İnsan ve toplum
bilimleri ve Fenomenoloji
Çeşitli insan ve toplum
bilimlerinde fenomenolojik yöntem yaygın biçimde kullanılmıştır. Bu kullanıma
bağlı olarak, “fenomenolojik psikoloji”den, “fenomenolojik sosyoloji”den,
“fenomenolojik antropoloji”den, hatta “fenomenolojik psikiyatri”den söz
edebiliriz. Ancak bir zamanlar çok moda “fenomenolojik” klişesini kullanan bu
bilim adamları, onun hakkında her zaman açık ve ortak bir düşünceye sahip
değillerdir. Onların aralarında bu yöntemin uygulanması konusunda çeşitli görüş
ayrılıkları vardır; her biri, kendisini en mükemmel fenomenolog kabul eder;
özel fenomenoloji anlayışını fenomenolojik hareketin bütünü içinde ele almaya
yanaşmaz. Fenomenolojinin çok çeşitli uygulaması vardır; bu çeşitlilik o kadar
çoğalmaktadır ki, bazen Husserl’in fenomenolojisiyle pek az benzerlikler taşırlar.
Bunları ortak bir payda altında toplamak oldukça zordur. O nedenle biz bu
satırlarda sadece Husserl fenomenolojisinin insan ve toplum bilimlerine
bakışını ele almak istiyoruz. Belirlediği şekliyle kurucu Fenomenolojinin insan
ve toplum bilimcileri tarafından çok farklı biçimlerde anlaşılması ve
uygulanması, bu konuya değinmemizi gerekli kılmaktadır.
Edmund Husserl fenomenolojiyi XX.
Yüzyılın başlangıcında batı entelektüel yapısını etkileyen derin krize cevap
olarak hazırladı. XX. Yüzyılın 60’lı yılları boyunca Alfred Schutz, Stephan
Strasser ve René Toulemont gibi fenomenologlar, fenomenolojik yaklaşımı insan
ve toplum bilimleri alanına uygulamaya çalıştılar. Bununla birlikte 70’li yıllardan
beri yapısalcılık, post-modernizm, dekonstrüksiyon gibi çeşitli eğilimler
ortaya çıktı ve bu eğilimleri savunan filozoflar, fenomenolojiye ciddî
eleştiriler yönelttiler. Bu eleştiriler, fenomenolojik yöntemin insan ve toplum
bilimlerine uygulanmasını sorgulama zorunluluğu ortaya çıkardı.
Sosyal varlığımızı fenomenolojik
açıdan düşünmek söz konusu olduğunda çeşitli problemler ortaya çıkar. Bunlara
yakından baktığımızda sosyal varlığımızı aydınlatmak için fenomenolojik tutumu
kabul etmemizin makullüğünden kuşku duyabiliriz. İnsan ve toplum bilimlerine
fenomenolojik bir yaklaşımı kabul ettiğimizde böylece, Husserl’in felsefi
düşüncesinin bazı görünüşleri bizi nazik bir duruma yerleştirir.
Bu satırlarda iki görevi
gerçekleştirmeye çalışacağız:
A) İlkin insan ve toplum
bilimlerinde fenomenolojik bir yaklaşım açısından Hussserl düşüncesinin ortaya
çıkardığı başlıca güçlükleri belirteceğiz;
B) İkinci olarak bu güçlükleri
aşmak için bazı strateji önerilerinde bulunacağız.
Fenomenolojinin Güçlükleri
Çağdaş bilimin karşı karşıya
kaldığı kriz, Husserl’i 40 yıl meşgul etmiştir. Bu problematik onun başlıca
eserlerinin konusu olmuştur. Fenomenolojik tutum, Husserl’in bu krize
cevabıdır. Bununla birlikte Husserlci fenomenolojiyi insan ve toplum bilimleri
alanına taşımaya giriştiğimizde çeşitli problemler ortaya çıkarır. Biz
bunlardan sadece önemli gördüğümüz dördü üzerinde duracağız.
1. Husserl, saf mantığa giriş
diyebileceğimiz ilk Mantık Araştırmaları I’de insan ve toplum bilimleri konusunda
ilk önemli problemi ortaya çıkarır. Husserl kurucu karakterdeki bu kitabında
bilimleri etkileyen krizi, önce entelektüel tutumun iki şu tipini birbirinden
ayırarak çözmeyi önerir: Bilimlerden ayrılmayan deneyci yöntem ve Husserl’in
bunun karşısına koyduğu felsefenin saf mantığı. Bu mantık fenomenolojik
tiptedir. Özellikle birinci (kısım §6, §8, §10 ve §11) on birinci bölümlerde
Husserl, bu saf mantığı bir bilim teorisi sıfatıyla ortaya koyar. Diğer deyişle
Huserl, bir bilimler bilimi, hakikî bilginin bir bilimini önerir. Buralarda
mantık, her bilimin kesinliğini garanti altına alması gereken normları
belirleyen disiplin olarak tasvir edilmiştir. Maurice Merleau-Ponty ise ilk
defa 1965 yılında basılan Ders Notları’ında şunu çok iyi
gösterir: bu saf mantık kavramı, felsefe ve örneğin psikoloji arasında köklü
bir karşıtlık doğurur; çünkü Husserl’e göre, mantığın zorunlulukları saf
rasyonel bir özellik taşırlar; oysa psikoloji, “insan davranışlarının dış
belirlenimlerini açıklamak” zorundadır. Husserl
Mantık
Araştırmaları I’de psikolojinin deneysel merakları fenomenoloji
tarafından belirlenmiş kurallara saygı göstererek incelemesi gerektiğini
söyler. Böylece Husserl fenomenolojiye kuralcı bir rol verir.[2] Kısaca söylemek
gerekirse, Husserl’e göre saf mantık bilginin biçimsel çerçevesiyle ilgilenir;
insan ve toplum bilimleri ise, saf mantığın gereklerine uyarak günlük hayatta
gözlemlenen davranışları inceler.
