21 Mayıs 2020 Perşembe

NEURATH'IN PROTOKOL SÖZCELERE DAİR AÇIKILAMALARI






IX. PROTOKOL SÖZCELER

Otto Neurath*

Araştırmanın yararı, birleşik bilimi, birleşik dilde formüle edilmiş sözcelerden yararlanarak artan bir kesinlikle zenginleştirmektir. Oysa birleşik bilimin hiçbir terimi yoktur ki, belirsizlik bulaşmamış olsun, çünkü birleşik bilimin bütün terimleri protokol sözceler’in özsel terimlerine indirgenir. Bu protokol sözceler’deki kesinsizlik, herkes tarafından hemen kolayca fark edilmez.
Saf atomik sözceler’den hareketle oluşturulan bir ideal dil  kurgusu (fiction), Laplace’ın Sonsuz nedenleri bilen Zihni kadar metafiziktir. Böylece sembolik ve sistemik konstrüksiyonların, böyle bir dilin kestirimi olarak her zaman daha büyük bir yer tuttuğu bilimsel bir dili kabul etmek mümkün değildir. “Otto öfkeli bir adamı gözlemliyor” ve “Otto termometrenin 24oC’yi gösterdiğini gözlemliyor” sözcelerini alalım. Bunlardan birincisi, ikincisinden daha belirsizdir, çünkü “öfkeli insan”ı, “termometrenin 24oC’lik durumu” kadar kesin biçimde belirlemek mümkün değildir. Halbuki,  “Otto”nun kendisi pek çok açıdan kesin olmayan bir terimdir. Ve “Otto gözlemliyor” sözcesinin yerine “özenle çekilmiş fotoğrafı 16. sıradaki kutuda bulunan adam, gözlemliyor” sözcesi konabilir. Oysa “16. sıradaki kutuda bulunan fotoğraf” ifadesinin yerini, matematik formüllerin, başka matematik formüller sistemiyle iki taraflı uyuşan bir sistemi, örneğin Otto”, “öfkeli “Otto”, “sevgi dolu Otto” vd. sistemi alamaz.
Her şeyden önce bize verilen şey, tarihiyle birlikte bu gündelik dilimizdir; belirsizliklerle, analiz edilemeyen terimlerle dolu bir dilimizdir. Başlangıçta bu gündelik dili, metafizik içeriklerinden arıtmalıyız; fizikalist gündelik bir dil’e ulaşmalıyız. Yasaklanan kelimelerin bir listesi ayrıca pratikte bize çok yararlı olabilir.
Üstelik metafizik hiçbir şey katmaksızın düzenleyebildiğimiz iyi düzenlenmiş fizikalist bir dil vardır. Tikel bilimlerde ve hatta bu bilimlerin bazı alanlarında sadece bu dile sahibiz.
Zamanımızın birleşik bilimini kuşatmak isteyelim; o zaman bilim dilinin terimleriyle gündelik dilin terimlerini birleştirmemiz gerekir, çünkü pratikte bu dillerinin her birimlerinin terimleri birbiriyle kesişir. Sadece gündelik dilde kullanılan terimler vardır ve sadece bilimsel dilde kullanılan terimler vardır ve bunlardan başka sadece ikisinde ortaya çıkan diğer terimler vardır. Bütünlüğü içinde birleşik bilim alanı’nı ilgilendiren bilimsel bir hafızada sonuç olarak sadece iki dilin terimlerini kuşatan “slang” (jargon) kullanabiliriz.
Fizikalist, gündelik dilin kelimelerinin yerine bilim dilinin kelimelerini koymak, aynı şekilde bilim dilinin terimlerini gündelik dilin terimleriyle formüle etmek uygundur. Sadece bu sonuncu prosedürü (bilim dilini) formüle etmeyi pek bilmiyoruz. Bu prosedürü gerçekleştirmek zordur.  Bantu dilinin araçlarıyla, şu veya bu biçimde, Heidegger’i değil; fakat Einstein’i iyi ifade edebiliriz. Yeter ki Bantu diline Almancadaki kullanım tartışmalarını sokmayalım. Bir fizikçi ilke olarak, büyük bir kişinin, bir gün ifade ettiği şu şartı yerine getirmelidir: “Bilimsel açıdan kesin bir doktrinin özünü bir arabacıya anlatabilmeliyiz ve onun diline aktarabilmeliyiz.”
Günümüzde özellikle sayısal hesaplama alanında bilim dili ve gündelik dil uyuşmayı başardı. Fakat radikal fizikalizm sisteminde “2X2=4” formülasyonu—bir totoloji—bile protokol sözcelere bağlanmıştır. Totolojiler, sözceler yardımıyla belirlenirler: Sözcelerin görevi şudur: Totolojiler, etkili olmaları için ek uyaranlar sıfatıyla bazı buyruklara hangi şartlarda eklemlenmelidir? Şu örneğe bakalım: “Otto, Karl’a demektedir ki, bayrak dalgalandığında ve “2X2=4” ettiğinde dışarı çık.” Bu örnekte totolojinin (2X2=4) eklenmesi, buyruğun yerine getirilmesine hiçbir bakımdan katkıda bulunmaz.
Bilimselliğin en kesin sınırlarında bile, birleşik bilimde kullanılabilen, sadece bir “evrensel slang (jargon)” vardır. Fakat bugün de evrensel slang  konusunda hiçbir uzlaşma olmadığından, bu problemlerle ilgilenen her bilim adamı, bu slanglardan birini  kullanmak için çoğunlukla belli sayıda yeni terimler oluşturmak zorundadır.
Açıklıklarından kesinlikle emin olduğumuz protokol sözceleri, bilimlerin hareket noktası yapmaya izin veren herhangi bir araç yoktur. Boş levha yoktur. Bir dokta asla söküp takamadıkları ve en iyi parçalarla yepyeni şekilde inşa edemedikleri gemilerini açık denizde yapmak zorunda kalan gemicilere benziyoruz. Sadece metafizik, iz bırakmaksızın yok olabilir. Belirgin olmayan üst üste “yığılmış” parçalar, belli bir biçimde, her zaman geminin bütünleyici parçasıdır. Burada küçültülen kesinsizlik, şurada daha büyük olarak yeniden doğabilir.
Baştan beri çocuklara, tarihsel olarak verilmiş birleşik bilim dili olarak metafizikten arındırılmış evrensel bir slang’ı öğretiriz. Her çocuk, yetişkinlerin evrensel slangına doğru tedrici olarak gidecek şekilde eğitilebilir. Çocuğun dilini ayrı bir dil saymanın bizim açımızdan herhangi bir anlamı yoktur, çünkü o zaman pek çok  slangın varlığını kabul etmemiz gerekir. Çocuk, ilk “evrensel” bir slangı, yetişkinlerin evrensel slangının temeli olacak şekilde öğrenmez. O, giderek zenginleşen “daha fakir” evrensel bir slangını öğrenir. “Metal bilye” terimi hem çocuğun hem de yetişkinin dilinde kullanılır; yetişkinlerin dilinde terim, “çap” ve “pi” gibi terimleri içeren sözce yardımıyla tanımlanır; oysa çocuğun tanımında “bilye oyunu”, “Rudi Amca’nın hediyesi” vs. gibi kelimeler bulunur.
Oysa fizik bilye, “Rudi Amaca”nın” bir bilyeyi “algılayan” “gözlemci” olarak yer aldığı protokol sözceleri yardımıyla tanımlandığında “Rudi Amca” kesin bilimin dilinde bulunabilir.
Buna karşın, Carnap bir ilk protokol dilden söz eder (Carnap art. cité, en note 1, p. 437ve 453). Carnap’ın ilk protokol dil hakkında formüle ettiği açıklamalar, “hiçbir tasdike ihtiyacı olmayan” protokol sözceler metafizik karşıtı büyük gelişmeler’iyle karşılaştırıldığında marjinaldir ve rezervlerimiz, protokol sözcelerin içerdikleri temel düşünceye zarar vermez. Carnap bir “ilk dil”den, “yaşanmışın dili” ya da “fenomenal dil” de denen bir dilden söz eder. O, sözünün bir yerinde şunu belirtir: “Bu dilin daha doğru biçimde nitelenmesi sorunu, araştırmanın şimdiki durumunda çözülemez.”
Bu düşünceler gençleri benzer protokol bir dil araştırmaya yöneltebilirdi. Bu durum, gençlerin yollarını metafizikte kolayca kaybetmelerine yol açabilirdi. Metafiziği kanıtlamalar yardımıyla anlamlı biçimde reddedemesek de bazılarının (metafizik düşünceyi savunmasını ç.n.) ertelemek için fizikalizm’i en radikal biçimiyle savunmak önemlidir.
