20 Aralık 2020 Pazar

AUSTIN'İN GERÇEK KELİMESİNİN ANALİZİ

 

Gerçek Kelimesinin Analizi

Austin bu kelimenin analizini yapmadan önce şu tespitte bulunur: “Gerçek” dilimizde çok sık kullanılmakla birlikte; pek de doğru kullanılmayan bir kelimedir. “Gerçek”in aydınlatılması bundan türeyen bir ad olan “realite”nin doğasını anlamaya da yardım edecektir.

Austin ve “gerçek” kelimesini Langage de la perception adlı kitabının 7. kısmında analiz eder. Önce bu kelimeyle ilgili bir duruma dikkat çeker: Kelimenin isim, zarf ve sıfat olarak yani “gerçek” “gerçekten” “gerçek biçim” gibi kullanımlarının sık sık kontrolsüz oluşuna işaret eder.

Austin’e göre başlangıçta şu iki şeyi anlamak çok önemlidir:

1. “Gerçek” normal bir kelimedir ve bir neolojizm yani yeni türetilmiş değildir. O, sadece uzmanların kullandıkları teknik ve özel bir kelime de sayılamaz. Bu nedenle gerçek anlamını gündelik dilimizde kazanır; Onun yerine başka kelime koyamadığımız gibi, onu gelişi güzel de kullanamayız. Onun gündelik dilde pek çok durum için doğru olarak kullanırız. Bu demektir ki, “gerçek”in gündelik dilde uylaşımsal ve çok yaygın bir kullanımı vardır. Onun anlamı çok iyi belirlenmiştir.

Metafizikçiler genellikle herhangi bir kelimeye herhangi bir anlamı verebileceklerine inanırlar. Bu “gerçek” kelimesi için de geçerlidir. Bir kelimenin anlamını kendine göre belirleme gücü veya yetkisi

tam anlamıyla bir humpty dumpty dir.*

“Maddi nesne” gibi sadece filozofların kullandıkları bazı ifadeler vardır. Onlar örneğin “bilmek” ve “kesin” gibi kelimeleri bizden farklı anlamaktadırlar. Onlara göre bu tür kelimelerin akla uygun bir anlamı vardır. Fakat dilin analiziyle anlamaktayız ki, onların kullanımları kesinlikle yanlıştır. Biz, filozoflar gibi yapmayız; pek çok kelimeyi uylaşımsal olarak kullanırız. Bu, hiçbir zaman göz ardı edemeyeceğimiz bir durumdur.

Austin şunun altını çizer: Felsefede bir kelimenin doğru mu yoksa yanlış mı kullanıldığı belirlediğimizde görevimiz bitmiş değildir. Her şeyi bulduğumuz gibi bırakmak zorunda değiliz. Olguları bulduğumuz haliyle bırakmak için hiçbir nedenimiz yoktur. Gözlemlediğimiz olguları, olgularla kelimeler arasındaki ilişkileri düzenlemek, tabloyu yeniden gözden geçirmek, kelimeleri kullanım haritasını çizmek, sınırlarını belirlemek, gerekli ayrımları yapmak ve farklarını göstermek de zorundayız. Bütün bunlar gündelik hayatta her zaman yaptığımız eylemlerdir; doğal eylemlerdir ve keyfi değildir.

Yine de üç şeyi hatırımızda tutmalıyız:

a) Gündelik dildeki kelimelerimizde var olan bu ayrımların oldukça uzun bir geçmişi vardır ve oldukça da ayrıntılıdır. Onlar keyfi olarak da yapılmamışlardır.

b) Onlara ilişkin bir düzenleme yapmadan önce hangi tür kelimeleri söz konusu etmemiz gerektiğini görmeliyiz.

c) Kelimelerin anlamlarındaki küçük değişikliklerin betimlerde büyük, önceden görülemez, bozucu etkileri olacaktır. Bu değişikliğin neden olduğu durumu düşünmek kolay değildir, bu nedenle değişikliği onaylamak ve gerekli görmek imkânsızdır. Değişikliği yalnız kelimelerin yanlış kullanıldıklarını gördüğümüzde yapma hakkımız vardır. Öte yandan filozofların kullanımlarına da güvenemeyiz ve bu kullanımların neden oldukları hataları da önemsiz de göremeyiz. Bu ihmal anlamın bozulmasını meşrulaştırır. Örneğin “gerçek”ten söz etmeye çalıştığımızda gündelik dildeki kullanımlarımızı küçümseyemeyiz. Ancak bu “doğru kaymak değildir.” gibi yanlış kullanımlarımızı fark etmemize de engel değildir. Bu tedbir “doğru kaymak” olmayan her şey beyinsel süreçlerimin bir yan ürünüdür.” (sous-produit) diye düşünmeme de engel olur.

2. Austin’in göz önünde tuttuğu bir başka durum da şudur: “Gerçek” kelimesi “normal” bir kelime değildir; “sarı”, “at”, “gezinti” gibi kelimelerin tersine çok istisna kelimedir. Onun tek, basit, özel ve sabit bir anlamı yoktur. Bu kelime farklı anlamlarının bir koleksiyonuna da sahip değildir; fakat kapalı ve belirsiz de görülemez.

Bu tür kelimeler az da olsa bizi şaşırtır. Austin bunu açıklarken içinde kriket kelimesi geçen şu cümleleri düşünmemizi ister: “Kriket topu”, “kriket sopası”, “kriket bayrağı”, “kriket oynamak için uygun zaman”. Şöyle bir kişi olsun: Onun kriket hakkında hiçbir bilgisi olmasın; kriketle ilgili hiçbir olguyu gözlemlemeden önce bütün dikkatini “sarı”nınki gibi bir kelimenin normal kullanımına versin. Bu kişi kriket topunu, sopasını, sahasını ve maç süresini gözlemleyebilir ve bütün bunların ortak noktalarını ortaya çıkarmaya çalışabilir; “kriket” terimini bütün bunlara yükleyebilir. Fakat o, “kriket” kelimesinin “sarı” gibi yani bir renk olduğunu düşünerek bu kelimenin geçtiği terimlerin anlamını kavrayamaz ve şu sonucu çıkarabilir: “Kriket, doğal olmayan, normal yollardan deneyimleyemediğimiz, sadece sezgiyle kavrayabildiğimiz bir niteliktir. Austin bu çıkarımını doğru bulmayacakların olduklarını da düşünerek şöyle der: Bu görüşüm size saçma mı görünüyor? O zaman filozofların “iyi” hakkında söylediklerini hatırlayın. Onların pek çoğu “gerçek ördekler”, “gerçek kaymak” ve “gerçek ilerleme” gibi, nesnelerde ortak ve bildiğimiz bir niteliği belirlemeyi başaramazlar. Onlar “gerçek” yerine realiteden söz ederler ve realitenin de sadece akılla kavranan a priori bir kavram olduğunu iddia ederler.

Austin’e göre gerçeğe ilişkin konuşma biçimimiz ve gerçeğe ilişkin inancımız birbirinden ayrılmaz; filozofun kendini realist diye nitelemesinin anlamı yoktur. Realizm konusundaki tartışmalar skolastik bakış açısının ürünüdür ve düşünce despotluğudur.

Baştan beri şu konuda uyuşmak gerektiğini hep söyledim: Realist olmak yani nesneleri ya da maddi şeyleri algılama tarzımıza ilişkin doktrin kabul etmek zorunda değiliz. Böyle bir doktrin, karşıtı kadar Skolastiktir ve yanlıştır. Maddi nesneleri ya da duyulur nesneleri nasıl algılıyoruz, sorusu kuşkusuz çok basittir; fakat yanıltıcıdır (…) Kavranacak en önemli şeylerden biri şudur: Duyulur veri ve maddi nesneler terimleri birbirinin sırtından geçinir. Yanlış olan bu terimlerden biri değildir; bu bizzat antitezdir.

Austin göre gerçeğe ilişkin algımızın doğasını araştırmak yerine şu soruların cevabını araştırmalıyız: “Şurada gerçek bir saka kuşunun olduğunu nasıl bilebilirim veya nasıl bilirim?” “Nasıl biliyorsun?” sorusu bazı bağlamlarda sadece kuşkuyu gidermek için sorulur

“Fakat gerçek midir?” kuşkusunun ya da sorusunun her zaman özel bir nedeni vardır ya da olmalıdır. Bunun gerçek olmadığını, böyle bir deneyimin yanlış olduğunu telkin eden bir şey olmalıdır. Bu sebepler bu şeyin realitesinden kuşku duymayı gerektiren özel biçimin ya da biçimlerin bulunması demektir. Bu biçim ya da biçimler şu deneyimin ya da bu objenin bozulduğunu telkin eder. Bazen bağlam, hipotezin doğası konusunda hiçbir kuşkuya yer vermez. Saka kuşu içi doldurulmuş ölü bir kuş olabilir; fakat bunun bir mucize olduğunu söyleyemeyiz. Eğer Bağlam kuşkuyu gidermezse o zaman şöyle sorma hakkına sahibim: “Ne demek istiyorsun?” “Bunun sahte olabileceğini mi demek istiyorsun?” Kurnaz metafizikçi söyle sorar: “Bu bir gerçek masa mıdır?” O, bu sorusuyla gerçek masanın ne olduğunu ne betimler ne de açıklar. Filozof “gerçek” kelimesini maddi dünyada ya da maddi objelerde rastlanmayan tümüyle derin ve gizemli bir şeyin özelliği olarak anlar. Oysa gerçeği anlamak için neye karşıt olduğunu bilmeliyiz.

Austin relle ilgili soruları iki kategoride ele alır:

1. Kuşkuyu gideren sorular

2. Ayrıntı merakını gideren sorular.

 

Austin’in “gerçek” kelimesini analiz ettiği bölümde şimdiye kadar söyledikleri, bir giriştir. Bu belki bize uzun gibi görünen; ama onun açısından çok gereklidir. Bu ön açıklamalardan sonra Austin, “gerçek” kelimesini aydınlatırken karşılaştığımız güçlüklere değinir. Bunu yaparken en doğal ve anlamı çok açık bir kelime seçer: “Gerçek renk”. Ondan sonra şöyle sorar: Bir şeyin “gerçek rengi” nedir? Bunu az veya çok güvenli biçimde şöyle cevaplayabiliriz: Bir şeyin gerçek rengi, normal ya da değişmeyen bir aydınlık durumlarında normal bir gözlemcinin gördüğü renktir. Bir şeyin gerçek rengini keşfetmek için, o zaman yalnız belli koşullarda gözlem yapan kişi olmalıyız.

Austin daha sonra şu üç durumu varsaymamızı ister:

a) Üçüncü bir kişinin düşüncesini de dikkate alalım. Bu kişi şöyle desin: “Bu, saçın gerçek rengi değildir.” Ona şöyle diyebilir miyim: Normal aydınlık koşullarında bakarsanız, saç renginin böyle olmadığını anlarsınız? Açıkça bunu demek istemem. Demek istediğim şudur: Saç boyalıdır; burada aydınlığın normal ya da anormal olması söz konusu değildir. Bir kişinin saçının renginin gerçek rengi olmadığını söylediğimde bununla “saç rengi” ve “ortamın aydınlık durumu” arasında bir bağ kurmam; fakat bir iplik dükkânında bir yün yumağına bakıp “Bu, yumağın gerçek rengi değildir.” dersem, şunu söylemiş olurum. “Yumak gün ışığında bu renkte değildir.” Öte yandan bu ifadeyle şunu da demiş olabilirim: “Yumak solmadan önce bu renkte değildi.” Bu farklı anlamların olasılığı göstermektedir ki, siz benim ne demek istediğimi kullandığım kelimelerin bilgisinden den hareketle anlayamazsınız. Tartıştığımız konunun boyalı nesneler sınıfıyla ilgili olup olmadığı bilmek önemlidir.

b) Varsayanız ki, rengi çok parlak ve derin sularda yaşayan bir balık türü vardır. Size şöyle soruyorum: Bu balığın gerçek rengi nedir? Bir balığın derin sudaki rengi mi, ağdan çıkarılıp tezgâhı konduğundaki rengi mi ya da tezgâhta uzun süre kaldığı için solan rengi mi gerçek rengidir? Bunu söylemek kolay değildir.

Şunu da varsayınız: “Sakarinin gerçek tadı nedir?” Çay fincanında bir sakarin tableti eritiyorum ve çayı tatlandırdığını keşfediyorum. Fakat erimemiş bir tableti yalıyorum ve tadını acı buluyorum. Şimdi soruyorum: Sakarin gerçekte tatlı mıdır? Acı mıdır?

c) Gökyüzünün Güneşin, ayın veya bukalemunun gerçek rengi nedir? Şöyle diyebiliriz: Batan güneş bazen kırmızı görünür? Oysa güneşin gerçek rengi nedir? Güneş için normal aydınlık koşulları nelerdir?

d) Noktalarla yapılan bir çayır resmini düşünün; ressam yeşil algısını resmin bütününde uyandırsa da tablo mavi ya da sarı noktalardan oluşabilir. Bu tablonun gerçek rengi nedir?

e) Bir imgemizin gerçek rengi nedir? Bunu söyleme güçlüğümüzün nedeni bir imgenin renginin neye karşıt olduğunu bilemeyişimizdir.

Bütün bu örneklerden hareketle ortaya çıkan sonuç şudur: “Gerçek” kelimesinin rengi nitelemek için kullanımı doğru değildir; çünkü tüm durumlar için değişmez bir gerçek renk yoktur; en fazla şunu diyebiliriz şu ya da bu şey şimdi şu renkte görünüyor.

Austin’in renklere dair bu belirsizliğinden sonra “biçime uygun olup olmadığını sorgular. “Gerçek biçimi nedir?” şeklindeki bir soruyla formüle ettiği problemi yine örneklere dayanarak şöyle ele alır. “… in gerçek biçimi nedir?” de yukarıda ele aldığımız “…in gerçek rengi nedir?” sorusu kadar belirsizdir. Örneğin “Metal paranın şekli nedir?”i alalım. Onun çevresi, ön yüzü arka yüzü farklı farklıdır. Metal para bazı açılardan daire bazı açılardan da elips şeklindedir. Yine de ona sabit değişmez bir biçim verebileceğimiz söylenebilir. Fakat bir metal para daha çok bozuk para türüdür. Önyüzünün şekli ve arka yüzünün şekli farklıdır. Metal paranın kenarları deforme edilmiş, aşınmış, yazıları az veya çok silinmiş vs. olabilir. Buna benzer pek durumdan söz edilebilir. Örneğin “Bulutların şekli nedir?” diye sorabiliriz. Bu soruya şöyle itiraz edebilirisiniz: “Bulutlar maddi nesneler gibi değildir; onların şekli olamaz; ama maddi nesnelerin gerçek şekli vardır.” O zaman ben de bir maddi nesne olan kediye dair şu soruyu sorarım: “Kedinin gerçek şekli nedir? Kedinin şekli hareketlerine göre değişmez mi?” Eğer bunu inkâr ederseniz hem şu soruyu sormam kaçınılmaz olur: “Kedinin hangi durumdaki şekli gerçek şekildir? Kedinin şekli her an değişir; otururken, yatarken, gezerken, koşarken, tırmanırken, yalanırken değişir; bütün bu durumlarda kedinin sabit, hep aynı kalan şekli yoktur. Kediye ait gerçek bir şekil sadece soyutlama yoluyla ve eğlence amacıyla söylenebilir. Kısaca söylersek, kediye ait değişmez, gerçek bir biçim yoktur. Kedinin gerçek şeklinin ne olmadığını yani silindir şeklini andırmadığı söylenebilir mi? Fakat “O, silindire benzemez.” demek de kedinin gerçek biçimini söylemek değil de sadece hangi şekli dışlayabileceğimizi göstermektir.