Husserl’de bilgiler arasındaki
hiyerarşi ve ilişkiler yeterince açık değildir.
İlişkinin Durumu
Fenomenolojik düşüncede
insan ve toplum bilimleri problemi, bir eklenti değildir. Tersine bu problem
onun merkezidir. Husserl, psikolojizmin, sosyolojizmin ve tarihselciliğin neden
oldukları krizden hareketle onların yerine yeni bir insan ve toplum bilimleri
koymak ister. Psikolojizm, hakikî insan bilgisinin şartlarını psişizmin fiilî
şartlarına indirgeme iddiasındadır. Bu indirgeme öyle yapılmaktadır ki, bilgiyi
garanti eden mantıksal ilkeler, psikologun belirlediği olgu yasaları tarafından
sağlanırlar. Sosyolojizm, her bilginin sosyal ortamın ögelerinden
çıkarılabileceğini göstermeye çalışır. Tarihselciliğin amacı ise, tarihsel
oluşun gerçekleştiği ortamın göreceliliğini belirterek, tarihsel bilginin
sınırlı olduğunu belirtmektir. Son tahlilde her uygarlık ve her uygarlığın
içindeki bireysel bilinç gibi her an, bir dünya görüşü hazırlarlar. Bu dünya
görüşü, en iyi biçimde, felsefede, sanatta ve dinde ifade edilir. Husserl’in
üzerinde önemli bir etki yapmış olan Alman filozof Dilthey, bu göreceli
felsefenin merkezindedir.
Görecelik insan ve toplum
bilimlerinden doğmuştur. O, bilimlerin objektif yargılara ve genel kavramlara
ulaşmasına engeldir; bilginin geçerliliğini ortadan kaldırır. Çünkü
görecelilik, bilginin temeli olan ilkeleri ve kategorileri (örneğin
nedenselliği) psikolog tarafından ortaya konmuş psikolojik süreçlere bağlar.
Buna göre bilinmesi gereken şey, sadece psikologun bu süreçleri belirlemek için
kullandığı ilkelerin ve kategorilerin nasıl geçerli olduğunu bilmektir. Oysa
Husserl’e göre psikolojiyi anahtar bilim yapmak, onu bir bilim olarak ortadan
kaldırmaktır; çünkü psikoloji kendi meşruluğunu kendinden alamaz. Diğer deyişle
görecelilik hem tabiat bilimlerine hem de insan ve toplum bilimlerine saldırır
ve bilimlerin mantıksal altyapısının ötesine geçer. Husserl, böyle mantıksal
bir alt-yapının varlığını savunur ve insan ve toplum bilimlerini buraya dayandırır.
Bu açıdan fenomenoloji deyim
yerindeyse bir insan ve toplum bilimleri mantığıdır. Fakat bu mantık ne biçimseldir
ne de metafiziktir. O, doğru akıl yürütme alanını tanımlayan işlemlerin ve
işlemsel şartların bütününden tatmin olmaz. Fakat fenomenoloji, işlemi aşkına
dayandırmak istemez; aynı şekilde o, 2 ile 3’ün toplamının 5 ettiğini; çünkü bunu
Tanrı'nın istediğini ya da bu eşitliği zihnimize koyan Tanrı'nın yanılamayacağını
da iddia etmez. Fenomenolojiden ibaret olan mantık, bizim için hakikatin nasıl
var olduğunu araştıran bir mantıktır. Bunu Husserlci anlamda tecrübeyle
belirleyebiliriz. Husserl’de tecrübe, onun her zaman derin çelişkisini
eleştirdiği saf ve basit bir empirizm değildir. Bu, olgudan dışına çıkmakla,
daha doğrusu onu paranteze almakla yapılan bir tecrübedir. Acaba olgusal olanı
aşmak septik bir göreceliliğe düşmek midir? Buna “evet” denemez. Çünkü
görecelilik ve psikolojizm, realiteden dışarı çıkmayı başaramaz. Bunlar, zorunluyu
olumsala, yargının mantıksal hakikatini, yargıya varan kişinin tecrübe ettiği
psikolojik kesinliğe indirger. Fenomenolojin yapmak istediği şey tersine,
hakiki bir yargıdan hareketle yargıya varan kişi tarafından gerçekten yaşanan
şeye ulaşmaktır. Mill’in bilinç yaşantısı olarak hakikati tasvir etmek için
önerdiği kesinlik kavramı, gerçekten yaşanan şeyin hesabını vermez. O zaman
çalışma hipotezi fenomenolojik indirgeme olan son derece ince ve esnek bir
bilinç tasvirinin zorunluluğu otaya çıkar. Fenomenolojik indirgeme, süjeyi,
tabiî dünyadaki yabancılaşmasından kurtararak, sübjektifliği içinde yeniden
kavrar ve tasvirin, bilincin az veya çok objektif bir ikamesini değil; bilincin
kendisine dayanmasını garanti eder. Psikologa göre doğru yargı ve yanlış yargı
yoktur. Sadece tasvir edilecek yargılar vardır. Yargıya varan süje, yargısının
sorumluluğunu taşıyan bir dizi motivasyonlar tarafından belirlenmiştir. O halde
hakikatin yaşantısına sadece, önce yaşantının sübjektifliğini, ortadan
kaldırmadığımız zaman kavrayabiliriz.