Totolojilerden soyutlanmış birleşik bilim, reel üzerine sözcelerden ibarettir. Bu sözceler,
a) Protokol sözceler;
b) Protokol olmayan sözceler
diye ikiye ayrılır.
Protokol sözceler, reel üzerine sözcelerdir ve reel üzerine diğer sözcelerle aynı lengüistik biçime sahiptir. Yine de her zaman bir kişi adı vardır ve bu ad pek çok defa anılır. Tam bir protokol sözce, örneğin şöyle düzenlenir: “Saat 3.17’de Otto’nun protokolü: 3.16’da Otto’nun [sözel düşüncesi] şu idi: (Saat 3.15’te odada Otto tarafından algılanan bir tablo bulunuyordu.)” Reel üzerine bu sözce öyle oluşturulmuştur ki, reel sözceler, parantezlerin kaldırılmasından sonra protokol sözceler olmasalar da diğer sözcelerden türetilebilirler: “3.16’da Otto’nun sözel düşüncesi şuydu: (3.15’te odada Otto tarafından algılanan bir tablo bulunuyordu)” sonra ardından “3.15’te odada Otto tarafından algılanan bir tablo bulunuyordu.”
Bu sözcelerdeki terimlerin her birinin yerine belli ölçüde hemen bilim diline ait başka terimler gurubu koyabiliriz. Otto’nun yerine fizikalist belirlenimlerin bir sistemini koyabiliriz; ardından bu sistemi “Karl”, “Heinrich” vs. adlarından oluşturduğumuz bir grupta “Otto” adı yardımıyla tanımlayabiliriz. Yukarıdaki protokol sözcelerde kullanılan bütün kelimeler ya evrensel slangın kelimeleridir ya da yerlerine kelimelerin evrensel slangının problem çıkarmadan hemen kullanılabileceği kelimelerdir.
Kendinde bir kişi adının bulunması, tam bir protokol sözcesinin ayırt edici özelliğidir. “Şimdi sevinç” ya da “şimdi kırmızı daire” veya “masada kırmızı bir küp bulunuyor” (Kşz. Carnap art. cit. Not 4, p. 438) tam protokol sözceler değildir. Onları en iç parantezlerde yer alabilen ifadeler gibi de kabul edemeyiz; çünkü bizim (tam protokol sözce ç.n.) anlayışımıza göre, onların en azından aşağı yukarı çocuğun diline uygun biçimde göre şöyle ifade edilmeleri gerekiyordu: “Otto şimdi sevinçlidir” “Otto şimdi kırmızı küpü görüyor”. Bu ise demektir ki, en içteki parantezlerde yer alan ifade, ister bir kişi adının ortaya çıkmasına izin veren bir sözce olsun; isterse algı terimleri alanından elde edilen bir terim olsun; tam bir protokol sözcedir. Gündelik terimlerin ya da bilim terimlerinin kullanılmasının nereye kadar yayılabildiğini bilmenin pek önemi yoktur; çünkü evrensel slangın içinde, dil alışkanlıkları konusunda önemli bir özgürlüğe sahibiz.
İlk köşeli parantezden sonra başlayan “sözel düşünce” ifadesi, gördüğümüz gibi, sözcelerin farklı gruplarını; örneğin, reele ilişkin terimlerle, halüsinasyon terimleriyle, düş terimleriyle oluşturduğumuz sözceleri oluşturmaya çalıştığımız durumda; özellikle bu “sözel düşünce” ifadesi “gerçek olmayan”ı ayrıca belirlemek istediğimiz durumda bulunur. Örneğin diyebiliriz ki, “Otto’nun sözel düşüncesi gerçekte şuydu: Odada sadece Otto tarafından algılanan bir kuş vardı; fakat o, eğlenmek için şöyle yazdı: Odada sadece Otto tarafından algılanan bir tablo bulunuyordu.” Protokol sözceler “doğrulanmaya ihtiyaçları olmayan” sözcelerdir, tezini savunan Carnap’ı reddetmeye ayrılan sonraki bölümde yapılacak açıklamalar için bu nokta özellikle önemlidir.
Bilimlerin değişim süreci, belli bir dönemde kullanılan sözcelerin, genellikle yerlerine başkalarının konulması için sonradan dışlanmalarından ibarettir. Çoğunlukla tanım pek çok defa değiştiği halde, tanımın ruhu korunur. Buna örnek şudur: Her yasa ve birleşik bilimin ya da bilimlerden birinin reel üzerine fizikalist her sözcesi aynı şekilde her sözce bu değişikliklerden etkilenebilir.
Birleşik bilimde, protokol sözcelerden ve protokol olmayan sözcelerden (yasalar dâhil) ibaret, çelişkiden yoksun bir sistem kurmaya çalışırız (Kşz. Carnap op. cit., p. 439). Şimdi bize yeni bir sözce önerilirse, onu kullandığımız sistemle karşılaştırırız ve o zaman bu yeni sözcenin sistemle çelişik olup olmadığını bilmek için bir kontrolden geçiririz. Bu yeni sözcenin sistemle çelişik olması durumunda onu örneğin “Afrika’da aslanlar sadece majör perdesine göre şarkı söyler” sözcesi gibi kullanılamayan sözceyi (“yanlış”) olduğundan terk edebiliriz. Ya da yeni sözceyi kabul edebiliriz ve sistem o zaman genişletilecek bu sözceden  geriye çelişkisizlik kalacak şekilde değiştirilebilir. O zaman onun “hakiki” olduğunu söyleriz.
Sonunda terk edilmek protokol bir sözcenin kaderidir. Carnap’ın protokol sözceler için gerekli gördüğü kurala karşıt olarak hiçbir sözce noli me tangere’i* tanımaz. Şu örnek özellikle dikkat çekicidir. Varsayalım ki hem sol hem de sağ eliyle aynı anda yazabilen Kalon adında bir bilgin tanıyoruz. O, şimdi sol eliyle şöyle yazsın. “Kalon’un 3.17’de protokolü [Kalon’un sözel düşüncesi 3’ü 16 dakika 30 saniye geçe şöyleydi: (3.16’da odada Kalon tarafından algılanan sadece bir masa vardı.)]” Oysa sağ eliyle şöyle yazsın: “Kalon’un 3.17’deki protokolü: [3’ü 16 30 saniye geçe protokol: Saat 3.16’da odada Kalon tarafından algılanan sadece bir kuş vardı.)]” Bu iki protokol sözcenin gücü neye yeter? Onlardan hangi sonucu çıkarabiliriz? Kuşkusuz şu tür iddiaları formüle edebiliriz: “Kimi zaman şu kimi zaman da bu tarzda biçimlendirilmiş sözceler kâğıt üzerinde bulunur.”
Kâğıttaki göstergeleri ilgilendiren şey konusunda Carnap’ın kullandığı “doğrulama” (confirmation) kelimesinin uygulaması yoktur. “Doğrulama” kelimesini sadece sözcelere başvurarak sonuçta bir reaksiyon testi çerçevesinde kullanılabilir ve yerlerine sistematik biçimde başkaları konulabilir göstergeler serisine başvurarak kullanabiliriz (Kşz. Neurath, Scientia, p. 302). “Eşdeğer sözceler”, çok iyi belirlenmiş reaksiyon testleri yardımıyla eşit reaksiyonlar türeten uyaranlar gibi tanımlanmalıdır. Hem çok iyi belirlenmeleri şartıyla, eşdeğer olarak kabul edilebilen “hava titreşimleri”nin hem de “mürekkep yığını”nın şekillerini anlatan ifadelere sözceler diyoruz.
Birleşik bilim sisteminde, birbiriyle çelişen iki sözce kullanılamaz. Onlardan şunu mu ya da bunu mu yoksa her ikisini mi dışlamalıyız? Bunu söyleyemesek de şu kesindir ki, her ikisi “doğrulama”ya yani sisteme yerleştirmeye izin vermez.
Böyle bir durumda, bir protokol sözceden vazgeçmemiz gerekirse, mantıktaki belli sayıda orta terimler yardımıyla bir yandan protokol sözceler arasında ve diğer yandan protokol sözcelerin  ve protokol olmayan sözcelerin (yasalar vs.) sistemleri arasındaki çelişkiler rastgele ortaya çıktıklarında protokol sözceden haydi haydi vazgeçmeliyiz. Carnap’a göre protokol olmayan sözceleri ve yasaları değiştirmek zorunda olmak yeterlidir. Fakat bize göre protokol sözceleri de terk edebilmek de söz konusudur.  Ayrıca bir sözce doğrulamayı gerektirmesiyle ve terk edilebilmesiyle tanımlanır.