Şunu da belirtelim ki, “gerçek” hakkında bir şey söylenemez “gerçek” terimi gereksizdir ve gündelik dilde karışıklığa yol açar. Gündelik dilde gerçek dünyadan söz etmek doğru değildir. Sadece Walt Disney’in harikalarla dolu dünyasından söz ederken, bunun gerçek dünya olup olmadığını sorabilirim. Diğer deyişle “gerçek” kelimesi karşıtlıkları belirlemeye yarar ve sadece realiteden yoksun bir şeyi anlatırken kullanıldığında anlamlıdır.

Austin “gerçek”in kullanımına ilişkin yanılsamaları başka empirik nesnelere dair gözlemlerle destekler. Örneğin “Bu elmaslar gerçek midir?; “Bu ördek gerçek midir? diye soralım. Kuyumcu'daki elmas sahte taştan ya da camdan yapılmış olabilir. Bir ördek içi doldurulmuş ördek ya da oyuncak veya ördeğe çok benzeyen bir kaz olabilir veya benim halüsinasyonlar gördüğüm bir ördek olabilir.

Bütün bu durumlar açıkça farklıdır. Ve şunlara özellikle dikkat ediniz: a) Bu durumların çoğunda bir gözlemcinin standart koşullarda bir gözleme başvurması hiç de akla uygun değildir; b) gerçek ördek olmayan bir şey var olmayana ne anlam verirseniz verin var olmayan bir ördek değildir; c) var olan bir şey örneğin bir oyuncak, asla gerçek, örneğin gerçek bir ördek olmayabilir.

Kısaca söylersek “elmas” ve “ördek” kelimelerinin kullanımları bağlamlara göre değişir. Yukarıda ilk madde de söylediğimiz gibi, Austin’in semantik analiz yönteminin ilk etabı çok farklı kullanımlardan oluşan anlam alanını düzenlemektir. Austin “gerçek” kelimesinin renklere ve şekillere uygulandığında deyim yerindeyse fenomenolojik bir dayanaktan yoksun olduğumuzu gösterdi. Şimdi artık lengüistik fenomenoloji yöntemi sayesinde “gerçek”in öne çıkan görünüşünü belirlemeye çalışacaktır. Austin’in araştırmasının bu aşamasındaki problematik şudur: “Gerçek” kelimesinin kullanımı bir tözün kullanımına bağlı mıdır?

Austin “gerçek”i metafizikçi filozofların tersine, bir sözle ilişkilendirir yani ona göre “gerçek” bir tözü niteleyen sıfattır. Örneğin

(1a) Bu elmaslar gerçektir.

(2a) Bunlar gerçek elmaslardır.

Bu sözlerde şu iki sözceyle dikkatten kaçan gramatikal bir benzerlik vardır:

(2a) Bu elmaslar pembedir.

(2b) Bunlar pembe elmaslardır.

Fakat gramatikal açıdan (1a) ve (2a) sözceleri benzer olsa da anlamları aynı değildir. (2a) kullanımı doğru ise de (1a) kullanımı doğru değildir. Bunu şu iki farklı sözceyle gösterebiliriz:

(3a) “Bu sarıdır.”

(3b) Bu, gerçektir.

(3a) sözcesini söylemek anlamlıdır. Bir şeyin ne olduğunu bilmesek de renginin “sarı” olduğunu söyleyebiliriz; çünkü bir olgu durumudur. “Bu, sarı’dır.” demek anlamsız değildir.

Oysa (3b) sözcesini söyleyemeyiz; zira bir olgu durumu değildir. O nedenle “Bu, gerçektir .” anlamlı değildir. Bunun nedenini kolayca anlayabiliriz. Şöyle ki, bir ve aynı nesne hem bir gerçek X olabilir hem de bir gerçek Y olabilir. Örneğin bir ördeğe benzeyen bir nesne hem içi doldurulmuş gerçek bir ördek olabilir hem de gerçek bir ördek olmayabilir.

Bir obje gerçek bir ördek olmadığında; fakat bir halüsinasyon olduğunda gerçek bir halüsinasyon olabilir; gerçek bir halüsinasyon, imgeleme yanlışlığından kaynaklanan geçici bir yanılsamaya karşıttır. “Gerçek midir?” ya da “gerçek değil midir? sorusunun anlamı olması için öncelikle “Hangi tür bir gerçek obje?” sorusuna bir cevap bulmalıyız.

“Doğru”, bir sözcenin olgularla uyumlu olduğunu belirten bir nitelik değildir, gerçekleşmenin bir biçimidir; “yalan” ya da “yanlış”, bir sözcenin başarısızlığının bir örneğidir.

Bu bir görecelilik değildir. “Mutlu/mutsuz kategorisini sözcelere genişletmek demektir. Kimseye emir verme yetkisine sahip olmadığım halde bir emir vermem nasıl başarısız ise başka sözcelerim de başarısız olabilir. Austin bu noktayı Royaumont Kolokyumunda söz alarak oldukça esprili biçimde şöyle açıklar:

Biliyorum ki, şöyle bir izlenim vardır: Bir bildirim ya da saptayıcı bir söze emirden tümüyle farklıdır. Kim? Neyi öne sürebilir? Özgür müyüz yoksa değil miyiz? Yanlış olanı öne sürmek, bir insan hakkıdır ve yine de bu izlenim yanlıştır. Gerçekte, herhangi bir şey hakkında bir şey söyleyecek durumda olmadığımız için ona dair hiçbir şey öne sürülemez, demekten daha genel hiçbir şey yoktur[...]

Bu durumda benim “Öne sürüyorum.”um emretme yetkisine sahip olmadığınız halde, sizin “Emrediyorum.”unuzla aynı düzeydedir. Bir başka örnek: Bana “Canım sıkılıyor.” diyorsunuz. Umursamaz bir tavırla şöyle diyorum: “Sıkma canını!” ve siz canımı sıkmamamı söylemekle ne demek istiyorsunuz? Hangi hakla?[1]

“Bu doğrudur.” veya “Bu yanlıştır.” gibi bir sözcenin rolü birinci basamaktaki bir objeye bir nitelik yüklemek değildir; fakat daha önceki bir bildirimin onaylanmasını belirtmektir. Straw­son, “…doğrudur.” “doğrudur.” ifadesinin performatif olduğunu söyledi.

Kuşkusuz “gerçek” bir adla birlikte olmadan kullanılamaz. “Aynı” ve “bir” “gerçek”den daha belirgin kelimelerdir. Aynı ekip farklı zamanlarda farklı oyunculardan; aynı bölük, farklı taburlardan oluşabilir. Bir adla birlikte olmayan sıfatlar, anlam bakımından boştur. Örneğin “iyi” kelimesi “iyi bir …” ile kullanılır; yoksa “iyi” tek başına yüklem olamaz. Bir kitap “iyi bir kitap” olabilir; ama “iyi bir roman” olmayabilir. Bir âlet gülleri budamak için iyi bir âlet olabilir; ama otomobilleri tamir etmek için iyi bir âlet değildir. Austin “gerçek”i açıkladığı bölümde bir dipnotta aynı güçlüğün Aristoteles’te de bulunduğunu söyler. O demektedir ki, Aristoteles σοφία’yı (sophia) mutlak olarak kullandığında σοφία’nın (sophia) hangi alanla ilgili olduğunu söylemediğinde benzer bir güçlükle karşılaştı.

Austin analizinin ilerleyen bölümlerinde çok önemli bir saptamada bulunur. Saptama da şudur: “Gerçek” olumlu bir niteliği belirtmekten çok, dışlar; çünkü “gerçek” baskıcı bir kelimedir. Dilin ilk ve temel kullanımı olumlu cümlelerin kullanılmasıdır. X’i anlamak için X’in ya da bir X olmanın ne olduğunu bilmeliyiz. Bunu bilme bize “X olmama”nın ne olduğunu öğretir. Buna karşılık “gerçek” söz konusu olduğunda baskıcı bir özelliğe sahip “gerçek” kelimesinin negatif kullanımını söz konusudur. Diğer deyişle herhangi bir şeyin gerçek olduğunu olumlama onun şöyle bir gerçek olduğunu söyleme sadece, onun X olma ya da olmama alternatifi olduğunda mümkündür. “Gerçek bir ördek” ifadesi, onun gerçek olmayan, örneğin “pelüş ördek”, “oyuncak ördek”, ördek imgesi, “doldurma ördek” olmayan durumlar için de kullanıldığı takdirde “bir ördek” ifadesinden farklılaşır. “Bu gerçek ördektir.” bildiriminin doğruluğunu nasıl bilirim? Eğer bunu söyleyenin düş görmediğini biliyorsam soruyu cevaplandırmak biçimini söyleyebilirim. Kısaca söylersek

“gerçek” olan şeylerin tümünde ortak bir özellik bulma girişimi başarısızlığa mahkûmdur. “Gerçek” nitelemesinin fonksiyonu herhangi bir şeyi nitelemeye katkıda bulunmak değil; bir obje için gerçek olmama olasılıklarını dışlamaktır ve gerçek olmama olasılıkları hem çoktur hem de çeşitlidir.

Gerçeğin metafizik kullanımının ayırt edici özelliği, metafizikçinin terimin tek bir anlamı olduğunu var saymasıdır. Örneğin “gerçek dünya”daki “gerçek” ve “gerçek elmas”taki gerçeğin aynı olduklarını var saymasıdır. “Gerçek”in, çok farklı durumlar ve nesneler için kullanıldığında tek bir anlamının olduğunun düşünülmesi bu kelimeyi gizemli yapar. Oysa metafizikçi “gerçek” kelimesinin analizini yaparken, olgusal gerçekliğe dayanmaz; “Bu şey gerçek midir? sorusunu cevaplarken, gözlem ürünü bir sebep araştırmaz.

Burada bir şeyi hatırlayalım: “Gerçek midir?” veya “Gerçek değil midir? Her zaman meşru değildir. Bu soruyu sadece kuşkulandığımız bir durumda sorabiliriz; olup biten şeylerin göründükleri gibi olup olmadıklarını öğrenmek için sorarız. Olguların başka türlü yani görüntülerinden farklı olma olasılıkları varsa o zaman sorabiliriz.

Austin Kuşku konusundaki görüşlerini temellendirirken Wittgenstein’ın Kesinlik Üzerine’de kullandığına benzer bir kanıtlamadan yararlanır. Wittgenstein’ın bu kitabındaki kanıtı şöyledir:

Herhangi bir olgudan emin olmayan kişi, kelimelerin anlamından da emin olamaz.

Wittgenstein bu cümlesiyle şunu kanıtlar: Dil oyunlarımız bize göstermektedir ki, bazı önermelerimiz deneysel açıdan temellendirilmese de onlardan kuşku duymayız. Austin de Wittgenstein gibi düşünür ve şöyle der: Eğer bir filozof bu sandalyenin gerçek olduğundan kuşku duyarsa, gündelik kelimelerinin anlamı ile karşıtlık içinde olur. Sokaktaki insan karşısındaki sandalyeden kuşku duymayı zorlama, yapmacık veya gerçeğe aykırı diye görmez; bunu sadece ve açıkça anlamsız sayar. O, çok haklı olarak şöyle der: “Eğer şu an gördüğüm gerçek bir sandalye değilse, bir sandalye görmenin ne olduğunu bilmiyorum.”

Fakat “Gerçek midir?” kuşkusunun ya da sorusunun her zaman daha özel bir temeli vardır ya da olmalıdır. Bu soru bildiğimiz deneyimin değiştirildiğini ya da objenin belirsizleştirildiğini ima eder. Eğer bağlam kuşkuyu gidermezse o zaman şunu sorarız: “Ne demek istiyorsun? Bizim bildiğimiz gibi olmadığını mı?” Metafizikçinin kurnazlığı şunu sormaktan ibarettir: “Bu, gerçek bir masa mıdır?” Sanki karşımızdaki masadan ayrı ve gerçek bir masa varmış gibi davranmaktır. Metafizikçi üstelik “gerçek” diye nitelediği masanın betimini yapamadığı gibi, böyle bir masayı da kanıtlayamaz.

Kuşkulanmak, belli bir biçimdeki olgulardan ya da referanslardan kuşkulanmaktır. Kuşkuyu gerektiren durumlar anormal ya da hileli durumlardır. Sözceleyen kişi bir uyuşturucunun etkisiyle rüya görüyor ya da sayıklıyor olabilir ya da söz konusu olan obje sahte, yapay, taklit, görünüşü değiştirilmiş, tuhaf veya oyuncak olabilir. Serap, ters çevrilmiş resimler veya etkileri tuhaf bir nesne olabilir.

Bütün bu kuşkular durumlara özgü bilinen prosedürlerle giderilebilir. Düş ve uyanıklığı ayırt eden yöntemimiz vardır.

“Fakat … gerçek midir?” kuşkusunun ya da sorusunun her zaman bir temeli olmalıdır. Bunun gerçek olmadığını düşündüren sebep bulunmalıdır. Kuşkusuz bağlam bazen sözcenin gerçekliği konusundaki kuşkuyu bir ölçüde giderebilir; fakat her zaman tümüyle gidermez. O zaman şunu sorma hakkımız vardır: “Ne demek istiyorsun?” “Onun aldatıcı görünüş olduğunu mu demek istiyorsun? Metafiziğin kurnazlığı, “Bu masa gerçek midir?” diye sormaktan ibarettir. Filozof gerçeği tümüyle gizemli ve derin bir anlamda “gerçek dünya” “maddi objeler” gibi gizemli bir anlamda kullanmaktadır. Filozof bu Gerçeğin neye karşıt olduğunu söyleyemez. Burada yapılması gereken şudur: “Gerçek” kelimesinin yerine daha özel bir kelime bulmak, böylece durumun özelliğini uygun ifadeyle betimlemektir.

Gündelik hayatta bildiğimiz nesnelere ilişkin soru sormayız. Örneğin “Bu hakiki tırmık mıdır? demeyiz; fakat doğrulamak için sorabiliriz. Her kuşku özel durumlarda ortaya çıkar. O zaman bu kuşkuyu gidermek için yöntemler vardır. Bu yöntemler daha önce bildiğim şeylerin ve özel nedenle ortaya çıkan kuşkuların nasıl giderileceğini bildiğim yöntemlerdir.

Oysa gündelik hayat “gerçek”in öğrenilmiş, empirik gözlemi­ne dayanır. Gözlem kuşku duymayı gerektirmiyorsa yani kuşku duymamızı gerektiren sebep yoksa “Bu gerçek midir?” diye sormanın bir anlamı yoktur. Örneğin “Bu gerçek saka kuşu mudur?” diye soruyorsak, duyduğumuz sesin bir taklit olduğunu düşünüyoruz demektir. “Bu gerçek vaha mıdır?” demek onun bir serap olma olasılığını düşünüyor olmamızı gerektirir. “Bu saka kuşu gerçek midir?” diye soran birine cevap için sebeplerim varsa örneğin gösterme imkânına sahipsem, göstererek “Bu bir sahte saka kuşu değildir.” derim. “Orada bir saka kuşu olduğunu neye dayanarak bilebilirim?” ya da “Neye dayanarak biliyorum?” sorusu gündelik hayatta sadece belli bağlamlarda ve kuşkuyu gidermek için sorulabilir.

“Onun gerçek olduğundan emin olmak” doğanın sürprizleri olamayacağına göz ardı etmek değildir. Bunun bir tırmık, gerçek bir tırmık olduğunu söyleyebilirim; sonra hiç beklenmedik durumlar olabilir. Onun üzerinden bir asfalt silindiri geçebilir. Bu durumda yine de önceki sözüm yanlış değildir.