Böylece aşkın süje felsefesi,
deneysel süjenin psikolojisi’ni de işin içine katar. Her iki
süjenin özdeş olduğu birbirinden ayrılmadıkları konusunda uzun süre ısrar
edildi. İnsan ve toplum bilimleri açısından bu özdeşliğin anlamı şudur:
“Yönelimli psikoloji, kendinde aşkını taşır” ya da çok iyi yapılmış psikolojik
bir tasvir, aşkın beni oluşturan yönelimlilikten bağımsız düşünülemez. Fenomenoloji
kendi programında psikolojiye yer vermek zorundaydı; çünkü hem özel metodolojik
problemler bunu gerektiriyordu, hem de fenomenoloji bir cogito
felsefesiydi.
Fenomenoloji, psikolojinin yanında
sosyolojiyle de ilgilenmeliydi. Çünkü Husserl’in, aşkın solipsizme düşmemek
için, başkasıyla ve tabiî dünya ile ilişkiler problemini çözmesi gerekiyordu.
Ona göre, “aşkın sübjektiflik intersübjektifliktir”, ya da “tin dünyasının,
tabiî dünyaya mutlak ontolojik bir önceliği vardır”; aşkın süje başkasıyla bir
arada yaşayarak ya da başkasını anlayarak kendini kavrar; öyle ki, kendini bu şekilde
hem kendisi hem de başkası olarak kavramadır. Kısacası sosyal olan, kendini
anlamanın gerçekleştiği bir ortamdır. Sosyal ortamla ilgilenen fenomenoloji,
bir metafizik değildir; somutun bir felsefesidir, sosyolojik verileri kendini
aydınlatmak için kullanır; sosyologun bu verileri elde etme biçimini sorgulamak
için kullanır.
Fenomenolojiyle tarih ilişkisine
gelince; somut aşkın süjede zaman problemi, psiko-fenomenolojik paralelizm,
yani bireysel tarih problemi, onu tarihle ilgilenmeye götürmüştür. Bilinç için
tarih nasıl var olabilir? Fenomenoloji açısından bu soru, bilincim için başkası
nasıl var olabilir? sorusuna çok benzer. Gerçekte tarih sayesinde ben, aynı
kalarak, başkası olur. Başkası aracılığıyla başkası, ben olarak verilir. Eğer
hakikati, hakikat olarak yaşanan şey diye tanımlarsak, yaşantıların sonsuz bir
akış içinde birbirlerini izlediklerini kabul edersek, iç zaman ve bireysel
tarih problemi, tüm hakikat iddialarını geçersiz hale getirebilir. Aynı ırmakta
iki defa asla yıkanamayız ve yine de hakikat zaman üstü olmayı gerektiriyor
gibidir. Diyebiliriz ki, aşkın sübjektiflik, intersübjektiflik olarak
tanımlanırsa, aynı problem, birey düzeyinde değil; fakat kolektif tarih
düzeyinde ortaya çıkar.
Özetle söylemek gerekirse
fenomenoloji, objesini her deneyden önce özdeş biçimde tanımlamaya çalışan,
insan ve toplum bilimlerine bir giriş mantığıdır. O, deneysel insan ve toplum
bilimleriyle, özellikle psikolojiyle uyumlu, bir öz bilimi olmak ister; bu
bilimlerin merkezine yerleşir, böylece somut olanda özü ayırmaya çalışır ve o
zaman insan ve toplum bilimlerinin açınlayıcısı olur.
İnsan ve Toplum Bilimlerinde Karanlıkçılık
Karanlıkçılık bir araştırma
stratejisidir. Onun amacı, insanın sosyal hayatının bilimini gerçekleştirme
imkanını alt-üst etmektir. Karanlıkçılar farklı ve birbiriyle uyuşan
sosyo-kültürel fenomenleri bilimsel olarak incelemek için konulmuş ilkelerin
uygulanmasını reddederler. Onların çabaları, sosyo- kültürel hayatta
düzensizlik gibi görünen şeyi azaltmaktan çok artırmaya yarar. Karanlıkçılar,
akla uygun bilimsel alternatifler önermeksizin varolan bütün bilimsel
teorilerden kuşku duyarlar.