Carnap’ın protokol sözcelerin, “herhangi bir doğrulanmaya ihtiyaçları yoktur” şeklindeki tezi, ona verdiğimiz anlam ne olursa olsun, Skolâstik felsefedeki doğrudan yaşantılara olan inanca kolayca yaklaştırılabilir. Skolâstik felsefeye göre, “dünya imgesi”ni oluşturmamızı sağlayan bazı “nihaî çok açık ögeler” vardır. Bu, “nihai yaşantılar” kuşkusuz, Skolâstik felsefe açısından her eleştirinin üstündedir. Onlar, hiçbir doğrulama gerektirmezler.
Carnap bir tür “atomik protokolü” koymaya çalışır; bu bir zorunluluktur. Bu zorunluluğa göre “bilimsel bir prosedür kesinlikle ayrı iki işlemi içermelidir: Bir yandan protokolleri içermelidir; diğer yandan protokol sözceleri incelenmelidir; “dolaylı olarak elde edilen hiçbir sözce protokolde kabul edilmediğinden, protokol sözcelere ulaşmanın yolu gösterilmelidir (Kşz. Op. Cit. P. 437). Tam bir protokol sözcenin yukarıda verdiğimiz formülasyonu gösteriyor ki, protokol bir sözcedeki kişi adlarına ilişkin her durum için, “işlemler” bu şekilde gerçekleştirilmelidir. Bilimsel protokollerde mümkün, en basit formülasyonları en iç parantezlere yerleştirmek yararlı olabilir. Örneğin “saat 3’te Otto, kırmızıyı görendi” ve bir başka protokol “saat 3’te Otto, do diyez’i dinleyendi vs.” Fakat böyle bir protokol Carnapçı anlamda “asli” değildir; çünkü “Otto” ve “algılamak” gibi ifadelerin üstesinden gelemeyiz. Evrensel slang (jargon) , “daha temel” diye belirtilebilen sözceler içermez. “Asli sözceler” reel üzerine sözcelerdir ve sonuçta onların hepsi ilktir. Reele ilişkin tüm sözcelerde “insanlar”, “algısal süreçler” gibi kelimeler bulunur ve en azından bu kelimelerin türetildikleri önvarsayımlarda daha az asli bir türde başka kelimeler bulunur. Bu demektir ki, ne “asli protokol sözceler” ne de “doğrulanmayı gerektirmeyen sözceler” vardır.
Yukarıda açıklanan anlamdaki evrensel slang (jargon)  yetişkin için de çocuk için de aynıdır. Evrensel slang bir insan topluluğu için de Robinson için de aynıdır.
Robinson, dün gözlemlediği şeyi, bugün gözlemlediği şeyle birleştirmek isterse, bunun anlamı şudur: O, bir dilden yararlanmayı hep istediğinde, “öznellerarası” bir dilden yararlanmalıdır. Dünkü Robinson ve bugünkü Robinson tıpkı Cuma’nın* karşısındaki Robinson gibi birbirinin karşısındadır. Varsayalım ki, hem hafızasını hem de görme yeteneğini kaybeden bir insan, okumayı ve yazmayı yeniden öğrensin. Geçmişten kalan ve özel bir araç yardımıyla deşifre edebildiği notlar ona göre, sanki bir başkasının notları gibi olacaktır. O, sonradan hayatının devam ettiğini tespit ete ve kendi biyografisini yazsa bile, durum aynı olacaktır.
Bu demektir ki, her dil, dil olarak “öznellerarası”dır; tıpkı A’nın protokollerinin B’nin protokollerine konulduğu gibi, belirli bir ânın protokolleri sonraki ânın protokollerine konulmalıdır. Carnap’ın yaptığı gibi, monologlaştıran  dillerden söz etmenin hiçbir anlamı yoktur. Aynı şekilde sonradan birleştirilmiş, farklı protokol dillerden de söz edemeyiz. Dünkü Robinson’ın ve bugünkü Robinson’ın protokol dilleri, birbirine Robinson’ın ve Cuma’nın protokol dilleri kadar hem yakındır hem de uzaktır. Dünkü Robinson’ın ve bugünkü Robinson’ın protokol dili belirli şartlarda aynı dili oluşturur denirse, o zaman aynı şartlarda diyebiliriz ki, Robinson’ın dili ve Cuma’nın dili aynı dildir.
İdealist felsefenin bize tanıttığı “Ben”in, Carnap’ta da vurgulandığını görüyoruz. Evrensel slang, “şimi”den ya da “burada”dan anlamlı biçimde söz ettiğim kadar “benim” protokolümden söz etmeye izin vermez. Fizkalist dilde kişi adlarının yerine, kesinlikle, durumları ölçen koordinatlar ve büyüklükler konur. Bir “protokol-Otto”, sadece bir “protokol-Karl”dan ayrılabilir. Fakat evrensel bir slangda, “benim protokolüm”ü bir “başkasının protokolü”nden ayıramayız. Evrensel slangda, “Otto-psişik”in ve “hetero-psişik”in her problemi ortadan kalkar.
“Yöntemsel solipsizm, “yöntemsel” pozitivizm (Kşz. Carnap, art. Cité, p. 461.) bunlara “yöntemsel” sözcüğünü eklenmekle daha çok yararlı olmazlar (Bkz. Otto Neurath, Erkenntnis, p. 401).
Yukarıda demiştim ki, “Bugün 27 Temmuz, kendi protokollerimi ve başkalarının protokollerini inceliyorum”; bu ifade “27 Temmuz 1932, sabah saat 10’da Otto Neurath’ın protokolü: [Otto Neurath’ın sözel düşüncesi 9.55’te şuydu: 9.40 ve 9.54 arasında Otto Neurath, her ikisi de …sözcelerini içeren Neurath’ın bir protokolüyle ve Kalon’un bir protokolüyle ilgileniyordu)]. “Otto Neurath, protokolün kullanımına dayanan protokolü yazsa bile, birleşik bilim sistemine Kalon’un protokolünü nasıl koyarsa, kendi protokolünü de öyle doğru olarak koyar. Neurath, Neurath’ın bir protokolü sözcesinden vazgeçebilir ve Kalon’un bir protokolü sözcesini kabul edebilir. Genel olarak daha inatla, bir başkalarının sözcelerinden çok, kendimizin protokol sözcelerine bağlanmamızın nedeni tarihsel olumsallıktır. Carnap şunu ileri sürer: “Her süje temel sıfatıyla sadece kendi protokolünü kabul edebilir.” Bu düşünce kabul edilemez; çünkü temelsizdir. “Doğrusu S1, kendi sırasında S2 protokolünden yararlanabilir ve S1’in S2’yi kullanması o zaman özellikle basitleştirilir; çünkü iki dil, fizikalist dilde yer alır. Bu, dolaylı biçimde şöyle denebilir: S1, şu ya da bu biçimdeki bir yazı parçasını karşısında gördüğü kendi protokolünde betimlemelidir. Fakat Neurath, Kalon’un protokolü hakkındaki betiminin aynısını Neurath’ın protokolü hakkında da vermelidir! Neurath, protokol-Neurath’ı nasıl gördüğünü ve aynı şekilde protokol-Kalon’u nasıl gördüğünü betimler.
Ve herkesin protokol sözceleri hakkında aynı şey geçerlidir. Kalon’un Kalon protokollerini ya da Neurath’ın Neurath protokollerini incelemesi, Neurath’ın Neurath’ın protokolleriyle ve Kalon’un protokolleriyle ilgilenmesi temelde aynı şeydir. Durumu en somut hale getirmek için, protokol sözceleri koyduğumuz, bilimsel arıtma makinesi düşünün. Makinenin çarklarının düzenlenmesinin oluşturduğu “yasalar” ve “protokol sözceler” dahil, “reel üzerine diğer sözceler”, makinedeki sözceler stokunu arıtır ve bir çelişki ortaya çıktığında bir zil çalarlar; bir protokol sözcenin yerine bir başkasını koymayı ya da bir makine yapmayı, bu duruma borçluyuz. Fakat makineyi kimin yapacağını veya oraya giren protokol sözceleri kimin formüle ettiğini bilmek sorunu, kesinlikle önemli değildir. Herkesin, bir “başkası”nın protokol sözceleri kadar “kendi” protokol sözcelerini test etmesi gerekir.