Ancak silindir tırmığın üzerinden geçtikten sonraki durumu anlatmak istersek hangi kelimeyi kullanabiliriz? Bunu anlatmak için önceki betimimi terk etmeliyim. Buradan hareketle Austin şu önemli tezi ortaya koyar:

Öyle görünüyor ki, gerçek şeyler konusunda dilin ya da dilin önemli bölümünün “verimli” olduğunu, bir özelliğin gelecekte de böyle olacağını varsaymak büyük hatadır. Her zaman ortaya çıkabilen şey gerçek şeylere ilişkin fikirlerimizi yeniden gözden geçirmemizdir.

“Gerçek” kelimesi “iyi” gibi etiket bir kelimedir. Bununla şunu anlıyorum. “Gerçek” aynı fonksiyonu yerine getiren terimler grubunda en genel en kuşatıcı kelimedir. Bu grubun diğer üyeleri arasında buna yakın kelimeler şunlardır: “… denmeye layık”, “orijinal”, “canlı”, “hakiki”, “otantik”, “doğal”.

Negatif yönüyle yani “gerçek değil;”e ilişkin kelimeler de şunlardır: “Yapay”, “sahte”, “yapmacık”, “hileli” “derme çatma”, “uyduruk”, “sentetik”, “oyuncak”. Ayrıca “düş”, “yanılsama”, “serap”, “halüsinasyon” adlarını da bu gruba koymak gerekir.[2] Bu olumlu terimlerden en az genel olanları pek çok durumda neyi dışladıklarını az veya çok açık biçimde telkin etmektedirler. Bazıları bu olumlu kelimeleri olumsuz kelimelerle karşıtlar çifti haline getirmek isterler. Bu durum, mümkün yorumlar alanını daraltmaktır. “Üniversitenin tiyatro adına layık bir tiyatroya sahip olmasını arzu ediyorum.” dersem, bu önerim şu anlama gelir: Üniversite şu anda sadece derme çatma bir tiyatroya sahiptir. Resimler, sahte resimlere karşıt olarak, otantiktir. İpek, yapay ipeğe karşıt olarak doğaldır. Silahlar boş şarjöre karşıt olarak doludur.

Pratikte bazen bir adın incelenmesinden bir sonuç çıkarırız; çünkü gerçek olmadığını düşündüğümüz şeye ilişkin bir bilgi elde edebiliriz. Örneğin bana “Bu, doğal ipek midir?” diye sorarsanız, bunun “yapay ipeğe karşıt olarak” diye sorduğunuz sonucunu çıkarırım; çünkü başlangıçta biliyorum ki, ipek yapayı da olan bir nesne türüdür. Fakat bunun ipek oyuncağa karşıt olduğunu düşünmem.

“Gerçek” kelimesiyle yakınlığı olan olumlu kelimeler veya olumsuz kelimeler pek çok sorun çıkarır. Örneğin “et bıçağı” adına layık bir et bıçağı olma niçin gerçek bir et bıçağı olma tarzıdır? Oysa “saf bir kaymak olma”, “gerçek bir kaymak olma” biçimi değildir. Burada şunu sormadan edemeyiz: Gerçek/yapay kaymak ayrımı, saf/ karışık kaymak ayrımından hangi bakımdan farklıdır? Karışık kaymak yine de kaymak mıdır? “Sahte dişler”e niçin “yapay dişler” değil de “sahte dişler” diyoruz? “Protez organlar”a niçin “sahte” değil de “yapay” organlar diyoruz? Bunun nedeni belki yapay bir organın gerçek bir organın fonksiyonunu yerine getirmesi; fakat gerçek bir organ gibi görülmemesidir.

“İyi” felsefede çok kullanılan kelimelerden biridir. Yukarıda onun “gerçek” kelimesine çok benzediğini söylemiştik. Bu, daha çok övgüyü ifade etmeye yarar; bu amaçla kullanılan pek çok kelimenin içinde çok farklı bağlamlarda kullanılır. Bir zamanlar idealist filozoflar “gerçek”i “iyi” yerine kullanılan kelimeler ailesinden sayarlardı. Örneğin “Bu hakiki bir bıçaktır.” demek, “Bu, iyi bir bıçaktır.” demektir. Bazen “Bu, kötü bir şiirdir.” denildiğinde, “Bu, gerçek bir şiir değildir.” denmek istenirdi. Bu örneklerde iddia edilen belirli bir yetkinlik özelliğinin olmadığı ifade edilir.

“İyi” kelimesi felsefede büyük bir otoriteye sahip bir başka genel terimdir. Daha önce onun “gerçek”e çok yakın olduğunu söylemiştik. “İyi” yukarıda “gerçek” kelimesine yakın kelimeler ailesi içinde en genel terimdir. Bu kelime bir övgüyü ifade eder; fakat bağlama göre övgü dışında başka anlamlara da gelir. Örneğin “iyi bir bıçak” kesmek için en doğru bıçak anlamına gelebilir; tersi için de aynı şey geçerlidir. “Kötü bir şiir”den şiir ile ilgisi olmayan sözleri kast ederiz.

Bütün bu anlattıklarından sonra Austin, “gerçek” kelimesinin fonksiyonuna dayanarak bir değerlendirmesini yapar ve şunu söyler:

“Gerçek”, kelimesi düzleştirici bir kelimedir. “Düzleştirici” olarak “gerçek”, “düzleştirici kelimeler” dediğimiz çok geniş ve önemli kelimeler sınıfına aittir. Düzleştirici kelimelerin kullanımları, dilin dünyaya empoze ettiği pek çok ve önceden görülemez zorunluluklara uydurulmuştur.

Tasavvur edebildiğimiz şeyleri çoğunlukla dilimizin kelimeleriyle söyleyebiliriz. Fakat bu kelime haznemiz sınırlıdır; karşı karşıya kaldığımız mümkün durumlar ise çok çeşitlidir. Bu nedenle pratikte kaçınılmaz olarak daha önceden uygun ve kelime haznemizle özenli biçimde ifade edilmemiş durumlar karşımıza çıkar. Örneğin sözlüğümüzdeki “domuz” kelimesini alalım. Bu kelimeyi hayvanlardan hangisine vereceğimizi iyi biliriz; fakat varsayalım ki, bir gün karşımıza türünü bilmediğimiz ve ilk defa gördüğümüz bir hayvan çıksın; bu hayvan domuza çok benzesin; hareketleri aşağı yukarı domuzunkilere yakın olsun. Fakat bu hayvan domuza çok benzese de tümüyle bir domuz olmasın; ondan belli bir biçimde ayrılsın. Bu durumda ona ne ad vereceğimizi bilmediğimiz için, bir an sessiz kalırız. Bunun bir domuz olduğunu ya da olmadığını söylemek istemeyiz ya da söylemek için ona yepyeni bir ad verebiliriz; sözlüğümüzden bir kelimeyi kullanarak ona bir ad verebiliriz; fakat sözlüğümüzde ona dair bir ad olmadığından bunu yapamayız. Bu imkânsızlığı gidermek önce şunu deriz: “Bu hayvan domuz gibidir.” “Gibi” kelimesi en mükemmel “düzleyici”dir ya da diğer deyişle “sözlüğümüzü esnekleştirme”nin en temel aracıdır. “Gibi” sayesinde her zaman sözlüğümüzün sınırlı oluşuna rağmen, ad verme konusunda tümüyle sessiz kalmaktan kurtuluruz. O nedenle bu hayvanın “domuz gibi” olduğunu söyleriz. Fakat bunun yine de “gerçek” ya da “hakiki” bir domuz olmadığını da biliriz. Kelimeler dünyaya doğ­ru atılmış oklar gibidir; bu, düzleştirici kelimeler için de geçerlidir. Düzleştirici kelimeler sayesinde adlandırma kapasitesinin yetersizliğinden kurtuluruz. Eğer bu düzleştirici kelimeler olmasaydı oku kendi ayaklarımıza atardık. “Gibi” düzleştirici kelimesi hem nesneye bir açıklık hem de ifadeye bir esneklik kazandırır. “Bu hayvan gerçek bir domuz değildir; fakat domuz gibidir.” dersem, artık domuz kelimesinin anlamını değiştirmem.

Fakat o zaman şöyle bir sorun ortaya çıkar: Bu amaca ulaşmak için “gibi” kelimesine sahip olmalı mıyız? Cevap şudur: Düzleştirme için başka kelimelerimiz de vardır. Bu yeni tür hayvanlar için “domuzu andıran” kelimesini kullanabilirim; onlara “aşa­ğı yukarı domuz” diyebilirim. Fakat bu nitelemeler her şeye rağmen “gibi” kelimesinin yerini tutamaz; çünkü onlar “domuz” kelimesiyle aynı düzeyde yeni ifadeler sağlar ve onunla aynı şekilde iş görürler ve nesneyi doğrudan anlatmayı sağlamazlar.

“Gibi” kelimesi genel olarak bizi önceden görülmedik durumlara karşı silahlandırır. Yeni icat edilen kelimeler bunu yapmazlar yapamazlar.

Bu durumda şöyle sorulacaktır: Düzleştirici “gibi” kelimesinin yanında niçin “gerçek” kelimesine ihtiyacımız vardır? Hangi nedenle “O bir domuz gibidir?” bazen de “Bu, gerçek bir domuz değildir?” “Hakiki bir domuz mu?” deriz. Bu soruları doğru cevapladığımızda önemli bir engeli aşarız ve Gerçeğin kullanımını ve anlamını aydınlatırız.[3]

Austin bu bölümde anlattıklarının tümünden şu sonucu çıkarır: “Gerçek” ve “gerçek olmayan”ı ayırt etmek için genel ölçütler formüle edemeyiz; çünkü karşı karşıya kaldığımız bu ayırma problemleri çok özeldir. Oysa kelimeleriz bildiğimiz standart durumlar için üretilmişlerdir. Ayrıca nesnelerin özel cinsleri için ayrım yapmanın pek çok biçimi olabilir. Bu, doğanın ve hemcinslerimizin ortaya çıkardıkları sürprizlerin çeşitlerine ve sayılarına bağlıdır. Açıkça sürpriz ya da ikilem yoksa problem de ortaya çıkmaz. Gerçek bir domuz olmasa da bir domuza benzeyen bir şeyi şöyle veya böyle ayırt etmeseydik, o zaman “gerçek domuz” kelimelerinin hiçbir yan anlamı olmazdı.[4]

Ayrıca belirli bir anda kullandığımız ölçütler kesin ve değiş tokuş edilemez gibi görülemezler. Varsayalım ki, kedi cinsine ait bir yaratık konuşmaya başlıyor; varsayalım ki, başlangıçta “Bu konuşabilen bir kedidir.” diyorum. Fakat o zaman varsayınız ki, hepsi değil; onun gibi başka kediler de konuşmaya başlıyor. Bu durumda şunu demek zorundayız: “Bazı kediler konuşur.” Konuşan kedileri konuşmayan kedilerden ayırt etmemiz gerekir. Fakat burada dil yetisi genelleştirilseydi ve konuşan ile konuşmayan ayrımı bize gerçekten önemli gibi görünseydi, gerçek bir kediden konuşabilen bir yaratık olmasını beklerdik. Bu bize kedi için “gerçek bir kedi olmama”nın yeni bir açıklama biçimini verir. Kediye benzeyen; ama yine de bir kedi olmayan varlık olduğunu düşündürür.

Kuşkusuz “konuşan kedi”ye ilişkin sözlerimizin gündelik hayat açısından bir önemi yoktur; fakat bu açıklamalar felsefi bakımdan çok önemlidir; çünkü “gerçek bir X” ile “Gerçek olmayan bir X” arasındaki farkın mantıksal temelini verir. Gerçekte dayandığı olgusal temeli göremediğimiz bir ayrım, hakkında konuşmaya değmeyen bir ayrımdır.

 



*    Humpty Dumpty İngiliz halk çocuk şarkısında anlatılan insan şeklinde yumurta. Bu çocuk aynanın arka tarafını gördüğünü; kelimelerin ve mantığın tanımlarının bildirmediği şeyleri bildiğini söyler. Ona göre sadece bu şeyler vardır. Alice de “Alice Harikalar Ülkesinde”de çocukluğundan tanıdığı bu gizemli kişiyi keşfetmek ister. Alice, onu bir duvarda ete kemiğe bürünmüş görür.

.

 

 

 

6 Aralık 2020 Pazar

EYLEMLERİN VE İNANÇLARIN ARKA PLANI

ARKA PLAN

 

Yönelimlilik konusunda söyleyeceklerimiz bundan ibarettir. Şimdi Searle’ün dil felsefesinin diğer taşıyıcı kolonunu arka planı  açıklayalım.

Searle’ün bütün eserlerinde iki temel problem vardır: Olguları betimlemek ve nedenleri göstermek. O, olguların betimini kurallar yardımıyla yapar; nedenlerini  arka plana dayanarak gösterir. Arka plan kültürel tutumlarımızı ve dünya ile ilişkimizi de belirler; zihinsel kapasitelerimizin ve yatkınlıklarımızın bir bütünüdür; bir dizi sayıltıdan oluşur;

her tasavvuru mümkün kılar; ama kendisi tasavvur  değildir; [1]

tam tersine her tasavvuru işlevselleştirir. Tasavvur ister lengüistik olsun ister olmasın, arka plan temelinde fonksiyoneldir.

Arka plan bir hipotezdir;[2]  her hipotez gibi bu hipotez de kanıtlanamaz. Searle bu açıkça şöyle ifade eder:

Ben sadece bu hipotezden ne anladığımı söyleyebilirim.[3]

Arka plan hipotezi kanıtlanamasa da her tasavvur aktivitesinde onun varlığını kabul etmek yeterlidir.

Onun somut betimini yapmak ve sonuçlarını empirik tarzda göstermek zordur.

Bu fenomene her yerde rastlandığı konusunda ısrar edebilirim.[4]

Searle arka planın hipotez oluşunu söylerken Wittgenstein’ın yukarı tırmanan adam imgesinden esinlenir. Wittgenstein Felsefi Soruşturmalar’da demektedir ki,

Bir resim görüyorum; bir bastona dayanarak dik bir yolu çıkan yaşlı bir adamı temsil ediyor.-Nasıl? Eğer o bu konumda yokuş aşağı kayıyor olsaydı tıpkı aynı görülemez miydi? Belki de bir Merihli resmi böyle betimleyecektir. Bizim onu neden böyle betimlemediğimizi açıklamaya gerek görmüyorum.[5]

Searle, Wittgenstein’ın bu sözünden hareketle şunu söyler: Arka plan hipotezi bizi hiçbir zaman zora sokmaz. Diğer deyişle yaptığımız hiçbir yorum arka plan hipotezine zarar vermez.[6]

Pek çok şey arka plan sayesinde anlaşılabilir ve yapılabilir. Örneğin arka planla cümlelerin literal anlamlarını biliriz, dolaylı söz edimlerini gerçekleştiririz, fiziksel yatkınlıklarımızı işlevselleştiririz.

Searle’e göre arka plan önceki bazı filozoflarda da vardır. Ancak onlar arka planı farklı terimlerle ifade etmişlerdir. Arka planı insan bilgisini açıklamada ilk kullanan filozof Hume’dur.  Bu kavramı daha sonra  XIX. yüzyılda Nietzsche kullanmıştır. Nietzsche’ye göre arka plan vardır; ama onu determine eden bir şey yoktur, kültüreldir.  Searle’e göre ikinci Wittgenstein’ın çalışması büyük ölçüde arka plana yöneliktir.  Pierre Bourdieu’nün habitusu teorisi arka plan teorisidir.[7]

Searle arka plan fenomenlerini 1970’li yılların başında bunlara bir ad vermeden araştırmaya başlamıştır;[8]  bu kavramı ilk defa 1979’da yazdığı “Literal Anlam” adlı yazısında kullanmıştır. Filozof burada arka plan konusunda ayrıntılı bir açıklama yapmaz şunu söylemekle yetinir: Nasıl kelimeyi bağlamda anlıyorsak, cümleyi de arka plan sayesinde anlarız. Bu konudaki açıklamalarını Searle ilk defa 1980 yılında “Anlamın Arka Planı” başlıklı yazısında  yapar;[9] 1983’te yayınladığı Yönelimlilik adlı kitabında arka plan kavramına kesin şeklini verir.