Bilimsel olmayan bütün stratejiler,
zorunlu olarak karanlıkçı değildir. Çünkü bilgileri bilimsel araştırmayla elde
edilemeyen deney alanları da vardır. Mistiklerin ve ermişlerin bilgisi,
uyuşturucu kullanıcılarının halüsinasyonları, şizofrenlerin sayıltıları,
sanatkarların, şairlerin, müzisyenlerin estetik kavrayışları kesinlikle
karanlıkçı değildir. Çünkü onlar, bilimsel araştırma ilkelerine dayanmazlar.
Karanlıkçılık sorunu, sadece bilimsel olmayan yollarla elde edilen bilgi,
bilimsel araştırmayı ilgilendiren alanlarda bilimsel bilginin otantikliğinden
kuşku duymak için kullanıldığında ortaya çıkar. Diğer deyişle karanlıkçı olmak
için, bir araştırma stratejisinin daha çok bilim karşıtı olması gerekir.
Popüler düzeyde karanlıkçılık,
sosyal bir hareketin pek çok özelliklerini taşır. Bilimsel olmayan pek çok
ilgiye bağlı standartlar, eğilimler ve tutumlar, açık veya örtük biçimde
bilimin sosyal hayattaki yararı güvenilirliğini veya yararlılığını inkâr
ederler. Karanlıkçılık, astrolojinin, büyücülüğün, Mesihçiliğin, hippi
hareketinin köktenciliğin kişiliğe tapınmaların, milliyetçiliğin, ırkçılığın
önemli ve bütünleyici parçasıdır. Filozoflar ve insan ve toplum bilimleri uzmanları,
bu bilim karşıtı tutumla ilgilenmek zorunda kalmışlardır.
Fenomenolojik Karanlıkçılık
Fenomenoloji Husserl’in Yeni Kantçı
felsefesidir. Heinrich Rickert, Wilhelm Windelband et Wilhelm Dilthey gibi
diğer Yeni Kantçılar gibi Husserl, fizik bilimlerle insan ve toplum bilimleri
arasında bir bağ kurmaya çalışır. Tin bilimcileri gibi, Husserl de tabiat
biliminin sosyo-kültürel alanda geçerli olmadıklarını düşünür; çünkü ona göre
insan eylemleri, evrenin diğer alanlarında olmayan bir özelliği, anlamı
içerirler. Anlam ise sübjektif olarak anlaşılabilir. Bu nedenle insan eylemlerini
anlamak için, onların sübjektif biçimde “yaşanmış tecrübe” sıfatıyla ne anlama
geldiklerini anlamak gerekir. Bazılarının sübjektif tecrübelerinin diğerlerinin
tecrübelerine benzer olduklarını varsayarak gözlemciler, kendi niyetleri ve
amaçlarıyla başka aktörlerin niyetleri ve amaçları arasında benzerlikler
kurabilirler ve bu şekilde insanî olguyu açıklayabilirler.
Etnometodoloji ve sembolik
interaksiyonizm, cognitivist stratejiler temelinde Husserl’in yöntemini
uyguladı. XX. Yüzyılın başında antropoloji, Yeni-Kantçı hareketin etkisine
girmişti. Boasçı araştırmacıların kuşakları insan ve toplum bilimlerinde
fenomenolojik yöntemi kabul ettiler ve ilk görevlerinin, bir ülkedeki
insanların nasıl düşündüklerini göstermek olduğunu ileri sürdüler. Fenomenoloji
yumuşatılmış biçimiyle her zaman idealist stratejilerin bütünleyici parçası
olmuştur.
Günümüz antropolojisinde emik ve etik
işlemlere başvurulur. Emik işlemlerin özgünlüğü, yerli bilgi vericiyi,
gözlemcinin tasvirlerinin ve analizlerin doğruluğunun yüce yargıcı statüsüne
yükseltir. Emic analizlerin doğruluğunu göstermek çabası, yerlinin gerçek,
anlamlı, ya da uygun kabul ettiği açıklamaları üretme kapasitelerine bağlıdır.
Emic modda yapılan araştırmalarda gözlemci, bir yerli olarak düşünmek ve davranmak
için bilinmesi gerekli kuralların ve kategorilerin bir bilgisini kazanmaya
çalışır. Etik operasyonlara gelince, onların özü, gözlemcinin, tasvirlerde ve
analizlerde kullanılan kategorilerin ve kavramların yüce yargıcı statüsüne
yükseltilmesidir. Etik açıklamaların doğruluğu, sadece sosyo-kültürel
farklılıkların ve benzerliklerin nedenlerinin bilimsel açıdan verimli
teorilerini üretme kapasitesiyle orantılıdır. Burada gözlemci, yerli bakış
açısından zorunlu olarak gerçek ve uygun olan kavramları kullanmaktan çok,
yabancı kategorileri ve bilimsel dilden türeyen kuralları kullanmakta özgürdür.
Etik operasyonlarda yerli bilgi vericilerin uygun olmayan ya da anlamsız
bulabildikleri aktivitelerin ya da olayların yan yana durduklarına sık
rastlarız. Fenomenoloji deDurkheim’ın,
-Parsons’ın, Weber’in; kognitif idealizmin önemli akımlarının sosyal eylem
kavramıyla tam anlamıyla süreklilik içindedir. Fenomenologlar ve Parsons,
sosyal eylem ve emic amaçlar birbirinden ayrılmaz derlerken uyuşurlar.