* Bu yazı Manifeste du cercle de Vienne et autres écrits sous la direction de Antonia Soulez PUF, Paris, 1985, adlı kitapta pp. 221-230. sayfalar arasında yayınlanmıştır.

*Noli me tangere (“Bana dokunma”) yeniden dirilen İsa’nın Paskalya Pazar’ında Marie-Madeleine’e söylediği sözler. Latince deyim günümüzde pek çok alanda kullanılır. Örneğin botanikte en küçük dokunuşta solan ya da çok dikenli veya tohumları dokunulduğunda hafifi acı veren bitkiler için kullanılır.
* Robinson’un adadaki arkadaşı. Robinson Cuma günü bulduğu için arkadaşına bu adı vermiştir (ç.n.).

TEORİLERİN SONU: PROTOKOL SÖZCELER


Protokol Sözceler:


Viyana Çevresi’nin temel tezlerinden biri de şudur: Bilginin ve bilimin ilk ögelerini oluşturan sözceler deneyim ürünüdür. [1] Bilimsel yapının temeli şu şekildeki sözcelerden oluşur: Şu anda veya şu durumlarda, şu gözlemlenmiştir ya da sınanmıştır.[2] Temel sözceler bir gözlemcinin doğrudan deneyimini ve algılamasını betimler. Carnap bunlara “protokol sözceler” adını verir. Bütün karmaşık sözceler protokol sözcelerine indirgenebilir.
Viyana empirizmine göre duyumlamalar protokol sözceler biçimini almalıdır. Protokol sözceler bir kişinin şu anda ve şurada hissettiği şeyi betimlemeye izin verir. Onlar kesinlikle doğrudur. Bilim, fizik realiteye ilişkin tam bir teori elde etmek için bu sözceler arasındaki ilişkileri anlamalıdır.
Protokol, Grekçe πρωτοκολλον’un (protokollon)’un Batı dillerindeki karşılığıdır. πρωτοκολλον Grekçe’de “ilk” anlamına gelen πρῶτος (protos) ve yapıştırmak demek olan κολλα’dan (kolla) bileşiktir.
Protokol Antik Dünya’da bir parşömen ruloya yapıştırılan ilk sayfa demekti. Orta Çağ’da kelime, onaylanmış edimlerin anlatıldığı küçük yazı anlamına geliyordu. Günümüzde protokol, noter belgesi demektir. Görüldüğü gibi Carnap “protokol”u modern anlamda kullanmaktadır.
O nedenle dünyadan söz etmek protokol sözceler ortaya koymaktır. Şimdi bu konuyu açıklamaya çalışalım.
Carnap ve Neurath protokol sözceler ifadesini 1930’lu yıllarda kullandı. Hangi tür sözceler protokol sözcelerdir? Carnap ve Neurath arasında bu konuda bildiğimiz doktriner tartışma yapılmıştır. Bu tartışmaya ilişkin çevirisini sunduğumuz makale oldukça önemli bilgiler vermektedir. Protokol sözcelerin doğasına ilişkin bu tartışmada iki karşıt tez vardır. Birinci teze göre protokol sözceler duyu verilerine dayanır. Carnap bu tezi savunur. Neurath’ın savunduğu ikinci teze göre ise, protokol sözceler bir gözlemcinin duyu verilerine ilişkin açıklamalarından ibarettir.
Temel sözceler çok tartışıldı ve bu tartışmalar hâlâ sürmektedir. Bu sözcelerin en çok tartışılan yönleri şunlardır: Algısal deneyimin sübjektif görünüşü gözleme mi aittir? Temel sözceler konuşanın özel deneyimlerinin mi yoksa herkesin gözlemlediği olayların mı betimidir? Bu sözceler, kuşku duyulamayan, reddedilemeyen ya da yanlışlanamayan sözceler midir? Özel bir sınıfın var oluşunu temel sözceler gibi kabul etmek doğru mudur[3]?

Bu konudaki tartışmalar ne olursa olsun şunlar kesindir: Protokol sözceler:
1. Wittgenstein'ın 1921’de Tractatus'ta yaptığı analizden türer. Burada Wittgenstein demektedir ki, bileşik bir sözcenin anlamı ve doğruluğu onu oluşturan sözcelerin doğruluğuna bağlıdır. Bileşik sözcenin ögeleri de bileşik olabilir. Wittgenstein'a göre felsefî analizin amacı nihaî, temel sözcelere ulaşmaktır. Peki, bu nasıl olabilir? Temel nesne durumlarının mantıksal tablolarını elde etmekle ve adları düzenlemekle. Adları düzenlemek, basit şeylerin mümkün düzenlemesini yapmaktır. Nihaî sözcelere ulaştığımızda analiz son bulur. Protokol sözceler bir ölçüde mantıksal tablolar gibi görülebilir.
2. Protokol sözceler bilimin bir temelini bulma kaygısına cevap verir; temel sözcelerin doğruluğuna ya da yanlışlığına ilişkin kesin cevap arayışıdır. 1934’te Schlick “her bilginin sarsılmaz ve kuşku duyulmaz temelini sağlayan bir sözceler sınıfının araştırılmasın”dan söz eder. Protokol sözceler doğrulanabilirlik ilkesine cevap verir.
Protokol sözceler bir türdür ve onların cinsi “elemanter sözceler” ya da “temel sözceler”dir. Schlick'in “deneyim saptamaları” dediği başka türde temel sözceler de vardır. Bu “deneyim saptamaları”nın özelliği ben merkezli (örneğin ben, şimdi, şurada)  ifadeler olmalarıdır. Oysa protokol sözceler (örneğin (X yerinde, t ânında şöyle bir şey) objektif ifadelerdir.
Protokol sözceler etkin süjenin duyu deneyleri yardımıyla ifade edilmelidir, çünkü duyu deneyleri bilginin kesin temelidir. “10 cm. uzunluğundaki ipe asılmış 1 gr.lık bir kütle 3 cm. genişliğinde bir salınım yapar.” şeklindeki bir klasik gözlem sözcesini alalım. Bu tür sözcelerin duyusal veriler kadar kesin statüleri yoktur.[4] Bunlar ancak duyuların doğrudan gözlemlerine dayanan cümleler aracılığıyla ifade edilmelidir. Sonuç olarak bilimsel teorilerin tüm vokabülerini sadece gözlem teorilerini kullanan sözceler yardımıyla ifade edebiliriz. Her bilimsel “sözce şu ya da bu anda, şu ya da bu yerde, şu ya da bu durumda gözlemlendi, gözlemleniyor veya gözlemlenecektir.” şeklindeki sınırlı sayıda protokol sözcelerine indirgenebilmelidir. Yine de bilimsel teorilerde “elektron”, “manyetik alan” gibi indirgemenin daha zor göründüğü terimler vardır. Carnap’ın “teorik terimler” dediği bu tür terimler, teorinin tümüyle gözleme dayalı vokabülerine çevrilebilir mi? Carnap 1928’de yayınladığı Dünyanın Mantıksal Kuruluşu adlı kitabında bu soruya Mach gibi olumlu cevap verir. Carnap bu kitabında bilen süjenin duyulur deneyimlerini sisteminin temel ögeleri gibi görür.[5] Ona göre sözcelerin karmaşıklık düzeyleri arasında hiyerarşi vardır. Bu hiyerarşide her üst düzey sözce, aşağı düzey sözceye indirgenebilir. Bu indirgeme Carnap’a göre “konstrüktif tanımlar” dediği şeyle yapılır. Bu tanımlamalar sözceleri değiştirmeye izin verir; üst düzey sözcelerin eşdeğerini verir. Sonuç olarak Carnap’a göre her bilimsel sözceyi duyulur deneyimler gibi, en aşağıdaki objelere dayanan bir sözceye indirgemek mümkündür. Bir bilimsel teorinin tüm terimleri, protokol sözcelere çevrilebilir, teori sadece gözlemlenebilir realitelere dayanan genel yasalar aracılığıyla ifade edilebilir.[6]
Carnap 1934 yılında yazdığı La syntaxe logique du langage’da, (Dilin Mantıksal Sentaksı) elemanter yaşantıların yerine indirgenemez veriler olarak gözlem protokollerini koyar. Gözlem protokolleri denetlenebilme bakımından psikolojik doğadaki elemanter yaşantılara üstündür. “Bir kelime ancak bu kelimenin bulunduğu sözceler protokol sözcelere yani duyusal deneyimlerimizi ifade eden elemanter sözcelere indirgenebilirse anlamlıdır.”[7] Bilimin sözceleri protokol sözcelerden türetilemez. Bilimin sözcelerinin protokol sözcelerle ilişkisi, zayıf doğrulama sayesinde kurulabilir. Carnap Les fondements logiques des probabilités’de (Olasılıkların Mantıksal Temelleri) şunu ortaya koyar: “Her tümevarımsal akıl yürütme, olasılık terimleriyle bir akıl yürütmedir. Tümevarımsal mantığın bütün ilkeleri ve teoremleri, analitiktir.[8]
Carnap’a göre protokol sözceler deneysel verileri ifade eder ve objektiftir, çünkü onlar, bireysel algılar arasındaki biçimsel ilişkileri betimler ve algıların nicel, sübjektif içeriklerini soyutlar. Bilimsel betim, objelerin özlerini değil; fakat sadece yapılarını içerebilir. İnsanları dilde birleştiren şey, yapısal formüllerdir. Bu formüllerde ortak bilgilerin içerikleri kendiliklerinden hazırdır.[9] Kırmızılık ve haz gibi sübjektif nitelikler, bilginin değil; sadece deneyimin nitelikleri gibidir. Optik, sadece bir kör tarafından ilke olarak akla uygun görülen şeyi kabul eder.
Moritz Schlick de benzer bir görüşü savunur. O demektedir ki, bilme kapasitemiz, ifade etme ve tasavvur etme kapasitemize bağlıdır. İfade edilebilen her şey, bilinebilir.[10]
Fakat Neurath, protokol sözcelere ilişkin bu görüşlere katılmaz, çünkü o, doğrulama ilkesine sıkı sıkıya bağlı kalır. Ona göre protokol sözceler de doğrulanmalıdır. Protokol sözceler, reddedilebilme imkanı olan sözcelerdir. Bir sözceyi belirleyen şartlardan biri, doğrulanabilmesidir.[11] Fiziğin tüm yasaları ve sözceleri değişebilir. Aynı şey protokol sözceler için de geçerlidir. Neurath, şöyle düşünmektedir: Saf protokol sözceleri belirlemek için araç yoktur. Dilin temel sözceleri, protokol sözceler değildir; fakat belirsiz ve analiz edilmemiş terimler stokundan ibaret gündelik dilimizin sözceleridir. Neurath, gündelik dilden hareket etmeyi ve fizikçinin bilimsel diline ulaşana kadar gündelik dili metafizikten arındırmayı önerir.
Carnap’ın ve Neurath’ın görüşlerini tümüyle paylaşmayan Schlick, protokol sözcelerin doğrulanma zorunluluğunu kabul eder. Fakat o, şuna da dikkat çeker: Neurath, dilin göreceliliğinden çıkmak için bilimsel dilin iç tutarlılığını dikkate almanın zorunlu olduğunu söyler. Fakat açıktır ki, dilin iç tutarlılığı kavramı tatmin edici değildir. İç tutarlılığı hakikatin ölçütü diye alırsak, perilere ilişkin uydurma hikayeleri, doğru diye kabul etmemiz gerekir.[12] Kuşkusuz Schlick şunu kabul ediyordu. Tutarlık, hakikatin zorunlu bir şartıdır; ama bu, yeterli değildir. Gerçekte bilimsel dili daha tutarlı hale getirmek için, bilimsel dilden elenmesi gereken sözceleri seçmek için bir ölçüt zorunludur. Bu ölçüt de olgulara uygun olmadır. Perilere ilişkin hikâyeleri bilim dilinden dışlamanın tek yolu budur. Schlick bu ölçütün de temel sözceler dediği şey olduğunu söyler; temel sözceler’in protokol sözcelerle hiç de aynı şey olmadıklarını belirtir. bu temel sözceler gerçekte deneysel gözlemleri birbirine bağlamazlar; fakat bilimsel dilin ve empirik realitenin temas noktalarını oluştururlar. Realite ve bilgi arasındaki bu temas noktaları, Schlick tarafından hipotezler olmayan tek sentetik sözceler gibi görülür. Sadece bu sözceler bilimsel hipotezlerin tutarlı bir sisteminin olgular ortasında bir yol bulmalarına izin verir.[13]