Genel olarak yönelimlilik özel olarak da anlam, kapasitelerimizin ve yönelim öncesi durumlarımızı arka planına bağlıdır. Arka plan yönelimli durumların etkin olmasına izin verir. Yönelimli durumlar arka planda aktüelleşir.

Arka plan yönelimli olmayan ya da yönelim öncesi kapasiteler bütünüdür; yönelimli durumların fonksiyonel olmalarına izin verir.[10]

Searle arka planın yönelim öncesi özelliği üzerinde ısrar eder. Ona göre arka planın minimal bir coğrafyası yönelim öncesi arka planı ya da derin bağlamı anlamaya izin verir.

Anlamlar, anlayışlar, yorumlar, inançlar, istekler ve deneyimler gibi fenomenler sadece bir arka plan yetileri kümesinde gerçekleşir.[11]

Arka plan konusunda Searle’ün iki tür açıklaması vardır: Pratik açıklamalar ve teorik söylemler. Bunlardan hangi türü öncelikli olmalıdır? Felsefi metinlerde çoğunlukla önce teorik çerçeve çizilir, sonra pratik sonuçlarına işaret edilir. Teorinin her zaman pratiğe önceliği vardır. Okuyucuların altyapıları ve felsefi bilgileri  yeterli olduğunda  bu pek de sorun çıkarmaz. Ancak aksi durumda anlama problemi ortaya çıkar. Bu nedenle zorunlu olarak pratiği teoriye öncelemelidir. Ben de arka plan konusunda aynı zorunluluğu duyuyorum; bu nedenle açıklamalarıma önce arka planın ne işe yaradığını söylemekle başlıyorum.

Arka planın yedi fonksiyonu vardır. Bunlar:

1. Lengüistik yoruma izin vermek: Arka plan sayesinde literal anlamı ve metaforik anlamı ayırabiliriz ve anlayabiliriz. Bu ifadeleri anlamak için sözcelerin seçilmesi, yönelimlilik, bağlam vs. gibi bir dizi faktör işin içine girer. Bu faktörler toplamı arka plandır. Cümlenin literal anlamı, onun doğru olması için gerekli koşulları içerir. Bu gerekli koşulları sağlayan da arka plan kapasitelerimizdir. “Kesme” fiili pek çok cümlede kullanılsa da arka plan yatkınlıklarımız sayesinde hangi durumda hangi anlamın doğru olduğunu biliriz.

2. Algıları yorumlamaya izin vermek: Arka planın etkisiyle bazı şeyleri şöyle değil de böyle görürüz. Wittgenstein’ın bazen tavşan bazen ördek gibi görülen şeklini hatırlayalım. Biz bütün arka plan yatkınlıklarımızı kaba algıya dönüştürüp yoğunlaştırırız. O nedenle bu resmi kimi zaman tavşan kimi zaman da ördek görürüz. Searle’e göre bu durum bütün algılarımız için geçerlidir. Şunu bir sandalye, şunu bir masa, şunu bir bardak olarak görürüm. Gerçek bir şeyi algılamak, onu …olarak algılamaktır. Algılayan kişi, algıladığı şeyi az veya çok bildiği şeyi şu veya bu kategoriye yerleştirir.

3. Bilinci yapılandırmak: Bilinç her zaman aşina olduğumuz bir görünüşle ortaya çıkar. İlk defa gördüğüm yerler, giysiler ve kişiler çok tuhaf olsalar bile, şunu birim: Onların önceden bildiğim ev, giysi ve insan vs. kategorisine girer. Bilincimizin kaynağı aşinası olduğumuz, normal görünüşlerdir. Bu, arka plan kapasitelerimizin özelliklerindendir.[12] Bütün  yönelimlilikler de böyledir. Bildiğimiz kategorileri kullanarak algılarız.

Gördüğümüz bir objeyi ve anladığımız bir cümleyi yorumlamayız. Yorum, özel entelektüel bir eylemdir. Yorumla bir ifadenin yerine bir başka ifadeyi koyarız. Fakat bunu yapabilmek için cümleyi anlamak ve normal bilinçli durumları deneyimlemek gerekir. Bu anlama ve deneyimleme de arka plan kapasitelerine sahip olmakla mümkündür.[13]

 4. Geçmişteki deneyimlerimizi anlatmamıza ve canlandırmamıza izin verir. Deneyimlerimizin anlatılabilir bir özelliği vardır. Onlar art arda ortaya çıkan dinamik süreçleri içerir. Onların anlatım ya da canlandırma yoluyla aktüelleştirilmesi ancak arka planla olur.

 5. Kişilerin motivasyonlarını yönetir. Kişilerin zevkleri, hazları, idealleri, inançları ne kadar farklı olursa olsun, bunların tümünü arka plan yönetir.

 6. Bazı şeylerin ortaya çıkmasının şaşırtıcı olmadığını anlamayı sağlar: Büyük şehirlerde araç gürültülerinin duyulması, bir sürü eve mağazaya rastlanması, sokaklarda kalabalıkların görülmesi, hiç de beklenmedik bir şey değildir. Arka plan sayesinde bunu anlarız. Arka plan kapasitelerim deneyimimin doğasını yapılandıran beklentilerin bütününü belirler.

 7. Kişiyi  bazı davranışları yapmaya hazırlar: Örneğin, ciddi bir sözü değil şakaları duyduğumda gülmeye; insanlarla konuşacağım zaman kısık sesle değil; onların duyacağı sesle konuşmaya ve onlarla belli bir mesafede durmaya hazırımdır. Bütün bunlar, arka planın tezahürleri dediğim şeydir.[14]

Arka plan bir bağlantıcılıktır *(connexionisme). Searle bunu Construction de la réalité sociale’de açıklar.

Arka planla ilgili her söylem kognisyona ilişkin bağlantıcı modelle uyumludur.[15]

Bağlantıcılık hem düalizme hem de bedenle kognitivizm arasındaki ayrılığa karşıttır.

Arka plan belirsiz midir? Değildir; çünkü arka plan ifadelerindeki fiillerin çok çeşitli yorumları yapılabilir.  Örneğin “kesmek” fiilini alalım “keki kesmek”, “çimleri kesmek”, “derisini kesmek” cümlelerinde bu fiili farklı şekillerde yorumlarız.  Bu kullanımlar arasındaki fark yok sayılamaz ve “General Elektrik çim, kek, kumaş ve deri kesen bir alet icat etti.” denemez. Arka plan yanlış yorumlanamaz; çünkü arka plana dayalı ifadeler açıktır.  Örneğin restoranda “Biftek ve patates kızartması istiyorum.” diyen veren müşteri, bu siparişinin açıklığından emindir. Kuşkusuz siparişle ilgili bir dizi olasılık vardır. Örneğin garson yemeği müşterinin evine veya iş yerine götürebilir; paketlenmiş veya dondurulmuş halde getirebilir; müşterinin cebine koyabilir vs. Fakat bunlar mümkün ise de garson müşterinin ifadesi anlar ve gereğini yapar.[16]

Arka plan,  zihinsel durumlar ağımızı holizmden daha iyi açıklar. Arka planın etkisiyle düşünürüz ve davranırız; bunları yaparken bir teoriye başvurmayız. Bu görüşüyle Searle İkinci Wittgenstein’a yaklaşır. Onların her ikisine göre de anlamla ilgili sorunlar teoriyle açıklanamaz.[17]   

Herhangi bir şeyi yapmaya yönelmeden önce, birtakım şeyleri bilmeliyim; ancak bu sayede bir eylemi yapabilirim. Örneğin eyleme geçmeden önce     bilmeliyim ki,  nesnelerin değişmez özellikleri vardır ve bu eylemi gerçekleştirebilme gücüne sahibim. Bütün bunların bilgisine arka plan sayesinde sahip olabilirim.

Felaket durumları arka planı gözlemlemenin en iyi örneklerindendir. Searle bu konu şöyle açıklar: Arka plana ilişkin seminerlerime katılan konuk misafir filozofu ikna edememiştim. Fakat bana sonradan yazdığına göre hafif bir deprem, bu konudaki sözlerimin anlaşılmasına ve kabul edilmesine yetmiş. Çünkü çevresindeki nesnelerin nasıl bir ağ gibi olan jeolojik yapılara ayrılmaz derecede bağlı olduğunu anlamış.[18]

 

Ağ bağlantısı

 

Arka planımı oluşturan bütün ögeler; örneğin yönelimlilik, inançlar, istekler, anılar, beklentiler  bir ağ bağlantısı oluşturur. Bu ögeler ağ bağlantısı sayesinde izole, kişisel; atomik ve kendi kendine yeten bir zihinsel durum olmaktan çıkar ve pek çok şeyle ve durumla ilişkili olur. Bunların her biri diğerleriyle bağlantısı içinde yani bir ağ bağlantısında anlam kazanır; yönelim, söz edimine veya eyleme yol açar. Ağ bağlantısı arka planla birlikte birey ve dünya arasındaki ilişkileri somutlaştırır ve nedensel bir rol oynar; bir “iç çevre oluşturur.”

Arka plan ağın izole bir düğümü  yani tekil bir deneyim ve inanç olarak değil, bir ağ olarak etkindir. Bir şeyi yapmayı istemek tek başına yapmayı gerçekleştirmeye yetmez. İstediğimi yapabilmem için diğer inançların ve isteklerin ağ bağlantısına da sahip olmalıyım. Arka planı oluşturan bütün ögelerin ve süreçlerin bilinmesi bir eylemin, bir isteğin, bir inancın  nihai açıklaması değildir. Bunlar arka plan ögelerinden  daha fazla bir şeydir.

Ağ bağlantısı hipotezine göre tasavvurlar arasındaki bağ mantıksal değildir. Tasavvurlarımızın bütünüdür ve deneyimlerimizin nedensel kaynağıdır ve arka planla birlikte etker neden oluşturur.

Ağ bağlantısı sayesinde inançlar birbirine bir bağlanır. Yönelimli durumlar tek başlarına tatmin koşullarına sahip değildir. Onların tatmin edilebilmeleri için bir inanç ağına ihtiyaç vardır. Bir inanca, bir isteğe sahip olabilmem için bir ağ bağlantısına ihtiyacım vardır. Bir restoranda bir şey yemek için bir dizi inanca sahip olmalıyım; orasının yemek yenen bir kurum olduğuna, orada yemeğin ücretle yendiğine vs. inanmalıyım. Bu inançlarım başka inançlarıma ihtiyaç duyar ve bütün inançlarım bir ağ oluşturur. Ağ bağlantısının ögeleri olan inançlar, kendi kendilerini yorumlayamazlar ve uygulayamazlar. Uygulama ve yorumlama, arka plan sayesinde olur.[19]

Bilincin ortaya çıkışında nöronlar ağının ve nöronlar arası iletişimin rolü ne kadar önemliyse, arka planı oluşturan ögelerin birbirine bağlığı da o kadar önemlidir.

Bilindiği gibi  biyolojik yapımız nöronların ağıyla donatılmıştır; bilişsel etkinliklerimiz ve becerilerimiz nöron   ateşlenmelerinin ürünüdür. Tıpkı bunun gibi öğrenilmiş becerilerimiz ve sosyal inançlarımız da bir arka plan ağı oluşturur. Bütün yönelimli eylemler bu arka plan ağına göre gerçekleşir; her eylem ve her karar birbiriyle bağlantılı pek çok çok deneyimi ve inancı işin içine katar.

Kısaca söylersek arka plan bir ilkedir. Daha doğrusu, ağ bağlantısının tümünün bir arka plana ihtiyacı vardır. Çünkü ağ bağlantısının ögeleri kendi kendilerini yorumlayamaz ve kendilerini uygulayamaz.[20]

Ağ bağlantısı tezi şunları içerir:

1. Yönelimli durumlar kendi başlarına işlemezler; karşılama koşullarını tek başlarına belirlemezler.

2. Her yönelimli durum, diğer yönelimli durumları içeren bir ağ bağlantısına ihtiyaç duyar. Karşılama koşulları ancak bu ağ bağlantısında sağlanır.

3. Hatta ağ bağlantısı da yeterli değildir; çünkü bu ağ bağlantısı ancak bir arka plan yetileri kümesiyle bağlantılı olarak işler.

4. Bu yetiler yönelimli durumlar değildir; yönelimli bir durumun içeriğinin  parçası gibi da görülemez.

5. Aynı yönelimli içerik farklı arka planlarla bağlantılı olabilir; bağlı olduğu bu arka planları asla belirlemez; ancak doğrulama koşullarını bu arka planlara bağı olarak belirleyebilir.[21]

Arka plan ile ağ bağlantısı arasına bir sınır çizilemez. Çünkü arka plan bir yetiler kümesidir; oysa ağ bağlantıları yetilerle değil; yönelimli durumlarla ilgilidir.[22]

Arka plan ve ağ bağlantıları davranış normlarının bütününü içerir; davranış normları ise toplumun normlarını oluşturur. Arka plan ve ağ sonuçta bireyin toplumdaki eylemini normalleştirme gücüne sahiptir. Bu güç bir yasayı kullanmaz; fakat biçimsel olmayan yaptırımların algılaması veya kınaması sayesinde bireyleri ait oldukları toplumun ya da grubun diğer üyeleriyle uyuşturur.   “Arka plan gücü” kavramını aydınlatmak için şunları kabul etmelidir:

    1. Yönelimlilik “…e uy!” biçimindeki sürekli bir yönetici lengüistik edim tarafından tatmin edilmelidir. Sosyal arka plan yaptırımların bilgisini içerir, yaptırımlar bu bilgiyi destekler; yaptırımların verdiği bilginin yönelimli ve  örtük bir içeriği vardır.

   2. Ağ bağlantısı sayesinde kim, kimin üzerinde gücünü uygularsa uygulasın, sosyal ilişkilerin nasıl kurulacağı kesinlikle bellidir.  Kısaca, yönelimli durumlar pek çoktur ve karmaşık bir ağ oluşturur. Bu karmaşık ağ da bir arka planda kurulur; arka plan ise yönelimli durumları mümkün kılan koşuldur.[23]   

Biyo-güç olarak arka planın gücünün sonucu konformizmdir ve bireylerin eylemlerinin normalleştirilmesidir. Arka plan sosyal hayatta kontrol edilebilir süjeler ortaya çıkarır. Dış kontrolden bir aynı grubun normlarını paylaşması koşuluyla kişinin  kendini  kontrolüne geçişi sağlar. Sosyal arka plan dışarıdan empoze edilse bile süjelerin davranış kapasitelerine ilişkin uylaşımlarla  içselleşir ve doğallaşır. Sonuçta sosyal arka plan ağı kültürleşme süreçlerinden hareketle kabul edilmiş bir güç biçimidir.