Parsons’ın belirttiği gibi, bir
eylem kavramı aktörün gayesi ya da amacı fikrini gerektirir. Bu demektir ki,
bir eylemin kavranabilmesi için, amacın ve anlamın kavranması gerekir. Böylece
kavranan anlamın ya da amacın değişmesi kavranan eylemin değişmesine de yol
açar.
Fenomenologlar, aktörün verdiği
anlamlardan veya onun amacından bağımsız olarak incelenen etik eylemlerin
bolluğunun, bir değere sahip olması imkanını inkâr ederler. Onlara göre sosyal
eylemler anlamlı eylemlerdir; bundan dolayı söz konusu eylemler, aktörler için
anlamlı durumları ifade eden terimler aracılığıyla incelenmelidirler.
Böylece fenomenoloji, diğer
idealistlerle ve emic yaklaşımlarla ortak bir hareket noktasını paylaşır. Fakat
bu hareket noktası, pek çok idealistin kabul etmeye hazır olmadıkları sonuçlara
doğru götürür. Fenomenologlar, “yaşanmış tecrübe”ye karşı yükümlülüklerini
pozitivizmin eleştirisiyle birleştirerek, gözlemciyi ve gözlemleneni ayırma
imkanını reddederler. Gözleme, gözlemcinin ve katılanın sübjektif anlamlarının
yansıtıldığı yaşanmış bir tecrübe gibi yaklaşılmalıdır. Üstelik
gözlemci-katılan, yaşanmış tecrübenin hakikatini, gözlemcinin katıldığı
topluluktaki uzlaşımlar dışında başka bir yerde asla bulamaz. Hakikat her zaman
görecelidir ve sosyaldir.
Hakikat, asla bilinmeyen bir bireyin
duyumlamalarının bir özelliği değildir. O her zaman topluluğun üyelerinin
bilgisi aracılığıyla tanınmalıdır. Hakikat her zaman anlaşılırlık sistemiyle
birliktedir (sistemi gibidir). Hakikatler her zaman bir topluluk içindir ve bir
toplulukta bulunur.
Hakikatin ayırt edici özelliğinin
sosyal olduğuna ilişkin bu görüşler ilk bakışta tümüyle zararsız gibi
görünmektedir. Hakikatin, sorumluluğun ve anlamın sosyal olarak düzenlenmiş
kurallara uygun olduğunu kim inkâr eder? Bilim, bir topluluğun bir anlaşılırlık
sisteminden daha çok bir şey değildir. Fakat fenomenolojinin stratejisinde
hakikatin sosyal mahiyetine asla yer verilmez.
Çünkü fenomenoloji, sosyal eylemi, zihinsel ve davranışsal fenomenlerin
emiciyle aynı şey sayar, böylece davranışsal olayları ve zihinsel etikleri
bilebileceğimizi inkâr eder. Hakikatin sosyal mahiyette olduğu üzerinde ısrar,
sosyo-kültürel teoriler sadece incelenen insanların “anlaşılırlık sistemi”
üzerine düşünceler oldukları ölçüde doğrudurlar, şeklindeki önermeye indirgenir.
Bu, bilimsel teorinin sosyal mahiyetini göz ardı eden kültürel materyalistin
stratejisinden farklıdır ve onunla çatışma içindedir. Kültürel materyalizm,
bilimsel hakikatin sosyal bir ürün olmasını kabul eder; fakat bilimsel teorinin
kültürden kültüre zorunlu olarak değiştiği görüşünü reddeder. Ona göre bilimsel
teorilerin otantikliğini ortaya koyan topluluk, belirli bir kültüre
katılanların bir topluluğu değildir; fakat daha çok bilim adamlarının kültürel
ötesi topluluğudur.
Bu topluluk için fenomenologun formülüne
göre emik hakikatler her kültürün düşünülürlük sisteminin değiştiği dikkate
alınarak değerlendirilmelidir. Fakat bu topluluk için sosyo-kültürel
hakikatlerin emik tarafından tüketilmemiştir ve etiklerin hakikatleri de vardır
ve bu sonuncular, her kültürün düşünülürlük sistemine uygun olarak değişmezler.
Onlar daha çok sadece ortak olarak kabul edilmiş veriler ve bilim adamları
topluluğunun teorilere ilişkin uygulamalarının desteklerine uygun olarak değişirler.
Böylece fenomenoloji kültürel idealizmin
diğer çeşitleri gibi, kültürel materyalizmle çatışır; çünkü fenomenologların
sadece emik fenomenlerle ilgilenmesi gerekir. Fakat çatışma derindir ve
çözümlenebilir olmaktan uzaktır; çünkü fenomenolojistler, etik davranışın sık
sık yapılmasının irreel ya da tümüyle her kültür sisteminin realitesine bağlı
olduğunda ısrar ederler. Bu yaklaşımdan ayrılmayan şey, insanî ve sosyal
problemlerin mahiyeti konusunda sınırsız karışıklık kapasitesi ve aldanmadır.