[1] Hervé, Les limites de la connaissance, Odile Jacob, Paris, 2000, p. 26.
[2] Ayer, Langage…, p. 108.
[3] Armengaud, Françoise, “ Protocolaires énoncésEncyclopædia universalis.
[4] Loc. cit.
[5] Ibid.,   p. 26.
[6] Loc. cit.
[7] Carnap, R., “Dépassement de la métaphysique par l’analyse logique du langage”, dans Manifeste de Cercle de Vienne, sous la direction d’Antonia Soulez, PUF, Paris, p. 158.
[8] Godin, p. 807.
[9] Malherbe, p. 57.
[10] Schlick, M., “Le tournant de la philosophie”, in Expériences,  théories et méthodes, sous la direction de Sandra Laugier et Pierre Wagner, Vrin, Paris, 2004, p. 83.
[11] Malherbe, p. 58.
[12] Schlick, “Le tournant de la philosophie”, p. 86.
[13] Loc. cit.

17 Mayıs 2020 Pazar

KÜRESELLEŞME NEDİR NE DEĞİLDİR


V. BİREY VE KÜRESELLEŞME


Birey sosyal, kültürel, ekonomik, hukukî, çok çeşitli etkilere maruz kalır. Bu etkiler genellikle toplumdan kaynaklanır. Oysa günümüzde birey küreselleşme dediğimiz olgunun da etkisi altındadır; bu etkiyi her geçen gün daha çok hissetmektedir. Bu, sadece sübjektif bir duygudan ibaret görülemez. Küreselleşme açık bir realitedir. Birey, gitgide dünya yurttaşı olmaktadır. Küreselleşen bireyin algıları artık içinde yaşadığı çevrenin algıları değildir. Onun algıları sınırların ötesine geçer. Küreselleşmeyle birey, düşüncenin heterojen ve heteroklit gereçlerine nüfuz eder. Bütün bunlar, küreselleşmenin birey üzerindeki etkilerini de ele almayı gerektirir. İşte şimdi bunu yapmaya çalışacağız. Ama önce küreselleşmenin ne olduğunu görelim ve şöyle soralım: Küreselleşme nedir?
Sözlerimize başlarken önce belirtelim ki, küreselleşme, yeni (1953) icat edilmiş bir kavramdır. Fransızca Petit Robert sözlüğü küreselleşmeyi şöyle tanımlar: “Bir gurubun, başka bir guruba ait kültürel değerleri bütünüyle ya da kısmen özümsemesi süreci ya da bir bireyin ilişkide olduğu yabancı bir kültüre uyumudur.”[1] Bu tanımlara başka tanımlar da eklenebilir. Ama söz konusu tanımlar küreselleşmenin tüm görünüşlerini ifade edemezler; sadece bir veya birkaç görünüşünü yansıtabilirler. Çünkü küreselleşme sosyal, kültürel, ekonomik, politik, enformatik, akademik vs. pek çok olgudaki değişmeleri ve gelişmeleri içerir. Spinoza’nın terimiyle konuşursak küreselleşme sonsuz nitelikleri olan bir töz gibidir. Tüm bu nitelikleri bir tanım altında toplamak imkânsızdır. Küreselleşme konusunda pek çok yayın yapılmıştır. Ama bunlar, küreselleşme kavramın içeriğini uzlaşımsal biçimde ortaya koyamamıştır. Bu durum, sözlerimizin açık kanıtıdır.
 Küresel kavramı bazen uluslararasının eş anlamlısı olarak, bazen de ondan farklı bir anlamda kullanılmaktadır.[2] Küreselleşmeyi kimileri ulus-devletin aşılması gibi görürler. Kimilerine göre küreselleşme sermaye ve emek arasındaki karşıtlığın yeni bir biçimidir. Bunların dışında daha pek çok küreselleşme anlayışları vardır. Alain de Benoist bütün bu farklı küreselleşme anlayışlarını kültürel ve ekonomik küreselleşme diye iki başlık altında toplar. O, demektedir ki, “bu iki fenomen birbirinin içinde geçerse de onları karıştırmamak gerekir.”[3] Biz bunlara iletişimin küreselleşmesini de eklemek gerektiğini düşünüyoruz. Çünkü McLuhan’ın da belirttiği gibi iletişim araçlarının sınırlar hatta kıtalar ötesi haberleşmeyi sağlayacak şekilde gelişmesi insanlar arasındaki etkileşimi kolaylaştırmıştır. Bu durum küreselleşmenin önemli faktörlerden biri olmuştur.[4] İletişimdeki küreselleşme ekonomik küreselleşmeyle birlikte genellikle bireylerin davranışlarını standartlaştırmıştır ve bireyleri sadece tüketiciler hâline getirmiştir.
Bu kısa açıklamalardan anlıyoruz ki, küreselleşme çok karmaşık ve çok boyutlu olduğundan, kavramsallaştırılamayan bir fenomendir. Ama yine de bu fenomene ilişkin bazı betimler, sınırlı bazı değerlendirmeler yapmak mümkündür. İzleyen satırlarda, amacımız budur. Biz açıklamalarımızı olabildiğince uzlaşımsal tespitlere dayandırmaya çalışacağız.
Küreselleşme üzerinde en çok uzlaşılan konulardan biri şudur: Bu, kaçınılmaz bir süreçtir. Artık hiçbir birey ve hiçbir topluluk bu sürecin etkisinden kurtulamaz. Ulusçuluk, etnik merkezcilik, köktencilik ve tikelcilik küreselleşmeyle yenilenmiştir ya da yeniden doğmuştur.[5] Küreselleşme, sistemleri ve aktörleri birleştirir.[6]
Sosyal ve kültürel değişim alanı olarak küreselleşme, bireyin, “ben”in anlamını yeniden bulabilmesi için, bir yeni “biz”i araştırmaya yöneltir.[7] Bu fenomen bireyin inançlarını ve pratiklerini gezegen ölçeğinde değiştirir.
Küreselleşme önce bireyin varolma biçimine bir meydan okumadır. Birey artık bu yeni dünyadaki boyutlarını bilmek ve yaşayacağı yeri yeniden yaratmak zorundadır.
Kürselleşme ne bir efsanedir ne de moda veya bavul bir kavramdır. O, bir somut realitedir.[8] Marc Abélès’ye göre küreselleşme ne iyidir ne de kötüdür; sadece analiz edilmesi gereken olgusal bir durumdur.[9]
Kısaca söylersek bugün dünya her yerdedir. Sadece sermayeler ve girişimler için değil, kültür, mikroplar, enformasyonlar, göçler için; kaygı ve savunma tepkileri de küreselleşmişlerdir.[10]
Bugünkü anlamda küreselleşme ne zaman başlamıştır? Küreselleşmenin ortaya çıkış tarihi küreselleşmeden ne anlaşıldığına sıkı sıkıya bağlıdır. Örneğin kimi ekonomistlere göre küreselleşme ilk defa 1850 yıllarında ekonominin uluslarası değişim sürecine girmesiyle ortaya çıkan bir fenomendir. Gabriel Enkiri‘ye göre küreselleşme XIX. yüzyılın sonunda görünmüştür.[11] Suzanne Berger’e göre ise küreselleşme, Birinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinden başlamıştır.[12] Sosyolog Herbert Marshall McLuhan 1962’de “Küresel köy” kavramını ortaya atmıştır. Ona göre küreselleşme iletişimin küreselleşmesidir ve küreselleşme süreci II. Dünya Savaşının hemen ertesinde başlamıştır (1948’de transistorlu radyo icat edilmiştir; 1956’da kıtalararası kablolu telefon kurulmuştur, 1962’de uyduyla haberleşme dönemi başlamıştır).[13]
 Ortaya çıkış tarihi ne olursa olsun, küreselleşmenin günümüze ait bir gelişme olduğu tartışmasızıdır. Küreselleşme uzun bir evrimin sonucudur. Evrimin başlangıcını Fernand Braudel ve son zamanlarda Serge Gruzinski gibi tarihçiler, Rönesans’a kadar geri götürürler.[14] Daha yaygın bir görüşe göre küreselleşme XVI. yüzyıldaki üç gelişmeyle başlamıştır. Bunlar, Amerika’nın keşfi, Macellan’ın dünyanın çevresini dolaşması ve Kopernikus’un evrenin sonsuzluğunu keşfetmesidir. O zamandan beri insanlar yerel ontolojilerde değil, gökkürelerinde oturmaktadır.
Morin küreselleşmeyi kıtalararası patojenik-botanik geçişler gibi anlar. Ona göre ilk küreselleşen şey, mikroplardı. Batının mikropları Kızılderilileri dalga dalga etkiledi; buna karşılık, frengi mikrobu, Amerika’dan Avrupa’ya ve İspanya’ya buradan da İpek Yolu’yla Şanghay’a bulaştı. Mısır, domates, patates Amerika’dan Avrupa’ya, at; buğday vs. Avrupa’dan Amerika’ya geçti.[15] Görüldüğü gibi bu küreselleşme anlayışı bizim bugün anladığımızdan oldukça farklıdır. Buna gezegenleşme demek belki daha doğrudur. Küreselleşme ve gezegenleşmenin ortak yönü, kıtalararası hareketliliktir. Gezegenleşme insan dışındaki canlıların insanın etkisiyle kıtadan kıtaya tanşınması olduğu hâlde küreselleşme bizzat insanın taşınmasıdır.