KAPASİTE

 

Searle arka plan konusunda iki ayrı tezi savunur: Birinci tez şudur: Arka plan ister yönelimli isterse lengüistik biçiminde olsun; sadece zihinsel kapasiteler bütününde var olabilir.[24]

Arka plan kapasitesi eylemin bilgisinin kaynağıdır. Bir şeyi nasıl yapacağımızı bu arka plan kapasitesinden öğreniriz. Bir şeyi nasıl yapacağımızı bilmek, nesnelere ve olgulara dair bilgimizden, diğer deyişle önermesel bilgiden farklıdır. Burada Searle Ryle’ın çok önemli ayrımını benimser: Bir şeyin nasıl yapıldığını bilmek, ne olduğunu bilmekten farklıdır

Searle bu tezi temellendirirken Wittgenstein’ın Felsefi Soruşturmalar’ından esinlenmiştir. İkinci tez birincinin tersidir: Bu ikinci teze göre arka plan sadece kurumsal içerikler yani istekler, yönelimler inançlar vs. tarafından aktive edilirse fonksiyoneldir. Herhangi bir yönelim olmadan arka plan fonksiyonel olamaz.

Arka plan

Zihinsel kapasitelerin, şemaların, uygulamaların yatkınlıkların, alışkanlıkların, varsayımların bütünüdür; tasavvurlarımızın uygulamalarını mümkün kılan koşulların tümüdür.[25]

O, insanların yönelimli durumları olmayan kapasitelerinden, eğilimlerinden oluşur.

Bu tezini desteklemek için Searle, şu düşünceyi savunur: Yönelimli durumlar, arka plan kapasiteleri sayesinde içeriklere sahiptir.

Şu anda sahip olduğum yönelimli durumlara sahip olabilmem için bazı becerilere sahip olmalıyım; olup biten şeylerin nasıl olup bittiklerini yani bir arka planı bilmeliyim.[26]

Searle’de  merkezi sorun kuşkusuz dildir; ancak dili incelemek için arka planı dikkate almalıdır. Arka plan söz edimleriyle dolaylı ve yönelimlilikle doğrudan ilişkilidir. Şöyle ki, gördüğümüz gibi yönelimlilik söz edimlerini gerçekleştirmeyi ve anlamayı mümkün kılar; yönelimlilik ise arka plana bağlı olarak gerçekleşen olgulardır.

 Searle bunu şöyle açıklar: Bir kişinin Amerikan Başkanlık seçiminde aday olma niyetini taşıyabilmesi için şuna inanması gerekir: Birleşik Devletler bir cumhuriyettir.  Başkanlık seçimleri düzenli aralıklarla yapılır; bu seçimlerde iki parti adaylarıyla yarışır. Aday seçmenlerin kendisine oy vermelerini ister. Onun niyeti sadece diğer istekler ve inançlar ağı içinde yer aldığından niyet olabilir. Fakat varsayalım ki bir yönelimli durumu bağlı olduğu bütün durumlarla ilişkilendirerek açıklamak istiyoruz. Böyle bir girişim başarısızlığa mahkumdur; çünkü sonunda birbirinden ayrılmayan inançları ifade eden bir yığın tuhaf  önerme yığını elde ederiz.  Bu önermelerden bazıları kurucu inançlara bazıları da bilinçsiz inançlara dairdir.[27] “Seçimler belli bir ülkede yapılır.” “Üzerinde yürüdüğümüz zemin genellikle serttir.”; “İnsanlar ayıkken oy kullanırlar.” “Dokunduğumuz nesnelerin basıncı ve direnci vardır.” Bu tür önermelere örnektir.

Arka plan bir eylemde bulunan ya da yönelimli bir şey yapan kişinin pratik bilgilerinin rezervidir.  Searle bunu şu somut örnekle açıklar: Buzdolabından soğuk bir şey içmek, bir sürü biyolojik kapasiteyi ve kültürden öğrenilen bilgileri gerektirir. Bir şey içme niyeti oluşturabilmem için, pek çok şeyi yapabilme kapasitem olmalıdır  ve pek çok şeyi nasıl yapabileceğimi bilmeliyim. Kalkmak, yürümek, kapıları açmak ve kapatmak, içecek şişesini nasıl alacağımı ve kapağını nasıl açacağımı, bardağa nasıl dolduracağımı bilmem gerekir.[28]

Varsayalım ki,   buzdolabından bir kola şişesi almak istiyorum ve bu isteğimi (yönelimli durum) gerçekleştirmek için  buzdolabımın kapısını açmam gerektiğine inanıyorum (bir başka yönelimli durum) diğer deyişle buzdolabından bir şişe kola almak istersem bu kuralın geçerli olduğuna inanıyorum. Arka plan sayesinde her yönelimli durum bilinçli olur. Diğer deyişle bilinçli bir durum yönelimli olabildiği ölçüde bilinçlidir; örneğin kişi sorulduğunda neye inandığını ve neyi istediğini söyleyebilir. 

Arka plan yönelimi eylemin sadece gerçekleştirilmesini sağlamaz; açıklamasını da mümkün kılar. Yönelimli açıklama sayesinde buzdolabı kapısının kolunu kavrama ve kapıyı kendime doğru çekme eylemini açıklayabilirim. Kapıyı açmak istiyorum (yönelimli bir durum) ve şu kuralı kabul ediyorum: Bir buzdolabının kapısını açmak istersem onun tutamağını kavramalıyım ve kendime doğru çekmeliyim (açıkça bilinç dışı bir kural: Bir buzdolabı kapsını açmaya hazırlandığında aklımda tutmaya ihtiyacım olmayan kural).

Tutamağı kavramak istiyorum; fakat bunu nasıl yapacağımı bildiren bir kural yoktur; kural olmadığından bilinçli ya da bilinçsiz davrandığımdan söz edilemez. Açıklama sadece şudur: Yalnız tutamağı kavramak istiyordum ve bu isteğim bir eyleme yol açtı; bu eylemim bu tür objeyi yönelimli olmayan biçimde kavramak kapasiteme uygundur.  

   Bana niçin böyle davrandığım sorulursa, buzdolabının tutamağını kavramaya ilişkin bir kural olduğunu söyleyemem; ancak şunu diyebilirim:  “Ben tutamağı kavramak istiyordum ve bunu yapabiliyordum.”  Karşıtını varsayarsanız sonsuzca geri gidime düşersiniz. Varsayalım ki, kurala itaat ediyorum ve bu kural da şudur: Tutamağı parmaklarımla kavramak. Bunu yapmak istediğimde kaslarımı germeliyim: Oysa kaslarımı germek kapasitesi yönelimli olmayan bir kapasitedir. Öyle görünüyor ki, bir kuralı bilinçsizce  izlemek zorundayım. Bu kuralın içeriği şudur: Şu ya da bu kası kasmak istediğimde belli bir eylemi yapmalıyım yani şu ya da bu nöronları aktif hale getirmeliyim.

Arka plan lengüistik olan ve olmayan bir çıkarım stratejisi olarak etkindir.[29] Bu strateji hem lengüistik olan hem de lengüistik olmayan anlamı uygulamaya izin verir.[30]

arka plan nasıl işler

Arka planın sosyal kaynağı

Arka plan nasıl işler? Searle bunu Amerika’daki başkanlık seçimi örneğiyle açıklar. O, demektedir ki, nasıl ki, Amerikan Anayasası bir kişiye başkan adayı olma hakkını potansiyel olarak veriyorsa, nasıl ki, adaylar seçim propagandaları boyunca çeşitli yerlere gidiyorlarsa arka plan da bize tıpkı Amerikan Anayasası gibi yönelimlilikler oluşturma imkânı verir.  Kuşkusuz her analoji gibi bu analoji de sınırlıdır. Çünkü Amerikan seçim yasaları veya anayasa maddeleri tasavvurlar bütünüdür ve özellikle oluşturucu kurallar bütünüdür. Bu durum dikkate alındığında Searle’ün arka planı Amerikan Anayasasına benzetmesinin pek de açıklayıcı olmadığı düşünülebilir.  Searle yine de şu söylemekten geri kalmaz.   Her şeye rağmen arka plan bir kurgu değildir. Nasıl ki bir oyunun kuralları ya da Anayasa bize hareket imkânları sağlıyorsa, arka plan da yapabileceğimiz şeyleri mümkün kılan koşulları verir. Arka plan sadece neden olarak etkindir. Arka plan anlamak, inanmak, istemek, niyetler oluşturmak vs. için yeter koşulları değil; gerekli koşulları da verir. Hiçbir şey beni “Kapıyı açın!” sözcesinin semantik içeriğini doğru biçimde anlamaya zorlamaz. Fakat arka plan olmadan bunu anlayamam. Her anlama arka planın bir müdahalesini gerektirir.

Yönelimli durumlar sadece yönelimli fenomenler olmayan arka plan kapasitelerinin bütününe bağlı olarak etkin olur. Aynı şekilde arka planı fonksiyonlar bütün gibi görmek de hatadır.[31]

Burada şöyle sorabiliriz: Arka plan taklitle karşılaştırıldığında ne söylenebilir? Taklidin arka plandan daha etkili olduğunu düşünebilir miyiz? Searle bu soruyu bir röportajında şöyle cevaplar: Kuşkusuz taklit sosyal fenomenlerin yayılmasında önemli bir fenomendir. Örneğin üniversite bugün tüm dünyada ortak bir eğitim kurumudur ve pek çok ülke, Batı ve özellikle Amerikan üniversitelerinin modellerini isteyerek taklit etmektedir. Fakat bana göre sosyal realitenin oluşturulmasında taklit ne kadar önemli olsa da merkezi bir olgu değildir. Kurumları açıklamak yeni kurumların nasıl doğduklarını söylemekten çok ontolojik bir temel bulmaktır.  Sosyal kurumların oluşumunda Dawkins’in genetik açıklamaları da taklit kadar bile değer taşımaz; hiç yararsızdır. Onu arka planla hiçbir ortak noktasının olmamasından dolayı aldatıcı buluyorum. Tanrı ve özgürlük gibi kavramların anlaşılması ve kuşaktan kuşağa taşınması farklı arka planlar sayesinde mümkün olmuştur ve özel uygulamaları olmuştur. Anlam kelimesi bunlara farklı bir anlamda uygulanır.   Her taşınma ya da taklit kavramı, yönelimli içeriğin rolünü ve aynı şekilde arka planın rolü belirginleştirmelidir.[32]

Searle bu tanımda güçlük çıkaran şu dört kavrama dikkat çeker: “Kapasite”, “izin vermek”, “yönelimli durumlar” ve “fonksiyonel olmak.”. Şimdi bunları kısaca açıklayalım:

1. Kapasite: Bu yatkınlık, istidat, eğilim ve genel olarak nedensel yapılardır.[33]

Arka plandan söz ettiğimde nörofizyolojik nedenselliğin  belli bir türünden söz ederim. Bu yapıların nasıl işlediklerini bilmediğimiz için onları bir üst düzeyde betimlemek zorundayız. Bu mahzurlu gibi görülemez. Örneğin “İngilizce konuşabiliyorum.” dediğimde beynimin nedensel bir kapasitesinden söz ederim.[34]

2. İzin vermek, nedensel bir kavram gibi anlaşılmalıdır. İmkânın mantıksal koşullarından söz etmiyoruz; fakat bazı yönelimli fenomenlerin ortaya çıkışında nedensel olarak etkin nörofizyolojik yapılardan konuşuyoruz.

3. Yönelimli durumlar: Yönelimli durumlar dünyaya gönderirler. Bilinçli veya bilinçsiz olabilirler. Onların istekler ve inançlar gibi pek çok çeşidi vardır. Yönelimli durumlar dünyaya bağlı değildir. Hayvanlarda ve konuşmayı henüz öğrenememiş çocuklarda yönelimli durumlar vardır. 

4. Fonksiyonel olmak: Arka planın şu üç farklı zeminde görünür: Düz anlam, metaforik anlam ve tekniğin kullanılması. Düz anlamı ve metaforik anlamı arka plan sayesinde anlayabiliriz. Günlük hayatımızda araba kullanmaktan buzdolabından bir şey almaya kadar pek çok teknik becerimiz arka plana göre etkindir.

arka plan türleri

Searle üç tür arka plan kabul eder:

1. Derin arka plan: Tüm insanlardaki ortak ve biyolojik temeli olan kapasitelerden ibarettir. Örneğin yürümek, bir nesneyi tutmak, algılamak, fiziksel yatkınlıklarımız; algı objelerine, bu objelerin sürekliliğine dünyanın varoluşuna ve bilinçten bağımsız başka insanların var oluşuna karşı tutumlarımız derin arka plandır. Derin arka plan yönelim öncesi durumdur.[35] Filozof bunu şöyle açıklar:

Bana yürümek için kurallar öğretilmedi; aynı şekilde nesnelerin katı oldukları da öğretilmedi. Başlangıçta, “Bir arka plan vardır.” şeklindeki sezginin kaynağı budur.[36]

Burada “derin” kavramı ilk bakışta çelişkili gibi görünebilir. “Plan” kelimesi düz yüzey demektir ve derinlik özelliği içermez; “Düzse derin değildir ve derinse düz değildir, denebilir.  Ancak burada “derin” literal anlamda değil; metaforik anlamdadır ve bunu en iyi anlatan da “bilinç altı.” kavramıdır.  Burada derinlik  perde arkasındaki suflör gibidir.

2. Lokal arka plan: Objelerden ve nesnelerden bağımsız bir var oluşa sahiptir. Bunlar egzersizle kazanılmış becerilerdir.

 Lokal arka plan üç türlüdür.

A) Kültürel pratikler: Lokantada yemek, çeşitli toplantılar yapmak, bazı toplumlarda çay içme seansları, çeşitli selamlama biçimleri, danslar gibi eylemlerdir. Bu kültürel pratikler bedenin çeşitli durumlarıyla gerçekleştirilirler.

B) Yönelim öncesi durumlar: Otomobilleri, buzdolapları, bilgisayar, para gibi teknik kullanma; şişenin kapağını açma ve skiyle kayarak karlı yamaçtan aşağı inme gibi kapasitelerimizdir.

c) Egzersizle kazanılmayan ya da yönelimsel olmayan zihinsel kapasiteler: Bunlar ne tasavvurlardır ne de yönelimlerdir; niyetlerin, isteklerin, inançların, tercihlerin vs. yönelimli bir eyleme yol açabilmelerini sağlar.

3. Holizmin bir türü olan yönelimlilik. Bu, fizik becerilerden farklıdır. Searle bunu Yönelimlik’te  açıklar. Buna göre bir kişi tek bir yönelimli durumda olamaz; bir yönelimli durumda olmak, birden fazla yönelimli durumda olmayı gerektirir.

Arka planın iki sorumluluğu vardır: Nesnelerin nasıl olduklarını kavramaktan sorumlu özelliği ve herhangi bir şeyi nasıl yapacağımızı bilmekten sorumlu özelliği.[37]

Searle’e göre kapasiteleri, eğitimini almadan kazanabiliriz. Bu da onların yönelimli olmadıklarını gösterir. Bir kapasite açık bir öğretim sonunda kazanıldığında tasavvur ürünü olamaz. Böyle bir durumda kurallar yönelimli bilinç dışı içerikler biçiminde verilmez.

Öyle görünüyor ki, öğrenirken tekrar edilen deneyimler daha çok, fizik kapasiteleri yaratır. Bu kapasitelerin yaratılması  nöronların iletişiminde gerçekleşir. Nöronların iletişiminde kuralları yararsızdır.[38]

Searle bir başka kitabında şuna dikkat çeker:

Arka plandan söz ettiğimizde nörofizyolojik bir nedensellik kategorisinden söz ederiz.[39]

Örneğin bir şişenin kapağını açmayı öğrenebilirim. Öğrenmem bir arka plan kapasitesi; tasavvur kapasitesi olur. Bu kapasitemi kullanmam için kurallar etkili değildir. Ancak kazanılmış bütün kapasitelerde bunun böyle olduğu açık değildir. Şişenin kapağının nasıl açılacağını gösterdiğimiz kişi birkaç yıl sonra şişe kapağını açmasını istersek şöyle diyebilir: Bu kapak nasıl açılır?