Diğer idealist stratejiler örneğin fakirliğin nedenlerine gözlerini kaparlarken
ya da deforme ederlerken fenomenolojik idealizm böyle nedenlerin Var
olduklarını inkâr eder. Fenomenoloji bütün sosyo-kültürel olayları
motivasyonlara indirger ve onunla sınırlar ve sonunda (altyapı, yapı veya
üstyapı gibi) sosyo-kültürel sistemlerin ve bu tür sistemlerin evrensel
bileşenlerinin varlığını yalanlar. Pek çok fenomenolog için sosyal sınıfların
yönetimi, emperyalist güçler, kapitalizm veya sosyalizm gibi şeyler, onlara
inanan katılımcılar-gözlemleriler topluluklarının dışında hiç var değillerdir. Tekâmül
ve uyum gibi süreçler de irreeldir. Fenomenologlar bu tür entiteleri ve şeyleştirmeleri
gibi süreçleri dışlarlar. Sosyal realitenin değeri, bireylerin birbirleriyle
karşılaştıkları ve semboller ve uzlaşımsal anlamlarla birbirlerini
etkiledikleri günlük hayatın tecrübesidir. Sosyal bilimin görevi, sadece bu
sembollere ve anlamlara nüfuz etmek, onları açıklamaktır.
Bu yaklaşımdan ayrılmayan şey,
sınırsız karıştırma kapasitesidir, insan ve toplum bilimlerinin problemlerinin
mahiyeti konusunda yanılmadır. Oysa idealist diğer stratejiler fakirliğin,
cinsiyet ayırımcılığın nedenlerini ve sosyal hayatın diğer önemli ikilemlerini
görmezlikten gelirler veya çarpıtırlar. Oysa fenomenolojik idealizm, bu tür
nedenlerin var olduklarını inkâr eder. Fenomenoloji, bütün sosyo-kültürel
olayları indirgeyerek ve doğrudan deney planlarıyla, ortak duyuyla sınırlayarak,
sosyo-kültürel sistemlerin ve alt-yapı, yapı ve üst-yapı gibi sistemlerin
evrensel bileşenlerinin varlığını yalanmak zorunda kaldı. Pek çok fenomenolog
için sosyal sınıfların egemenliği, emperyalist güçler, kapitalizm ya da
sosyalizm gibi sosyal olguların, onlara inanan katılımcı gözlemciler topluluğu
dışında hiçbir varoluşları bulunmamaktadır. Evrim, uyum, işlerlik gibi süreçler
gerçek dışıdır. Fenomenologlar bu tür enitelerden ve süreçlerden uzak dururlar
onlara göre sosyal realite hakkında konuşmaya değer tek şey, gündelik hayatın
yaşanan deneyidir. Bu deneyde bireyler, semboller uzlaşımsal anlamlar aracılığı
sayesinde, birbirleriyle karşılaşırlar ve birbirlerini etkilerler. Sosyal
“bilim”in görevi, sadece bu sembollere ve anlamlara nüfuz etmek, onları
açıklamaktır.
Don Juan’ın Fenomenolojisi
Carlos Castaneda’nın kitaplarında Amerikan
yerli kabilelerinden Yakui’ye mensup bir şamanın yaşadığı deneyler anlatılır.
Bu deneylerde fenomenolojinin karanlıkçı sonuçlarının bir örneğini buluruz.
Castaneda şamanın deneylerini yorumlarken, Kaliforniya Los Angeles
Üniversitesi’nde etnometodolojist Harold Garfinkel’ın görüşlerinden hareket
eder. Garfinkel’a göre sosyal realitenin özü, günlük aktivitelere ortak duyuya
göre bağlanmış uzlaşmalı anlamlardan ibarettir. Amerikan etnometodolojist bunu kanıtlamak
için öğrencilerden yararlanarak birtakım deneyler yapar. Öğrencilerinden
belediye otobüsüne parasız binmelerini, eve her zamankinden geç gitmelerini,
sofrada tuzu başkalarına vermeleri gerekirse vermeyi reddetmelerini ister.
Sonunda öğrencilerin bütün bu olumsuz davranışlarıyla sosyal uzlaşıma karşı
geldiklerini doğrudan anlayacaklarını söyler. Castaneda, bu fenomneolojik
kılavuzlardan esinlenir ve semboller ile Batı sosyal realitesininkinden tümüyle
farklı yaşanan bir deneyin uzlaşmalı anlamlarını incelemeye karar verir.
Yerli Yakuiler Castaneda’a başka
bir kültürün “farklı bir realitesi”ni incelemek için uygun bir bağlam
vermektedirler. Ancak bağlamın uygunluğu, Castaneda’ın, Yakui büyücülerinin ve
Şamanlarının toplumsal aktiviteleri ve düşünceleri gibi, bu kültürün en yabancı
görünüşünü seçmesi, ona nüfuz etmeye ve katılmaya çalışması gerekir. Belli bir
noktaya kadar Castaneda’ın fenomenolojik yolculuğu, sadece mental üst-yapıya
ilişkin özgün biçimde kültürel ve idealist bir inceleme gibi görünmektedir. Sadece
mental üst-yapıyla ve emiklerle ilgilenmenin, etkisiz, cılız ve bilimsel olarak
istenmeyen bir strateji olduğu anlaşılır. Fakat bu ilgilenme, zorunlu olarak
karanlıkçı bir strateji değildir. Castaneda’nın yaklaşımının karanlıkçığı,
Şaman bilincine bağlı emik realiteyi, bilimin dayandığı epistemolojik
ilkelerein meşruluğuna bir meydan okuma gibi sunmasının ürünüdür.