Aşağıda göreceğimiz gibi, bu küreselleşme, daha doğrusu gezegenleşme, her zaman yararlı değişimlerden ibaret olmadı. O aynı zamanda Amerika’da Asya’da ve Afrika’da Avrupalıların kolonileştirmelerine de yol açtı.[16] Dünyaya egemen olmayı sürdüren Batı, bu egemenliğin karşıt kutbunu ortaya çıkaracak, ezilen ve sömürgeleştirilen halkların bu durumdan kurtulmalarına izin verecek düşüncelerin tohumlarını da attı. İnsan hakları ve demokrasi düşünceleri küreselleştiklerinde, ekonomik çıkarların hegemonya aracı olan şimdiki küreselleşmenin karşıtı olur.
Küreselleşme terimi uluslar, insani aktiviteler ve politik sistemler arasındaki karşılıklı bağlılık ilişkilerini dünya ölçeğinde geliştirme ve uyuşturma anlamına gelir. Küreselleşme, potansiyel gücünü eyleme geçiren modernitenin son aşamasıdır. Bu kavram bizi “dünya” kelimesinin anlamını düşünmeye davet eder. “Dünya”nın anlamı bireyin sübjektif eğilimlerine göre değişir.
Küreselleşme sadece homojeni üretmez; heterojenliği çeşitliliği ve bireyselliği de yaratır. Medya, filmler ve elektronik haberleşme sayesinde bireyler, farklı hayat modellerini görebilirler; böylece kendi varoluşlarını yeni açılardan düşünebilirler.[17]
Küreselleşme sayesinde kolektif kimlikle ilişkiler, kurumsal ya da geleneksel ilişkiler olmaktan çıkar. Herkes kendi kolektif ortamını oluşturur; kurumsal ya da geleneksel kimliğini sürdürmek yerine sorgular. Dünya ölçeğindeki kültürel ögelerin yoğun biçimde tüketilmesiyle toplumlar arasındaki farklar azalır. Fakat bir ve aynı toplumlarda bireylerin ve yaşama biçimlerinin farkı artar.[18]
Küreselleşmenin dünya çapında etkileri vardır. Bu etkiler, bireyler, gruplar, kurumlar, kuruluşlar; toplumlar, devletler ve uluslararası ilişkiler üzerinde çeşitli biçimlerde hissedilmektedir. Şimdi bu etkileri ayrıntıya girmeden ifade etmeye çalışalım.
Küreselleşme, her toplumun dünyaya açılmasına, sınırları dışına çıkabilmesine, gelişmiş bir hukuka ve geniş özgürlüklere sahip olabilmesine; insanların daha barışçıl ortamlarda yaşayabilmelerine imkân vermiştir; en azından böyle bir durumun mümkün olabileceği düşüncesini uyandırmıştır. Morin küreselleşmenin bu olumlu etkilerini şu sözüyle naif bir iyimserliğin gerekçesi yapar: Öyle görünüyor ki, bundan böyle bütün insanların problemleri ortak olacaktır. Onlar ortak bir kaderi yaşayacaklardır; hayat ve ölüm problemleri de ortak olacaktır.[19]
Küreselleşme ulusların, kuruluşların ve özellikle bireylerin birbirlerine çeşitli yollarla bağlanmalarını sağlamış, böylece yeni ilişkiler, yapılar ve değerler ortaya çıkarmıştır. Bütün bu yenilenmeler ya da yeniden doğuşlar sadece tikelciliğin evrenselleştirilmesi ve evrenselciliğin tikelleştirilmesi süreçlerinin anlarıdır.[20] Küreselleşme dünyaya ilişkin yeni bir imge yaratmıştır; kimlikleri, kültürleri ve onların karşılıklı ilişkilerini değiştirmiştir.
Küreselleşme eğitim programlarını bile etkilemiştir. Üniversitelerin bu sürece bağlı olarak gençleri kendi toplumları ve küresel topluluklar arasında bir ilişki kurabilecek şekilde yetiştirmeleri istenmektedir.[21]
Küreselleşme bireyin toplumla ve devletle ilişkilerini de değiştirmiştir. Antik Dünya’dan modern zamanlara kadar birey topluma, devlete sıkı sıkıya bağlıydı. Devlet “bireyin annesi”ydi; birey devlette doğup gelişiyordu. Oysa küreselleşen dünyada bireyle devletin ve toplumun ilişkileri değişti. Devlet artık, bireyi himaye etme fonksiyonunu yerine getiremez oldu. Bireyin bir ülkeye, bir kültüre, bir ırka, bir dile, her ne pahasına olursa olsun, bağlanmak zounda olduğu duygusu zayıfladı. Bireyle devlet arasındaki ilişkiler, uluslararası göçlerin gösterdiği gibi kırılganlaştı; tümüyle kaybolmasa bile gittikçe zayıfladı.
Yurttaşlık, artık birey ve mensubu olduğu devlet arasındaki ayrıcalıklı bir ilişki olmaktan çıktı. Çünkü bireyin ulus-devletin ona veremediği başka bilgilere ve araçlara ihtiyacı vardı. O yüzden eğer deyim yerindeyse, “devlet-toplum ana kucağı”nın yerini “yeryüzü gezegeni” denen mega-küre aldı. Birey artık kendini bir ülkenin yurttaşı gibi değil, mega-kentin bir parçası gibi gördü. Sonuçta o, mega devletin sürekli yer değiştiren bireyi oldu.
Kısaca söylersek, birey, bir yandan içinde doğduğu ve eğitildiği toplumun kültürünü ve geleneklerini korumak ister. Diğer yandan küreselleşmenin empoze ettiği normlara ve değerlere kendini uydurmaya ve onlarla uyumlu olmaya çalışır. Bir ulusa bağlı kalmak ve insan türünün evrenselliğine ait olmak; bu, pek çok kişi tarafından aşılması oldukça zor görünen bir çelişkidir. Yerellik ve küresellik arasındaki bu çelişki bireyin iç dünyasında çatışır. O yüzden hayatın farklı ögeleri sürekli hareketli, esnek ve değişken hâle gelir [22]; küreselleşmede yaşanan “güvensizlik, pek çok kişiye evrensel bir değer gibi görünür.
 Küreselleşme sadece bireyin devletle ilişkilerini değiştirmedi; devlet adamı anlayışı da farklılaştı. Eski politikacı-devlet adamı prototipi ortadan kalktı. Önceden kullanılan politik araçlar hitabet, yönetim becerisi, duyarlık, alçakgönüllülük, tarih bilgisi, felsefe, hukuk bilgisiydi. Bunlar küreselleşmeyle birlikte devlet adamı ve politikacı için önemlerini yitirdiler. Bu göstergelerin ve tutumların karışımından ibaret iktidar protokolü terk edildi, çünkü birey, kültürel ve siyasal yapıların pasif bir katılımcısı değildir. Tersine küreselleşme, bireye yeni kültürel biçimler türetebilen pek çok “kamuoyu” sunar.
Küreselleşme bireyi sadece siyasal açıdan etkilemekle kalmadı; onun üzerinde ekonomik etkiler de yaptı. Ekonomik etki, en az siyasal etkisi kadar önemlidir. Küreselleşen bireyin tüketim biçimini kendi ulusu değil, uluslararası kuruluşlar belirledi. Küresel ekonomi bireyi ortadan kaldırdı; bireyleri politik eylemlerde bulunan aktörlerden çok, sadece tüketici gibi gördü; tüketiciliği, bireylerin mümkün eylemlerinin temel kategorisi gibi gördü. Birey artık “çok değişken”, “zaping yapan” tüketicidir. Küreselleşen birey, temel yani fonksiyonel ihtiyaçlarını karşılamakla yetinmedi, zihnine kazınan tüketim nesnelerine sahip olmayı düşündü; duygularının, heyecanlarının ve tüketici aklının emrine girdi; bazı kavramlara dayalı kategoriler aracılığıyla etkilendi. Tüketici bireyi anlamak her geçen gün daha zorlaşır, çünkü onu kategorize etmek her gün daha güçleşir. Aralarındaki derin farklardan dolayı tüketici-bireyler bir magma oluştururlar.
 Küreselleşme çelişkili biçimde çok kutuplu bir dünya ortaya çıkarır ve bireyin bilgisi gittikçe parçalı hâle gelir. Küreselleşme bireyler arasında, bireylerin değerleri düşünceleri ve yaşama biçimleri arasındaki ilişkiyi her zamankinden daha çok artırmıştır.
Politik alanda gruplar bireylere bir kimlik verebilirler. Dil ve kültür, kimlik fenomenlerinin temelindedir. Kimlik, bir kişinin belli bir sosyal gruba ait olmasına ve onunla özdeşleşmesine izin veren eylemin, dilin ve kültürün stokudur. Kültürün küreselleşmesi çerçevesinde bir ve aynı birey, dilin, kültürün ve dinin farklı ögelerini, içinde bulunduğu bağlama uydurarak yaşayabilir. Birey bunu, dilini, beslenme alışkanlıklarını, eyleme stokunu, kısaca kültürünü kaybetmeden yapabilir. Bireyin başka toplumlarla ilişkisi çok çeşitli tepkilere neden olabilir. Örneğin öteki’ni kimi birey idealleştirebilir; kimi birey reddedebilir ve yabancı düşmanı olabilir; kimi birey de pek çok grup ya da kültür içinde problemsizce yaşayabilir. Bu sonuncu türde pek çok birey vardır.