Bu durumda bilinçli olmasa da bu kuralı izlediğini ve kapasitenin bir arka plan kapasitesi değil de yönelimli bir kapasite olduğunu ileri süremez miyiz?  Ya da bu koşul yani kişinin kuralı izleyecek durumda olma kapasitesi yönelimli olduğundan yeterli bir koşul değil de zorunlu koşul olduğunu kabul edebilir miyiz? Eğer durum böyleyse, görünüşte izlediği kuralın davranışının açıklamasına girip girmediğine veya ne zaman girdiğine karar veremeyiz. Diğer deyişle öğrenmeyle kazanılan kapasitelerinin tezahürleri ve arka plan kapasitelerinin tezahürleri arasında ayrım yapmak zor olur.

Searle Yönelimlilik’te bir ölçüt koyar. Bu ölçüt tasavvur olan ve olmayan bir durum hakkında karar vermemizi sağlar. Ölçütü verdiği kayakçı örneğine dayanarak açıklar. 

Kayakçı başlangıçta yapması gerekenler konusunda belli talimatlar alır. Bu talimatlardan her biri davranışı belirleyen yönelimli içeriğin parçası sıfatıyla nedensel olarak etkin olan açık bir tasavvurdur.[40]

Kayakçı bir süre sonra kolayca kaymaya başlar,

 Artık talimatları yani kuralları hatırlamasına ihtiyacı yoktur. Piste yalnız kaymak için gider.[41]

Burada iki hipotez düşünebiliriz.

1. Talimatlar içselleştirilmiştir ve bundan böyle her zaman bilinçsiz; fakat tasavvurlar olarak etkindir.[42]

2. Tekrar edilen uygulama, kuralların arka plana geçmesini sağlar. Kayakçının uzluğu şimdi bir arka plan uzluğu olmuştur; bundan böyle kurallar yararsızdır. 

Searle’e göre birinci hipotez akla uygun değildir. İkinci hipotez verileri bir açıklayıcı araç kabul eder.

Öyle görünüyor ki, ikinci hipotez basittir; çünkü hipotezin, kayakçının hareketlerini açıklamak için bilinçsiz ve zihinsel pek çok tasavvuru işin içine dahil etmesi gerekmez. Ayrıca kayakçının bilinçsiz kuralların uygulanmasıyla bilinçsiz çok hızlı hesaplamalar serisi gerçekleştirdiğini de varsaymak zorunda değildir.

Searle görünüşte eylemden önce düşünüp taşınmanın olduğu bir durumu düşünür. Açıktır ki, normal durumlarda kayakçının düşünüp taşınmaya ihtiyacı yoktur ve bir karar alması gerekmez.  Tersine bedeni öyle eğitilmiştir ki, kayakçı pistteki değişiklikleri otomatik olarak inceler; sonuçta hiçbir kuralı izlemez.[43]

Fakat Searle’e şu itirazı yapabiliriz: Tasavvurların bilinçsiz ve bilinçli kullanımları nörofizyolojik planda farklı süreçler oluşturur. Bilinçsiz kullanım öbüründen çok daha hızlı olabilir. Diğer yandan onun kabul ettiği ölçüt, tüm durumlarda açık bir ölçüt vermez; kayak pistindeki hareketler kuralların bilinçsiz bir uygulamasından doğamaz. Kısaca söylersek yönelimli olmayan bir kapasite fikri bir ölçüde akla uygundur;  fakat bu uygunluğu özel durumlara uygulamak zordur.  

Yukarıda ikinci örneği açıklarken demiştik ki, arka plan yönelimli durumlar olmadan fonksiyonel olamaz. Kayakçı örneği bunu aydınlatabilir. Searle demektedir ki,

Eylemleri yapan kayakçının bedenidir; onun yönelimliliği yarışı kazanmaya odaklanmıştır.[44]

Normalde usta kayakçının yönelimli eylemleri inişten önce ve iniş sırasında yarışa odaklanmıştır ve yarışı kazanmayı ister. İkinci teze göre sadece yönelimli durumlar arka plan birikimini aktive edebilir.

Fakat bütün bu biyolojik, sosyal ve fiziksel ilişkiler arka planın üretimlerini sadece arka plan benim üzerimdeki etkilerinden; özellikle zihnim-beynim üzerindeki etkilerden dolayı beni ilgilendirir. Dünya ile, arka planımı sadece başkalarıyla karşılıklı etkileşimimden dolayı ilgilenmeliyim. Bir fıçıdaki beyin olsam bile, diğer deyişle dünya hakkındaki bütün algılarım ve eylemleri halüsinasyon olsa bile hatta dış dünyaya ilişkin tüm yönelimli durumlarımın tatmin koşulları yerine getirilmese bile yine de bendeki yönelimli içeriğe sahip olurum. Sonuç olarak arka plan ne nesneler ne de nesnelerle bizim aramızdaki gizemli ilişkiler toplamından oluşur. Arka plan gerçekte yatkınlıklar, durumlar, yönelim öncesi varsayımlar, pratikler ve alışkanlıklar bütünüdür. Bütün bu kapasiteler yine de bedenlerde ve beyinlerde gerçekleştirilmişlerdir.

Yönelimli durumların içeriklerini olması için benzer kapasiteler var olmalıdır. Şu an sahip olduğum yönelim durumlarına sahip olabilmem için yapmayı-bilmenin bazı biçimlerine sahip olmam gerekir. Olup bitenlerin nasıl olduklarını ve nasıl yapıldıklarını bilmeliyim.

 

 

 

Arka planın nedenselliği

Toplumsal kurumların yapısı arka planın yapısını belirler. Peki bu nasıl anlarız? Şu gerçeği kabul ederek: Arka plan kurumlarını kurucu kurallarının özel biçimine bağlıdır. Bu bağlanmada bir inanç, bir istek yoktur. Kuralların sembollerine bağlanma da değildir. Searle bunu bir beysbol oyucusunun beysbol oynaması örneğinden hareketle açıklar.  Beysbolcu başlangıçta oyunu oynayabilmesi için gerekli kuralları, ilkeleri ve stratejileri öğrenir. Fakat ustalaştıktan sonra davranışları daha çok akıcı, daha çok ritmik ve pozisyonun gereklerine karşı daha çok duyarlı hale gelir. Bir oyuncu ne kadar usta olursa olsun, kuralları daha iyi uygulamaz; daha doğrusu ustalık kuralların ustaca uygulanması değildir.

Ustalık bir dizi uygun karşılıklar verme ustalığı ya da yatkınlığı kazanmıştır. Şimdi açıklayacağım temel düşünce şudur: Herhangi biri, niyetselliğin özel yapılarına duyarlı, bilfiil bu niyetsellikle kurulmamış olan bir dizi yetiler geliştirip tekamül ettirebilir.[45]

Arka planın nedenselliği sadece beysboldaki kadar basit değildir. Daha karmaşık olgu durumlarında da bu nedenselliği fark edebiliriz. Örneğin paranın kullanımı alalım. Parayla alışveriş yaparken aklımıza getirmediğimiz pek çok arka plan ögesi vardır. Örneğin paranın bağımsızlık sembolü olması, belli bir resmi kurum tarafından basılması, kağıdının belli özellikler taşıması, resmi yetkililerin imzalarını taşıması sahtesiyle gerçeğini ayırmanın ölçütleri vs. , Kişi alışveriş yaparken ticari eşyayı  alırken cebindeki paranın bütün bu koşulları taşıdığını bilir; ama bunları düşünmez.  Parada kurucu kurallar işbasındadır. Bu kurallar fiziksel özelliklerinden dolayı değil; uylaşımsal olduklarından dolayı etkindir. Kişi parayı kullanabilme becerisine sahiptir. Arka plan uylaşımları kişiye bu beceriyi kazandırır.

Kişi toplumsal fenomenlere bağlı olarak kuralları uygulardan her zaman bunun bilincinde olmayabilir. Bazı kuralları uygularken her zaman onları her zaman aklında tutması gerekmez. Örneğin dili kullanırken dilin oluşturucu ve düzenleyici kurallarına uyar. Ama bunu otomatik olarak yapar. Her konuşmada ve yazmada gramer bilgilerini hatırlamak zorunda değildir.

Kişiler toplumsal kurallara uya uya bir dizi arka plan alışkanlıkları, beceriler ve yatkınlıklar edinir.[46]   Kişiler kuralları öğrenmeseler de görerek ve uygulayarak arka plan birikimi haline getirebilirler. Searle bu konuda tıpkı Wittgenstein gibi fiktif bir antropolojiden yararlanır. O demektedir ki çocukların sadece beysbol oynayarak büyüdüğü bir kabile olduğunu düşünün. Bu çocuklar kuralları hiçbir zaman kodlanmış kurallar olarak öğrenmesinler; sadece  doğru bir şey yaparlarsa ödüllendirilsinler; ama yanlış bir şey yaptıklarında eleştirilsinler. Örneğin çocuğun üst üste dördüncü yapma isteğine izin verilmesin. Üçüncü atıştan sonra yerini bir başka oyuncuya bırakması söylensin. Bu durumda çocukların usta birer beysbolcu olduklarını düşünebiliriz.  Bir antropolog sadece bu çocukların davranışlarını gözlemleyerek ve oyunda uydukları prosedürleri belirleyerek beysbolun kurallarını  ortaya çıkarabilir. Varsayımımızı sadece besbolle sınırlamayalım; bu kabilenin bütün kültürünü de işe karıştırarak varsayımımızı şöyle genişletelim: Bu antropolog kabilenin kültürüne ait ne varsa, hiçbirini ihmal etmeden hepsini, gözlemlesin. Antropolog şunları sormaz: Benim gözlemlerin gerçekten titiz ve doğru mudur? Topluluğun kuralları izlemesi bilinçli midir ya da bilinçsiz midir? Onun için yeterli olan şey, şu saptamadır: Kurallar ve davranışlar arasında tam bir uygunluk vardır. Yine de bu kurallar kabile halkının  davranışlarını açıklar. Çünkü beysbol örneğinde olduğu gibi kültür diğer alanlarda da  insanlarda yatkınlık oluşturur.[47] Bu yatkınlığın oluşturulmasında birincil rol, söz edimlerinindir. Örneğin bir çocuk büyürken, şunu iyi fark edecektir: Söz verdiğinde, sözünü tutmalıdır; tutmazsa eleştirilecektir. Çocuk söz verme oyununu  gerektiği gibi oynayarak yani sözünü tutarak bunu beceri haline dönüştürür.

Kuşkusuz arka plan bizde bilişsel nedensellik olarak etkindir. Ancak arka planı oluşturan bilişsel ögelerin hepsi aynı statüde değildir. Kimi öğeleri niyetlerin ifadesi olarak, kimilerini de kuralların ve kurumların empozesi olarak öğreniriz.

Buna göre iddiam şu ki, toplumsal gerçeklikle başa çıkmanın

öğrenilmesinde biz her yerde niyetsel bir yapıya duyarlı, özelde ise karmaşık kurumların kural yapılarına duyarlı olan, bu kurumların kurallarının temsillerini her yerde zorunlu olarak içermeyen, bir dizi bilişsel yetiler ediniriz. Özetlemek gerekirse, biz insani yapıların oldukça karmaşık kural-yönetimli yapılar olgusunu kabul edebiliriz; ayrıca bu kural-yönetimli yapıların bizim davranış yapımızda nedensel bir rol oynadığını da kabul edebiliriz.

Gündelik davranışlarımızın uyacağı kurallar üzerinde uzun uzun düşünülüp taşınmayız. Bunlara otomatik biçimde e yakın biçimde ve bilinçsizce uyarız. Bunun önemli bir sonucu vardır. Davranışlarımızla kuralların yapısı tam anlamıyla örtüşmez.

Arka plan kesin kurallar sistemi değildir. Tersine kurallar, arka plan yetilerine göre uygulanır. Kurallar kendi kendilerini yorumlayamazlar ve bu yüzden işlev için bir arka plana ihtiyaç duyarlar.[48]

Görüldüğü gibi arka plan bilinçli kognitif davranışımızı betimlemek yerine nedensel açıdan açıklamaya çalışır. Eylemlerimizin nedenini varsayımlar ve kapasiteler toplamı gibi görür. Bu bütün son derece heterojen ögelerden oluşur. 

Arka planla ilgili problem şudur: Süjenin zihinsel hayatının ekonomisinin kaynağı olan arka planın somut olarak neden oluşur? Nasıl çalışır? Nasıl kazanılır ve nasıl taşınır? Bunları bilmiyoruz.

Arka plan ne deneysel dünyaya ilişkin bilgilerimizin özetidir ne de olgulardır; olguları yorumlayan sözcelerdir. Arka plan olguları aşar; olguların ötesine geçen vizyonlar önerir. Onlar dünyanın deneysel olgularına varsayımsal ve genellikle imgesel belirlenimler yükler. Eğer yüklenen bu belirlenimler imgesel ve varsayımsal değil de gözlemlenen belirlenimler olsaydı hipotezler değil sadece deneysel sözceler söz konusu olurdu. Lengüistik açıdan hipotezler sadece olgulara referansta bulunan adlar ve fiiller içerebilir; fakat hipotezler normalde birbiriyle ilintisi olmayan olgular arasında ilişki kurar. Kısaca hipotezler sözcelerden ibarettir. 

Failin zihinsel durumları sözcelerin anlamında önemli bir rol oynar. Önermelerimizin doğruluk koşulları farkına varmaksızın işin içine dahil ettiğimiz geniş bir varsayımlar bütünü tarafından belirlenir. Searle’e göre restoranda bir hamburger siparişi verirsem, siparişimin tatmin koşullarından ayrılmayan bir dizi örtük beklentileri işin içine katarım. Örneğin hamburgerin makul bir sürede bana servis yapılacağını varsayarım; yağmurun yağdığını söylersem, yağmurun varlığından daha fazla şey varsayarım; toprağın yağmurla ıslanacağını varsayarım. Eğer arka plan teorisi doğruysa ayrıca şunu da ima ederim: Yağmurun düştüğü yüzey yeterince geniştir; su, damlalar halinde düşer; bütün bunlar evimin dışında olup biter; gökten tek bir damla değil; pek çok damla; birbirinin ardından değil; birlikte  düşer vs.  Eğer bu beklentiler karşılanmazsa sözcenin doğru olduğu söylenemez.

Arka plan lehine kanıtın en önemli özelliği şudur: Bu, referansın özelliğini belirlediği varsayılan bir teoridir.   Bu teoride sözcenin doğruluğu veya yanlışlığı arka planda var oldukları varsayılan önerme olarak ifade edilmemiş durumlar tarafından belirlenir. Sözcenin tatminine katkıda bulabilen şey önceden konuşanın zihninde bulunmalıdır. Bu düşünceyi daha önce Frege ileri sürmüştü; aynı düşünce Husserl’de Tractatus’ta da vardır. Husserl’de yönelimli davranışların içeriği onu tatmin eden şeyden öncedir. Anlamlandırma yönelimleri sezgiler tarafından  tamamlanır.[49] Aynı şekilde Wittgenstein’da önermelerin gerçek üzerine yansıtılmış göstergeleri doğru göstergeler olduklarında temsil ettikleri olgularla izomorfik ilişki içindedir. [50]  Kuşkusuz Wittgenstein Felsefi Soruşturmalar’da bu tezi reddedecektir.