Castaneda şunu anlatmaktadır: Yakui
Şamanları, havada uçabildiklerine, hayvan şekline girebildiklerine, düşmanı
büyü yardımıyla öldürebildiklerine ve katı cisimlerin arasından
geçebildiklerine inanırlar.
Bunda yeni hiçbir şey yoktur. Pek çok antropolog, Şamanlarla ilgili çeşitli
açıklamalar yaptı; ama karanlıkçılıkla suçlanmadı. Castaneda’nın açıklamaları,
diğer antropologların açıklamalarından farklıdır. Çünkü o, emicin ve kendi
sübjektif duygularının hikâyeye hâkim olmasına bilerek izin verir. Hikâyenin
amacı, okuyucunun, düşünce sistemine katılmasını sağlamak ve böylece bu
realitenin, sosyal uzlaşımın yaratıcısı olduğunu kanıtlamaktır. Eğer Şamanik
uzlaşmaya katılma konusunda ikna edilebilirsek, Şamanların havada
uçabildiklerine inanırız.
Garfinkel fenomenolojisinin etkisi,
Castaneda’nın ilk kitabı olan L'herbe du diable’ta (Şeytan Otu)
gerçekleştirdiği yapısal analizlerde ortaya çıkar. Castaneda burada Don Juan’la
birlikte yaptığı çıraklığı deneylerinin, yanılmasının olağan dışı bileşenini
realiteyle uyuşan bir araştırma olarak tasvir eder (diğer deyişle iki kişi aynı
görüntü oyununa sahipse, artık bir görüntü oyunu yoktur). Şu iki durumu
düşünelim: Bu olağan dışı bileşenler olağan uzlaşıma itaat etmesinler; uzlaşım
da bu realitelerin varoluşlarına ilişkin uyumu sağlayamasın. Bu takdirde olağan
dışı bileşenlerin “algısal realiteler”i sadece bir yanılma olacaklardır.
Castaneda’ya göre “özel uzlaşma” büyücüden gelir:
Don Juan öğretilerinde özel uzlaşım, olağan
dışı realiteyi oluşturan ögeleri üzerinde örtük ya da gizli anlaşma demektir.
İki insan, gördükleri düşlerin ögelerini aynı kelimelerle tasvir ederlerse, bu
hileli ve ve sahte bir tasvirdir. Oysa bu uzlaşımda, hileli ya da sahte hiçbir
biçim yoktur. Don Juan’ın sağladığı özel uzlaşım sistematikti. Sistematik
uzlaşımın kazanılmasıyla birlikte eylemler ve olağan dışı realitede algılanan
ögeler uzlaşımsal olarak gerçek oldular.
Bu uzlaşımsal süreçte yüz ayaklı
sivrisinekler ve bir insan boyunda kelebekler yanılmalar değildir. Onlar,
bildiğimiz realitenin dışında bir başka realite, olağan bir başka realite
oldular; bu başka realite için “olağan” ve “olağan dışı” sınıfları benim için
tüm anlamlarını yitirmişlerdir.
Castaneda’nın fenomenolojik
uygulamasındaki yanlışlığı ortaya koymak için, kitaplarında kullandığı tasvir
edici tekniği, Japonların klasik filmlerinden Rashomon’daki
anlatım tekniğiyle karşılaştırmak yerinde olur. Bu filmde seyirci aynı sahnenin
dört farklı versiyonunu görür. Başroldeki oyuncular, bir kadın, bir erkek ve
çalılıktaki bir görgü tanığıdır. Bu aktörlerden her biri yaşanan tecrübenin
farklı bir versiyonunu anlatır ve her versiyon ekranda, yaşanan realite olarak
görünür. Her hikâye canlı bir realite gibi anlatılır ve izleyici olayın realitesinin
hangi versiyon olduğu veya başlangıçta bir olayın var olup olmadığı konusunda
karar vermek için zorlanır.
Kültürel materyalist için Rashomon’un
çelişkilerinde ve belirsizliklerinde sadece mümkün iki çözüm vardır.
Versiyonlardan biri etik olarak doğru ve diğerleri yanlıştır; ya da onların
hepsi etik olarak yanlıştır. Fenomenologa göre üçüncü bir çözüm vardır:
Versiyonların hepsi eşit derecede doğrudur. Bu üçüncü imkân ortaya çıkar; çünkü
fenomenolojik stratejide etik olaylar emik olaylardan hiçbir biçimde ayırt
edilemezler. Eğer taraflar yalan söylemiyorlarsa, düşünülürlük sistemlerinde
gördükleri şey, doğru gibi kabul edilmelidir.