Küreselleşme bireye, tümüyle yeni; iletişim teknolojilerinin ve enformasyonun gelişmesiyle nüfuz edilebilir bir dünyada yaşadığı duygusunu verir. Bu yeni dünyada her şey bireyselliği teşvik ediyor gibidir. Her zaman her insan çeşitli ağlara bağlanabilir, oradaki kişilerle iletişimde bulunabilir; bu nedenle insan bedenleri artık sabit değildir, fizik ve potansiyel hareketliliği yaşar.
Birbirlerine ağlarla bağlı bireyler McLuhan’a göre, kültürün yeni biçimini oluştururlar. Elektronik iletişim sayesinde birbiriyle dayanışma içindeki bireylerin günlük hayatları iç içe geçer. Elektronik postayla iletişimler gezegen çapında bilinç uyandırır. Fakat bu bilinç coşkusal, ilkel bir boyut içerir.[23]
Yeni teknolojiler en azından teoride bireyler ve topluluklar arasında hiyerarşik değil, açık ve uzlaşımsal ilişkileri yüreklendirdi. Çağdaş ulaşım ve haberleşme araçları, uçak, telefon, internet, bireyleri kendi toplumlarından ve ailelerinden az veya çok uzaklaştırdı. Bireyleri, sınırlar ötesinde ortak zevklerin, değerlerin ve projelerin paylaşıldığı yeni toplulukların üyeleri hâline getirdi.
Sinema filmleri, televizyon dizileri ve internet paylaşım sitelerindeki videolar gibi imge endüstrileri tüm gezegende kitle hâlinde yaşayan ulusal ötesi bir kültür yaratmayı başarmıştır. Fakat bundan, bireylerin gitgide tek biçimli hâle geldikleri sonucunu çıkaramayız. Gerçekte kültürel ürünler kamuoyunu parçalamaya, imgelemeyi özgürleştirmeye ve geleneksel kimlikleri belirsizleştirmeye, etkisizleştirmeye katkıda bulunur.[24]
Dünya her şeyden önce bir ağ dünyasıdır. Ağların özelliği akıcı ya da dalgalı olmalarıdır. Bu ağlarda her şey paralar, semboller, imajlar, programlar hızla bir ağa bağlanırlar ve bir ölçüde şeffaflıklarını yitirirler, çünkü onların ne merkezleri ne de çevreleri vardır. Ağlar sosyal ilişkilerin yeni “fraktal” türünü yaratırlar. Çeşitli konularda birbirine yakın, kanıları birbirine benzeyen ya da çıkarları ortak pek çok kişiyi, aralarında çok uzak mesafeler de olsa doğrudan ilişkilendirir. Böylece uluslar üstü yeni kimlikler oluşturur. Bugün ağlar çok çeşitlidir; endüstri ve finans ağları; bilgi ağları, suç ağları vs. bütün bu ağların işleme biçimi yerellikten kurtulmadır. Çok uluslu büyük firmalar, büyük endüstri kuruluşları, uyuşturucu kartelleri, terörist gruplar ve mafyalar hep yanı şekilde hareket ederler; kendi aktivitelerine en uygun yeri seçerler; eğer daha iyi şartların olduğu bir yer bulurlarsa oraya giderler.
Toplum, teknik ve dil, bireylerden öncedir. Toplumsal yapının biyolojik bir yanı olduğu inkâr edilemez; tıpkı aile gibi toplum da dil ve kültür tarafından belirlenmiştir; toplumsal isteklerin ne olduğu ve bu isteklerin nasıl karşılanacağı yine dil ve kültür aracılığıyla bilinir. Burada şöyle temel bir tespit yapmak uygundur: Psikolojik olanı ortaya çıkaran şey, sosyal olanın biyolojik olana etkisidir; toplum, kognitif bir yapıdır.
Birey küreselleşme olgusuna pek çok faktörün etkisiyle bağlanır. Bu bağlanma yollarını üç grupta toplayabiliriz:
a) Değerlerle Bağlanma: Bireyi küreselleşme konusunda motive eden pek çok değer vardır. Bunların en önemlileri özgürlük, hoşgörü, farklılığa ve bireye saygı, dayanışma isteği ve kamu malına saygıdır.
b) Kimlikle bağlanma: Birey küreselleşme sürecine kendi kimliğiyle birlikte katılır. Kimlik etnik kökenine, dinî inancına, sosyal grubuna bağlı bir tanımlamadır; toplumsal yapının bir parçası olma ihtiyacını karşılar.
c) Ürünlerle bağlanma: Küreselleşmiş birey kendisini daha doğrusu kimliğini kullandığı eşyaların markalarıyla ya da sembolleriyle ifade eder. O, şu veya bu markayı tüketenler topluluğunun bir parçasıdır. Giydiği spor ayakkabının markası bireyi, basketbol sitesinin bir yurttaşı yapabilir.
Küreselleşme sürecinde kimi gelişmiş toplumlar diğer toplumlara egemen olmaya çalışmışlardır; kendi çıkarlarını onların zararına elde etme gayreti gütmüşlerdir. Bu durum sivil toplum kuruluşlarının ortaya çıkmasına neden olmuştur. Sivil toplum kuruluşları, resmi politik yapıların dışında hareket eder. Bu kavram günümüzde yeni bir anlam kazanmıştır. Hegel’de ya da Marks’ta sivil toplum, kamu yararını dikkate alan devletin dışında bireylerin ya da çıkar topluluklarının yararlarının eylem alanı anlamına geliyordu. Günümüzde ise sermayeyi/devleti protesto eden grupların bağımsız organizasyonu demektir.
Küreselleşmenin etkisiyle kimi bireyler, kendi kimliklerini mutlaklaştırabilir, çünkü bireylerin birbirlerine hızla yaklaşmaları, kültürel ya da politik parçalanmalara; bu da marjinalleşen toplulukların kendilerini geçmişin düşüne kaptırmalarına yol açabilir. Benjamin Barber’ye göre bu kendi kimliğine kapanma, küreselleşmenin sağladığı kültürel homojenliğe karşı duyulan gerçek korkuyu artırır. [25]
Küreselleşmeden dolayı kimi bireyler köklerinden koparıldıklarını ve olup bitenler üzerinde etkilerinin olmadıklarını hissederler; sonuçta ne kadar dayanıksız ve geçici olursa olsun duvarlar kurmaya çalışırlar.[26]
René Jean Dupuy’ye göre
İnsanlar artık geleceğe inanmadıklarında ve geleceğin kötü olduğunu düşündüklerinde geçmişe dönerler. O zaman, artık gelecek sadece geçmişten ibarettir. Bu tutum, kutsallaştırılmış bir geleneğe yerleşmiş köktenciliğe götürür. İnsanlar o zaman miras-tarihe sığınmaya çalışırlar.[27]
Küreselleşmeye tepkiler, sadece sosyolojik, duygusal nedenlerden kaynaklanmaz. Bu olguya başka nedenlerden karşı çıkan pek çok bilim adamı ve entelektüel vardır. Onlar farklı gerekçelerle küreselleşmeye karşı çıkarlar. Küreselleşme karşıtlığı çok uzun ele alınması gereken bir konudur. Oysa bizim bunu ayrıntılı ele almamız ne mümkün ve ne de gereklidir. Biz sadece örnek olması bakımından iki kişinin görüşlerini vermekle yetineceğiz.
Meksikalı yazar Carlos Monsivais’e göre küreselleşme toplumları pasifleştirir; muhalefeti etkisizleştirir. Çünkü küreselleşme mutlak bir içkinlik gibi sunulmuştur. Kendisiyle uyuşmadığımızı söyleyebileceğimiz bir muhatap yoktur.[28]
Zaki Laidi ise demektedir ki,
Küreselleşmenin ayırt edici özelliği şudur: Kimse ona açık bir anlam veremez; onu kolektif bir tasavvur gibi görür ve nesnelleştirmeye çalışır. Gerçekte küreselleşme, zorlamalar toplamı gibidir, ama bir proje ya da bir umut değildir. Küreselleşme bugün evrensellik ve dünya çapında sorumluluk düşüncelerini yok etmeye doğru gitmektedir. Herkes, her ne pahasına olursa olsun, kendi farklılıklarını korumak istemektedir.[29]
Biz burada biraz ihtiyatlı davranıyoruz ve diyoruz ki, küreselleşme bir olgudur, ama bu insanlığın en son şansı mıdır yoksa kötü talihi midir? Bunu söylemek kolay değildir.[30] Ama şunu söylemek doğrudur: Küreselleşmenin gücü ne olursa olsun, toplumlar tarihlerini ve kültürlerini yaşamayı ve dillerini kullanmayı sürdüreceklerdir. Dünya- kültürünün birleştiriciliğine rağmen, kültürel miraslar, ulusal mizaçlar ve dinler, davranışları, varolma ve hissetme biçimlerini etkilemeyi sürdüreceklerdir. Zevklerin, yaşama biçimlerinin ve âdetlerin özdeş oldukları bir dünyaya doğru gitmiyoruz, fakat kapitalizmin, teknisizmin, bireyciliğin ve tüketiciliğin biçimlendirdiği bir dünyaya doğru gidiyoruz. Dünya kültürünün farklı versiyonları vardır. Uygarlıklar birbirine kapalı entiteler değildir. Onlar geleneksel işaret noktalarını ve homojenliklerini yitirerek birbirine yaklaşırlar. Dünya-kültürü evrensel bir kültür demektir. Fakat bu, dünya-kültürü özel kültürlerin çeşitliliğini ortadan kaldırır, anlamına gelmez.[31]