Searle kitaplarında arka plana ilişkin  yanlış anlamalara da değinir. Bu özellikle Zihnin Yeniden Keşfi  adlı kitabında ele alır. Bu yanlış anlamaları şöyle özetleyebiliriz:

1. Temel karşıtlığı  yanlılarının yanılgıları: Searle’e göre temel karşıtları yönelimlilik, akıl ve anlam gibi kavramların belli bir temele dayandırılmasını mahzurlu bulurlar. Bu kavramların onlara göre  bir arka plana dayandırılması doğru değildir. Arka plan bir temel olduğundan onları endişelendirmektedir. Onlar

sanki anlam, niyetlilik akılcılık vb. eğer uygulanmaları insanoğlu hakkında mümkün olarak var olan biyolojik ve kültürel olgulara dayanırsa, bir şekilde tehdit altında kalır.[51]*

Searle bu şöyle cevaplar: Arka plan ne gündelike hayatımızı ne de düşünce hayatımızı tehdit eder. Arka plana ilişkin düşüncelerimden niyeti, anlamı ve aklı belirsizleştirdiğim, iletişimi imkansız saydığım sonucu çıkmaz. Ben sadece onların nasıl ve hangi zeminde tutarlı ve etkin biçimde ortaya çıktıklarını gösterdim.[52]

2. Arka planın imkansızlığını düşünenler: Çünkü onlara göre arka plan belirsizdir. Bu nedenle bir teorinin, doğrulanabilir ve sağlam  temeli olamaz. Arka plana dayanmayan, sağlam ve güvenilir bir temeli olan teoriler vardır. O nedenle bir arka plan yoktur.

Searle’ün buna cevabı ise şöyledir: Arka plan teori üretmeye engel olmak şöyle dursun; en iyi teori ortaya koymanın zeminidir.[53]

3. Arka planın görecelilik veya idealizm olduğu düşünenler: Bunlara göre arka plan gerçekliğin kendisi değil; temsilidir. Oysa bu Searle’e göre doğru değildir. Searle kendini dışsal realist diye niteler; dünyanın ve fizik realitenin insandan bağımsız olarak var olduğunu ve bunun da temellendirilmeye ihtiyaç duyurmayacak açık olduğunu söyler. Dış dünya bizim onu betimleme biçimimizden ve bu betimler için sahip olduğumuz arka plan yetilerinden bağımsızdır. Kısaca söylersek benim bir arka plan ağı içinde hareket etmem dünyanın realitesine başvursa da bu realite üzerinde hiçbir bozucu etkim olamaz.

4. Hermenötikçilerin yanılgısı: Bu yanılgı şudur: Bir metni anlamak onu yorumlamakla mümkündür. Yorumlamasız anlama yoktur. Her anlamak anlaşılan şeyi sadece belli bir yönüyle anlamaktır. Her zaman alternatif anlama yani yorumlama vardır. Oysa arka plan yorumu ve alternatif anlamayı ortadan kaldırır; iyi belirlenmiş bir arka plan her zaman doğru anlamayı mümkün kılar. Arka plan bunu hem metni hem de duyu algısını gerektiğinde düzelterek yapar.  Örneğin bir ağacın belli bir açıdan algısına sahip olduğumda arka plan bilgisi sayesinde bu algıyı tamamlarım veya düzeltirim.[54]

 

anlama

ARKA PLAN VE ANLAMA

Arka plan hipotezinin buraya kadar genel bir betimini yaptık. Onun, dil felsefesindeki rolü üzerinde yeterince durmadık. Şimdi arka plan hipotezinin anlamadaki rolünü ele alalım.

Searle’e göre her tür anlama arka plan sayesinde mümkündür. “Kedi paspasın üzerindedir.” gibi en basit cümlelerin literal anlamı dâhil, fiziğin en karmaşık cümlelerine kadar her anlama, yönelim öncesi bir arka planı gerektirir. Örneğin, “Kedi paspasın üzerindedir.” cümlesi, doğruluk koşullarının bütününü sadece, literal anlamın bir parçası olmayan yönelim öncesi çağrışımlar temelinde belirler. Bunun kanıtı şudur: Yönelim öncesi arka planı değiştirirsek, aynı literal anlama sahip aynı cümle farklı doğruluk koşullarını farklı tatmin koşullarını belirleyecektir. Oysa literal anlam değişmeyecektir. Buradan şu sonuç çıkar: Bir cümlenin literal anlamı bağlamdan bağımsız değildir.

Bu göreceliliği en iyi biçimde gösterme yolu, şu soruları cevaplamaktır: Aynı literal anlam farklı doğruluk koşullarını nasıl belirler? Belli arka planlarla semantik açıdan doğru cümleler nasıl anlaşılmaz olmaktadır?  ve açık hiçbir doğruluk koşulu içermemektedir? Cevaplar için aşağıdaki beş cümleyi düşünelim. “Bu cümleler X, y’yi açtı.” biçiminde olsun.

Ahmet kapıyı açtı.

Nilgün gözlerini açtı.

İnşaat ustası duvarı açtı.

Ali kitabın 37. Sayfasını açtı.

Operatör yarayı açtı.

Searle bu cümleleri yorumlarken şöyle demektedir: Bana öyle geliyor ki bu beş cümledeki “açmak” kelimesi” aynı literal anlamdadır. “Açmak” kelimesiyle taşınan semantik içerik aynı olmasına rağmen bu semantik içeriği anlama modu her defasında zorunlu olarak farklıdır. “Açmak” fiiliyle belirtilen doğruluk koşulları, semantik içerik aynı olmasına rağmen her durumda değişmektedir. Bir yarayı açmak, bir kitabı açmadan tümüyle farklı bir eylemdir. “Açmak” her iki durumda aynı literal anlama sahip olsa da bu cümleleri anlamak, farklı şekilde anlamayı gerektirir. “Açmak” kelimesiyle ifade edilen olguları dikkate aldığımızda, açmayla sonuçlanan süreçleri düşündüğümüzde, bu fiilin farklı çağrışımları olduğunu fark ederiz. Örneğin “Kapıyı açmak” dediğimizde kimsenin aklına bisturi ile yapılan bir eylem gelmez. “Kapıyı açın!”, anlaşılmak için, onu oluşturan ifadelerin semantik içeriğinden daha fazla bir şeyi gerektirir. “X, Y’yi açtı.” şeklindeki bir formülasyon bile bu yorumu vermez.

Anlamak, anlamı kavramaktan başka bir şeydir. Çünkü anladığımız şey, anlamın ötesine gider. Cümleyi anlamasak bile cümlenin anlamlı bütün bileşenlerini anlayabiliriz. Şu üç cümleyi düşünelim:

Hasan dağ açtı.

Osman otu açtı.

Hüseyin güneş açtı.

Bu cümleler gramatikal bakımdan hiçbir anomali içermez. Bu cümlelerin her bir kelimesini kolayca anlasak da nasıl yorumlanacaklarını bilmiyoruz. Çünkü bunların dayandıkları bir arka plan yoktur. Oysa yukarıdaki “açmak” fiilinin yer aldığı cümlelerin arka planı vardır; yani “açmak”la sonuçlanan bir dizi süreci anlamı mümkün kılan bir arka plan vardır.

Arka plan sadece açık anlamı belirtmekle kalmaz; kapalı anlamları da açık hale getirmeyi sağlar. Örneğin pragmatikte çok tartışılan cümle tiplerinden biri olan şu cümleyi alalım: “Hanım eşine anahtarını verdi ve eşi kapıyı açtı.” Bu cümlede kapıyı açmayla ilgili belirsizlik şöyledir: Koca kapıyı açarken eşinin verdiği anahtarı kullanmış mıdır kullanmamış mıdır?

Arka plan sayesinde bu cümlenin düz anlamında problem olmadığını ve cümlenin anlamının şu olduğunu anlarız: “Koca, eşinden aldığı anahtarla kapıyı açtı.” Arka plan bizi bir sürü gülünç yorumlar yapmaktan korur.[55] Gülünç yorumları yasaklayan şey cümlenin semantik içeriği değildir; fakat dünyanın nasıl işlediğine ve insanların hangi durumlarda nasıl davrandıklarına ilişkin bilgilerimizdir; dünyada olup bitenlere uygun davranma yatkınlığımızdır. Bu yatkınlıklar cümlenin düz anlamına girmez.[56]

Arka plan metaforik sözceleri üretmeye ve bunları anlamaya izin veren kuralları ve ilkeleri de belirler. Bu kurallar ve ilkeler algoritmik hiçbir şeye sahip değildir. Öyle ki, kuralların uygulanması bir metaforun iyi bir yorumunu verir. Arka planın ürettiği kurallar şunu düşünmeye izin verir: Konuşan metaforik olarak X, Y’dir dediğinde, T’nin bazı özelliklerini dikkate alırsak, X; Y gibidir demek ister. Fakat bu kurallar mekanik olarak işlemez.[57] Bir sözcenin metaforik bir niyetle söylendiğini keşfetmeye izin veren lengüistik hiçbir şey yoktur. Metaforların kişisel özellikler ve ilişki betimi olarak kullanıldıkları şu cümleleri düşünelim. “Tatlı (Y) kişi (X) ”, “katı(Y) mizaç(X)”, “Sert (Y) doğa (X) ”;  söz aynı şekilde “Soğuk (Y) karşılama (X) ”, “Ateşli (Y) aşk (X) .” Görüldüğü  gibi Y terimleri ve X referansları arasında bir benzerlik yoktur; bu metaforlar bir benzerlik algısına dayanmaz. Benzerlik algısına dayanmayan sayısız metafor vardır.[58] Bu metaforların anlaşılması sadece arka plana dayanarak anlaşılabilir.

Searle bu açıklamalardan sonra arka plana ilişkin yapılan yorumlara değinir. Bu yorumlarda arka plan a) sosyal bir şey; b) karşılıklı etkileşimin bir sonucu; c) biyolojik bir şey; d)  masalar ve sandalyeler gibi dünyanın reel objelerinden ibaret bir şey e)  Kullanılabilir gereçlerin referans olan bütünü gibi düşünülmektedir.

Searle bu konuda demektedir ki, bütün bu nitelemelerde bir dereceye kadar haklılık payı vardır. Ama arka planın zihinsel bir şey olduğu hiç de dikkate alınmamaktadır.[59]  Kuşkusuz biz biyolojik ve sosyal bir varlığız. Başka biyolojik ve sosyal varlıklarla bir arada yaşıyoruz. Doğal ve nesnelerle ve kendi yaptığımı eşyalarla kuşatılmışızdır. Arka plan gerçekte her biyolojik-sosyal varlığın kendini çevreleyen dünya ile sürdürdüğü ilişkilerin birikmesinden doğar. Biyolojik varlığım ve sosyal ilişkilerimin bütünü olmasaydı, bir arka plana sahip olamazdım.[60]

Arka plan kavramı Searle’ün anlam kavramı üzerine düşüncelerini açıklarken ortaya koyduğu tezidir. Bu tezin amacı şu soruların cevabını bulmaktır: Bir cümlenin doğruluk koşullarını belirleyen lengüistik anlamı mıdır yoksa düz anlamı mıdır?

Bu hipoteze göre bir sözceyi anlamak dünyanın yapısına ve bu yapı karşısında belli bir tutum takınabilme yatkınlığını da içerir. Bu bilgiler ve yatkınlıklar bir cümlenin literal anlamının bir parçası değildir; lengüistik uygulamanın alttaki belirleyicileridir.

 

Literal anlam

Arka plan teorisi şu düşünceyle birliktedir: Dilin her sözcesine bağlı pek çok belirsiz varsayım vardır. İfade edilebilirlik ilkesinden de vazgeçmelidir.[61]

Searle yine de şunu ileri sürer: Bir sözcenin literal anlamını anlayabilmek için arka planı dikkate almalıyız. Arka planı kuşkusuz tam olarak belirlemek imkansızdır. Ancak  bu, yine de literal anlamın arka plana bağlılığını ortadan kaldırmaz.

Burada literal anlamla ilgili bazı itirazlar yapılabilir. Cümlelerin literal anlamı belirli bir sözcelemenin tam ve  bütün anlamını tek başına belirleyemez. Konuşanlar genellikle cümleleri sözceleyerek literal olarak ifade ettikleri şeyden daha çoğunu demek isterler; sürekli olarak  sözcenin literal anlamını aşan ek olguları eklerler.  Konuşanlar her şeyden önce kelimelerinin demek istedikleri şeyi tam olarak anlayamayabilir. Bu nedenle demek istedikleri şey ve gerçekte dedikleri şey arasında bir aralık vardır. Konuşan kişi ironi yapmış; mecazi anlamda söylemiş;  kullandığı kelimelerin anlamlarından sadece birini seçmiş; dolaylı söz ediminde bulunmuş; bir şeyi ima etmiş; şiirsel bir ifade kullanmış  vs. olabilir. Dil, öncelikle söylenen şeyin literal anlamına nüfuz etmemizi sağlar. Oysa gerçek sözceleme  konuşanın demek istediği şey tarafından belirlenir. Bu, ifade edilebilirlik ilkesini uygularsak kurumsalcılıkla uyumludur. Ve bunun arka plan teziyle hiçbir ilişkisi yoktur. Her özel sözceleme kuşkusuz faillerin açıkladığından daha fazlasını belirtir; faillerden beklenti, sözcelerinin tatmin koşullarını belirler. Fakat sorun daha çok şunu bilmektir: Sözceler, daha söylenmeden önce çeşitli zamanlarda fiilen uygulanan şeylerin söylendiği andaki ifadeleri midir? Cevap evet ise o zaman şunu da sormadan edemeyiz: Konuşanlar zihinsel durumlarını tatmin edecek bütün durumları önceleyen inançların belirsiz bir bütününü içerek beklenti ufkuna sahip midir? Sahip değildir. Eğer  sadece ifade etme alanlarının, açıklık alanından büyük ölçüde  taştığı tezini kabul edersek, bu, hiç kimsenin itiraz edemeyeceği kadar açıktır.  Bunu kabul etmek yine de bizi “anlam arka plana bağlı değildir.” düşüncesinden vazgeçmeye zorlamaz. Bu en çok şunu içerir: Söylenen bir cümlenin tatmin koşullarının beklenti ufkumu açıkça dile getiren kısmen belirlenmişlerdir.[62]

İfade edilebilirlik ilkesini savunmayı sürdürebiliriz. İmaların, metaforların, ironilerin, varsayımların ilke olarak dilin uylaşımsal ve literal kurallarına uygun cümleler yardımıyla açıklanabileceklerini de kabul edebiliriz.

doğruluk koşulları

Arka plan literal anlamın doğruluk koşulları için bir ölçüttür. Bu koşullar sadece hipotetik ya da pratik bir arka plana göre belirlenir. Arka planı belirleyen, anlamın doğruluk koşulları değildir; tam tersine arka plan sayıltıları cümlenin doğruluk koşullarını belirler.