Rashomon’un (ya da
Don Juan’ın) pek çok hakikatin bir problemi gibi sunulabilmesi, yine de şunu
kanıtlar: Eğer bir doğru versiyon varsa, hangisi olduğunu bilmek problemi,
belki çözülebilir. Seyirciyi hakikatin uzlaşmaya bağlı olduğuna inandırmak için
yapımcı, gerçekte, her versiyon sırasında kameranın gördüğü şeyin hakikatine
ilişkin bir uzlaşmayı elde eder. Kamera bir kandırma, bir zor kullanım, bir
cinayet, bir düello vs. olduğunu kusursuz ve açık bir biçimde gösterir. Bu
olaylar, kültürel materyalizmin stratejisindeki olaylara benzerler. Her
versiyon diğerlerini yalanmasına rağmen, her bölümde olup bitene ilişkin bir
uzlaşmayı elde etmek mümkün olduğundan, şu sonucu çıkarabiliriz: Film
yapımcısı, gerçek bir olayı filme almıştır ve aynı türden uzlaşmayı
sağlayabilmiştir. Böyle bir film, tüm hakikati oluşturmaz; fakat versiyonlar
arasında doğruya en yakın olanı hangisidir ya da hepsi eşit derecede yanlış
mıdır, sorularını cevaplamak için bize sağlıklı bir temel verir.
Kuşkusuz şunun bilincindeyiz ki,
bir olayın filme alınmış versiyonu, seçilmiş bir gözlemi içerir ve bu bakımdan
filmdeki sahnelerin, yaşanmış sahnelerin yorumlanması gibi kabul edilmesi, bir
şahsın, algılayıcı ve kognitif yapısının etkisiyle olmuştur. Dahası, sahnelerin
çelişkili versiyonlarının hepsi, eşit derecede doğru olabilirler, şeklindeki
karanlıkçı düşünceyi reddetmek için bir sahnenin tüm ve mutlak hakikatini elde
etmemiz gerekmez. Buradaki yanlışlığın nedeni, kesin bir bilgiyi elde etme
konusundaki yeteneksizliğimiz değildir; fakat daha çok her bilginin haklı
olarak kesinsizliğidir. Açıkça işlemselleştirilmiş şartlarda ruhsal
yatkınlıkların belirlenmesinden yararlanarak, bilim adamları topluluğu, son ve
kesin hakikate asla ulaşamasalar da etik olarak vuku bulan şeye
yaklaşabilirler. Kültürel materyalizm, bu etik realiteyi elde etmeye çok
yakındır; fenomenoloji çok uzaktır.
Castaneda’nın, Şamanizm’in realitesinin
uzlaşmaya dayalı olduğu konusundaki açıklamalarına hiç kimse itiraz edemez.
Maalesef, yine de onun Şamanizm dünyasının emici’inin çok yakınına varma
girişimi, Şamanlık bilincini anlatırken vuku bulan şeyi kasıtlı olarak
gizlemeye girişmesine bağlıdır. Tek problem, şundan ibarettir: Etik bağlam
olmadan temsil edilen düşülürlük sistemini bilemeyiz. Romancı ve edebiyat
eleştirmeni Ronald Sukenick gibi düşünmek yani vuku bulan her şeyi bir tarih
gibi ya da bir tarihçinin tarihi gibi görmek mümkün değildir. Aynı şekilde
tarihlerin ne doğru ne de yanlış değil, fakat sadece ikna edici ya da gerçek
dışı gibi göründüklerini de söyleyemeyiz. Bu anlayış Zen Budizm’in, Ölüler
Kitabı’nın, büyücülüğün, tasavvufun, Doğu ve batı Mistisizmlerinin, Jung’un
varsayımlarının, Wilhelm Reich’in ve Castaneda’nın temel fikridir. Ancak bu,
entelektüel intihara çağrıda bulunmaktır. Daha şaşırtıcı olan şudur: fenomenolojinin
ahlakî belirsizliği entelektüel karanlıkçılığından daha fazladır. Ahlakîlik
davranış ilkesinin sorumluluklarını kabul etmektir; bu kabulde eylemler ya da
eylemlerin yokluğu diğer insanların yaşantılarını etkilerler. Herhangi bir
ahlakî yargının öncelikli şartı, neyi, ne zaman, nasıl, nerede yaptığımızın
bilinmesine bağlıdır. Her olgu bir yapıntıdır; her yapıntı bir olgudur
şeklindeki düşünce, ahlakî açıdan doğru değildir. Bu, hücum edenle edileni,
işkence edilenle edeni, öldürülenle öldüreni karıştırmaktır.
Emik
ve etik antropolojide folklor araştırmalarında, insan ve toplum bilimlerinde,
davranış bilimlerinde alan araştırmalarında kullanılan iki araştırma yöntemidir
ve bu araştırmaların sonuçlarıdır. Bir sosyal grubu Emik yöntem içeriden ve
etik yöntem dışarıdan araştırır. Emik yöntem bireylerin düşünme, reeli
kategorize biçimleriyle, algılama tarzlarıyla nesneleri imgeleme ve açıklama
biçimleriyle ilgilenir. Etik yöntem ise, bir kültürün üyelerinin kültürlerini
yansız biçimde yorumlamak için başvurdukları ilkeden hareket eder ((Z. Ö.).