[1] Petit Robert.
[2] Thwaites, James D., La mondialisation: Origines, développements et effets, Presses Universitaire Lavale, Québec, 2004, p. 1.
[3] Benoist, Alain de, Critiques, théoriques, L’Âge d’Homme, Lausanne, 2003, p. 158.
[4] McLuhan, Herbert Marshall, Guerre et paix dans le village planétaire, Robert Laffon, Paris, 1970.
[5] Ibid. p. 34.
[6] Ibid., p. 42.
[7] Mercure, Daniel, Une société-monde? Les dynamiques sociales de la mondialisation, De Boeck, Bruxelles, 2001, p. 278.
[8] Abélès, Marc, Anthropologie de la globalisation, Payot, Paris, 2008.
[9] Loc. cit.
[10] Beaud, Michel, Mondialisation, p. 82.
[11] Enkiri, Gabriel, les origines de la mondialisation”.
[12] Suzanne Berger, Notre première mondialisation. Leçons d’un échec oublié, Seuil, Paris, 2003.
[13] McLuhan, Herbert Marshall, Guerre et paix dans le village planétaire, Robert Laffon, Paris, 1970.
[14] Gruzinski, Serge, Les Quatre Parties du monde. Histoire d’une mondialisation, La Martinière, Paris, 2004.
[15] Morin, Edgar, Conférence de Edgar Morin au Palais Vecchio, Firenze, 2002.
[16] Morin, Edgar, “Au Delà de la mondialisation” dans la forum une âme pour la mondialisation, Avril 2009.
[17] Lipovetsky, Gilles; Serroy Jean, La culture-monde: Réponse à une société désorientée, p. 132.
[18] Loc. cit.
[19] Ibid.
[20] Berthoud, Gérald, Quels défis pour les sciences sociales à l’heure de la mondialisation, Droz, Genève, 2006, p. 37.
[21] Mayor Federico; Bindé, Jérôme, Un monde nouveau, Unesco, Odile Jacob, Paris 1999, p. 314.
[22] Tremblay, Gaëtan, Autonomie et mondialisation: Le Québec et la Catologne à L’heure du libre, Presses Universitaire de Québec, 1990, p. 21.
[23] McLuhan, Herbert Marshall, Guerre et paix dans le village planétaire, Robert Laffon, Paris, 1970.
[24] Appadurai, Arjun, Après le colonialisme. Les conséquences de la mondialisation, Payot, Paris, 2001, pp. 61-87.
[25] Barber, Benjamin, Djihad versus Mc World, Desclée de Brouwer, 1996, p. 26
[26] Benoist, Alain, Critiques, théoriques, L’âge de l’homme, Lausanne, 2003, p. 172.
[27] René-Jean Dupuy, La sécurité au XXe siècle et la culture de la paix. Quelle sécurité? Paris, UNESCO, 1997.
[28] Godin, Christian, La totalité: La totalité réalisée, 6, l’histoire, 3, Champ Vallon, 2003, p. 670.
[29] Laidi, Zaki, Le Monde, 31 août, 1995.
[30] Morin, Edgard, “La mondialisation ultime chance ou malchance pour l’humanité”, dans Une politique de la civilisation, Arléas, Paris, 1997, p. 17.
[31] Lipovetsky; Serroy, p. 70.