Arka plan bir cümlenin anlamının doğruluk koşullarını belirler; bunu yaparken kapasitelere, istidatlara ve pratik bilgilere dayanır. Kuşkusuz kapasiteler, istidatlar ve pratik bilgiler ise cümlenin semantik içeriğinin parçası değildir. Ama bunlar cümlenin anlamını açıkça anlamamızı sağlarlar. Örneğin iki grup cümleyi düşünelim Birinci gruptaki cümleler “kesmek” fiilini; ikinci gruptaki cümleler ise “bitmek” fiilini içersin.  Birinci grup cümlelerimiz şunlar olsun: “Pastacı pastayı kesti.”; “Bahçıvan otu kesti”.”; “Terzi kumaşı kesti.” İkinci grup cümlelerimiz ise “Burada çok ot biter.” “Çocuk tabağındaki yemeği bitirdi.”; “Yol burada bitti.” cümleleri olsun.  “Kesmek” ve “bitmek” fiillerini yer aldıkları bu cümlelerden her birinin normal düz sözcelenmesinde sabit bir anlam vardır hiçbir sözlüksel belirsizlik ve metaforik kullanım yoktur. Fakat bu durumların her birinde aynı fiil, doğruluk koşullarını ya da farklı tatmin koşullarını belirleyecektir; çünkü “kesmek” ya da “bitmek” diye düşünülen şey, bağlama göre değişecektir. Örneğin “Otu kesmek” cümlesini alırsanız bilirsiniz ki, bu cümle “pastayı kesmek”ten farklı biçimde yorumlanmalıdır.[63] Eğer bir kişi bana pastayı kesmekten söz ederse ve ben de pastayı biçme makinesiyle kesersem ya da bana otu kesmem söylenirse ve ben de otu mutfak bıçağıyla kesmeye çalışırsam, benden istenen şeyi yapmadığım çok açıktır. Yine de bu yanlış yorumları yasaklayan bu cümlelerin düz anlamında hiçbir belirsizlik yoktur. “Kesmek fiilinin düz anlamı sabit olmasına rağmen, her durumda fiili farklı biçimde anlarız; çünkü “kesmek” fiilinin her farklı kullanımında arka plan farklıdır.[64]

Tatmin koşulları

Arka plan sadece literal anlamın doğruluk koşullarını değil; ayrıca örneğin inançların, isteklerin ve kuralların hem doğruluk koşullarını hem tatmin koşullarını hem de gerçekleştirilme koşullarını belirler; bu belirlemeyi de yönelimli olmayan kapasitelere bağlı olarak yapar.

Arka plan yönelimli içerik ve tatmin koşullarının belirlenmesi arasında bir köprü gibi değildir; çünkü yönelimli içeriğin  tatmin koşullarına ulaşma sorunu yoktur.

Her yönelimli durumun içeriği diğer pek çok yönelimli durumun içeriğiyle bağlantılıdır ve tatmin koşulları da diğer yönelimli durumların tatmin koşularından ayrı değildir.[65] 

Arka planın sınırlanamazlığını dikkate aldığımızda kabul etmeliyiz ki, ifadeleri anlamlı yapan tatmin koşullarının tümünü önceden belirlenemez; çünkü bağlamlar düşünemeyeceğimiz kadar çok olabilir. Bu durumun sonucu şudur: Söylenen, dile getirilen, ima edilen ve örtük biçimde ifade edilen  anlamlar, mümkün anlamların tümü değildir; söylenmeyen ifadeler ve  önceden belirleyemediğimiz pek çok literal anlam her zaman var.  Fakat literal anlamların çokluğu iletişimi imkansız yapmaz. İletişim söz edimleriyle kurulur. Söz edimleri ise tür olarak sınırlıdır. Söz edimlerini gerçekleştirebilmek yani iletişimi gerçekleştirebilmek için önce literal anlamı bilmeliyiz. Literal anlamı bilmeden söz edimi gerçekleştirilemez. Bu demektir ki, teorik olarak çok olsa da pratikte biz sadece sınırlı sayıda literal anlamı kullanarak söz edimi gerçekleştiririz.  Arka plana dayanarak belirlediğimiz literal anlamın söz edimleri olması için uylaşımlardan yararlanırız. Eğer uylaşım yoksa bir literal anlam söz edimi oluşturamaz. Burada şu önemli noktayı da belirtelim. Bir literal anlam söz edimine yol açtığında artık uylaşımsal bir nitelik kazandığında literal anlam ortadan kalkmaz. Söz edimi literal anlamın otonomisine zarar vermez.

Arka planın anlamla ilgili en önemli sonuçlarından biri de yorumlar konusundadır. Bir sözü yorumlayabilmek için önce literal anlamı belirlenmelidir. Yorum yaparken uylaşımsal kurallardan yararlanmakla yetinemeyiz. Çünkü yorumu düşünmeye izin veren koşullar sadece literal anlam sayesinde bilinebilir. [66]

Seymour

Bu konuda söyleyeceklerimizi Seymour’un değerlendirmesiyle bitirelim. Seymour  arka plan hakkında L’institution du langage adlı kitabında arka planla ilgili şu değerlendirmeyi yapar: Bu teoriyle ilgili problem şudur: Searle, arka plan ağının etkili olmakla birlikte sınırlanamayacak kadar geniş olmasından hareketle çok kötü sonuçlar çıkarmıştır. 

Çok açıktır ki, sözceler tüm tatmin koşullarını önceden karşılamaz. Bu durum karşısında farklı biçimlerde reaksiyon gösterilebilir. Fakat diyebiliriz ki, arka planın açık ve kesin biçimde belirlenmesinin imkansızlığı anlamda aşılamaz bir problemdir. Ne yaparsak yapalım dil, belirsiz olarak kalmaya mahkumdur.[67]

Bu nedenle sözceleri yeni bağlamlara uygulama biçimi karara bağlıdır; alınan kararlar sözcenin baştaki anlamını zenginleştirmeye yarayabilir; fakat onu ortadan kaldırmaz.  Sözce açıkça söylendikten sonra karar alınmıştır.   Searle’e göre arka plan beklentisi sayesinde tüm mümkün ve imgelenebilir durumları örtük biçimde önceden düşünebilirim. Bu, biraz da şunu söylemeye benzer: Sözcenin gelecekteki tüm uygulamalarına olumlu ya da olumsuz bir cevap vermemi sağlayan bir algoritmaya sahibim. Bu ne kadar inanılmaz görünürse görünsün Searle’ün arka plan teorisinde kabul ettiği bir tezdir. [68]

Searle’e nasıl cevap verilebilir? Seymour’un cevabı  şudur: Sözceye eşlik eden varsayımlar asla söylenen cümlenin tüm uygulamalarını öncelemez. Bana restoransa küçük küçük parçalara ayrılmış bir hamburger servisi yapıldığında hoşnutsuzluğumu gösterirsem, bu, zorunlu olarak hamburgerimin tek parça olarak servis edilmesini önceden örtük biçimde beklediğim anlamına gelmez. Eğer beklentimin böyle olduğunu düşünme eğilimi taşırsam, bu bazen olup bittikten sonra bir yeniden inşa nedeniyle olabilir. Böyle bir şeyi sözcemle önceden göremezdim. Hamburgerlerimi tek bir parça halinde alma alışkanlığına sahip olduğum için bu durum beni şaşırtsa bile bu bekleme ufku hamburger siparişi verdiğim sözcelerin tümünün anlamını tek bir defada belirlemez.   Zihinsel durumlarımız birden bire ortaya çıkan somut durumların bütününe önceden katılamaz. Karşıtını düşünmek, faillerin zihinsel kapasiteleri konusunda yanılmak demektir. Zihinsel halimi tatmin eden durumun zihinsel hallerimin içeriğinde doldurulacak bir boşluk olarak önceden var olduğuna inanmak yanılsamadır. 

Beklenti ufku doğruluk koşullarının belirlenmesine katkıda bulunur demek doğru değildir. Eğer böyle bir ufuk varsa, ironiyle, ek açıklamayla,  örtük ifadeyle dolaylı söz edimleriyle metaforlarla ve diğer belagat sanatlarıyla aynı şekilde literal anlama eklenir. Beklenti ufku bir sözcenin doğruluk koşullarının belirlenmesinden bir rol oynar; fakat cümlenin doğruluk koşullarının literal anlamı tarafından belirlendiğini söylemez. Karın yağdığını söyleyen iki birey belli bir anlamda aynı şeyi söylerler. Onların karşılıklı beklenti ufukları pek de önemli değildir. Onların sözcelerinin doğruluk koşullar, tümüyle belirlenmese de aynıdır. Onların karşılıklı beklenti ufukları kendi sözcelerinin anlamı konusunda etkili olabilir; fakat bu, arka plan literal anlamı belirler şeklindeki düşünceyle uyuşmaz. Bu, olsa olsa şunu kanıtlar: Bir sözcenin tatmin koşulları kısmen sözcenin literal anlamı tarafından, kısmen de beklentilerimizin içeriğini bildiren sözcelerin literal anlamı tarafından belirlenir.

Bu nedenle beklenti ufku sözcelerin doğruluk koşullarını belirlemeye katkıda bulunsa bile, bu ufkun sözcelerin doğruluk koşullarının belirlenmesine ya da literal anlamının belirlenmesine katkıda bulunduğu sonucunu çıkaramayız. Sözcelerin literal anlamı arka plana bağlı değildir. Tam tersine ifade edilebilirlik ilkesi gereği, arka plan literal anlama bağlıdır.[69]  

Şu çok açıktır : Beklentilerimiz tüm problematik uygulamalarını öncelemez. Problematik uygulamalar ortaya çıktıklarında sözcenin anlamını zenginleştirecek belirginleştirecek kararlar alabiliriz. Fakat bundan, kararların daha önceden alındıkları sonucunu çıkaramayız. Kararların önceden alındıklarını iddia etmek, anlamın belirlenmiş özelliğini ifade eden yanlış bir tezin etkisinde olmaktır. Diyebiliriz ki, Arka plan teorisi, Searle itiraf etmese de gerektiğinde Putnam’ın anlamın belirlenmesinde uzmanlardan yararlanma ilkesini  ve Wittgenstein’ın dilin sosyal bir durum olduğu düşüncesini kabul eder. Searle sözcelerimizi tatmin eden şeyin ne olduğuna dair kararlarımızı, arka plan teorisiyle açıklarken, bu teoriyi bir büyücü gibi sunmaktadır.[70]

Sonuç olarak sözceler belirsiz olduklarında onların tatmin koşulları önceden görülemez nesne durumlarıyla uyumludur. Standart olmayan bir yorum önerildiğinde bu yorum açıkça dışlanmak içim müdahale edilir ve beklenti ufkumuz oluşturucu biçimde düzenlenir.

Eylem bir kapasitenin ya tümüyle yönelimli olan ya da kısmen yönelimli kısmen yönelimli olmayan uygulanmasıdır. Eğer eylem yönelimli olmayan kapasitenin uygulaması ise bunun açıklaması yönelimli değil; fizikseldir.  Örneğin K kişisinin Y yürüme eylemini düşünelim. Bu kişi yürürken fiziksel  kapasitesini kullanır. Yürürken nöronları aktive olur; kasları kasılır vs. Ancak  fizyolojik açıklamalar sonsuzca geri gitmeyi dışlar; aksi halde  Açıklama olmaz. Böyle bir kapasitenin uygulamasından ibaret değilse, o zaman şöyle bir kural vardır:” Şu ya da bu nöronlarımı aktive etmek istersem, bir Y eylemini gerçekleştirmeliyim.” Kişi bu kuralı izler.   Kişi Y eylemini gerçekleştirmek için de başka nöronları harekete geçirmelidir. Bu, uzayıp gider. Bu geri gitmede eylem sadece kısmen yönelimli olmayan bir açıklamayı kabul etmelidir.

 

 

 



[1] Searle Intentionnalité, p. 174.

[2] Searle Intentionnalité, p. 176.

[3] Searle Intentionnalité, p. 176.

[4] Searle, La construction de la réalité sociale, p. 171.

[5] Wittgenstein, Felsefi Soruşturmalar, çev. Deniz Kanıt, s. 76.

[6] Searle, Zihnin Yeniden Keşfi, s. 219.

[7] Searle, Zihnin Yeniden Keşfi, s. 220.

[8] Searle, Zihnin Yeniden Keşfi, s. 217.

[9] Bu konuda bkz. “The Background of Meaning”, in Speech Act Theory and Pragmatics pp 221-232

[10] Searle, La construction de la réalité sociale, p. 169.

[11] Searle, Zihnin Yeniden Keşfi, s. 217.

[12] Searle, La construction de la réalité sociale, p. 174.

[13] Searle, La construction de la réalité sociale, p. 175.

[14] Searle, La construction de la réalité sociale, p. 178.

* Öğrenmenin, uyarıcı ve tepki arasında bağ kurularak gerçekleştiği yolundaki görüş.

[15] Searle, John, La construction de la réalité sociale, p.184.

[16] Searle, Zihnin Yenden Keşfi, s. 223.

[17] Searle Intentionnalité, p. 176.

[18] Searle, Zihnin Yenden Keşfi, s. 228.

[19] Searle, Zihnin Yeniden Keşfi s. 230

[20] Searle, Zihnin Yeniden Keşfi s. 219.

[21] Loc. cit.

[22] Searle, Redécouverte de l’esprit, 182.

[23] Searle, John, La construction de la réalité sociale, p.185.

[24] Searle, Redécouverte de l’esprit, 175/238

[25] Searle Intentionnalité, p. 324.

[26] Searle Intentionnalité, p. 176.

[27] Ibid., p. 173.

  [28] Searle, La construction de la réalité sociale,

[29] Searle,  Sens et expression: études de théorie des actes de langage, Les Éditions de Minuit, Paris, 1982, p. 77.

[30] Searle,  Sens et expression: études de théorie des actes de langage, Les Éditions de Minuit, Paris, 1982, p. 126.

[31] Searle, L’intentionnalité, p. 190.

[32] Éric Monnet et Pierre Navarro, “Les institutions sont-elles dans la tête ? Entretien avec John Searle”, Tracés, Revue de Sciences humaines, 17, 2009, p. 252.

[33] Searle, La construction de la réalité sociale, p. 170.

[34] Searle, La construction de la réalité sociale, p. 171.

[35] Saerle, Intentionnalité, p. 175.

[36] Searle, Redécouvert de l’esprit, p. 256.

[37] Searle, İntentionnalité, p. 175.

[38] Searle, İntentionnalité, p. 183.

[39] Searle, La construction de la réalité sociale, p. 169-170.

[40] Searle, İntentionnalité, p. 183.

[41] Loc. cit.

[42] Loc. cit.

[43] Loc. cit.

[44] Ibid., p. 184.

[45] Searle,  Sosyal Gerçekliğin İnşası, s. 179.

[46] Searle,  Sosyal Gerçekliğin İnşası, s. 182.

[47] Searle,  Sosyal Gerçekliğin İnşası, s. 183.

[48] Searle, Zihnin Yeniden keşfi, s. 237.

[49] Husserl, Edmund, Recherches logiques, Paris, PUF, tome 2, recherche I, chapitre 1, 42-45.

[50] Wittgenstein demeltedir ki, “Realite önerme sayesinde evet veya hayır tarafından belirlenmelidir. “La réalité doit être fixée par oui ou par non grâce à la proposition.  4.023.

[51] Searle, Zihnin Yeniden Keşfi, s. 235.

*  Alıntı metindeki ifade problemi bize ait değildir. ff

[52] Searle, Zihnin Yeniden Keşfi, s. 236.

[53] Loc. cit.

[54] Searle, Zihnin Yeniden Keşfi, s. 237.

[55] Searle, La construction de la réalité sociale, p. 172.

[56] Searle, La construction de la réalité sociale, p. 172.

[57] Searle, L’intentionnalité, p. 181.

[58] Searle, L’intentionnalité, p. 181.

[59] Searle, Intentionnalité, p. 186.

[60] Searle, Intentionnalité, p. 187.

[61]  Récanati, François, « The Limits of Expressibility », dans B. Smith (dir.), John Searle, Cambridge, Cambridge University Press, 2003.

[62] Michel, Seymour, L’institution du langage, Presses de l’Université de Montréal, 2005, p. 282.

 

[63] Searle, La construction de la réalité sociale, p. 171.

[64] Searle, La construction de la réalité sociale, p. 171.

[65] Ibid., p. 172.

[66] Loc. cit.

[67] Michel, Seymour, L’institution du langage, Presses de l’Université de Montréal, 2005, p. 280.

[68] Michel, Seymour, L’institution du langage, Presses de l’Université de Montréal, 2005, p. 281.

[69] Michel, Seymour, L’institution du langage, Presses de l’Université de Montréal, 2005, p. 284.

[70] Michel, Seymour, L’institution du langage, Presses de l’Université de Montréal, 2005, p. 285.