Bu konuşabilen bir kedidir.” diyorum. Fakat o zaman varsayınız ki,
hepsi değil; onun gibi başka kediler de konuşmaya başlıyor. Bu durumda şunu
demek zorundayız: “Bazı kediler konuşur.” Konuşan kedileri konuşmayan
kedilerden ayırt etmemiz gerekir. Fakat burada dil yetisi genelleştirilseydi ve
konuşan ile konuşmayan ayrımı bize gerçekten önemli gibi görünseydi, gerçek bir
kediden konuşabilen bir yaratık olmasını beklerdik. Bu bize kedi için “gerçek
bir kedi olmama”nın yeni bir açıklama biçimini verir. Kediye benzeyen; ama yine
de bir kedi olmayan varlık olduğunu düşündürür.
Kuşkusuz “konuşan kedi”ye ilişkin
sözlerimizin gündelik hayat açısından bir önemi yoktur; fakat bu açıklamalar
felsefi bakımdan çok önemlidir; çünkü “gerçek bir X” ile “Gerçek olmayan bir X”
arasındaki farkın mantıksal temelini verir. Gerçekte dayandığı olgusal temeli
göremediğimiz bir ayrım, hakkında konuşmaya değmeyen bir ayrımdır.
* Humpty
Dumpty İngiliz halk çocuk şarkısında anlatılan insan şeklinde yumurta. Bu çocuk
aynanın arka tarafını gördüğünü; kelimelerin ve mantığın tanımlarının
bildirmediği şeyleri bildiğini söyler. Ona göre sadece bu şeyler vardır. Alice
de “Alice Harikalar Ülkesinde”de çocukluğundan tanıdığı bu gizemli kişiyi
keşfetmek ister. Alice, onu bir duvarda ete kemiğe bürünmüş görür.